Cumartesi Temmuz 27, 2024

Özgür Gelecek

Gündem ve güncel gelişmelere ilişkin politik açıklama ve yazılar. 

TC Devleti Mafya İle Her Zaman İç İçe Oldu

Alaattin Çakıcı’nın CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na açık meydan okuması ve ardından sosyal medyada yayınladığı ikinci mektubunda yaptığı küfür ve tehditten sonra bir kez daha devlet mafya ilişkisi tartışma konusu oldu.

Aslında TC’de devlet-mafya ilişkisi hiçbir zaman bitmedi. Hükümete gelen hiçbir partinin de “mafyayı temizleme” gibi bir düşüncesi olmadı. Arada bir operasyon yapılan mafya grupları da devletle “işi olmayan” suç örgütleriyle sınırlı kalmıştır. Hükümetler, bu operasyonlar üzerinden organize suç örgütlerine karşı “büyük bir mücadele” içinde olunduğunun propagandasını yapmış, asıl çete ve mafya teşkilatlarına ise hiçbir zaman dokunmamıştır.

Türkiye’de mafyanın hep ikili bir yönü olmuştur. Bunlardan biri, ülke içi ve dışında uyuşturucu, silah kaçakçılığı ve çek-senet tahsilatından büyük miktarda paralar sağlayarak sermayeye dönüştürdüğü parayla devlete katkıda bulunmak; ikincisi ise devletin tetikçileri olmalarıdır.

Devlet mafya ilişkileri sadece AKP döneminde değil özellikle 1980’lerden bu yana gündemdedir. En organize olmuş devlet-mafya ilişkisi Susurluk kazasıyla ortaya çıktı. 3 Kasım 1996 tarihinde Balıkesir’in Susurluk ilçesinde meydana gelen trafik kazasında Abdullah Çatlı, Gonca Us ve İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ olay yerinde ölürken, DYP Şanlıurfa Milletvekili Sedat Edip Bucak ise yaralı olarak kurtulmuştu. Bu kaza, devletin mafya ile olan ilişkilerini tüm çıplaklığıyla ortaya koydu.  Öyle ki, dönemin Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller, Abdullah Çatlı için “Devlet uğruna kurşun atan da, kurşun yiyen de bizim için saygıyla anılır. Onlar bizim için şereflidir” demişti.

Kazanın ardından kamuoyunda yükselen tepkiler eyleme dönüşmüş ve “devlet, siyaset, mafya” ilişkilerinin ortaya çıkartılması ve sorumluların yargılanması için “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” ismi verilen eylemler sonucu Meclis Araştırma Komisyonu kurulmuş olsa da hiçbir sonuç alınamamış, sonradan açılan davalar da bir bir kapatılarak tüm suç dosyaları tozlu raflarda çürümeye bırakılmıştır.

Komisyon üyesi Fikri Sağlar, yazdığı kitapta, devlet-mafya ilişkilerinin görünen yönlerini kamuoyuyla paylaşmış, ancak o da derin devletin tehditleri altında olayı fazlaca ileri götürememiştir.

Susurluk kazasında ölenler derin devletin sadece çok küçük bir birimiydi. Asıl katiller, uyuşturucu baronları ve gizli silahlı paramiliter grupları yönetenler ise işlerini” yapmaya devam ettiler. Mehmet Ağar, faali meçhul cinayetlerin sorumlusu olarak 17 bin kişinin kaçırılıp katledilmesinden sorumludur. Sonradan 1000 operasyon yapmakla övünen bir katilin yakın zamanda yeniden yüzünü göstermesi ise hiç de şaşırtıcı değildir.

Devlet-mafya ilişkilerinde mafyayı tetikçi olarak kullanan isimlerden biri de bugün demokrasi havarisi kesilen İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’dir. Susurluk olayında adı sıkça geçen Mehmet Ağar’a karşı gelişen kamuoyu tepkilerini aşağı çekmek için bir görev değişimiyle İçişleri Bakanlığına getirilen Meral Akşener, kendi dönemini savunarak “ne yaptıysak vatan için yaptık” açıklamasını yapmıştır.

En çarpıcı örneklerden biri de Susurluk kazasında yaralı olarak kurtulan Bucak aşireti ağalarından Sedat Edip Bucak’tır.  Bucak aşireti, her zaman devletçi olmuş ve ulusal mücadele de PKK’ye karşı savaşan bir güç olarak konumlanmıştır. Birçok PKK militanın Bucak Aşireti tarafından katledildiği biliniyor. Aşiret, 1990’dan itibaren yeniden PKK’ye karşı silahlı bir güç olarak öne sürüldü.

MHP de devlet için her zaman paramiliter güçlerin devşirildiği bir parti olmuştur.  MHP militanları sadece ülke içinde değil ülke dışında da devlet adına birçok eylemde ve suikastte kullanılmıştır.

Devlet, MHP’lilerin uyuşturucu, silah kaçakçılığı ve haraç toplamada önlerini açarak ödüllendirdi. Parti, kurduğundan günümüze kadar Türk devletinin paramiliter bir gücü olarak çalıştı. Kuruluş felsefesi faşist ve ırkçı olan MHP’nin baş düşmanı hep Kürt halkı, önderleri ve devrimciler oldu. 1980 yılında MHP’nin ”Başbuğ”u Türkeş tarafından kurulan “Esir Türkleri Kurtarma Ordusu”, “Türk İntikam Tugayı” ve “Türkiye Ülkücü Şeriatçı Komando Ordusu” adlı paravan örgütler sayısız cinayetler işledi. MHP, bu örgütleri kullanarak 5 bin devrimciyi katletti.  MHP’nin talimatıyla 24 Mart 1978 tarihinde ilerici olduğu için savcı Doğan Öz bu örgütler tarafından öldürüldü. 8 Ekim 1978 yılında Ankara’da Türkiye İşçi Partisi’nden 7 öğrenci MHP’liler tarafından katledildi.

DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler, 22 Temmuz 1980 günü MHP’liler tarafından öldürüldü. Milliyet Gazetesinin Yazıişleri Müdürü Abdi İpekçi 1 Şubat 1979’da Mehmet Ali Ağca tarafından arabasında kurşunlanarak öldürüldü. 1 Temmuz 1978 tarihinde akademisyen Bedrettin Cömert faşistler tarafından öldürüldü. MHP’nin MİT’le birlikte 24 Aralık 1978’de Maraş’ta gerçekleştirdiği katliamda alevi inancına sahip 120 kişi katledilirken, 200 ev ve 100 iş yeri yakıldı. MHP’liler Mayıs 1980’de Çorum’da Alevilerin yaşadığı Milönü Mahallesi’ne saldırarak 57 insanı katlettiler.

2 Temmuz 1993’te Sivas’ta Pir Sultan Abdal Şenliklerine katılmak için giden 33 aydın Madımak Oteli’nde diri diri yakıldı. Katliama MHP’lilerin katıldığı tespit edilmesine rağmen, birçoğu yurtdışına kaçırıldı. Örneğin 9 Sivas katliamı sanığı Almanya’da yaşamaktadır.

MHP’li faşistler 1980 yılında darbe yapan cuntacılar tarafından Avrupa’da devrimcilere, Kürt ve Ermenilere karşı yapılan eylemlerde de kullanıldılar. Türk devleti Avrupa’da Mehmet Ali Ağca, Abdullah Çatlı, Mehmet Şener ve Oral Çelik gibi faşistleri MİT’in emrine vererek suikast ve cinayetlerde tetikçi olarak kullandı. Mehmet Ali Ağca ve yardımcısı Oral Çelik, 13 Mart 1981’de İtalya’da Sen Pietro Meydanı’nda Papa 2. Jean Paul’e suikast düzenledi. Ekim 1983’te MİT tarafından ilişki kurulan Abdullah Çatlı, Ermenilere karşı yapılan 5 ayrı eylemde kullanıldı. MHP’li faşistlerin Avrupa’da gerçekleştirdiği eylemlerin bazıları şunlardır:

– 1982 yılında TKP-ML aktivisti Ermeni milliyetine mensup Nubar Yalımyan’ın Hollanda’da katledilmesi.

– Fransa’da Asala aktivisti Ermeni Ara Toranian’ı öldürme teşebbüsü.

– 19 Ağustos 1980 tarihinde Almanya’nın Aahen şehrinde TKP-ML aktivisti Katip Saltan’ın katledilmesi.

– 9 Ocak 2013’de Fransa’nın Başkenti Paris’te; Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylamez’in MHP’li MİT ajanı Ömer Güney tarafından katledilmesi.

TC devletinin yurtdışındaki uyuşturucu faaliyeti de MHP’liler üzerinden yürütüldü. Alaattin Çakıcı bu isimlerin başında gelir. Uzun süre Avusturya’da yaşayan Alaattin Çakıcı, 17 Ağustos 1998’de Avusturya polisinin düzenlediği bir operasyonla Fransa’nın Nice şehrinde yakalanıp Türkiye’ye teslim edilmişti.

1980 askeri cuntası göstermelik olarak MHP’yi kısa bir süreliğine kapattı. MHP, 1987 yılında yeniden seçimlere girerek ırkçılık üzerinden siyaset yapmaya devam etti. 1990 yılından bu yana TC devletinin oluşturduğu derin devletin kurduğu yeraltı örgütlerinde konumlandırdı. Bu yeraltı örgütlerinden JİTEM (Jandarma İstihbarat Terörle Mücadele) 11 Kasım 1993’te kuruldu. Arif Doğan, Veli Küçük, Cem Ersever tarafından kuruldu. 1990’lı yıllardan 2000 yıllarının ortalarına kadar sayısız katliamlar yaptı. 17 bin vali meçhul cinayet işlemiş ve bu cinayetlerin önemli bir kesiminde ise MHP’liler kullanılmıştır. Kürt siyasetçi Vedat Aydın (5 Temmuz 1991), Musa Anter (20 Eylül 1992) ve daha onlarca Kürt siyasetçi ve aydın JİTEM tarafından katledildi.

Uyuşturucudan elde edilen milyarca liranın paylaşımda birbirine düşen bu çete mensupları, kendi aralarında hesaplaşarak Kasım 1993’te Cem Ersever’i ortadan kaldırdılar. Geri kalan çete mensupları ise işlenen cinayetleri ve yaptıkları katliamları birbirlerinin üzerine atarak kurtulmaya çalıştılarsa da halkın vicdanında katiller sürüsü olarak mahkum oldular.

Devlet ve mafya ilişkisinde kullanılan her tetikçi ve katil, yasadışı işlerde parsayı paylaşarak paylarına düşeni aldılar. Alaattin Çakıcı yurtdışında uyuşturucu işleri, Sedat Edip Bucak Ankara’da haraç işleri, Cem Ersever-Veli Küçük ve Arif Doğan uyuşturucu işlerinden milyonlarca lira kazandılar.

Türkiye’de devlet mafya babalarını ilk defa kullanmıyor. A. Çakıcı’nın tehditleri de bu anlamda ilk değil. Bu filmi defalarca seyrettik. 1996 yılında dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz’a Budapeşte’de Hilton Oteli’nde yumruk atan İsmail Koçkaya’da eski bir MHPli idi. Kumar işleriyle uğraşan İsmail Koçkaya korunup kollanmış ve zamanı geldiğinde de kullanılmıştı.

Devlet sadece dışarıdaki mafya elemanlarını kullanmıyor. Hapishanelerdeki mafya üyeleri de devlet tarafından her zaman kullanılmıştır. Sabancı eyleminden arandığı dönemde teslim olan itirafçı Mustafa Duyar, Sabancı ailesinin istemi üzerine 1999 yılında Nuri Ergin ve kardeşi Vedat Ergin tarafından hapishanede öldürüldü. Keza yakın zamanda Sedat Peker AKP’nin en gözde tetikçisi idi.

Mafya lideri Sedat Peker, mitingler düzenliyor ve bu mitinglerde devrimcileri ve Kürtleri katledip “kanlarıyla banyo yapacağını” söylediğinde buna en çok sevinen yine R.T.Erdoğan değil miydi!  Aynı Sedat Peker Temmuz 2017 tarihinde yaptığı bir açıklamada ”Yüce Allah korusun, eceliyle bile olsa sayın cumhurbaşkanımızın bu dünyadaki misafirliği biterse, onlar diktatör neymiş görecekler. Yüce Allah’ın izniyle onlara yakınlık duymuş, onlarla yol almış, onlarla daha sonrasında yolunu ayırmamış bütün herkesi en yakın bayrak direklerine asacağız. En yakın ağaçlara asacağız” dediğinde yine sesini çıkartmayan bu iktidardı.

Çakıcı’nın CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nu açıktan ve defalarca tehdit etmesi planlanmış ve hayata geçirilmiştir. Çakıcı’nın arkasında bizzat iktidar olduğu için rahat hareket etmekte ve açıktan meydan okumaya devam etmektedir. Bahçeli’nin “Çakıcı benim dava arkadaşımdır, Çakıcı bu ülkeye sayısız hizmet vermiştir” sözlerinin başkaca bir anlamı yoktur.

Çakıcı’nın ortaya çıkması bir tesadüf değildir. Ekim 2020 tarihinde kontrgerilla eski subayı Engin Alan, Korkut Eken ile birlikte eski içişleri bakanı Mehmet Ağar ve mafya lideri Alaattin Çakıcı’nın Bodrum Yalıkvak’ta bir otelde biraraya gelerek yaptıkları bir toplantı sonrası toplu çektirdikleri bir fotoğrafı kamuoyuna servis etmelerinin ardından Çakıcı’nın Kemal Kılıçdaroğlu’nu tehdit etmesi arasındaki bağ şimdi daha iyi okunmalıdır. AKP-MHP iktidarı, yeni bir kontrgerilla örgütü kurmak istiyor. 1990’larda olduğu gibi yeni faali meçhul cinayetlere adım atmak istiyor. AKP iktidarı, krizle birlikte sonunun yaklaştığını da çok iyi biliyor. Olası bir yeni Gezi veya benzeri bir isyanlarda Çakıcı abileri kullanmak üzere hazırlıyor.

ABD Başkanlık Seçimi Ve Geride Bıraktıkları!

4 Kasım 2020 tarihinde ABD'de yapılan başkanlık seçimi geride bir çok tartışmayı bıraktı. Geride kalan tartışmaları bir kaç başlık altında şöyle toparlayabiliriz.

1. ABD Başkanlık seçiminin neden bu kadar önem arz ettiği.

2. Trump'ın gitmesinin neden bu kadar önemli olduğu.

3. Jeo Biden'le esen barış havası gerçekçi mi?

ABD, Trump'la birlikte belli bir tecrit olmuşluk yaşamış olsa da dünya üzerindeki önemini hala koruyor. Doların ticari alışverişte fiyatları belirlemesi, değişim aracı olması dünya borsalarını ve ticaretini etkilemeye devam ediyor olması.

ABD, dünyanın tüm coğrafyaların da önemli sayıda yarı-sömürgelere sahip olan emperyalist bir güç olarak önemli nufüs gücüne sahip. Etkisi altına aldığı bu ülkeler üzerinden etkin bir güç olarak diğer rakip emperyalist güçlere bir üstünlük sağlayarak dünyaya yön veriyor.

ABD, Mirleşmiş Milliyetler, NATO, Dünya Bankası ve İMF üzerinden etkin güç bir olarak askeri, politik ve ekonomik olarak dünyayı yöneten emperyalist bir güç olarak önemli bir yerde duruyor.

Bu, ve daha fazla sayacağımız nedenlerden dolayı ABD, rakiplerini, ittifak güçlerini ve uşaklarını yakından ilgilendiriyor.

ABD'nin zayıflayarak istikrasız bir güç olması rakiplerinin işine gelir. ABD'nin gerilemesi, ekonomik olarak krize girmesi diğer emperyalist güçlerin ABD'nin önüne geçmesi demektir.

ABD'nin gerilemesi ittifak ettiği güçlerin çıkarına değildir. BM, DB ve NATO'da birlikte iş yaptığı ittifak güçlerinin de bir şekilde etkileneceği istikrarsız bir ABD, aynı blokta yer aldığı güçlerin işine gelmez. ABD'nin gerilemesi, krizde olması yarı-sönmürge ülkelerindeki uşaklarını da etkileyecktir. Bir uşak, efendisinin kötü duruma girmesini istemez. İstikrarsız bir ABD, yarı-sömürge ülkelerdeki işbirlikçi devletlerin de geriye düşmesi tehlikesini getirdiği için bu uşaklarda istikrarsız bir ABD'den yana olmazlar.

Trump, başa geldiğinde yeni bir strateji geliştirerek içe yönelik bir ekonomik kalkınmayı esas aldı. Çin sosyal emperyalizmine açtığı ticari savaşın nedeni de buydu. Çin mallarına uyguladığı yüksek gümrükle Çin mallarının ABD'ye girişini sınırladı. Trump, uluslararası birçok anlaşmadan geri çekildi. Dünya Sağlık Örgütünden ayrılması Trump'ın gitmeden önce yaptığı icraat olarak büyük tepki çekmişti. Trump, işgal edeceği yeni yerler için o coğrafyasındaki ülkelere ''parasını verirseniz güvenliğinizi sağlarız'' diyerek savaşı paralı bir savaş haline getirdi.

Trump, ırkçılığı körükledi. Din ve ırkçılığı birleştirerek siyahi halka şiddetin önünü açtı. Kadın düşmanı bir lider olarak kadınları karşısına aldı. Sağlığa önem vermeyen Trump, Covid 19 pandemisinde önlem almayarak on binlerce insanın ölümünden sorumlu tutuldu. Trump, içte işsizliği düşüremediği gibi, covid 19 salgınıyla birlikte artan işsizliğe milyonlarca yeni insan işsizler ordusuna katıldı.

Tüm bunlar toplumda ve uluslararası alanda Trump'a karşı bir tepkiye yol açtı. J. Biden, Trump'un tepki çeken iç ve dış politikasındaki açıkları iyi kullandı. J. Biden, genç nüfusun oylarını almayı iyi başardı. Siyahi halk, Trump'ın ırkçı politikasına karşı duyduğu tepkiyi sandığa yansıtarak J. Biden'in kazanmasında belirleyeci bir yerde durdu.

Uluslararası kamuoyu (Trump destekleyicileri hariç) J. Biden'in kazanmasını istiyordu. Bunun açık nedeni Trump'ın anlaşmalardan çekilmesi, ticaret savaşları vb nedenlerdir.

Bu değerlendirme, sevinç ve tepkiler ABD'nin ittifak güçleri, uşakları ve liberal insan hakları savunucuları açısından önemli bir yerde dursa da, devrimciler ve komünistler için fazlaca önemi yoktur. Biden ya da Trump, her ikisi de ABD tekelci burjuvazisinin temsilcidir. Birinin gelmesi, birinin gitmesi arasındaki fark sadece niceldir. Esas olan her zaman ABD'nin çıkarlarıdır.

Demokrat Parti, ya da Cumhuriyetçi Parti, hangi parti kazanırsa kazansın ABD'nin temel politikaların da bir değişim olmaz.

J. Biden'in seçim programına aldığı başlıkların tümü ABD'nin çıkarlarına uygundur. J. Biden'in uluslararası anlaşmalara geri dönecek olması, İran'la yeni bir anlaşma imzalamak istemesi, NATO'da ilişkileri düzeltme arzusunun tümü, hepsi ABD'nin çıkarlarına denk gelmektedir. J. Biden, ABD'nin çıkarına olmayan hiç bir şeye imza atmayacağı bilinmelidir.

J. Biden'le esen 'barış' rüzgarının dünya da yarattığı iyimserlik havası geçicidir. Aynı iyimserilik havası on iki yıl önce B. Obama'nın seçilmesi döneminde de olmuştu. B. Obama'yla öyle bir 'barış' havası yaratılır ki, bir anda, dünya da artık 'savaş ve işgallerin' artık olmayacağı havasına kapılanlar da az olmamıştı.

B. Obama'nın rengine bakarak politik tahliller yapanlar ne kadar yanılıkalarını anladıkların da iş işten çoktan geçmişti.

B. Obama'nın başkan seçilmesinden sonra siyahi halk, artık rahat bir nefes alacaklarını sanmıştı. Ne yazı ki böyle olmadı. B. Obama döneminde, Trump'ı aratmayan cinayetler işlendi.

Siyahi George Floyd'un polislerce öldürülmesinden sonra eski başkan Barack Obama, "Bu ülkenin protestolarla kurulduğunu unutmayın. Buna Amerikan Devrimi deniyor" diyen Obama'nın, kendi döneminde öldürülen siyahları unuturcasına verdiği tepkinin anlamsız olduğu açıktı.

B. Obama döneminde Ferguson'da, 18 yaşındaki Michael Brown bir polis tarafından öldürüldüğünde mahkemenin verdiği takipsizlik kararına karşı oluşan tepkilere, "ABD kanunlarla yönetilen bir ülkedir. Karara saygı duymalıyız. Sakin olun" diyen yine B. Obama olmuştu.

Aynı dönemde New York'ta 44 yaşındaki Eric Garner ırkçı bir polis tarafından boğularak öldürüldünğün de susan yine B. Obama'ydı. Keza, 2014 yılında Ohio'daki bir süpermarkette, 22 yaşındaki John Crawford, ırkçı bir polis tarafından vurulup öldürüldüğünde B. Obama başkanlık görevindeydi. Güney Karolina da, 50 yaşındaki Walter Scott, sekiz kurşunla vurularak öldürüldüğünde, Baltimore'da ırkçı altı polis tarafından 25 yaşındaki Freddie Gray linç edilerek öldürülğün de B. Obama bir kınama mesajı dahi yayınlamadı.

B. Obama iş başına geldiğinde dünya'da esen 'barış' havasının için boş olduğu bizzat yapılan silah anlaşmalarıyla tersine döndü. B. Obama iş başına geldiği ilk yıllardan 2016 yılına kadar toplamda ''278 milyar dolarlık silah satışına'' imza atarak, Buch döneminde imzalanan

''128,6 milyar dolarlık satışın' iki katı silah satışı yapmış oldu.

B. Obama, Buch döneminde alınan 'teröre karşı savaş politikalarına karşı savunma'' harcamalarını kendi dönemin de en yüksek seviye çıkarttı.

B. Obama, henüz Başkan Adayı olduğu 23 Mayıs 2008 tarihinde Florida yaptığı bir konuşmada, Küba’ya yıllardan beri uygulanan izolasyon politikasının doğru olmadığını, Başkan seçildiği takdirde Küba lideri Raul Castro’yla görüşmek istediğini açıklamıştı.

B. Obama'nın iş başına geldiği dönemde Küba'yla yaptığı anlaşmanın 'barışın' ilk adımı ve simgesi olarak yorumlanırken. Aynı B. Obama 2009 yılının Eylül ayında yaptığı bir açıklamada, ''Küba’ya yönelik Amerikan ambargosunu bir sene daha uzat''ığının açıklamasını yapıyordu.

Arap Baharıyla birlikte Libya'nın işgal edilmesine imza atan yine B. Obama oldu. Keza, Suriye iç savaşında Esad'ı devirmek için El-Kaide içinden çıkarıp büyüttüğü IŞİD'i vekalet savaşında Suriye iç savaşına süren yine B. Obamay'dı.

B. Obama'nın Başkan yardımcısı olan J. Biden, tüm bu saydıklarımızda imzası olan biri olarak beklenen 'barışı' getirmeyeceği, ABD'nin yeni işgaller yapmayacağını kim garanti edebilir? Tersi ABD'nin varlık nedenine terstir. J. Biden, ABD'nin çıkarına olmayan hiç bir şeyin uygulayıcısı olmayacaktır. J. Biden'in İran'la yapmak istediği yeni anlaşma dahi ABD'nin çıkarınadır. İran'la anlaşma, ABD'nin Ortadoğu'da güçlü bir ülke olması anlamına geliyor.

Güçlü bir NATO, ABD'nin de güçlü olması demektir.

ABD Başkanlık Seçiminde Devrimci Tavır Adına Sergilenen Sınıf İşbirkçi Tavır Üzerine

ABD başkanlık seçiminde tartışılmaya değer bir diğer konudur da ABD-Devrimci Komünist Partisi'nin seçim tavrıdır. ADKP, hep sol çizgisiyle bilinir. Dünya çapında Halk Savaşı tezi en popüler politikalarıydı. Böyle bir partinin soldan en sağa, revizyonizme gelip demirlemesi şaşırtıcı olmamıştır.

ADKP Başkanı Bob Avakian, ABD başkanlık seçimin de kaleme aldığı “Uyur gezer Olmak ve Trump/Pence Rejimi Kabusu” başlıklı yazısında J. Biden'e verdiği desteği şöyle teorileştiriyor: “Adaletsizlikleri ve gezegenimizin tahribatını umursadığını, daha iyi bir dünya için çalıştıklarını iddia eden pek çok kişi halen Trump/Pence rejiminin faşizmini ve dünya için nasıl bir tehlike olduğunu (abç) saçma sapan bir şekilde rasyonalize etmeye çalışıyor ve bu rejime gerekli şekilde muhalefet etmiyor.” “Trump’ın diğer siyasetçilerden bir farkı olmadığını ve Trump’a karşı çıkmak, Trump/Pence rejimini defetmek için kitlesel bir şekilde mobilize olmak için bir ihtiyaç bulunmadığını iddia ediyor” dedikten sonra J. Biden'in neden desteklenmesi gerektiğini ise şöyle formüle ediyor: “açık olmak gerekirse, bu durum kazanma şansı olmayan bazı adaylar için “tepki oyu” vermek değildir, Trump’a karşı etkili şekilde oy kullanmak Demokrat Parti adayı Biden’e oy vermek anlamına gelir.” (aktaran Gazete Patika) belirmesiyle sınıf işbirlikçisi politikasıyla, halkı, eli kanlı iki klikten biri olan Demokrat Parti adayı, J. Biden'e oy vermeye çağırdı.

ADKP, Devrimci Enternasyonal Hareket (DEH) döneminde sol çizgisinden taviz vermeden hep 'doruklarda' dolaşarak sağa sola akıl veren bir parti olarak şimdi, kendi özüne dönmesi bizi hiç şaşırtmadı. ADKP, DEH içinde önce Peru'ya dayandı. PKP'nin verdiği mücadeleye yaslanarak, dünyada Halk Savaşının keskin savunucusu kesildi. Gonzalo yoldaş esir düştükten sonra, PKP'den uzaklaşarak bu sefer de sırtını Nepal Komünist Partisi'ne dayamaya başladı. ADKP, DEH içinde dünya komünist hareketinin 'önderi' gibi hareket ederek, ona buna ders vererek varlığını sürdürmeye çalıştı. NKP'nin devrimi satması ve DEH'in de dağılmasıyla birlikte Bob Avakian, ''Yeni Sentez'' tezleriyle bir yere oturmak istediyse de başarılı olmadı.

ADKP'nin bu tavrını net olarak belirlemek gerekirse sınıf işbirlikçi bir tavırdır. Bu tavır, doğru ile yanlış çizgi arasındaki duruşun revizyonizme gelip demirlemesidir. Türkiye'de belediye seçimlerine katılmayı dahi sağ bir çizgi olarak mahkum eden, seçimlere katılmayı 'ihanet' olarak gören bir ADKP'den söz ediyoruz!

Bu çizgi, ABD'deki devrimci durumdan ayrı olarak değerlendirilemez. İşçi sınıfını örgütlemeyen, emekçiler içinde esamesi dahi okunmayan bir parti, ve esas neden olarak da; mecali kalmayan, devrim iddiasını kaybeden bir partinin umudu burjuvazide görme tavrıdır. Biz, bu tavrın aynısını ikinci Enternasyonal dönemin de görmüştük. İkinci Enternasyonal Partileri de, 'ana vatan' savunması kisvesiyle burjuvazinin yanında olmuş ve savaş bütçelerine evet diyerek işçi sınıfına ihanet etmişlerdi. Aynı ihanetin ADKP içinde geçerli olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır!

Mücadele edeceğiz, faşizmi yıkacağız, biz kazanacağız!

Albayrak'ın istifa ettirilip tüm suçun ona yüklenme çabası ne AKP'yi ne de Erdoğan'ı kurtarabilir.

Türkiye ekonomisi sarmal bir kriz içinde. Kriz, ekonominin sadece bir kesitiyle ilgili değil, tüm yönleriyle içiçe; sanayi, inşaat sektörü, tarım çökme sinyalleri veriyor. Covid-19 pandemisiyle krize giren ekonominin düze çıkarılması ne Merkez Bankası Başkanı’nın görevden alınması ne de Berat Albayrak’ın istifa ettirilmesiyle düzelecek gibi.

Türkiye yarı-sömürge, kısmi siyasi bir bağımsızlığı olsa da ekonomik olarak emperyalizme bağımlı bir ülke. Tüm kritik sanayi kuruluşları, emperyalist tekellerin acentaları gibi çalışıyor. Bu durum dünya ölçeğindeki ekonomik krizin Türkiye ekonomisine yaptığı etkiyle birleştiğinde yapısal krize neden olmaktadır. Yapısal kriz de beraberinde durgunluğu ve arkasından yıkımı getirmektedir. Bu, R.T.Erdoğan öncesinde de Türkiye ekonomisinin karakteristik özelliğidir.

Tayyip Erdoğan’ın, 2008 dünya ekonomik krizinin Türkiye’yi “teğet geçtiği” ile övünmesi sadece bir yıl sürdü. Bu dönemde ABD Merkez Bankası’nın bolca bastığı karşılıksız doların az da olsa Türkiye’ye sıcak para olarak girmesi, AKP iktidarının “övünç” nedeni idi. Ancak bu da fazla sürmemiş ve 2009 krizi, Türkiye’deki üretimi neredeyse durma noktasına getirmişti.

Erdoğan, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ı istifa ettirerek piyasaları ve uluslararası tekellere artık “işlerin düzeleceği” mesajı vermeye çalışsa da sorun elbette Albayrak değildir. Sorun sitemin kendisidir. Albayrak’ın Hazine ve Maliye Bakanı olarak ekonomiyi yönetememedeki kişisel sorumluluğu olmakla birlikte bu talidir. R. T. Erdoğan şimdilik görevden el çektirerek tüm “günah”ı Albarak’a yüklemeye çalışsa da işler iktidar için hiç de iyiye gitmemektedir.

Bu vesileyle birkaç noktanın altını çizmek istiyoruz; Erdoğan, her fırsatta Albayrak’ı kendi veliahdı olarak lanse edip durmadan şişirse de B. Albayrak’ın böyle bir yeteneği olmadığı ekonomideki tabloyla ispatlanmış oldu. AKP-MHP rejimi “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”nin sistemdeki tüm aksamalara-gecikmelere-açıklara vb. çare olduğunu ileri sürerek 10 Temmuz 2008 tarihinde B. Albayrak’ı göreve getirdiğinde dolar 4.53 TL idi. İki yıl içinde 8.72 TL’ye yükselen dolar bugün önlenemez bir şekilde yükselişine devam ediyor. Albayrak döneminde enflasyon yükselmiş, ekonomik krizle birlikte işsizlik ve yoksulluk rakamları zirve yapmış, buna paralel olarak toplumsal muhalefete dönük baskı da artmıştır.

Albayrak’ın istifa ettirilip tüm suçun ona yüklenme çabası ne AKP’yi ne de Erdoğan’ı kurtarabilir. Albayrak’ın instagram üzerinden yayımladığı istifa mektubunun R.T.Erdoğan’ın bilgisi dışında yapıldığını düşünmek hata olur. Bu, oyunun bir parçasıdır ve R. T. Erdoğan’ın yeni bir hamleyle piyasaları “rahatlatma” çabasıdır. AKP içinde Albayrak “görevden alınmazsa 40 milletvekilinin istifa ederek” DEVA Partisi’ne geçeceği söylentileriyle birleşince istifa daha da anlaşılır olmaktadır.

Hatırlanacağı üzere Albayrak, Hazine ve Maliye Bakanı olmadan önce Enerji Bakanı’ydı. Enerji Bakanı olduğu dönemde Erdoğan’la birlikte kurdukları Powertrans şirketi üzerinden IŞİD’le geliştirdiği iş birliği neticesinde IŞİD’in elindeki petrolü, Türkiye üzerinden pazarlayarak hem IŞİD hem de kendilerine milyarlarca dolar kazanç sağladılar. Bunu deşifre eden birçok gazeteci yargılandı ve tutuklandı.

Pandemi ekonomik krize paralel siyasi krizi tetikledi…

Pandemiyle birlikte Türkiye ekonomisi artık durma noktasına gelmiş bulunuyor.

Emperyalist merkezlerde baş gösteren ekonomik krizin, Türkiye gibi yarı-sömürge ülkelere yansıması daha da yıkıcı oldu. Dolar ve Euro’nun yükselmesiyle birlikte artan enflasyon, halkın alım gücünü etkiledi. Pandemi ile kapanan büyük sanayinin yanı sıra küçük ölçekli üretim yerleri, küçük esnaf ve hizmet sektöründeki durgunluk beraberinde yeni bir işsizlik dalgasını getirdi. 2020 yılının bitmesine az bir süre kala sanayideki daralma % 20 rakamlarını göstermektedir.

AKP’nin en fazla övündüğü inşaat sektörü de durma noktasına gelmiş durumdadır. Bu alanda çalışan 1 milyon insan işsiz kitlesine katılmakla yüz yüze. Aynı zamanda bir tarım ülkesi de olan Türkiye’de tarım ve hayvancılık da yok olma tehlikesiyle yüz yüze. Temel gıda maddelerinin önemli bir bölümünün ithal edilmesi sonucu köylü üretim yapmaktan vazgeçmiş durumda. Üretim için gerekli olan tohum fiyatların yüksek olması, üretilenin satılamaması köylülüğü iyice yoksullaştırmıştır ve tarım alanındaki işsizlik giderek büyümektedir. Son 18 yılda tarım üretiminde yüzde 12.3 bir düşüş yaşanırken, sebze üretiminde ise bu düşüş yüzde 15 olarak kayıtlara geçmiştir.

Yoksulluk giderek artmaktadır. Alım gücü düştüğü için insanlar yeterli beslenemezken R.T.Erdoğan, “Ekmek yiyorsanız bu, Türkiye’nin bir geçim derdi olmadığını gösteriyor” diyerek halkla adeta alay ediyor. Sırf “evimize emek götüremiyoruz” dediği için, ertesi gün insanlara zorla basın toplantısı yaptırıldığı bir ülkede yaşıyoruz.

Yoksulluk, halkın ödeyemediği faturalardan da rahatlıkla görülmektedir. Bu yılın ilk 6 ayında 1 milyon 655 bin 226 abonenin elektrik ve doğalgaz borcunu ödeyemediği için elektriği ve doğalgazı kesildi. Rakamlara göre her ay da ortalama 185 bin konutun elektriği, 80 bin konutun da doğalgazı, borcundan dolayı kesiliyor.

Tayyip Erdoğan ise 12 Kasım 2020 tarihinde yaptığı grup konuşmasında Türkiye ekonomisinin dolaylı da olsa iflas noktasına geldiğini ve bunu aşmak için “yaşadığımız kritik dönemin ruhuna uygun şekilde, gerekiyorsa devlet ve millet olarak fedakârlık yapmaktan, acı da olsa doğru reçeteleri uygulamaktan kaçınmayacağız” diyerek süngüsünü düşürmüş bulunuyor.

AKP’nin başı Tayyip Erdoğan her fırsatta “Türkiye’nin kalkınmasını istemeyen dış güçlerin” Türkiye’yi ekonomik olarak “zayıf düşürmek” istediklerini söyleyip bunu milliyetçiliği körüklemenin bir aracı olarak kullanırken, aynı Erdoğan 12 Kasım 2020 tarihinde yaptığı grup toplantısında kurtuluşu yine dış güçlerde görerek emperyalist mali sermayeye çağrı yapmaktan da geri durmuyor: “Türkiye’yi yerli ve uluslararası yatırımcılar nezdinde riski az, güveni yüksek, kazancı tatminkâr bir cazibe merkezi hâline getirmekte kararlıyız. Bu çerçevede ekonomi yönetimimiz yerli ve uluslararası yatırımcılarla yakın mesai içinde olacaktır. Özellikle ülkemize doğrudan yatırım getirecek herkese bu fırsatları birlikte değerlendirme teklifini yapacağız. Uluslararası yatırımcılarla bir dizi toplantılar yaparak, onlara Türkiye’nin imkânları, fırsatları, potansiyeli ve sağlayacağımız destekleri bizzat anlatacağım. Ekonomi politikalarında güven ve kredibilite kazanımına daha fazla odaklanacağız. Ülke risk primini düşüreceğiz, yatırımcılara her türlü kolaylığı göstereceğiz.’’

Bu yaklaşım, R.T.Erdoğan’ın temsilcisi olduğu AKP-MHP rejiminin emperyalistlerle, emperyalist mali sermaye ile bir sorunu olmadığını, tam aksine rejimin her şeyiyle emperyalizme bağımlı olduğunun itirafıdır. R.T.Erdoğan rejimi, emperyalist tekelleri Türkiye’ye davet ederek, ülkenin zenginliklerini emperyalist efendilerine peşkeş çekmeye hazır olduğunu bir kez daha ilan etmiş oldu.

Dipten gelen dalgaya hazırlanmalıyız!

AKP iktidarı, bir yönetme krizi içinde. Bu kriz hem ekonomik hem de politiktir. Egemenler yönetemiyor, kitleler de eskisi gibi yönetilmek istemiyor. Ülkemizde devrimci durumun sürekli olmasının içeriği de budur. Her devrimci durum, bir devrime yol açmaz. Devrimci durumda kitleleri örgütlemede, hedefe yöneltmede subjektif güç belirleyicidir. Temel sorun budur.

İktidar yönetemedikçe artan öfkeyle sokağa yansıyan direnişleri baskı ve zor yoluyla bastırıyor. AKP’li yetkililerin Gezi İsyanı’nı sürekli anmalarının, dillendirmelerinin esas nedeni de budur. Onlar dipteki kaynamanın, dalganın farkındalar. Bu dalganın patlaması büyümesi durumunda kitlelerin öfkesinin karşısında duramayacaklarını da çok iyi biliyorlar. Bu yüzden durmadan saldırıyorlar.

15 Temmuz 2016 tarihinden bu yana faşist uygulamalarını derinleştiren, yaygınlaştıran ve daha aleni hale getiren AKP’nin derdinin Gülen Cemaati olmadığı başından beri belliydi. AKP, bunu bir fırsata dönüştürerek direnişin en diri güçlerine saldırdı. Kürt güçlerini, halkını hedef almasının nedeni de buydu. Rojava’da aldığı yenilginin hırsı ve intikamıyla içerde Kürt halkına, kurumlarına, devrimci ve demokratik faaliyete sürekli ivmesi artan bir saldırı siyasetini devreye soktu. HDP eski eş başkanlarının yanı sıra 10 milletvekili tutuklanmış, 5 bin HDP çalışına hapishanelere konmuş, 60’a yakın belediyeye el konmuş ve bütün Kürt kurumlarına her gün baskınlar yapılarak saldırmaya devam ediliyor.

Hiçbir işçi direnişine ve greve tahammül edemiyorlar. Soma-Ermenek maden işçilerinin hak arama direnişini polis ve jandarma zoruyla durdurmaya çalışıyorlar.

Devrimci güçler, ilerici partiler, gençler, kadınlar, LGBTİ+lar, Cumartesi Anneleri, köylüler… Herkes AKP’nin saldırı menzilinde. Bir basın toplantısı bile egemenler için büyük bir tehlike arz ediyor. Her direnişin, gösterinin ve grevin rejim için toplumsal büyük bir ayaklanmanın mayalanması olacağını gördükleri için filizlenen her direnişi daha büyümeden kurutmak istiyorlar.

AKP’nin sonu yakındır… Tüm faşist iktidarlar sona yaklaştıkça daha da saldırganlaşırlar. Saldırganlaştıkça sonlarının uzayacağını sanırlar. Tarih, faşist iktidarların ne kadar baskıcı ve zorbaca olursa olsun, kitlelerin öfkesi karşısında duramadıklarını göstermiştir.

Ülkemizde de faşizmin kaçınılmaz sonu bu olacaktır. Bu gücümüz ve cesaretimiz fazlasıyla var. Birleşik mücadelemiz umut veriyor. Tüm devrimci güçler faşizmin ortak bir birleşik mücadeleyle yenileceğini biliyorlar. Bunun için örgütleniyor ve yeni yeni planlar yapıyorlar. “Faşizmi Yıkacağız, Özgürlüğü Kazanacağız” kampanyası tam da AKP-MHP’yi, faşist diktatörlüğü hedefliyor.

Bu ortak faaliyet tüm toplumsal kesimleri kapsaması bakımından oldukça isabetlidir. Kampanyanın gençlik örgütleriyle start vermesi ilk mesajını vermiş ve toplumsal bir dikkate neden olmuştur. Bu oldukça önemlidir. Gençliğin dinamik gücü, ortak çalışmamızın çekim gücüdür.

25 Kasım’dan 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü’ne, devrimci tutsaklara özgürlük şiarının haykırılmasından Aralık ayında Maraş, Roboski ve 19 Aralık eylemlerine, Kürt ulusu üzerindeki baskıların protesto edilmesinden 1 Mayıs’a kadar ortak faaliyetimiz önemli bir işlev görecektir. Tüm toplumsal olaylar ve hak gasplarına yönelik direnişlerle bütünleşen kampanya, dönemin önemli bir atılımı olacaktır.

PKK-KDP Savaşı Kime Hizmet Eder?

"Eğer bir savaş çıkarsa bu KDP ile PKK arasındaki bir savaş olmayacaktır. Tüm Kürtleri kapsayacak bir savaşa dönüşebilir. Dolayısıyla bu savaşın kazananı Kürt düşmanları olur. Bu savaş Kürt düşmanlarına hizmet eder."

 

1.Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra dört parçaya bölünen -bölgesel 4 gerici, faşist devlet arasında paylaştırılan- Kürtler, bu yönetimlerle barışık olmamış, sürekli mücadele içerisinde olagelmişlerdir.

Kürtlerin tarihi hep direniş aynı zamanda da Bırakujî (kardeş katli) ve ihanetler tarihi olmuştur. Kürtler tarihleri boyunca Bırakujî ve ihanetlerden çok çekmişlerdir. Bölgesel gerici/faşist devletler arasında paylaştırılan, 4 parçada yaşayan Kürtlerin en büyük istekleri Kürtlerin birliğinin sağlanması olmuştur.

Yakın tarihte bırakujî merkezi hep Irak Kürdistanı olmuştur. KDP ailesi aşiretsel anlayışıyla Irak Kürdistanı’nı kendi mülkü görmüş, bu anlayışın sonucu olarak da diğer örgüt ve yapılara karşı düşmanca tavır takına gelmiştir. Bir dönem “PKK bu alanda misafirdir” deyimini kullanmıştır/hala da kullanmaktadır.

KDP aşiretsel, partisel çıkarları ulusal çıkarların önüne çıkararak 1990 yılından 2000’e kadar Kürtler arası yoğun çatışmalara/savaşlara neden olmuştur. Bu çatışmalar/savaşlar, ulusal birliğin konuşulmasının, tartışılmasının, sağlanmasının önünde en büyük engel olagelmiştir. Bu süreler içerisinde birbirleriyle çatışan PKK-KDP, PKK-YNK, KDP-YNK, 2000 yılından sonra kendi aralarında anlaşmalara vardılar. Dönem dönem gündeme gelen anlaşmazlıklar diyalog ve müzakerelerle çözüldü.

Geçen nisan ayında Kandil’in batısında yer alan Zine Werte bölgesine Peşmerge güçlerinin gönderilmesiyle patlak veren gerilim, KDP ile PKK’yi yeni bir çatışmanın eşiğine getirmişti. PKK, KDP’yi TC adına hareket etmekle, TC’nin kendisini tasfiye girişimlerine ortak olmakla suçlamıştı. KDP ise PKK’yi kendisine ait güçlere saldırmakla, suikast yaptığı iddialarıyla suçladı. Kendisine bağlı Rudaw ve K 24 yayınlarıyla kışkırtma ve suçlamalar derinleştirildi.

Bu karşılıklı suçlamalar yeni bir birakujî yaşanacağı kaygısını artırıyor. KDP genel başkanı M. Barzani “Kürt’ün Kürt’e karşı savaşını haram kılan tavrımız, istikrarımıza, kent, ilçe ve köylerimizin güvenliğine, vatandaşlarımızın kendi yurtlarından zorla çıkarılmasına, kurban edilmelerine ve haksız yere şehit edilmelerine karşı sessiz kalacağız şeklinde yorumlanmamalıdır” açıklamasını yaptı.

Diğer yandan KDP, uzun yıllardan bu yana TC ordusunun işgaline hep kapı araladı. TC ordusu da 1997 yılında yerleştiği alanlara hep yenisini ekleyerek güneye doğru ilerlemesini süreklileştirdi. MİT tarafından eğitilip ajanlaştırılan KDP taraftarlarının verdiği bilgiler/koordinatlarla İHA ve SİHA’lar PKK kadrolarına yönelik suikastlar gerçekleştirdi. Aynı zamanda savaş uçaklarının bombardımanlarıyla yüzlerce PKK gerillası yaşamını yitirdi.

Zine Werte olayında görüldüğü gibi, KDP’nin gerilla bölgelerine askeri güç gönderme ve gerillaya karşı TC ordusuyla iş birliği yapmaya devam etmektedir. 2015 yılından sonra KDP’nin, TC ile olan ilişkileri PKK ile gerginliğin artmasına neden oldu. TSK’nın Hakurk harekâtı, KDP güçlerinin PKK’nin hâkimiyetinde olan Bradost bölgesindeki hareketliliği, Maxmur Kampı’na yönelik ambargo, KDP’nin TC ile istihbarat paylaşımları vs. konuları ilişkilerin toptan kopmasına neden oldu. Son olarak Haftanin operasyonu ve Şengal anlaşması ilişkileri daha da gerginleştirdi. Bu ortamdan yararlanma amacıyla harekete geçen AKP-MHP faşist iktidarı “İkinci Kandil olmasına izin vermeyiz” diyerek Şengal’i hedef alan açıklamalar yaptı. Daha doğrusu Erbil ve Bağdat arasında imzalanan mutabakatla Şengal’deki PKK varlığını bitirmeye ve Ezidileri dışlayarak Şengal yönetimini ele geçirme planları yaptılar.

En son KDP güçlerinin Gare alanına yaptığı yığınak savaşa davetiye çıkarma gayreti olarak okunabilir. KDP’nin özel kuvvetleri Zervani komandoları PKK’nin kamp alanlarından biri olan Gare’yi çevirme harekatı ve aynı zamanda KDP’nin Haftanin, Metina ve Behdinan’a bağlı bölgelerde yaptığı askeri yığınaklar, üsler ve karakollar kurmaları savaşa hazırlık yaptığının belirtileri olarak değerlendiriliyor.

Zine Werte’de, Şeladize, Amediye bölgelerinde gelişen olaylardan dolayı PKK gerillası ile KDP Peşmergeleri karşı karşıya geldiler/getirildiler. PKK gerillalarının duyarlı tavırlarıyla çatışmanın/ölümlerin önüne geçilmiş oldu.

KDP, Gare’yi kuşatmaya almak için savaş hazırlığına giriyor. Zırhlı araçlarla, yüzlerce özel güçle, PKK gerillasının üslendiği kampların içine kadar girilmek isteniyor. Zine Werte’den sonra Gare operasyonu bir başka dönüm noktasıdır. Ciddi bir kışkırtmayla çatışma yaratılmak istenmiştir. 4 Kasım günü KDP özel güçleri Gare alanına operasyon yapmak için iki koldan PKK gerillalarının olduğu kampa yöneldiler.

PKK gerillaları “Peşmerge ile savaşmak istemiyoruz” diye uyarıda bulundu. Ama operasyonal güçler kampın içine kadar girdi, gerilla alanına girince de orada önceden savunma amaçlı döşenen mayınlar patlatıldı. Bu sıcak temasın bir çatışmaya dönüşmesini araya giren PKK ana karargâhı engelledi. Bölge hükümetinin bazı görevlileri ise olayın gerçekliğini çarpıtarak daha önce de yaptıkları gibi PKK’yi suçlayarak hedef gösterdi. PKK gerillalarının duyarlı tavırlarıyla ölümlerin önüne -şimdilik- geçilmiş oldu.

KDP’nin Medya Savunma Alanları’na yönelik son günlerde artırdığı saldırı ve provokasyon girişimlerinin ardından Kürdistanlı aydınlar, sanatçılar, bilim insanları, akademisyenler, siyasetçiler ve farklı kurumların temsilcileri harekete geçti. “İç savaş felaket, iç barış ise özgürlük getirir” sloganıyla başlatılan imza kampanyasına bin 500’ün üzerinde katılımla ortak bir çağrı yapıldı.

KDP-PKK savaşı çok açık ki; Kürtlere hizmet etmeyecek. Irak Kürdistanı savaş alanına dönüşecek. TC de savaşa dâhil olacak. TC’nin KDP’nin yanında savaşa dâhil olması Irak Kürdistanı topraklarının TC’nin kontrolüne geçmesi anlamına gelecektir. TC devleti nerede bir toprak parçasını ele geçirmişse oradan çıkmamak, sonuna kadar orada kalmak için ısrar eder. TC işgalci bir güçtür. Cerablus, Afrin, Serekaniye’de olduğu gibi. TC devleti burada kontrolü sağladıktan sonra da Kerkük ve Musul hayallerini barındıran Misak-ı Milli sınırları projesini gündeme getirecektir.

ABD emperyalistleri işgalci TC devletinin Irak Kürdistanı’ndaki operasyonlarına, Erdoğan’ın savaş suçlarına karşı sessiz kalmakla yetinmeyip aynı zamanda KDP’nin savaşı körükleyici siyasetine de arka çıkmaktadır. Öte yandan geçtiğimiz eylül ayında ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Ortadoğu’dan sorumlu yöneticilerinin PKK’nin Şengal’den çıkarılması için Irak Kürdistan Yönetimi-KDP-Irak merkezi hükümeti ve TC devleti arasında bir işbirliğinin sağlanması çağrısını yaptıklarını da unutmamak gerekiyor.

Unutmamak gerekir ki; ABD emperyalistleri PKK’nin askeri olarak tasfiyesini sağlamak istiyorlar. PKK’yi KDP çizgisine -işbirlikçi çizgi- getirmek istiyorlar. Irak ve Suriye Kürtlerini de kendi siyasi ekseninde birleştirmek amacındalar. Kürt sorununu AKP-MHP faşist iktidarı için kabullenilir bir noktaya getirmek istiyorlar.

Bunu neden mi yapıyorlar? Çünkü ABD emperyalistleri Rusya’nın Ortadoğu’da etkisini sınırlamak istiyor. Ayrıca rakip bir güç olan Çin’i durdurmak istiyorlar. İran’a uyguladıkları ambargolarla teslim almaya çalışıyorlar. İşte bunların gerçekleşebilmesi için ABD’nin TC devletini ve Kürtleri bölgedeki çıkarları için işbirliği yapacakları bir noktaya getirmenin hesabını yapıyorlar.

Tüm bu nedenlerle PKK’nin kuşatılarak tasfiye edilmesi, olmuyorsa zayıflatılması, askeri ve siyasi olarak güçten düşürülmesi projesinin sahibi ABD emperyalistleridir, sahadaki uygulayıcıları da KDP ve TC’dir.

 

Eğer bir savaş çıkarsa bu KDP ile PKK arasındaki bir savaş olmayacaktır. Tüm Kürtleri kapsayacak bir savaşa dönüşebilir. Dolayısıyla bu savaşın kazananı Kürt düşmanları olur. Bu savaş Kürt düşmanlarına hizmet eder.

Kaynak: https://ozgurgelecek18.net/

 

 

Մենք կ՛հաղթենք! Biz Kazanacağız! (2) Türk Özel Savaş Medyasının Yalanları!

27 Eylül 2020 tarihinde TV’ler “muhabir” görünümündeki özel savaş elemanlarıyla Bakü’den naklen yayına başladılar. Bu özel savaş elemanları, “Ermeni saldırısının” duyurusunu yaparak savaşın başladığını ilan etti.

Türk medyasının bu kadar hızlı bir şekilde Bakü’ye giderek canlı yayına geçmesi, TC devletinin Azerbaycan ordusunun Dağlık Karabağ’a saldırısının önceden bildiği; daha doğru bir ifade ile bu saldırıyı başından itibaren kendisinin planladığı, Azerbaycan ordusunu harekete geçirdiği, fiili olarak yönettiği anlamına gelmektedir.

İşgal ve ilhak saldırısının medya ayağının da önceden hazırlandığı ve savaşa göre konumlandırıldıkları anlaşılmaktadır. Savaşı bizzat kışkırtan, idare ve sevk edenin TC faşizmi olduğu R.T.Erdoğan ve M. Çavuşoğlu’nun aynı gün ve saatte “Azerbaycan’a destek, Ermenistan’a tehdit” dolu bildirileriyle daha net anlaşıldı. Çünkü halihazırda Ermenistan’ın Azerbaycan’a saldırısı için bir gerekçe yoktu.

Özel savaş elemanlarının kamuoyuna yansıyan başka bir yalanı ise kendilerinin bile inanmadığı “PKK” ve “Şehit Nubar Ozanyan Taburu”nun Karabağ’a giderek savaşa katıldıkları yalanıdır.

TC devletinin sıkıştığı her zaman başvurduğu propaganda araçlarından birisi olan “PKK Ermenistan’da” yalanı, 30 yıldır sürekli söylenmiştir. Ama hiçbir zaman da ispatlanamamıştır. Nubar Ozanyan Taburu’nun Rojava görüntülerini, Karabağ’daymış gibi servis ederek, Azerbaycan ve Türk halkına Ermeni ve Kürt düşmanlığı şırınga etmektedirler. Bu haberler bağımsız kaynaklar tarafından hiçbir zaman doğrulanmazken, manipülasyon haberlerinin muhatabı olan PKK ve Nubar Ozanyan Taburu yetkilileri tarafından yapılan açıklamalarla yalanlanmıştır.

TC Rejimi Saldırının Doğrudan Tarafıdır

Ermeni ve Kürt düşmanlığının Türkiye’den sonra Azerbaycan’da bu kadar saldırgan-kindar olmasının sebebi Türkiye’nin kışkırtmalarının sonucudur. Ermenistan’ı açık bir dille tehdit eden Türk Dışişleri Bakanı M. Çavuşoğlu “Ermenistan bunu bedelini çok ağır bir şekilde ödeyecek” tehdidinde bulunurken gerçekte ağzındaki baklayı da çıkarmış oldu.

TC rejiminin kimlere güvenerek bu tehditlerde bulunduğu bellidir. Efendileri ABD-AB emperyalizmine yaranmak, NATO üyeliğiyle Rusya’ya Kafkaslar’da diş göstererek kendini pazarlamak istemektedir.

TC bunu yaparken sadece kendi askerini sahaya sürmemekte, aynı zamanda tıpkı Suriye’de, Libya’da yaptığı gibi Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ işgalinde kullanılmak üzere bölgeye cihatçı çete artıklarını transfer ermektedir. Diğer bir ifadeyle TC rejimi, DAİŞ çete artıklarını bölgede kendi çıkarları için kullanmaktadır. Terörizm transferi yapmaktadır. Bu yönlü haberler Waltstreet Journal, The Gardien, Le Monde vb. gibi gazeteler tarafından “Türk Devleti’nin İdlib, Efrin gibi işgal edilen Kürt illerinden Azerbaycan’da savaşacak terörist topladığı” haberleri ve görüntüleri eşliğinde dünya ile paylaşıldı. Türkiye böylelikle Rojava-Libya’dan sonra Karabağ’da da savaş suçları işlemiş oldu.

TC rejimi, Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ’a saldırısını aylar öncesinden planladı. Azerbaycan’da süren iktidar mücadelesinde daha önceden 1995 yılında darbe tezgahlayan Türkiye, bu sefer siyaseti dizayn etmek için devreye girdi. Önce Temmuz ayında Dışişleri Bakanı olan Elmar Mamedyarov sonra her zaman Türkiye’nin müdahalelerine prim vermeyen, Türkiye ile ilişkilere karşı çıkan Genelkurmay Başkanı Necmeddin Sadıkov hakkında –özellikle Türk medyası– kaynaklı yürütülen kampanyalar sonucu görevlerinden alındılar.

Dışişleri Bakanlığı’na diplomasiden anlamadığı ileri sürülen Ceyhun Bayramov getirildi. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi görevlere atanının “liyakat” değil “tek adama bağlılık” olduğu ve bu anlamıyla yapılan atamalarda esas olarak TC rejimine “yandaş” olmasına dikkat edildiği anlaşıldı. Türkiye’nin Azerbaycan siyasetine müdahalesi ve kendi yandaşlarını ataması, Rus yanlılarının belli oranda tasfiyesi ile tamamlandı.

Azerbaycan’ın saldırısından bir hafta önce hava haberleşmesini kapattığı yani NOTAM ilan ettiği ortaya çıktı. Yedek askerleri savaşa alımlar başladı. Askeri ihtiyaçlar için sivil kamyonlara el konuldu. Libya ve Suriye’den uçaklarla önce Urfa ve Antep’e oradan Bakü’ye cihatçı çete artıklarının taşınma görüntüleri ortaya çıktı. Aylık 500-1000 dolar üzerinden çetelerle antlaşmalar yapıldığı basına yansıdı.

Nitekim Rusya’da yayın yapan Kommersant Gazetesi’de “Çatışmaya Zorlamak” başlığıyla yayınlanan bir haberde, başlık altında kullanılan “Kommersant’ın kaynakları, Türkiye’nin Dağlık Karabağ’daki çatışmalara nasıl zemin hazırladığı anlattılar” spotuyla duyuruldu. Haberdeki iddialar özetle şöyle: Karabağ’daki bu savaşı kasıtlı olarak Türkiye’nin planlayıp kışkırttığı,

  1. Son aylarda Ankara’nın Azerbaycan’a yaptığı siyasi-diplomatik, istihbari ve askeri-teknik destekle Bakü’yü provoke ettiği ,
  2. Temmuz-Ağustos aylarında Azerbaycan’daki Türkiye-Azerbaycan ortak tatbikatı sonrasında Türkiye’nin ciddi sayıda askerinin bölgede bırakıldığı ve bu askerlerin Azerbaycan’ın şu anki harekatında bizzat koordine-planlama-yürütme görevlerinde bulundukları,
  3. Toplamda 600 Türk askerinin tatbikatlar sonrasında Azerbaycan’da bırakıldığı, 200’ünün taktik seviyede tabur olduğu, 50 eğitmenin Nahçıvan’da, 90 askeri danışmanın Bakü’de, 120 uçuş personelinin Gebele Üssü’nde, 20 SİHA operatörünün Dallar Üssü’nde, 50 eğitmenin Yevlah Üssü’nde, 2. 50 eğitmenin Azerbaycan’ın Perekeşkul’daki 4. Kolordu Komutanlığı’nda, 20 personelin de Bakü’deki Haydar Aliyev Askeri Deniz Üssü ve Okulu’nda bırakıldığı,
  4. Aynı zamanda Türkiye’nin Azerbaycan’da askeri ekipman da bıraktığı ve bunların da 18 zırhlı savaş aracı, 5 birçok namlulu roketatar sistemi, 10 parça hava teknik ekipmanı, 6 uçak, 8 helikopter, 20 de SİHA olmak üzere de 34 hava aracının bırakıldığı,
  5. Özellikle 4 Eylül’de Türk Hava Kuvvetleri’ne ait C-130, 18 Eylül’de CN-235, 25 Eylül’de A400M uçaklarıyla ve Eylül-Ekim 2020’de Türkiye’den çoğunlukla Gürcistan üzerinden Azerbaycan’a askeri nakliye uçaklarıyla personel ve ekipman taşındığı,
  6. Dağlık Karabağ’daki savaşın zirve yaptığı 28 Eylül-30 Eylül tarihleri arasında Hulusi Akar ve Ümit Dündar’ın Azerbaycan’daki askeri birliklere katılıp Karabağ cephesindeki operasyonun genel yönetimini yerinde yaptıkları,
  7. 30 Eylül ve 1 ile 3 Ekim tarihlerinde çeşitli silah ve tıbbi malzemenin CN-235 uçağıyla Etimesgut-Nasosnaya seferiyle Azerbaycan’a götürüldüğü
  8. 7 Ekim’de Türk Hava Kuvvetleri’ne ait C-130 uçağıyla (sefer sayısı TUAF 737) personel ve mühimmat teslimi yapıldığı,
  9. 9 Ekim’de Azerbaycan’a ait İl-76TD (sefer sayısı AZAF002) ile Gürcistan üzerinden Amman-Bakü rotasıyla, mühimmatıyla beraber, 200 adet ağır makineli tüfek sevkiyatının yapıldığı,
  10. 14-21 ve 28 Ekim için Gürcistan hava sahasının transit sevkiyatlarda kullanımı için Türkiye’nin Tiflis’ten izin istediği ve iznin verildiği,
  11. Türkiye’nin Milli Savunma Bakanlığı’nın kaynak ve kuvvetlerini kullanarak istihbarat teşkilatı MİT’in Dağlık Karabağ’a sadece Ekim ayının ilk haftasında Suriye’den 1300, Libya’dan ise minimum 150 kişilik cihatçı grubu taşıdığı,
  12. Dağlık Karabağ’a gönderilen Suriyeli savaşçıların özel askeri şirket SADAT tarafından toplandığı ve toplanma yerlerinin Afrin, El-Bab, Rasulayn, Tel Abyad olduğu ve sonrasında Şanlıurfa’ya gönderildikleri ve sonra da SADAT’ın charter seferleriyle Karabağ’a yollandıkları,
  13. İlk cihatçı grubun çoğunlukla Terter, ikinci grubun ise Cebrail bölgesine yollandığı,
  14. Ankara’nın Karabağ’a yolladığı cihatçılara önce $1500 verip aylık da $2000 maaş tahsis ettiği, Azerbaycan’a gönderilmeden önce bu kişilerden bütün kimlik belgelerinin ellerinden alındığı,
  15. Türk eğitmenler tarafından Suriye’de iki haftalık eğitim aldıktan sonra ilk grubun daha 22 Eylül’de (Dağlık Karabağ’da savaş 27 Eylül’de başlamadan önce) Azerbaycan’a gönderildikleri,
  16. Moskova’da ateşkese varıldığı 10 Ekim’e kadar yeni bir 1500 kişilik Suriyeli savaşçı grubunun hazırlandığı ve bunların da her an Azerbaycan’a gönderilmiş olabileceği, bu savaşçıların Feylak eş-Şam, Sultan Murat, Hamza, Süleyman Şah tugaylarından oluştuğu.

Bu haberin Kommersant’ın askeri-diplomatik kaynaklarına dayandığı iddia edilse de haber içinde verilen detaylardan Rus istihbaratının TC rejiminin her hareketini izlediği ve not ettiği anlaşılmaktadır. Bu bilgiler bize Azerbaycan- Ermenistan savaşının gerçekte Azerbaycan’ın bizzat TC’nin kontrolünde, sevk ve idaresi altında Dağlık Karabağ’a saldırdığını göstermektedir. Kısacası bu savaş TC’nin Dağlık Karabağ’a yönelik saldırısıdır.

*25 Ekim’de kaleme alınmıştır

https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/menkkhaghtenk-biz-kazanacagiz1

Barbarlığın Son Halkası Ve Samuel Paty…

Dağlık Karabağ’da (Artsakh-Արցախ) yürütülen Onur Direnişi 35. gününde kuşatma, ağır savaş ihlalleri, yağma, talan ve işgal hareketleri ile devam ediyor.

Diğer tarafta Rojava’da aynı bela ile karşı karşıya kalmış ama direniş sayesinde bugün varlığını sürdüren Kürt Halkı’nın haklı gururunu yaşadığı ve dünya halklarına armağan edilen “Dünya Kobane Günü” 2 Kasım her tarafta sevgi gösterileri ile kutlandı.

Dünya Kobane Günü Kutlu olsun! (1ê Mijdarê Roja Kobanê ya Cîhanê pîroz be!)

Dünya halklarının başına bela olan, sponsorluğunu ABD emperyalizmi ile Erdoğan rejiminin üstlendiği, bir karış toprak parçası Kobane’nin ele geçirilmesi savaşında, bir anda bütün dünyanın dikkatleri bu ufak yerleşimde yoğunlaştı.

2014 yılında IŞİD çeteleri Türk devletinin sağladığı imkan-olanaklar ve en gelişmiş silahları ile Kobane’ye saldırdı. Kürt halkının kendi geleceğini, özgürlüğünü ve varlığını tehdit eden bu saldırı tam 133 gün süren savaştan sonra, IŞİD’in yenilgisiyle sonuçlandı. Kobane’yi ele geçirme girişimi başarısızlıkla sonuçlandı.

“Kobane düştü, düşecek” diyenlerin hevesleri “maalesef” kursaklarında kaldı. Başaramadılar. Kürt halkı varlık ile yokluk arasında savaşırken, birçok şehirlerde serhildanlar, dünyanın birçok şehrinde kitle gösterileri, enternasyonal devrimcilerin Kobane savaşına katılarak, faşizme karşı mücadeleleri sayesinde IŞİD çeteleri hezimete uğradı.

Bugün ise bütün sorunlu bölgelerde, kaldırdığınız her taşın altından çıkan Erdoğan’ı görürsünüz. Son Karabağ’ı ele geçirme hamlesinde yine Erdoğan’ı görebilirsiniz. Aynı Kobane gibi ufak bir kara parçası, ama üzerinde koparılan fırtınanın ne kadar büyük olduğunu görebilirsiniz. Artsakh’ın bugün dünyada bu kadar öne çıkmasının sebebi, Osmanlı hayallerine boyun eğmeyen bir halkın direnişi ve teslim olmayışından ileri gelmektedir.

89/94 yıllarında Karabağ’ın özgürlüğü ile sonuçlanan savaşa Türk-Azeri gericiliğine destek veren Afgan ile bugünkü yönetimde bulunan MHP’nin çeteleri destek vermişti. Aradan geçen ve 26 yıl boyunca hazırlığı yapılan ve ele geçirilmek istenen bu işgal daha kapsamlı ve uzun düşünülerek hazırlanılmıştır. Güçlerin dengesizliği, Azeri güçlerinin 6 kat daha fazla askeri donanıma sahip olması Azeri’leri askeri-siyasi yenilgiden kurtaramamıştır.

Türkiye’den getirilen, PKK’ye karşı savaşta tecrübeli 1200 kişiden oluşan Özel Harekatçılar, Afganlılar, Suriye’den-Libya’dan getirilen IŞİD artığı çeteler olmasına rağmen haklı direnişi kıramamışlardır.

Azerbaycan’da Barbarlık!

Henüz uluslaşma sürecini tamamlayamamış, geri kalmış ülkelerde görülen toprak, eğitim, kadın, sanayileşememe gibi ana sorunların yanı sıra dinin ağırlığı da üst yapıda önemli bir faktör olarak ön plana çıkmaktadır.

Bu ülkelerde laiklik-gericilik tartışmaları önemli bir yer kaplamaktadır. Din toplumun şekillenmesinde kendini gösterirken, yönetim birimlerinde “baba-dan oğula”, “halifelik” gibi gerici anlayışlar demokrasi ve hukuk düzeninin yerini almıştır. Bütün İslam rejimlerinde, tek kişinin sözü geçerli olurken, bunun karşısında “kral çıplak” diyen muhalefetin en katı, en acımasız, en barbar uygulamalarına bugün tanıklık ediyoruz.

Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğu’nda Suudi rejimine “muhalif” Cemal A. Kaşıkçı tuzağa düşürülerek öldürülmüş, bugüne kadar cesedi dahi ortaya çıkarılmamıştı. Bu barbarlığı yapanlar serbestçe dolaşmaktadır. Aynı şekilde Azerbaycan’da da bugün yönetim biçimi olarak gerici-faşist bir idare varken, demokrasi-hukuk kuralları rafa kaldırılmıştır.

Bugün Türkiye’de olduğu gibi tek kişinin hakimiyeti ile ülke idare edilmektedir. Bu yüzden İlham Aliyev rejimi ilkel-barbar ve çağ dışıdır. Bugünkü savaş uygulamaları, suç dosyaları ile Lahey’de Erdoğan ile sanık sandalyesinde yargılanacaklar arasındadır.

Azerbaycan ordusu içerisinde IŞİD tipi yapılanmalar I. Karabağ savaşı esnasında da görülmüş ama yenilgiden kurtulamamışlardı. Aynı uygulama Macaristan’da 2004 yılında bir NATO toplantısında Ermeni subayı Gurgen Markarya’nın uyku sırasında 16 balta darbesiyle Ramil Seferov tarafından öldürülmesiyle de göstermiştir. Ömür boyu hapis cezasına çarptırılan R. Seferov 8 yıl yattıktan sonra Türkiye’nin araya girmesiyle hapishaneden çıkarıldı. Ülkesine iade edildi.

Ekonomik olarak sıkıntı içerisinde bulunan Macaristan’ın Bakü’ye 3 milyar dolarlık devlet bonosu satması yani rüşvet alması R. Seferov’un serbest kalmasını sağlamıştır. Bunlar yetmiyormuş gibi R. Seferov Bakü’de bir kahraman gibi karşılanmış, hapishanede yattığı sekiz yılın maaşı verilmiş, rütbesi binbaşılığa yükseltilmiştir.

“Her Ermeni kafasına 100 dolar prim”

Yine 2016 yılında Azerbaycan-Karabağ savaşında, Azerbaycan ordusu tarafından esir alınan Ezidi asker Kyaram Sloyan’ın IŞİD yöntemi ile kafası kesilerek vahşice öldürülme olayı olmuştur. Bugün 40 bin civarında Ezidi halkının yaşadığı Ermenistan’da dün önderleri Hammo Şero-Cihangir Ağa gibi Ermeni halkı ile omuz omuza Osmanlıya karşı savaşırken bugün de yeni nesiller bu geleneğin devamcısı olmuşlardır. Barbarlık bu sefer yine esir alınan Ezidi askerin kafasını keserek köy meydanında dolaştırarak, köylüler üzerinden olmuştur. Bu caniliği yapan asker İ. Aliyev tarafından üstün başarı ile ödüllendirilmiştir.

Artık bugün “tekke düşmüş, kel görünmüştür.” Dağlık Karabağ’ın sabırla ama inatla dünya kamuoyuna anlatmak istediği Azeri-Türk diktatörlüklerinin ortaklaşa yürüttüğü savaş ihlalleri, fosfor bombalarının kullanmaları, sivil yerleşim alanları, hastahaneler ile kutsal mekanların bombalanmasından sonra IŞİD artığı çetelerin son günlerde ardı ardına yakalanmaları, yalanlarını ortaya çıkarmıştır.

Bu IŞİD artığı çeteler insanın kanını donduran itiraflarda şöyle demektedirler:

Yusuf Alaabet al Haci, İdlib’in Ziyadiye köyünden,1988 doğumlu evli ve 5 çocuk babası, “Gavur”lara karşı savaşmak için aylık 2000 dolar karşılığı anlaştık. Kestiğim her bir “gavur”un kafası için de ek olarak 100 dolar prim alçağım” diyor.

Mıhreb Muhammed Alshkher ise evli 3 çocuk sahibi. “19 Ekim’de, 250 kişi ile Azerbeycan-Karabağ sınır hattına getirildik. Ayda 2000 dolar maaş karşılığı anlaştık ama vermediler. Yaralandım. Ama arkadaşlarım beni yalnız bıraktılar. Yardım etmediler. Cephenin ilk hattına önce bizleri sürdüler. İkinci ve üçüncü hattına ise Azerileri sürdüler. TSK personeli tarafından Suriye kamplarında eğitim gördük” diye anlatıyor.

Fransa Samuel Paty için ağlıyor, tüm dünya ağlıyor…

 

Türkiye’de tek adam diktatörlüğü yaşanırken R. T. Erdoğan’ın sağlıktan tutun ekonomiye, sanayiye, eğitimden, savunmaya kadar bütün kurumlar adına kendisini yetkili görerek, açıklama gereği duymadığı bir gün bulunmamaktadır.

Kendisini ilgilendirmeyen bir basit konu dahi Erdoğan’ın onayı alınmadan gerçekleştirilmemektedir. Bütün devlet görevlileri sözlerine “şahsının izniyle” başlamaktadır. Rejimi “Şahsım Cumhuriyeti”ne dönüştürülmüştür. R.T. Erdoğan hemen her konuda rejimin sahibi olarak söz söylemektedir.

En son Fransa ile “İslamiyet” üzerine girişilen söz düellosunda, kendisini “tüm İslam aleminin halifesi” olarak görmüş, arayıp da bulamadığı bu ortamı fırsata çevirerek, ülke içerisinde muhafazakar-milliyetçi kesimlerin sempatisini kazanmak için E. Macron’a diplomasi sınırlarını aşarak, Kasımpaşalı ağzıyla efelenmiştir.

Artık Erdoğan’ın her konuşmasının Avrupa Birliği’nde yaşayan IŞİD, Türk, Azeri çetelerinin eylem mesajı olarak algılandığı, dün olduğu gibi bugün de ortaya çıkmış durumdadır.

Artık Erdoğan rejiminin, siyasal İslam’ın ve IŞİD’in Türkiye temsilcisi olduğu, AB, Ortadoğu ve Kafkaslar için tehlikeli hale geldiği ve önünün alınması gerektiği herkes tarafından ileri sürülmektedir.

Demokrasinin artık kırıntılarından dahi söz edilemeyeceği Türkiye gerçekliğinde hapishanelerde yaşananlar ortaya net bir tablo koymaktadır. Hapishanelerde bulunan tutuklu sayısı, insan hakları savunucuları, gazetecilerin yazarların tutukluluğu bunlara ek olarak 39 hapishanenin daha inşa edilmesi, ağır insan hakları ihlalleri, ifade ve düşünce özgürlüğünün kırıntısının dahi olmadığı, “twit attı” diye insanların “Cumhurbaşkanına hakaretten” tutuklandığı bir durumda; Erdoğan’ın E. Macron’a yönelik çıkışı, açıktır ki kendi tabanını birleştirme, milliyetçi-ırkçı ve şovenist kitlelerin gerici yanlarını okşama amaçlıdır.

Arap Birliği başta olmak üzere neredeyse bütün İslam ülkeleri tarafından da istenmeyen adam ilan edilen Erdoğan’ın kışkırtıcı, provakatif ve hedef gösteren açıklamaları ile çetelerin harekete geçtikleri ortaya çıkmıştır. IŞİD-Türk ve Azeri çetelerinin harekete geçmesiyle önce tarih hocası Samuel Paty kafası kesilerek öldürüldü. Arkasından 3 Fransız vatandaşı kafaları kesilerek ve bıçak darbeleri ile öldürüldü. Erdoğan’ın mesajını alan çeteler gösteri yapan Diaspora Ermeni’lerine saldırarak yaraladılar. Mahallelerine saldırarak linç girişiminde bulundular. Avusturya’da da harekete geçen çeteler masum insanların canına kıydılar.

Ardı arkasına tek bir merkezden idare edildiği belli olan IŞİD ve Türk çetelerinin saldırılarından sorumlu Erdoğan’ın kendisidir. Aynı şekilde 2016 yılında Erdoğan’ın “bombaların patlamaması için hiçbir sebep yoktur” demesiyle IŞİD çeteleri Brüxel’de harekete geçerek 34 kişiyi öldürmüşler yüzlerce insanı yaralamışlardı.

Bugün de Erdoğan E. Macron’a “senin benimle daha çok sıkıntın olacak” tehdidinden sonra Avrupa’da birbiri ardına IŞİD çete artıklarının saldırıları yaşanmaya başlandı. Bunun doğrudan doğruya IŞİD’leşen TC. rejimiyle, “halife”lik iddiasını güden Erdoğan’la ilişkisi bulunmaktadır.

İzmir Depremi ve timsah gözyaşları…!

Kendinden olmayana, kendisi gibi düşünmeyene, “makbul” bulmadığı yaşam tarzına müdahale ederek zorla dönüştürmeye, Cemevlerine “çümbüşevi” deyip, işemekte beis görmeyenler, binlerce yıllık kiliseleri camiye çevirirken, yolsuzluk ve dolandırıcılık soruşturması için basılan cami nedeniyle Almanya’yı dini değerleri aşağılamaktan bahsetmektedirler.

Türkiye hiç bu kadar sahtekarını, yalancısını ve düzenbazını görmemişti. Bu şahsiyetler Aziz Nesin’in “Zübük” karakterini de fersah fersah geride bırakmış durumdadırlar. Aynı riyakarlık ve ikiyüzlülük kendisini son yaşanan İzmir depreminde de göstermiş durumdadır.

Bu faşist barbarlık, İslamcılık sosuyla, İzmir’de 100’den fazla kişinin ölümüne binlerce insanın yaralanmasına, evsiz kalmasına sebep olan deprem için İzmir halkına hakaretler ve suçlamalarda bulunarak “hak ettiklerini”, “Allah’ın bunları cezalandırdığını” savunacak kadar alçalmıştır. Her dönem bütün seçimlerde İzmir’de alınan yenilgi ve hezimet nedeniyle halkı yalnız ve kendi kaderi ile baş başa bırakarak adeta intikam almaktadırlar. Bu halk düşmanı faşist barbarlık karşısında halkın dayanışmadan başka çaresi kalmamıştır.

Rejim medyası timsah gözyaşları ile siyasi şov yaparken Erdoğan yine “fıtrat” açıklamasında bulunarak sorumluluğu üzerinden atmış, deprem vergisi adı altında toplanan paraların “harcanması gereken yere harcanmıştır” diyerek hesabını vermemiştir.

Din değiştirmeye zorlamak, ismini kimliğini inançlara saygısızlık, tarihi dokunun tahrip edilmesi, kendinden olmayanların maddi ve manevi zenginliklerine Müslümanlık adına el konulması, farklı inanç ve düşüncede olan insanların, kadınların pazarlarda köle olarak alınıp satılması, Müslümanlık adına “kutsal Cuma” gününde insanların kafalarının-kollarının kesilmesi, kırbaç cezasına çarptırılmaları şeriat kanunları ile dayatılan, halifelik sisteminin bugünkü 21. yüzyılda adı barbarlıktır. Barbarlık yenilecek, direniş mutlaka kazanacaktır!

Faşizmi Yıkıp Özgürlüğü Kazandığımızda Keyif Çayını İçeceğiz!

Fransa’da 16 Ekim Cuma günü öğretmen Samuel Paty, basın ve düşünce özgürlüğü konusunu işlemek için öğrencilerine Muhammed peygamber karikatürünü gösterdiği gerekçesiyle okulun önünde Çeçen cihatçı biri tarafından başı kesilerek öldürüldü.

Bu olay Fransa’da yaşayan Müslümanlara zarar verdi. Bununla da kalmayarak Fransa’da göçmen karşıtlığını da tırmandırdı. Fransa İçişleri Bakanı bu olayla yakından, uzaktan ilişkisi olan Müslüman derneklerin kapatılacağını, nefret suçu işledikleri nedeniyle de bazı camilerin kapısına kilit vurulacağını duyurdu.

Ardından da bazı camilerin kapatıldığı haberleri basına yansıdı. Belirli sivil toplum kuruluşları kapatılarak yöneticileri hakkında da yasal soruşturmanın başlatıldığı açıklandı.

Öğretmen Samuel Paty’in cenaze töreninde konuşan Fransa Cumhurbaşkanı Emanuel Macron özgürlükleri savunmaya devam edeceklerini ifade ederek, Muhammed peygamberle ile ilgili karikatürlerin yayınlanmasından vazgeçmeyeceklerini, düşünce ve basın özgürlüğünü savunmaya devam edeceklerini dile getirerek “Fransa’da İslamcılar huzur içerisinde uyuyamayacaklar, korku taraf değiştirecek” açıklamalarında bulundu.

AB ülkeleri ve dünyanın birçok ülkesinden olayı kınayan açıklamalar yapıldı. Bu olayla ilgili TC devleti ve Cumhurbaşkanı RTE adına kınama vb. bir açıklama yapılmazken Macron’un öğretmenin cenaze töreninde yaptığı konuşmadan sonra RTE’nin Macron’a yönelik “Fransa’da akli noktada kontrole muhtaç liderinin teşvikiyle Müslümanlara ve kurumlarına yönelik saldırılar yapılmaya başlanmıştır” açıklaması basında yer aldı. Bu olayların ardından da  -TC devletinin öğretmenin öldürülmesiyle ilgili kınama yönlü bir açıklama yapmaması ve RTE’nin Macron’la ilgili sarf ettiği sözler nedeniyle- Fransa büyükelçisini Paris’e geri çağırdı.

RTE, Macron’a yönelik sarf ettiği sözlerle/açıklamalarla yetinmeyerek Almanya başkentinde -usulsüz para transferleri, kara para aklama, dolandırıcılık vb. nedenlerden dolayı- Türk camiine yapılan polis baskını nedeniyle A. Merkel’e de çatmadan edemedi: “Merkel’e sesleniyorum, hani sizde din özgürlüğü vardı? Peki bir sabah namazında nasıl oluyor da 100’e yakın polis camiye saldırıyor?

RTE herkese hakarete varan sözleriyle, Ayasofya ve Kariye müzesini camiye çeviren kararlarıyla Avrupa’da yaşayan Müslümanlara zarar verdiği gibi göçmen karşıtlığını da arttırıyor. Irkçılara ve aşırı sağcılara da malzeme sunuyor.

Rejim Sıkıştıkça Irkçılığa, Şovenizme ve Dinci Gericiliğe Sarılıyor!

Türkiye’de ekonomi kötü durumda, TL eriyor. Dolar 8.36, Euro 9.70 Tl olmuş. RTE’nin son silahı din! Macron’a İslamcılık üzerinden saldırmakla kendi seçmen tabanını yanında tutmaya çalışıyor ve İslam ülkelerine de mesaj veriyor. Libya’da, Doğu Akdeniz’de kendisinin politikalarına sorun çıkaran Macron’a öfkesi büyük. Bundan dolayıdır ki; Fransız mallarına yönelik bir boykot çağrısı yaptı. Bu boykot çağrısıyla İslam dünyasını da yanına çekmeye çalışıyor.

Libya, Doğu Akdeniz demişken, Libya’da savaşan taraflar Cenevre’de BM arabuluculuğunda 4 gün devam eden müzakerelerin ardından kalıcı ateşkes anlaşması imzaladılar. Arap Birliği’nin özellikle de Mısır’ın yoğun diplomatik çabalarıyla başlayan süreç ve sonrasında imzalanan anlaşma masasında Mısır var ama TC yok. Anlaşmada alınan kararlardan en yakıcı olanı ise yabancı askerlerin en geç üç ay içerisinde Libya’yı terk etmelerin istenmesi. Özellikle de Rusya’nın paralı özel güçleri ve TC aracılığıyla Suriye’den Libya’ya getirilen cihatçı çetelerin Libya’dan çıkarılması hedefleniyor. Böylelikle TC rejiminin “Sahada olursak masada da oluruz” anlayışı yaşam bulmamış oldu.

Doğu Akdeniz’de de TC rejiminin çatışmacı ve gerginliği tırmandıran politikası karşısında Kıbrıs Cumhuriyeti, Mısır, Yunanistan ve İsrail’i birleştirmiş durumdadır. Bu birlikteliğe Fransa da AB’yi arkasına alarak TC rejiminin Doğu Akdeniz politikasına karşı çıktı/çıkıyor. Çatışmacı, silah, savaş gücünü abartarak sahaya inen TC rejimi sahada yapayalnız kaldı.

TC rejimi masadaki yalnızlığı Dağlık Karabağ’da yürüttüğü politikada da yaşıyor. Dağlık Karabağ’ın Özgürce Ayrılma Hakkı’nı kullanması nedeniyle Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki çatışmaların/savaşın 14. gününde ateşkes konusunda taraflar anlaştı.

Rusya’nın başkenti Moskova’da bir araya gelen Azerbaycan ve Ermenistan Dışişleri bakanları toplantısı sonrası konuşan Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, ateşkes ilan edildiğini açıkladı. TC devleti Dışişleri Bakanlığı’ndan ateşkese ilişkin yapılan açıklamada; “Türkiye başından beri Azerbaycan’ın evet diyeceği çözümleri destekleyeceğini vurgulamıştır. Bu anlayışla sahada ve masada Azerbaycan’ın yanında olmaya devam edecektir” denildi. Sahada İHA, SİHA ve Suriye’den getirdiği çetelerle Azerbaycan’ın yanında olan TC rejimi Rusya tarafından masaya dahil edilmemiştir. Rusya, Azerbaycan vasıtasıyla Kafkaslar’a yerleşmek isteyen TC rejimine şimdilik masada kırmızı kart göstermiştir. Rus emperyalistleri burunlarının dibinde -Kafkaslarda- İdlib’deki gibi bir cihatçı alanın yaratılmasına kesinlikle göz yummayacaklarını açık bir şekilde belli etmiştir.

İdlip’te Sular Isınıyor!

Dağlık Karabağ konusunda Rusya’nın TC rejiminin politikalarına karşı duyduğu rahatsızlık İdlib’de de kendisini hissettiriyor. Dağlı Karabağ konusunda TC’nin Azerbaycan’a destek sunması Rusya’yı rahatsız etmektedir. Rusya’nın İdlib’de TC tarafından eğitilip silahlandırılan cihatçıları hedef alıp, uçaklarla bombalaması Dağlık Karabağ konusunda duyulan rahatsızlığın dışa vurumudur.

Rusya’ya ait savaş uçakları geçtiğimiz günlerde İdlib’in kuzey batısındaki Duveyla köyünde gerçekleştirdiği saldırıyla çok sayıda cihatçıyı öldürdü. TC’nin eğitip donattığı Feylak el Şam grubunun hedef alındığı saldırıda 80 kadar cihatçı ölürken 100’den fazlası da yaralandı. Rusya’nın gerçekleştirdiği bu saldırı aynı zamanda TC’ye bir mesaj niteliğindedir: M-4 karayolunun ulaşıma açılması ve cihatçılara ilişkin verilen sözlerin yerine getirilmesi…

16 Eylül’de Ankara’da Ruslarla yapılan askeri teknik toplantıda M-5 Otoyolu’nun el değiştirdiği sırada Suriye ordusunun kontrol ettiği bölgelerde kalan Türk askeri gözlem noktalarının tahliye edilmesi talebi reddedilmişti.

Halbuki bu gözlem noktaları Suriye askerlerinin kuşatması altındaydı ve Rusya’nın güvencesi altında olmalarından dolayı kalabiliyorlardı. 15 Ekim’de TC rejimi aldığı bir kararla Morek’teki gözlem noktasını boşalttırdı. Morek’ten çıkan askeri konvoy Zafiye Dağı bölgesine kaydırıldı. Yani sıcak çatışma alanına! Nasıl olsa Rusya güvencesi var!?

Kısacası dış politikada Doğu Akdeniz, Libya, Dağlık Karabağ ve İdlib’den TC rejimine iyi bir haber bulunmamaktadır. TC rejimi içerde yaşadığı sıkışmışlığı dışarıda ki işgalci, yayılmacı ve saldırgan politikalarla gidermek istemekte, ırkçılığı, şovenizmi ve dinci gericiliği olabildiğince propaganda etmektedir. Ne var ki bu politika içerde yaşanan gerçeklerin üstünü örtememektedir.

Bin Odalı Saray’da Yaşayanlar Halkın Durumunu Anlamaz!

Toplu açılış töreni için gittiği Malatya’da otobüsten halkla konuşurken bu sırada bir esnaf “Evimize ekmek götüremiyoruz” diye seslenince RTE’de “bu laf bana abartılı geldi” deyip ardından da aynı vatandaşa bir bez torbası fırlatarak “al bu keyif çayını iç” dedi. Bu sahne, Sarayda yaşayanın halkın sorunlarına ne denli uzak kaldığının örneği olarak Türk siyaset tarihine geçmiş durumdadır.

Ne var ki RTE’ye destek sunan ve başkanlık sistemine geçişle birlikte tüm sorunların çözüldüğünü iddia eden MHP lideri Devlet Bahçeli; ülkede yaşanan yoksulluğu, işsizliği hatta açlığı, başlattıklarını ilan ettikleri “askıda ekmek kampanyası”yla gözler önüne serdi. Türkiye’nin ekonomisini ve AKP iktidarının politikalarını destekleyen/ortak olan MHP’nin “askıda ekmek kampanyası” Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu en iyi anlatan bir kampanyadır.

Biri evimize ekmek götüremiyoruz diyenlere keyif çayı fırlatıyor, diğeri de “askıda ekmek kampanyası” başlatıyor…

Türk-İş’in ekim ayı araştırmasının sonuçlarında Türkiye’de açlık sınırı 2.482 TL, yoksulluk sınırı ise 8.086 TL olarak ifade edilmektedir. Bir yandan ekonominin uçtuğu ilan edilir, diğer yandan “askıda ekmek kampanyası” yapılırken, halkın içinde bulunduğu durum budur. Özgürlüğün, demokrasinin olmadığı, baskıyla, zulümle yönetilen bir ülkede işçiler, emekçilere, gençlere yönelik baskının, şiddetin, işkencenin de sınırı olmaz.

Gençlik örgütlerinin 15 Kasım’da ilan edecekleri “Birleşik Gençlik Meclisi” öncesi “Faşizme Karşı Örgütlülüğümüz İçin Birlikte Yürüyoruz” kampanyasının startını vermek için yapmak istedikleri basın açıklamasına polis saldırdı.

HDP Gençlik Meclisi, Yeni Demokrat Gençlik (YDG), Devrimci Öğrenci Birliği (DÖB), Gençliğin Devrimci Öncüleri (Dev Güç) ve HDP gençlerinin katıldığı açıklamaya polis saldırarak işkenceli gözaltı yaptı. Gerekçesi ise komünist önder İbrahim Kaypakkaya’nın fotoğrafının taşınması. 61 genç gözaltına alındı.

Yine hafta sonu Halkevleri’nin ülke genelinde “İnsanca Yaşamak İstiyoruz” talebiyle yapmak istediği basın açıklamalarına polis saldırarak gözaltı yaptı. Bunlar yaşanırken Türkiye’nin çeşitli illerinde Suriyeli cihatçılar ÖSO bayrağı açıp Fransa’yı protesto ettiler. Fransız bayraklarını yere atarak çiğnediler. Ortalıkta polis yoktu!

İçeride ve dışarıda Kürt halkına yönelik saldırılar tüm hızıyla devam ediyor. Dağlar bombalanıyor. HDP’ye yönelik saldırılar tavan yaptı. HDP il, ilçe, belediye başkanları tutuklanarak hapishanelere dolduruldu. Kürtler helikopterlerden atılıyor…

“Öyle mi Alay Komutanı…”

Manisa Soma’da 8 yıldır tazminatları ödenmeyen Uyar Madencilik işçilerinin başlattıkları Ankara yürüyüşü polis tarafından engellendi. Ermenek’te 1 yıldır maaş ve tazminatlarını alamayan Cenne ve Saba Maden Ocağı’na ise jandarma müdahale etti. Gözaltılar yaşandı. Gözaltılara, saldırılara rağmen işçiler kararlı bir şekilde yürüyüşü devam ettirdiler.

Hesap sorulması gerekenlere hesap soramayanlar maden işçilerinin yürüyüşünü bir kez daha jandarma barikatıyla engellemeye çalıştılar. İşçileri çembere aldılar. Burada bir işçinin yaptığı konuşma derslerle doluydu: Devletin gücünü bizde sınamayın. Yerin yedi kat altında alınteriyle yaşamını devam ettirmek durumunda kalıp kör edilenlerden, sakat bırakılanlardan, ciğerleri çürüyenlerden hesap sormasın devlet. Bir tane kıçı kırık patrondan hesap sormayı beceremeyen devlet gücünü bizde sınayacak öyle mi? Öyle mi alay komutanı? Buradayız biz. Şimdi bize güç göstereceksiniz ha? Vallahi de billahi de korkmuyoruz sizden.”

İşte hakkını arayan emekçinin haklı, gür sesi.

Türk hakim sınıfları ve onun temsilcisi AKP-MHP iktidarı gelinen aşamada yaşanan ekonomik krizi yönetmek için farklı politikaları devreye sokmaktadır. Ekonomik alanda yaşadığı çöküşü siyasal alanda hayata geçirmeye çalıştığı politikalarla ötelemek istiyor. Sınır ötesi Rojava, Irak Kürdistanı ve Libya’da askeri operasyonlara girişirken, Fransa ile, Almanya ile yüksek perdeden atışıyor!

AKP-MHP iktidarı işçi sınıfına, ilericilere, devrimcilere, komünistlere karşı saldırı halindedir. İşçilerin, emekçilerin, devrimcilerin, Kürtlerin AKP-MHP faşist iktidarına karşı birleşerek mücadeleyi yükseltmeleri gerekmektedir.

Gün faşizme karşı mücadele günüdür.

Մենքկ՛հաղթենք! Biz Kazanacağız!(1)

’70’li yıllarda Filistin halkının mücadelesi “zafere kadar devrim”di. Birkaç sene önce Kürt halkının Kobane Direnişi’nde yükselttiği şiar“Kobane düşmedi,düşmeyecek”ti.

Ve bugün Ermeni halkı Karabağ’da (Արցախ,Artshak) varlık ile yokluk arasında yani yeni bir soykırım saldırısı ile karşı karşıya kalırken“biz kazanacağız”şiarını yükseltiyor. Tamamen haklı ve meşru temelde yürütülen ezilen halkların bu mücadelesi tüm dünyada sevgi, sempati, dayanışma ruhu ile desteklenirken, geçmişten günümüze yağma, talan ve işgalden başka hiçbir özelliği bulunmayan faşist-hegemonyacı TC rejimi ise dünya halklarının tepkisi ile teşhir ve tecrit olmuş, lanetlenir duruma gelmiştir.

Filistin-Kürt ve Ermeni halklarına karşı girişilen ve yüzyıllardır devam eden Siyonist ve soykırımcı politikalar bugün de olduğu gibi devam etmektedir. Anadolu ve Ortadoğu coğrafyasında soykırımlarla yüz yüze kalmış bu halklara reva görülen haksızlıklar, emperyalist haydutların bölgesel çıkarlarından ayrı düşünülemez. Bütün savaşların kaynağı enerji kaynaklarını ele geçirme ve tek başına sahip olma savaşıdır.

Biz kazanacağız sloganının, Karabağ’da başlayıp Ortadoğu’da, Avrupa’da ve Amerika’da milyonlarca insan tarafından kabullenilerek sahiplenilmesi, Ermeni halkının davasında haklı olmasından ileri gelmektedir.7

’den 70’e,ulusal seferberlik ilan edilerek,bir karış toprak parçasının mücadelesi yürütülürken, durumun aynı zamanda ne kadar vahim olduğunun da işaretidir. Kitleler bunun farkına varmışlardır.

Dün Batı-Ermenistan’da 1.5 milyon Ermeni soykırım ile yok edilirken, bugün var olan Ermenistan, Sovyet Devrimi’ne katılarak yok olmaktan kurtulmuştur. 1991 yılında SSCB’den koparak kendi bağımsızlığını ilan eden Ermenistan’a karşı bugün de yeni İttihatçılar, Ermeni düşmanlığı ve tahammülsüzlüğünü besleyerek yeni bir soykırım gerçekleştirme amacındadırlar. “Yeni”nin İttihatçıları AKP-MHP faşist rejimi, elinden gelse Ermenileri haritadan silmeyi hedeflemektedir. 21.yüzyılda Ermeniler yeniden soykırım tehdidiyle karşı karşıya kalmışlardır.

Azerbaycan ile Dağlık Karabağ arasında (Ermenistan)1996 yılında ilan edilen ateşkesten sonra,2016’da 4 günlük süren savaşın dışında önce Temmuz’da sonra 28 Eylül 2020’de başlayan çatışmalarla büyüyerek devam etmektedir. 14 günlük savaştan sonra Moskova’da tarafların Dışişleri Bakanları aracılığıyla imzaladıkları ateşkese rağmen savaş bütün hızıyla devam ediyor. 18 Ekim’de açıklanan yeni ateşkese rağmen çatışmalar halen sürmektedir.

Bu savaşta Dağlık KarabağErmeni halkının kim veya kimlere karşı savaştığının açıklanması ihtiyaç haline gelmiştir. Savaş, Ermenistan-Azerbaycan arasında mı oluyor? Ermenistan-Türkiye arasında mı oluyor? Yoksa Ermenistan, Azerbaycan ve TC devletine karşımı savaşıyor?

Ermeni halkı iki devlete karşı, soykırımının tamamlanmasını engellemek için varlık ile yokluk savaşı veriyor. Bunlar yetmiyormuş gibi Suriye ve Libya’dan getirilen paralı, selefi cihatçı örgütlere karşı savunma mücadelesi veriyor.

Öyle ki, 27 Eylül sabahı Karabağ’a karşı başlatılan saldırıların 28 Eylül 1920 yani yüz yıl sonra, aynı tarihe denk getirilmesinin bir anlamı olmalıdır. Çeşitli defalar Ermenistan’a kılıç zoru ile seferler düzenleyen ve bir türlü Ermenistan’ı ele geçiremeyen İttihatçıların hevesleri kursaklarında kalmıştır.

Kuzey’den Kızıl Ordu’nun gelmesiyle Ermenistan kurtarılmış, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne katılmış ve İttihatçıların ardından da Kemalistlerin “Ermenistan burada metfundur (gömülüdür)” rüyaları gerçek olmamıştır.

Kafkaslar’da savaşın sorumlusu Türkiye’dir!

Suriye, Libya, Doğu Akdeniz,  Yunanistan’dan sonra ülke içerisinde politika üretmekte yaşanan tıkanıklık, her geçen gün düşen oy oranı, işsizlik, ekonominin dibe vurması vb. sorunların üstesinden gelemeyen AKP-MHP-VP faşist rejimi, çareyi önce Ayasofya Kilisesi’nin ibadete açılmasında ve ardından Karadeniz’de “gaz bulmakta” bulmuş, böylelikle dayandığı kitle temelinin milliyetçi-muhafazakar gericiliğini kendine dayanak yapmak istemiştir.

TC rejimi bu gericiliği canlı tutabilmek amacıyla “kılıç seferleri”ni iktidarlarını sürdürebilmenin aracı olarak görmüşlerdir. Ayasofya minberinde kılıç ile yapılan gövde gösterisinden sonra Kafkaslar’da yeni bir savaşın işareti ile Ermeni halkına yönelik saldırının ve soykırımı tamamlamanın işareti verilmiştir.

Fetihçi ve işgalci rejim “Turan seferi”ni yeniden başlatabilmek, savaşın Kafkaslar’a yayılması,Türk cumhuriyetleri ile yeni bağların kurulması, Turancı ve fetihçi zihniyetin amaçları arasında olmuştur.

Bunun için karşılarında Kafkaslar’a açılan en büyük kapı olan Ermenistan engelinin aşılması gerekmektedir. Fetihçi ve işgalci rejim için Ermenistan,en büyük problem olarak görülmektedir.

Bu duvarın yıkılması yüzyıldır Osmanlı-Türk rüyası olmuştur. Bu duvarın herhangi bir şekilde yıkılması için bütün yollar denenmiştir. Son olarak Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ Ermenilerine yönelik saldırısı bu yönlü ele alınmalıdır.

Mesele, Azerbaycan’ın “kaybettiği toprakları geri alması” değildir. Mesele AKP-MHP faşist rejiminin işgalci-ilhakçı saldırısıdır. Ermenilerin yeniden soykırıma tabi tutulmasıdır. Bugün yeniden soykırım tehlikesi ile karşı karşıya kalan 3 milyon Ermeni halkı, tek yürek halinde Türk ve Azeri gerici faşist rejimleri ile varlık-yokluk savaşı ile karşı karşıyadır.

Kafkaslar coğrafyasına yüzyıllardır hakim olan Rusya’nın elindeki pazarların ABD-AB emperyalizmi tarafından ele geçirilmesi mücadelesi bugünkü savaşın Kafkaslar’da çıkmasının ana sebebi olmuştur. Rusya’nın zayıf düşürülmesi, güvenlik duvarlarının yıkılması ve teslim alınması çabası kendini Karabağ Savaşı’nda da göstermektedir.

Karabağ Savaşı, ABD-Rusya arasında süregelen, pazar kavgası savaşlarından bağımsız değildir. İsrail’in güvenliği için, hedef tahtasında duran İran’ın kuşatılması için Türk-Amerikan ve İsrail çıkarları hesaplanarak savaş başlatma kararı verilmiştir. Türkiye’nin efendilerinin onayını almadan böyle bir savaşa girmesi mümkün değildir. İzin alınmıştır.

Savaş,emperyalist dalaşlardanbağımsız değildir!

Halklar bugün kendi öz yaşantıları ile kapitalizmi  gördüler. Anladılar.  Rusya’da, Belarus’ta, Azerbaycan’da, Ermenistan’da, Kırgızistan’da vb. bugün yaşanan ve iktidarları sarsan kitle gösterilerinin arka planında esas olarak bu hoşnutsuzluk ve tepki vardır.

Bu gösterilere önderlik edenlerin niteliğinden ve sınıfsal yapısından bağımsız olarak bu böyledir.

Hoşnutsuzluk ve düzene tepki olduğu için halklar sokaklara çıkmaktadır. Doğru bir önderlik yoksunluğu bu tepkileri tekrar hakim sınıfların başka kliklerinin arkasında yedeklenmesine neden olmaktadır.

Bütün cumhuriyetlerde istisnasız bütün seçimlerde muhakkak hile yapılarak seçimlerin kazanıldığı bugün ortaya çıkmıştır. Ermenistan’da da hileli seçimler yaşanmış sosyal çalkantılara sahne olmuştur. Sonuçta “Kadife Devrimi’’ ile iktidarlar alaşağı edilmiştir.

Gümrü’den (Leninagan) Yerevan’a başlayan uzun yürüyüşten sonra SerjSarkisyan iktidarını alaşağı eden NicolPaşinyan iktidara gelmiştir.

Belarus’ta, Azerbaycan’da, Kırgızistan’da,  Ukrayna’da, Gürcistan’da çatışmaların, gösterilerin bir başka sebebi iktidarı ele geçirmek isteyen ABD-AB emperyalizmi yanlıları ile Rus emperyalizmi yanlısı güçler arasındaki iktidar savaşıdır.

Ermenistan’da da iktidar çatışmaları muhakkak vardır ve her zaman var olacaktır. İktidarı kimin kazanacağı sorunu daha bitmemiştir. ABD’nin Bağdat’ta Ortadoğu’nun en büyük konsolosluk binasından sonra,Kafkaslar’da en büyük konsolosluk binasının ve binlerce çalışanının Ermenistan’da olması tesadüf değildir.

ABD emperyalizmi Ermenistan’da iktidarı değiştirmek için bütün Ermeni kurumlarına nüfuz etmekte, bu amaç için yoğun bir faaliyet içerisinde bulunmaktadır.

Ermenistan gibi ufak bir ülkede, istihbarat faaliyetleri içerisinde bulunan ABD emperyalizminin faaliyetleri Rus emperyalizminin gözünden kaçmamıştır.

N.Paşinyan hükümetinin Rus yanlısı Sarkisyan ile Koçaryan’ların tutuklanması, ABD-AB yanlısı güçlerin faaliyetlerine göz yumması elbette Rusları rahatsız etmiştir. Ama iktidara gelen N.Paşinyan ilk ziyaretini Putin’in onayını almak için Moskova’ya yapmıştır.

 (Devam edecek)

Dayanışma Yaşatır, Gerçekler Özgürleştirir!

Dayanışma,“sosyal mesafe” adı altında birbirinden yalıtılmak, birbirine yabancılaştırılmak istenen ezilenler için tüm bunlara karşı geliştirdiği bir panzehir işlevi gördü.

Dayanışmanın, ezilenlerin inceliği ve gücü olduğu pandeminin tavan yaptığı süreçlerde günlük yaşamda bir kez daha ispatlandı. Salgın karşısında hiçbir önlem almayan devlete inat ezilenler, kendi öz örgütlenmelerini, tabandan gelişen inisiyatiflerini inşa etti.

Bu bağlamda ‘dayanışma’ gerek devrimci-demokratik, yurtsever güçler gerekse de emekçi kitleler açısından geleceği örme ve kazanma mücadelesinde önemli bir rol oynamaktadır.

Ezilenlerin söz konusu inceliğini, dayanışmasını ilmek ilmek örmek, bunun için mümkün olan tüm yol ve yöntemleri araçları kullanmak, bugün sürecin öne çıkan temel halkalarından biri olmak durumundadır.

Kuşkusuz bunu yaparken özellikle de salgın sürecinde kitlelerin kafasında yaratılan yoğun bilgi kirliliği ve dezenformasyona karşı güçlü bir mücadele yürütmemiz gerekiyor.

Tüm yoğunluğuyla devam eden bu süreçte, gerçek ve doğru bilgi, devrimci bir bakış açısıyla ortaya konulan analiz ve yorumlar söz konusu karanlığın parçalanmasında çok önemli bir rol oynuyor. Devrimci, sosyalist ve yurtsever basının ‘gerçekler devrimcidir’ mottosuyla ortaya koyduğu duruş ve çaba son derece anlamlı ve değerlidir.

Bu tablo içinde, dayanışmanın, ezilenlerin direniş ve mücadelesinde örgütlenmesi ve büyütülmesi ile doğru bilgiye, gerçeğe ulaşmanın adresi olarak devrimci ve sosyalist basının/medyanın rolünü birlikte tartışmak gerekiyor.

Bu iki öznenin birbirinden beslenen, birbirini tamamlayan bir içeriğe sahip olduğu açık. Süreci, gerçeğin peşindeki odaklardan, halktan yana olan aktörlerden takip etmek ezilenlerin dayanışmasına katkı sunacaktır.

Kuşkusuz bunun andaki karşılığı devrimci-sosyalist ve yurtsever basındır.

Bu bağlamda devrimci basınımıza-medyamıza yönelik ele alışımız aynı zamanda onun özgürleştiren, değiştiren, ezilenlerin gündelik yaşamına bir yanıyla da müdahale eden özelliğiyle ele alınmak durumunda. Bu, devrimci yayının, halk demokrasisi ve sosyalizm fikriyatının kolektif bir ajitatörü olmasının yanında kolektif örgütleyici olduğu gerçeğine de uygundur.

Bugünkü durumda, devrimci-sosyalist medyamızın kitleler nezdindeki kolektif örgütleyici misyonunu, dayanışma bağlamında tartışmak yerinde olacaktır.

Devrimci basın, karanlığa yakılan bir meşale olduğu kadar kitlelere kendi sorunlarını aktarıp, buradan hareketle demokrasi ve özgürlük mücadelesinin koordinatlarına ilişkin birtakım ipuçları veren bir niteliğe sahiptir.

Ezilenlerin dayanışmasının örülmesine hizmet etmek, bu bağlamda kolektif örgütçü olarak daha aktif kılınmak üzere gazetemizin öne çıkması elzemdir.

Kolektif Örgütleyici Olarak Devrimci Basın!

Devrimci yayınımızın gücü, açık ki sesi olduğu, sorunlarına dokunduğu, işçi ve emekçilerin, kadın ve LGBTİ+lerin, Kürtlerin ve Alevilerin sahiplenmesiyle artacaktır. Bu ilişki beraberinde devrimci yayının temasta olduğu kitlelerin daha fazla bir arada durmasına ve örgütlenmesine de hizmet edecektir.

Kampanyamız, gazetemiz Özgür Gelecek başta olmak üzere tüm yayınlarımızın kitlelerin eleştiri ve önerilerine açılmasını hedefleyecektir. Gerek sosyal medya platformları gerekse de basılı halde yayınlarımıza yönelik her türlü görüş ve öneri bizi besleyecek, ileri taşıyacaktır.

Kampanyamız, pandeminin yarattığı koşullar dikkate alınarak örgütlenecektir. Bu bakımdan geniş bir araya gelişleri, toplantı ve etkinlikleri önemsemekle birlikte yöntem anlamında daha küçük gruplarla-atölyeler şeklinde  de örgütlenebilir.

Söz konusu atölyelerde, yazılı ve görsel medyamıza dair tartışmalar yürütmek buna paralel şekilde bizi takip eden yoldaşlarımızın/okurlarımızın birliği ve dayanışmasını örgütlemek hedefimizdir.

Özgür Gelecek’i takip eden okurlarımız aynı zamanda benzer bir ideolojik-politik iklimi paylaşmaktadır. Bu, dayanışmanın temel taşlarından da biridir. Çağrımız okurlarımız ve yoldaşlarımızın arasındaki bağın güçlendirilmesine, dayanışmanın büyütülmesine ve elbette bizimle iletişim ve ilişkilerin güçlendirmelerine yöneliktir.

Gazetemizin ister basılı ister görsel medyada niteliğini artırmasının, bir odak olmasının yolu da toplumsal yaşamın çeşitli katmanlarından ve alanlarından beslenmesiyle olacaktır.

Kampanyamız kabaca, ekim ayının sonlarında başlayacak ve aralık sonunda bitecektir.

Bir araya gelişlerin öne çıkan yönü, devrimci yayınımızın kolektif örgütçü yanı ve kitlemizle ilişkilerinin güçlendirilmesi ve ondan daha fazla beslenmesine dönük olacaktır.

Sosyal medyamızın mevcut durumuna dair tartışmalara ek olarak basılı gazetemizin ileri kitlemiz nezdinde bir araç olarak kullanılmasını yeniden gündeme taşımakta hedeflerimizden biri olacaktır. Özgür Gelecek, ezilenler arasında dayanışmanın inşa edilmesi için güçlü bir araç, bir zemin olabilir; Çağrımız buna yöneliktir!

Çalışma boyunca her alanın özgünlüğünü dikkate almak ve her alanın öne çıkan ihtiyacı üzerinden bir tartışma yürütmek doğru olacaktır.

Kampanyamız; gazetemizin kitlemizle bağını güçlendirmeyi, onların eleştiri ve önerilerini doğrudan almayı amaçlamaktadır.

Kampanya kapsamında devrimci basının kolektif örgütleyici misyonunu, dayanışma temelinde tartışmaya açmayı-yaşama geçirmeyi hedefliyor.

Denge Azadî | İçte ve Dışta Kürt’e saldırı!

"Devrimci güçlerin faşizme karşı ortak mücadeleyi örgütlemekten başka seçeneği yoktur. Gün faşizme karşı mücadele günüdür"

AKP faşist iktidarının ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ne dahil olması Ortadoğu’da çatışmalı süreçlerin içerisine girmesini birlikte getirdi.

2011’de Suriye’de başlayan iç çatışmalara taraf olan ve bu çatışmaya/savaşa bilfiil katılan AKP faşist iktidarı,RojavaDevrimi’ne saldırdı. Kürtlerin Rojava’da kurdukları/oluşturdukları demokratik özerk yönetimi boğmak için IŞİD denilen cihatçı çeteleri de destekledi.

AKP faşist iktidarı kendisinin eğittiği, donattığı, silahlandırdığı IŞİD artığı cihatçı çeteleri İdlib’de Suriye’nin silahlı güçlerinden korumak için askeri gözlem noktaları oluşturdu.

Denetimindeki bu çeteleri Kuzey-Doğu Suriye’de Kürtlerin kazanmış olduğu demokratik hakların yok edilmesi için kullandı. Rojava’da ortaya çıkan/oluşturulan özgürlükçü Kürt oluşumuna karşı düşmanca davrandı. Afrin’i, Serekaniye’yi, GreSpi’yi işgal etti.

AKP faşist iktidarı sadece Rojava’da Kürtlerin kazanımlarını ortadan kaldırmak için saldırmakla kalmadı. İçeride ve sınır ötesinde Kürtlerin olduğu tüm alanlara-bölgelere saldırdı/saldırıyor. İçeride gerillanın barındığı dağları uçaklarla, İHA ve SİHA’larla bombalıyor. Komünistlere, devrimcilere, Kürt ulusal özgürlük mücadelesi yürüten güçlere karşı bir savaş yürütüyor.

AKP faşist iktidarının Kürt halkına yönelik savaşı sadece içeride değil, bu savaşı sınırlarının dışında da devam ediyor. Rojava, Irak Kürdistanı ve Şengal, AKP faşist iktidarı tarafından savaş alanına dönüştürülmüş durumda. Son olarak Dağlık Karabağ saldırısındaki aktif varlığıyla savaşı Kafkaslar’a taşıdı.

 

TC’nin KDP ile işbirliğinde Kandil’e saldırıları

TC devleti, 15 Haziran’da Kandil’i işgal amacıyla Irak Kürdistanı’na Pençe-Kartal-Pençe-Kaplan adını verdiği bir işgal saldırısı başlattı. Kürt ulusal özgürlük güçlerinin olduğu alanları uçaklarla bombaladı.

TSK’nın hava saldırılarında halktan insanlar da yaşamlarını yitirdi, bombardımanlar sonucu çok sayıda köy boşaltıldı. Mahmur mülteci kampındakiler ve Şengal’deEzidiler saldırıya uğradı.

Zap ve Kandil bölgelerinde gerilla alanlarının bombalandığı bildirildi. Karadan başlayan saldırılarda ise TSK güçleri ile gerilla arasında Haftanin’de şiddetli çatışmalar gerçekleşti. Helikopterlerin, İHA, SİHA’ların ve her türlü tekniği kullanmasına rağmen TSK başarı sağlayamamış durumda, gerilla bölgesinde saplanıp kaldı.

TC devletinin Kandil’i işgal planına KDP’yi de ortak etmek istiyor. Bu anlamıyla KDP ile olan ilişkilerini daha üst seviyeye çıkarma çabasıyla MİT’in KDP istihbaratıyla ortak çalışması için görüşmeleri sıklaştırıp derinleştiriyorlar.

KDP’nin başı Mesut Barzani, Kürt ulusal özgürlük güçlerinin bu alanda olmalarını istemiyordu. Her defasında “TC ile savaşmayın ama savaşıyorsanız da bizim topraklarımızı kullanmayın” diyor, Mahmur mülteci kampından da ciddi anlamda rahatsızlık duyduğunu ifade ediyordu.

KDP, TC’nin istekleri doğrultusunda gerilla alanlarının daraltılması ve gerillanın köylülerle ilişkilerini koparmak için Kandil’in çevresindeki bölgelere (örnek ZineWerte) karakollar kurup Peşmergeyi yerleştiriyor. TC, MİT vasıtasıyla ajanlaştırdığı KDP Peşmergeleri aracılığıyla aldıkları istihbaratla Kürt ulusal özgürlük güçlerinin önemli kadrolarına yönelik İHA’larla saldırılar yaptılar, suikastlar gerçekleştirdiler.

Diğer yandan Irak hava sahası, Irak devletinin ve tartışmasız bir şekilde burada konumlanan ABD’nin kontrol ve sorumluluğunda. ABD, Kürt ulusal özgürlük güçlerinin güçten düşürülmesi, zayıflatılması için TC’nin uçaklarına hava sahasını açmış durumdadır. Dolayısıyla TC’nin saldırılarına ABD emperyalizminin de dolaylı destek verdiğini söyleyebiliriz.

 

Şengal’e saldırı hazırlığı…

AKP-MHP faşizmi,Şengal’de kurulan demokratik özerk yönetimi tasfiye etmek için saldırı hazırlıkları yapıyor. Şengal’deki Kürt ulusal özgürlük gerillaları bahane edilerek “Şengal ikinci Kandil olmamalıdır”demagojisi yapılarak Şengal hedef alınıyor.

AKP-MHP faşist iktidarının Şengal’e yönelik planları yeni değil. Şengal ve sınırdaki Karaçok Dağı’na yönelik saldırılar 2017 yıllarına dayanıyor. Kritik bir öneme sahip KaraçokDağı’ndan Cizre ve Nusaybin’deki mücadelelere destek sağlamak üzere geçişleri gerekçe gösteren AKP faşist iktidarı Nisan 2017’de Şengal ve Karaçok dağına F-16’lar ile hava saldırıları yapmıştı.

Bundan 6 yıl önce Ezidi halkı yaşadıkları Şengal’de 73. defa katliama uğradılar, IŞİD bir katliam gerçekleştirdi. Binlerce Ezidi genci, yaşlısı öldürüldü. Kaçabilenler dağlara sığındılar.

7 bine yakın esir alınan Ezidi kadın, köle pazarlarında satıldı. Ezidilerin yaşadığı Şengal ve köylerini savunmakla görevli KDP peşmergeleri IŞİD saldırıları karşısında direnmeden kaçtılar. Adeta katliama çanak tuttular.

Şengal’i IŞİD saldırısı karşısında terk eden KDP bugün Şengal’i savunan YBŞ/YJŞ güçlerini Şengal’den çıkarmak istiyor. Şengal’de kurulan demokratik özerk yönetim tasfiye edilmeye çalışılıyor.

Yapılmak istenen Şengal’in KDP gibi işbirlikçi bir duruma getirmek, Şengal’de kurulan “Şengal Demokratik Özerk Yönetimi”ini boğmaya çalışanların esas amacı buradaki Kürt ulusal özgürlük hareketinin tasfiyesine yöneliktir. Amaçları bu yönetimi zayıflatma, başarabilirlerse tasfiye etmektir.

Bugün Şengal’de“Şengal Demokratik Özerk Yönetimi”ni boğmaya çalışanlar RojavaDevrimi’ne de saldırmaktadırlar. AKP faşist iktidarı Afrin, Serekaniye ve GreSpi’yi işgal ederek buradaki demokratik yapıyı hedef almıştır.

KDP ve Irak yönetimi de TC’nin bu saldırılarına ortak olmaktadır. Kürt ulusal özgürlük hareketinin kuşatılması ve zayıflatılması projesinin uygulayıcıları başta AKP-MHP faşist iktidarı, KDP ve Irak yönetimidir. Bu projenin planlayıcısı da ABD emperyalistleridir.

AKP-MHP faşist iktidarı Kürtlerin kendilerini yöneten bir yapı oluşturmasına kesinlikle karşı ve bu kazanımları kendisi için bir beka sorunu olarak görüyor.Kürt ulusal özgürlük güçlerini gerekçe göstererek Irak Kürdistan’ına, Rojava’ya, Şengal’e saldırıyor.

 

HDP’ye yönelik operasyonlar

AKP-MHP faşist iktidarı içeride ve dışarıda siyasal ve askeri anlamda sıkıştığı bu süreçte-her zaman olduğu gibi-içeride devrimci demokratik güçlere yönelik sürekli bir saldırı halindeoluyor. AKP-MHP faşist iktidarı ülke içerisinde ve dışarıda kaybettikçe çözümü devrimci ve demokrasi güçlerine saldırmakta buluyor.

Saldırılarını da işçi sınıfına, emekçilere ve Kürtlere yöneltiyor. Yasal alandaki Kürtlerin, demokratların temsilcisi HDP’ye yöneliyor. Kürdistan’da seçimle iş başına gelen/seçilen belediye başkanlarını, meclis üyelerini görevden alarak yerine AKP’li valileri, kaymakamları kayyum olarak atıyorlar.

Basında yer alan haberlere göre tutuklanan, hapse atılan HDP belediye eş başkanları, meclis üyeleri, il başkanları ve HDP üyelerinin sayısının 15 bini aştığı ifade edilmektedir.

Son olarak 25 Eylül’de Ankara Cumhuriyet Baş Savcılığı, 6-8 Ekim 2014 tarihleri arasında gerçekleşen Kobanê eylemleriyle ilgili,-daha doğrusu bu eylemler bahane edilerek– yürüttüğü soruşturmada 82 kişi hakkında gözaltı kararı verildi. HDP merkez yürütme kurulu üyeleri, eski HDP’li vekil ve Kars Belediye Eş Başkanı Ayhan Bilgen’in de bulunduğu çok sayıda kişi gözaltına alındı.

2017 yılında aynı davadan yargılanıp 8.5 ay hapis yattıktan sonra davanın beratla sonuçlanmasıyla, bu dosyadan tazminat alan Ayhan Bilgen’in tekrar bu davadan gözaltına alınıp tutuklanması ve hemen ardından Kars AKP valisinin Kars Belediyesi’ne kayyum atanması aslında Ayhan Bilgen’in tutuklanmasının esas nedenini açıklayan bir eylem olarak orta yerde duruyor. Ayhan Bilgen’in tutukluluğu sırasında Kars Belediye Eş Başkanlığı’ndan istifa etmesinin ardından HDP’li meclis üyelerinin gözaltına alınması eylemini de kayyum olarak atanan valinin önünün süpürülmesi eylemi olarak görmek gerekir.

HDP’ye yönelik saldırılar aynı zamanda HDP’yi zayıflatma, tasfiye etme, kapısına kilit vurma operasyonlarıdır. HDP’ye yönelik bu operasyonlar topluma gözdağı verme operasyonlarıdır. Aynı zamanda da demokrasiden yana olan güçleri sindirmeyi amaçlamaktadır.

AKP-MHP faşist iktidarı gelinen aşamada içeride ve dışarıda yaşadığı çıkmazı devrimcilere, işçilere, emekçilere, Kürtlere, kendisine muhalif olan tüm demokratik güçlere saldırarak aşmak istiyor.

Devrimci güçlerin faşizme karşı ortak mücadeleyi örgütlemekten başka seçeneği yoktur. Gün faşizme karşı mücadele günüdür.

Özgürgelecek.net

Sayfalar