Cumartesi Temmuz 27, 2024

Halil Gündoğan

Halil Gündoğan sitemizin köşe yazarıdır. Teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır.

Rota (Yayınlanmayan kitaplarından)Metris’ten Munzur’a (1.Baskı: 2005)

Kadın sorunu üzerine (1. Baskı: Haziran 2007)
MKP’nin “Tarihi Muhasebesi”nde Öznelcilik ve Doğmatizm Öcalan’ın Demokratik Cumhuriyeti Kimin Cumhuriyeti? (1.Baskı: Ocak 2008)
Mao Zedung değerlendirmeleri üzerine-I (1.Baskı: 2009)Mao Zedung değerlendirmeleri üzerine-II (1.Baskı: 2009)
Mao Zedung değerlendirmeleri üzerine-IIIÖcalan’ın Demokratik Cumhuriyeti Kimin Cumhuriyeti? (2.Baskı: Mart 2011)Dersim Dağlarında (1.Baskı: 2016)
"Türkiye" ve Sosyalist Devrim Gerçekliği (Yayımlanma: Haziran, 2020)

Devrimci Kamuoyunun Bilgisine!

"KARANLIĞIN TANRILARI" FERMAN BUYURMUŞ: HALİL GÜNDOĞAN'IN SURATINA TÜKÜRMEK ÖNÜMÜZDE DURAN DEVRİMCİ GÖREV VE SORUMLULUĞUMUZDUR.

 

Halil Gündoğan

 

İsviçre/ Basel 1 Mayıs etkinliğinde ve ardından 24 Mayısta Zürich'te yaşananlara dair kaleme aldığım "provokasyon 'siyaseti' üzerine" ve "bir kez daha provokasyon 'siyaseti' üzerine" başlıklı iki yazım üzerine, belli bir odaktan yönlendirildiği açık olan, "sosyal-medya korsanları"nca, itibar cellatlığı yapılarak hakkımda kara propaganda başlatıldı.

Yalanın-dolanın bini bin para misali, "Bari 1 Mayıs etkinliğine katılmış olsaydı da bunları yazsaydı." dahi diyebildiler. Bu, acze düşenlerin çaresizliğidir. Oysa yazdıklarımın doğru olup olmadığının sorgulanması açısından bizzat orada olup olmamamın belirleyici bir önemi yoktur. Yalan yazacaksam, orada bulunarak da bunu yapabilirim. Tıpkı orada olanların bazılarınca ileri sürülen; "kadın arkadaşımıza şiddet uygulandı" misalinde olduğu gibi.

Oysa oradaydım ve bir fiil gözlemlediğim, doğrudan tanığı olduğum şeylerin aktarılması ve yorumlanmasıydı yazdıklarım.

Keza, sergilemiş oldukları provokasyonun baş aktörlerini, kullandıkları isimlerin baş harflerini yazarak somutlamış olmamı da arsızca bir ölçüsüzlükle "ihbarcılık" olarak yaftaladılar...Komiklik ötesi bir komiklik. Sanki illegal bir etkinliğin katılımcılarını deşifre etmişim (oysa açın bakın illegal toplantı tutanaklarında katılımcılar bu tür kısaltma rumuzlar ile kayda geçirilir. O halde o tutanakların tümü ihbar belgeleridir bu anlayışa göre). Legal bir etkinlikte, oraya katılanların kimler olduğu zaten bir yığın basın ve istihbarat unsurlarınca ve keza bir fiil katılımcıların çekip paylaştıkları fotoğraf ve videolarca da "belge"lenmiş oluyorken; ben kimi nasıl deşifre ve "ihbar" etmiş olurum acaba?

Evet, elbette o yazımda bir "deşifre" etme durumu da söz konusudur: Ama bu, sorumsuzca bir şekilde 1 Mayıs etkinliğini provoke eden, orada objektif olarak provokatörlük yapanların deşifrasyonudur -ki bu da son derece haklı ve meşru bir tutumdur- Fakat görünen o ki bu, birilerinin fena halde gocunmasına sebep olmuş olmalı ki: "Yoldaşlarımıza ajan-provokatör dedi.", " Yoldaşlarımızı ihbar etti" şeklindeki kara propaganda ile gerçekleri karartma gayretine sokmuş: "EN İYİ SAVUNMA SALDIRIDIR"

Kaldı ki, okuduğunu anlama kapasitesine sahip hiçbir sağlıklı kafa, o yazdıklarımdan hareketle, böylesi bir sonuca varmaz. Çünkü o yazıda provokasyon siyasetini kimlerin nasıl ve ne amaçla yaptığı/yapmak istediğinin genel teorik bir izahatı yapıldıktan sonra, 1 Mayıs’ta yapılanların kısa bir değerlendirmesi veriliyor ve yapılanın aleni bir provokasyon olduğu dile getiriliyor:

“Ancak ne var ki A.A ‘nın bu devrimci sorumluluğu A.B tarafından yumrukla karşılanır. (...) orada toplanmış kitleye ve 1 Mayıs gününe karşı hiçbir devrimci sorumluluk taşınmadan, ortamı provake edecek olan o yumruğu atıverir. Hem de halk saflarından, devrim saflarından birine...”

Ve bu değerlendirmenin ardından da şu söyleniyor: “ A.B ve çevresindeki bir-iki belirgin simanın dünkü bu aleni provokasyonunu mensubu olduğu yapı illaki sorgulayacaktır. (...)”

Görüleceği gibi kullanılan ifadeler son derece açık ve net olarak A.B ve çevresindeki bir-iki kişinin 1 Mayıs‘ta sergilenen provokasyon fiilinin sorumluları oldukları ifade ediliyor. Keza bunu takiben de bu aleni provokasyonu yapanların bu fiilinin ne türden bir provokasyon türü olduğunun açıklığa kavuşturulmasının, mensubu olduğu yapının görev ve sorumluluğu olduğu hatırlatılıyor:

“Bu sorumluluklarını yerine getirmezlerse, bilinsin ki, bahsi edilen o kişiler, ben ve daha pek çok insan tarafından , en azından, ‘ güvenilmez unsurlar’ muamelesi göreceklerdir.”

Amacı bağcıyı dövmek değil de üzüm yemek olan hiçbir sağlıklı beyin bu yazılanlardan hareketle; “vay sen bizim yoldaşlarımıza devşirme veya sızdırılmış ajan/provokatörler diyorsun. Ajan da sensin, provokatör de sensin” vs., vs., türünden deli saçması hezeyanlarla gerçeklerin üstünü örtme gayretine soyunmaz!.. Ama maalesef yapılan budur işte. VE İŞTE TAMDA BUDUR ANLATMAYA ÇALIŞTIĞIM PROVAKASYON ‘SİYASETİ’ İLE GÜNÜ VE ZEVAHİRİ KURTARMAYI BİR MÜCADELE METODU OLARAK SEÇMİŞ OLANLARIN YALIN GERÇEKLİKLERİ!

Sorumsuzca bir şekilde 1 Mayıs etkinliğini provoke eden arkadaşlarının bu fiilini sorgulayıp açıklığa kavuşturacaklarına; “ Son olarak Halil Gündoğan’ın yoldaşlarımızla ilgili ‘sızdırılan veya sonradan bir şekilde devşirilen, özel görevli karşı-devrim unsurlar’ olarak suçladığı ilgili iddialarını somutlamakla mükelleftir. Somutlayamadığı durumda, her koşulda adi bir iftiracı provokatör olarak anılacak, ‘suratına tükürmeye hakkımız kaçınılmaz devrimci bir görev ve sorumluluk olarak önümüzde’ hep olacaktır.” (Bkz ‘Haydar Ali’ rumuzlu kişinin sosyal-medya hesabından paylaşılan; “Provokasyondan beslenen politik bir kadavra olarak Halil Gündoğan’ın sayıklamaları.” başlıklı, kimin kaleminden çıktığı bizce giz olmayan yazı.) tutumu takınarak; provokasyon ‘siyaseti’ni bu kez de Halil Gündoğan üzerinden sürdürmenin gayreti içine girmişlerdir.

Ne demiştim o yazımda? “Keza biliyoruz ki birçok burjuva-küçük burjuva öze sahip siyasi oluşumun siyaset yapış tarzında ENTRİKALAR, ALAVERE DALAVERELER VE PROVAKASYONLAR BAŞAT YÖNTEMLER

OLARAK YER TUTAR. Bu türden oluşumlar için önemli olan tek şey; dar grupsal çıkarlarının andaki ihtiyaçlarıdır. STRATEJİK VE TAKTİK AÇMAZLARININ DAYATTIĞI ÇIKIŞSIZLIK VE GELECEĞİN İNŞASINI SAĞLAYACAK SİYASETİN ÜRETİLEMİYOR OLUŞUNUN SÜRÜKLEDİĞİ BİR ‘SİYASET YAPIŞ TARZI’YLA GÜNÜ VE ZEVAHİRİ KURTARMA ÖNCELİĞİ.”

Malum zat-ı muhteremin, mensubu olduğu yapının iradesini de bağlayan yukarıdaki beyanları, işte tamda burada tanımladığım türden bir “siyaset yapış tarzı” örneğidir: ÖNLERİNE KOYDUKLARI ‘DEVRİMCİ GÖREV VE SORUMLULUK’ , Halil Gündoğan’ın suratına tükürmekmiş. Denir ya, “sözün bittiği yer”. Evet, devrimci bir örgütün önüne devrimci görev ve sorumluluk olarak bunu koyuyor olması hem sözün bittiği yerdir, ve hem de tükenişe mahkûmiyettir. Umarım yapı tümden bu “şer” iradesine teslim olmaz da , çok geç olmadan bu rezil gidişe bir set çekmeyi başarır.

Zat-ı muhterem aklınca kurnazlık yapıyor. Yazıda geçen şu sözlerimi cımbızlayıp bağlamından kopartarak kamuoyunu sahtekarca manipüle etmeye çalışıyor:

“ Ve keza biliyoruz ki bir de özel/mesleki olarak provokatörler vardır. Bunlar, devrimci yapılar içine sızdırılan veya sonradan bir şekilde devşirilen karşı devrim unsurlarıdır. İşleri güçleri, buldukları her fırsatı veya özel olarak yarattıkları her fırsatı ( “tanrının bir lütfu” addedercesine bir maharetle) devrim ve devrimci yapıları zarara uğratma, demoralize etme, kitleler nezdinde itibar kaybına uğratma ve devrimci mücadeleyi daha geri pozisyonlara iteklemek için kullanmaktır.”

Bilinçli bir çarpıtıcılık yapılmadıkça rahatlıkla görülecektir ki; burada da somut olarak herhangi biri veya birileri addedilmeden, sadece ve sadece genelleme teorik bir soyutlama yapılmıştır. Dolayısıyla da devrimci görev ve sorumluluğunu devrimcilere saldırı olarak belirlemiş olan zihniyet, yukarıya aktardığım pasajda geçen “sızdırılan veya sonradan bir şekilde devşirilen, özel görevli karşı-devrim unsurları” şeklindeki bu sözlerimi alıntılayıp, 1 Mayısta provokasyon yaptığını söylediğim söz konusu kişileri böyle damgalayıp teşhir ettiğimin “YAZILI KANITI” olarak sunabilmektedir.

Sahi, sormak lazım; bu zat-ı muhterem mesela neden birinci genellemede yaptığım soyutlamayı değil de , bu ikinci soyutlamayı tercih etmiş? Çünkü çarpıtma ve provoke etmek için “elverişli malzeme” birinciden ziyade ikincide var da ondan. Provokasyon ‘siyaseti’nin bir süre de Halil Gündoğan üzerinden sürdürme arzusu, malum kişiyi böylesine “akıllı” tercihte bulunmaya koşullanmış olmalı.

Bu arzu öylesine alenidir ki; ADGB’nin yaptığı kamuoyu açıklamasına verdikleri “ Avrupa Demokratik Güç Birliği Açıklaması ve ‘Tarafgirliğin’ Sefaleti!..” başlıklı cevabi yazı da dahi Halil Gündoğan özel olarak hedeftir. Bir yığın ipe sapa gelmez zırvalamaların ardından, o cevabi yazıya şunları sokacak kadar gözü dönmüş bir “özel hesap” peşlerinde olduklarını ifşa etmiş oluyorlar. “Fırsatı ganimet yapma” marifetiyle, provokasyon ortamını oluşturmaya ve olgunlaştırmaya çalışıyorlar. Şöyle diyorlar örneğin:

“ (...) Zira Halil Gündoğan kimdir? Tutumu nedir? Bilgi kaynakları neresidir? Yazılarını yayınlayan sitenin ilişkisi kimdir? Bunların cevabı muhataplarınca riyakarca inkâr edilecek ama herkesin bildiği gerçeklerdir. Bu unsurun provokatör ve basit bir tetikçi olarak işlevlendiği açıktır. Hiçbir provokasyona ve tetikçiliğe de sessiz kalmayacağımız bilinmelidir.(...)”

“SESSİZ KALMAYACAĞIMIZ BİLİNMELİDİR” ile kastettiklerinin ne olduğunu bir fiil 24 Mayıs’ta Zürich’ te iki devrimciye karşı sergilemiş oldukları saldırganlıklarıyla ( pardon, “devrimci görev ve sorumluluklarıyla” olacaktı, değil mi?) ortaya koymuşlardır zaten. Ve burada çalınan minarenin kılıfı da aynı terzi elinden çıkmışçasına benzerdir: “ kadına yönelik şiddet meselesinde de durumu hafifletecek muhatap olan kişilere sessiz kalmayacağımız da beklenmemelidir.”

Burada yeri gelmişken, demagojik bir şekilde “ malzeme “ yaptıkları şu; “KADINA ŞİDDET” ve “KADININ BEYANI ESASTIR.” meselesine de kısaca değinmek gerekiyor.

Öncelikle çok net bir şekilde ifade ediyorum ki, Tayyipgilerin “baş örtülü bacımızın üzerine işediler” şeklindeki kara propaganda “BEYANI” ne kadar gerçek ve doğruyduysa; Basel 1 Mayısın da bahse konu kadına şiddet uygulandığı “BEYANI” da o kadar gerçek ve doğrudur. Düpedüz kara propaganda!

O kadının beyanının doğruluğunun en basit “kantarı” , sosyal medyada bizzat kendi ismiyle paylaşıp, sonrada kaldırdığı şu paylaşımıdır: “Bunları yazan Halil bari orada olsaydı da yazsaydı hadi neyse, orada bile değildi” ( mealen böylesi bir şeydi).

Orada olmadığımı nasıl ve ne şekilde belirlemiş acaba ? Oysa oradaydım ve yaşananların bir fiil canlı tanıklığını yaptım.

Tanıklığı sadece ben yapmadım, nitekim diğer devrimci yapılardan arkadaşların da beyanları bu kara propagandayı yalanlıyor. Ama ne dert, önemli olan, yalanın hükmü sürdüğü müddetçe ondan yararlanmaktır . O bariz yalanı, ortamı daha da galeyana getirmek için bilinçli olarak ortaya attı birileri ve daha sonrada kara propaganda malzemesi olarak kullanıldı.

“Kadına şiddet” dedikleri şeyin aslı astarı şundan ibaretti oysa ki: Şiddete maruz kaldığı iddia edilen kadın, yaşanan arbedeyi yatıştırmak için oraya giden Partizan/Özgür Gelecek mensubu erkek arkadaşın iki yakasına yapışıp çekiştirmeye başlayınca, erkek arkadaş da yakasını kurtarmak için iki eliyle kadının ellerini aşağı doğru itekleyip yakasını kurtarıyor.

Evet, tüm mesele bundan ibaretken; kalkıp ta “kadın arkadaşımıza şiddet uygulandı.” “hani kadının beyanı esastı?” diyerek bunu bu şekilde kara propaganda malzemesi yapmak; fikri pespayelikten ve art niyetten başka bir şey olmasa gerek.

“KADININ BEYANI ESASTIR” demek, kadının beyanının kayıtsız koşulsuz doğru olduğu ve sadece bu beyan ile iddianın kadın lehine karara bağlanacağı anlamına gelmez.

Bunun anlamı şudur özetle: Kadınların zorlu mücadelelerinin bir kazanımı olan “kadının beyanı esastır” prensibi sayesinde cinsel kimliğinden ötürü saldırı ve tacize uğradığını iddia eden kadının, başkacada herhangi bir belge/ kanıt ve tanık göstermesine gerek kalmaksızın, soruşturma açılmasına yeterli “koşul” olarak kabul edilmesidir.

Nitekim o kadın arkadaşın beyanı da esas alınmış ve soruşturma açılmıştır. Geçen süre içerisinde erkek arkadaşın dinlenmesini istediği bir kısım görgü tanıkları dinlenmiş ve bunlar da kadının söz konusu iddiasının doğru olmadığını beyan etmişlerdir. Anlaşıldığı kadarıyla soruşturma henüz sonuçlanmış değil.

Ancak prosedürün bu minvalde sürdürülüyor olması bile; provokasyon ‘siyaseti’ güdenler için bir başka “malzeme”dir. Soruşturmayı yürüten komisyonu hiçbir çekince duymadan kolayca “taraf girlik” le yaftalayıvermişlerdir...Sol-sekterizmin tipik özelliklerindendir: BENDEN TARAF DEĞİLSEN, KARŞI TARAFTANSIN!..

Ve hiçte şaşırtıcı olmayan bir tutum takınarak, soruşturmanın sonuçlanmasını dahi beklemeden (niye beklesinler ki, zaten “tarafgirli” olduğuna hükmettikleri o komisyonun alacağı karar baştan belli değil mi? Kadına şiddet gibi bir mevzuda bugüne kadar hiç mi hiç sessiz kalmamışlardır arkadaşlar. “ Parti düşmanı” grubun mensubu biri tarafından kadın yoldaşlarına uygulanan şiddete ise hiç mi hiç sessiz kalmazlar. DEVRİMCİ GÖREV VE SORUMLULUKLARI bunu emreder çünkü); “kadının beyanı esastır. Başka bir kanıta ve de soruşturmaya gerek yoktur” diyerekten; devrimci görev ve sorumluluklarını daha da fazla zamana yaymadan gidip 24 Mayısta bunun gereğini yerine getirmişlerdir... Kesinlikle halkımız ve devrimciler, bu arkadaşların devrimci görev ve sorumluluklar karşısındaki bu kararlılığına şapka çıkarmışlardır.

Demagoji ve çarpıtmada sınır yok, yeter ki o anı kotarmada işlerine yarasın; oysa şu çok net ki, “kadına şiddet” ile kastedilen şey, genelleme bir şiddet değildir; CİNSİYET temelli, ERKEK ŞİDDETİNİ (fiziki ve psikolojik) ifade eder bu kavram. Dolayısıyla da herhangi bir kadının maruz kaldığı her türlü şiddet, otomatik olarak, “kadına şiddet” kavramı payesi kazanmaz ve böyle sunulamaz da.

Örneğin sınıfsal/grupsal vs. gibi kesimlere mensup kadınlı-erkekli bir kavga veya çatışmada ( veya arbedede), kendisi de şiddet uygulayan ve aynı zamanda da rakip taraf erkeğinin şiddetine maruz kalan kadının görmüş olduğu bu tarz bir şiddeti “kadına şiddet” kavramı dahilinde değerlendirmek doğru olabilir mi?

Elbette ki olmaz! Dolayısıyla da varsayalım ki Basel’de yaratılan o arbede ortamında kadınlar da fiziki şiddete maruz kalmış olsun; kavga ortamı kadını erkeği gözetmez tabiatı gereği. Orada taraflar kendi safının aktif militanıdır; şiddet uyguladığı gibi, şiddete maruz kalabilecektir de.

Yani özetle; böylesi bir ortamda kadınların maruz kaldıkları dayak, darp, yaralama veya ölüm gibi fiziki şiddet türü şiddetler “kadına şiddet” kategorisine girmez (Burada ancak ki özel olarak uygulanan tecavüz vb. cinsiyetçi saldırılarılar bu kategoriye girer).

Peki bu arkadaşlar bunu bilemeyecek kadar bönler midir dersiniz? Elbette biliyorlardır, ancak hem yöntemleri olan provokasyon ‘siyaseti’ gereği bunu es geçmeyi tercih ediyorlardır ve hem de zihin dünyalarının derinliklerinde bulunan ve yeri geldikçe de kolayca tezahür eden kadına bakıştaki feodal ve ataerkil değer yargılarınca davranıyorlardır: Kadın, komünist-militan da olsa, o yine de erkek tarafından korunması gereken “zayıf” bir unsurdur. Ve ama daha da önemlisi o gruptaki kadın, o grup erkeklerinin onurudur, namusudur, kutsal mülkiyetidir; yabancıların ona yönelik şiddeti, o erkeklerin erkeklik gururlarını rencide etmek demektir. vs. vs. İşte bunca ölçüsüz hezeyanlarının temelinde bu iki esaslı olgu rol oynuyordur.

Sonuç olarak şöyle toparlayayım: Hani diyor ya malum zat-ı muhterem: “...Halil Gündoğan’ın yoldaşlarımızla ilgili ‘sızdırılan veya sonradan bir şekilde devşirilen, özel görevli karşı-devrim unsurları’ olarak suçladığı ilgili iddialarını somutlamakla mükelleftir...”

Böylesi bir ifadem de iddiam da yokken; yazdıklarım bunun en somut belgesiyken, buna rağmen kalkıp da adıma iddia uydurmak ve ardından da gerçekmiş gibi bunu kara propaganda malzemesi olarak kullanmak; yeni karanlık tertipler ve provokasyonlar amacı gütmekten başka hiçbir şeyle izah edilemez.

Zaten bunu gizlemiyorlar da. Diyorlar ya; “... devrimci bir görev ve sorumluluk olarak önümüzde hep olacaktır.” diye. “Kolay gelsin” mi desek acaba?

Kendileri mi bir fiil yaparlar yoksa oluşturdukları puslu havayı seven kurtlar mı “fırsatı ganimet sayıp” verilen pası alıp değerlendirir, artık orası belli olmaz ve aslında bunun pek de önemi yok...Ve ama elbette ki her halükârda bunun sorumluluğu, bu provokasyon ortamını yaratanlarda olacaktır. Tarihe not düşme adına bunu böylece kayda geçirmem yeterli olacaktır.

10 Haziran 2021

BİR KEZ DAHA PROVAKASYON 'SİYASETİ' ÜZERİNE

1 Mayıs'ta İsviçre/Basel'de yaşananlar üzerinden; "Provakasyon 'siyaseti‘ne dair bir değerlendirme yazısı kaleme almış, ve  Partizan/ Yeni Demokrasi mensubu  küçük bir  grubun provakatif yaklaşım ve tutumlarına dikkat çekmiş ve ilgili kurumun, mensubu olduğu bu kişiler hakkında gereğini yaparak kamuoyuna  doyurucu bir açıklamada bulunacağına dair bir beklenti içinde olacağımı ifade etmiştim.

Ancak, geçen üç haftalık bu süre içerisinde, ilgili yapı mensubu kişilerden oluşan bir grup,  Provakasyon 'siyaseti'ni, bu kez de, şahsımı hedef alıp, itibar cellatlığı yaparak, "sosyal- medya" üzerinden devam ettirdiklerine tanık olduk.

Bununla kalsaydı, belki bir dereceye kadar "tolere" edilebilirdi. Bunları,  " kendini bilmez, disipline gelmez bir -iki ipi kopuğun zağar çemkirmeleri" olarak adlandırıp, geçebilirdik. Maalesef, 24 Mayıs'ta Zürich' te düzenlenen Filistin ve Kürt Halkıyla dayanışma etkinliği bitiminde Partizan/ Özgür Gelecek  mensubu iki arkadaşa karşı sergiledikleri tutumları, artık, çok daha açık ve net olarak gösteriyor ki;  bu davranışlar bir-iki ipi kopuk "disiplinsizin"  provakatif çıkışları ve edimleri değil. Bunlar, ya  mensubu oldukları yapının, en azından belli kademelerinin  doğrudan icazeti , yada "göz yummasıyla" olan şeyler olduğu artık her türlü tartışmanın dışındadır.

Hatırlanacaktır, söz konusu yazımda, dikkat çekmiş ve demiştim ki: "Birilerinin adeta 'A Takımı' vari , misyonlandırılmış özel görevlileri var."

 Geçen bu sürede gerek "sosyal- medya korsanları" üzerinden  itibar cellatlığı ve gerekse, fiili hayatta devrimci insanlara fiziki saldırı düzenlemekle görevlendirilmiş elemanları olduğu ve bu kirli siyaseti bunlar üzerinden hayata geçirdikleri artık çok net olarak görülebilmektedir.

Bu son pratik şuna işaret ediyor ki; "karanlığın tanrıları" devrimci güçler arası çatışmalar yaşansın istiyor.

Yoksa, kim neyle nasıl izah edebilir ki: Ortaklaşa düzenlenmiş bir etkinlik sona erdikten sonra, alandan ayrılıp gitmekte olan iki devrimci insanı takibe almayı, ara bir  sokakta da üzerine yürüyüp şiddet uygulamaya çalışmayı?!

Elbette devrimciler böylesi fiili  durumlarda gereken uyarıyı yapar ve ama karşı taraf kirli emelini gerçekleştirmekten vazgeçmiyorsa, özsavunmasını en iyi şekilde yerine getirme hakkına sahiptirler ve buna uygun davranmakta tereddütte etmezler.

Nitekim, arkadaşlar bu bilinç ve iradeyle hareket etmiş ve saldırılarından vaz geçmeyen saldırganları, öz savunmalarını yaparak durdurup geri püskürtmüşlerdir.

Fakat şunun altını kalınca çizmek gerekiyor ki; bu tür fiili saldırılar her zaman böyle  "küçük arbede" şeklinde yaşanmayabilir. Çok tehlikeli bir şekilde tırmanabilir ve geçmişte yaşandığı gibi devrimci kanı akıtmaya kadar varabilir/ vardırılabilir.

Provakasyon 'siyaseti' ni,  bir " siyaset yapış tarzı" olarak ele alıyorsa birileri ( ki, öyle olduğu anlaşılıyor artık); haliyle çokta iyimser olamıyor insan.

O zaman yapılması gereken, devrimci kamuoyu nezdinde bu " kirli siyaseti" alabildiğine teşhir etmek ve devrimci yapıları buna karşı tavır koymaya davet etmek ve bu ortak tavrın alınmasını sağlamak ve keza provakasyonlarını sergileme fırsat ve ortamlarını olabildiğince minimize etmeyi, devrimci bir sorumluluk olarak hayata geçirmek.

Bazen, " belayı savuşturma" nın en iyi yolu, ondan kaçmak olabilir arkadaşlar. Bu, asla korkaklık değildir; bu, devrimciler arasında devrimci kanı akıtılmasına fırsat tanımamak adına gösterilmesi gereken yüksek bir bilinç ve sorumluluktur.

Devrimci sorumluluk sahibi tüm kişileri bu sorumluluk bilinciyle davranmaya davet ediyorum.

Buradan Partizan/ Yeni Demokrasi mensubu devrimcilere şunu söylemek istiyorum:  Bilin ki; dost güçlerle, devrimci halk güçleriyle sizi karşı karşıya getirtip çatıştırmak isteyen hiç bir „irade“ (kişi veya organ), ideallerine bağlı olduğunuz komünizm  bilinci değildir. Dolayısıylada  sizden bu "kavga" dahil olmanızı  isteyenin niyetini sorgulamak zorundasınız. 

“Ülkemiz" ve "Baş çelişme" sorunu üzerine kısa bir değini

Özgür Gelecek gazetesinin 27 Nisan 2021 tarihli sayısında, Halkın Günlüğü gazetesinin TKP-ML MK üyesi Meral Güzel ile yaptığı bir söyleşi yayınlandı.

M.Güzel'in, kendisine yöneltilen;  “HBDH’nin devrim mücadelesindeki yerini nasıl tarif  ediyorsunuz?” şeklindeki  soruya verdiği yanıtta geçen  bir kısım  belirleme  ve yorumları tartışma götürür niteliktedir.

Örneğin şu belirlemesi: “ HBDH, biraz önce işaret ettiğimiz direniş odaklarıyla, kitlelerin mücadelesiyle, Kürt ulusunun mücadelesini birlikte ele almanın, Kürt ulusal sorununu öncelemenin somut ifadesi ve örgütlenmesidir.”

Burada tanımlanan HBDH, sınıfsal perspektifli asgari devrim proğram ve stratejisi ile Kürt ulusal devriminin proğramı ve stratejisinin ASGARİ MÜŞTEREKLER zemininde buluşturulmuş olmasının bir karşılığı değildir. Her ne kadar da ikisinin birlikte ele alınması vurgusu belirgin olarak yer alıyorsa da; ancak  bu vurgu, sonrasında gelen ,” KÜRT ULUSAL SORUNUNU ÖNCELEME(..)” vurgusuyla, bu birliğin hiçte farklı devrim program ve strateşilerinin asgari müştereklerde buluşturulmasının  bir ifadesi olmuş olmuyor; daha ziyade ,Kürt ulusal sorununu önceleme koşuluyla varılan bir birliğin  ifadesi olabiliyor ancak ki.

Çünkü bu denklemde Kürt ulusal sorununu öncelemek demek, farklı devrim proğram ve stratejilerine sahip bir çok siyasi yapının, öncelikli olarak  Kürt ulusal sorunun çözümünü sağlama asgari müştereğinde mutabık olması demektir.

Kürt ulusal sorununun  çözümünü  sürecin  temel/merkezi görevi olarak kabul etmek ve tüm diğer mücadele ve imkanları esasan buna hizmet edecek şekilde düzenleyip organize etmek demektir bu.

Şayet HBDH , M.Güzel’in  dile getirdiği gibi, Kürt ulusal sorununu öncelemenin somut ifadesi ve örgütlenmesiyse; bu demek oluyorki PKK ( ve bir bakıma MLKP) haricindeki diğer oluşumlar ya kendi asgari devrim program ve stratejilerinin bir ifadesi olan “BAŞ ÇELİŞME” tespitlerinde bu temelde bir  değişikliğe gitmişlerdir ya da bu konudaki  resmi siyasetlerini sessiz sedasız bir şekilde terk etmeyi yeğlemişlerdir.

Bu ifadenin yarattığı açmazın ayırdında olan M. Güzel, durumu şu sözlerle  izah etmeye ve kurtarmaya çalışıyor: “ Kürt ulusal sorununu öncelemek demek coğrafyamızdaki diğer çelişkileri gözardı etmek anlamına gelmez kesinlikle. Ki, bizim açımızdan ülkemizdeki Demokratik Halk Devrimi mücadelesinde temel çelişki ve bu çelişkinin çözüm yolu gayet nettir. (...)”

Buradan şunu anlıyoruz ki; en azından TKP-ML açısından resmi baş çelişme  tespitlerinde bir değişikliğe gidilmemiş  (gerçi M.Güzel doğrudan “ baş çelişme “ kavramını değğil; “temel çelişme” kavramını kullanmış. Bu iki kavramın eş anlamlı kavramlar olmadığı hepimizin malumu, bu bakımdan  muhtemelen bir  dil sürçmesi durumu söz konusudur ). Bu durumda, geriye diğer olasılık kalır. Yani; “ bu konudaki resmi siyasetlerini sessiz sedasız bir şekilde terketmeyi  yeğlemiş olmak.”  Gerçek durum bu mudur bilmiyoruz, ama anlatılanların somut ifadesi budur herhalde ki, değil mi?

M. Güzel’in yukarıdaki  ifadesinin birinci cümlesi, tipik olarak “baş çelişme” ve “baş düşman” tespitlerinin diğer çelişme ve düşmanlar ile diyalektik bağının doğru anlaşılması ve kavranması için kurulur genellikle. Şayet sorunlar diyalektiksel bütünlüğü içerisinde ele alınabiliyorsa,  baş çelişme ve baş düşman belirlendiğinde diğer çelişme ve düşmanlar gözardı edilmiş olmaz. Ancak bilinir ki,  bu tespitler bir keyfiyetin değil, mücadelenin başarıya ulaştırılabilmesi için savaş stratejisinin zorunlu gerekliliklerindendir. Ve dolayısıyla da, gereğinin yerine  getirilebilmesi için diğer çelişmeler ve düşmanlar kaçınılmaz olarak ikinci plana düşer. Öncelikli çözülmesi ve yenilgiye uğratılması gerekenler, sürecin baş çelişme ve baş düşmanıdır.

Sorunun bu boyutunu HBDH özgülünden hareketle somutlamak gerekirse, karşımıza çıkan tablo şu olur: Kürt ulusal sorunun çözümünü önceleyen bir strateji; farklı sosyo-ekonomik yapılara ve dolayısıyla da farklı baş  çelişkilerin şekillendirdiği farklı asgari proğramlara sahip iki ülke olan Türkiye ve K. Kürdistan realitesine uygun bir strateji değildir.

Çünkü herşeyden önce Kürt ulusal sorununun çözümü, kaçınılmaz bir sonuç olarak her halükarda,   Türkiye’ye  siyasal özgürlükler anlamında  bir demokrasi getiriyor olmayacaktır. Ona bu kabiliyeti ancak ki, ezen-ezlen ulus çelimesinin çözümünü sınıfsal perspektifle ele alabilecek ve onu sosyal kurtuluş mücadelesinin bir dinamiği olarak değerlendirebilecek komünistler kazandırabilir.

Oysa biliyoruz ki; Kürt ulusal mücadelesi, sosyal kurtuluş mücadelesini hedefleyen komünistlerin önderliğinde değil;  soruna, UKKTH ilkesine de açıktan karşı çıkan ve eğemen ulusun eğemenlik imtiyazını tanımayı taahhüt eden ve en nihayetinde özerklik veya federatif bir çözüm ile kendisini sınırladığını kamuoyuna deklere etmiş olan Kürt liberal burjuvazisi önderliğindedir.

Böyle olduğundan ötürü de, komünistler ve diğer devrimci hareketler, HBDH üzerinden,  ezen-ezilen ulus çelişmesinin  reformist çözümünü önceleyen bir siyasetin  ardında saf tutmuş oluyorlar, demek hiçte yanlış olmaz.

Türkiye ve K. Kürdistan her nekadar da farklı sosyo-ekenomik yapılara ve haliyle de farklı devrim proğram ve stratejilerine sahipse de; ancak yine de onları buluşturan ve bir çok konuda “ kader birliği” içine sokan özgünlüklere sahip iki ülke olduğu da, yadsınamaz olgusal bir gerçektir.

Bu somut olgusal realite, sosyal ve ulusal kurtuluş devrimi şeklinde farklı kulvarlardan akan  mücadeleyi bir çok konuda  birbirine mecbur bırakmaktadır. Nitekim bu olgusal zorunluluk, başta Kürt Ulusal Hareketi olarak PKK ‘yi ve kendilerini Türkiye ve K. Kürdistan’ın ortak örgütü sayan pek çok  komünist ve devrimci hareketi   “ortak düşman”a karşı birlikte hareket etme ve yan yana durma seçeneğine vardırmıştır.

Ancak örgütler arası bu ilişkileniş, sanıldığı gibi eşitler arası bir ilişkileniş  değil; baskın şekilde güçlü olanın oluşturduğu çekim merkezli bir ilişkileniştir. PKK dışında diğer her birinin kendi başlarına ciddi bir varlık gösteremiyor oluşları gerçekliği, onları PKK ile birlikte bir şeyleri değiştirebilme arayışına sokan temel nedenlerden biridir. Bu durum, kaçınılmaz olarak onları daha esnek ve daha uzlaşıcı olmak zorunda bırakıyor birbakıma.

PKK  ise,  hayatın dayatmalarıyla, o tek başına yürüme inadından çark etmek zorunda kaldığından; özelliklede TC. Devletine uzattığı uzlaşma eli havada kaldığı koşullarda ve bu bağlamda   hala silaha baş vurmak zorunda olduğu süreçlerde, “Türkiye Solu” olarak nitelediği  sol, sosyalist, komünist örgüt ve çevrelerle taktiksel ittifaklar arayışına yönelmiştir. HBDH, bu taktiksel ittifakın  son örneğidir.

Hayatın zorlamasıylada olsa,  “ortak düşman”a karşı en azında güç birliği içinde olmak, dayanışmak önemli ve anlamlıdır elbette. Ama, bunun adını doğru koymak , hedef yitimine uğramamak ve stratejik yönelimde  ciddi boşlukların oluşmasına fırsat tanımamak koşuluyla.

Bu son söylediklerimizi HBDH  üzerinden somutlayacak olursak, ortaya çıkan tablo şu olacaktır: Türkiye ve K. Kürdistan özgülünde süren sosyal ve ulusal kurtuluş mücadelelerini, PKK nin öngördüğü ulusal sorunun çözüme kavuşturulması önceliğine dayanan strateji  etrafında birleştirmek;  PKK  ( ve bir bakıma da MLKP)  açısından amacına uygunken; diğer komünist ve devrimci hareketler açısından ise  devrimin asgari proğramına doğrudan hizmet etmeyen, ve belli yönleriyle de straejide zaaflar oluşturacak bir özelliğe sahip olduğundan; esasen yanlış bir siyasettir.

Çünkü PKK önderlikli Kürt Ulusal Hareketi çok uzunca bir süreden beridir ki  devrimci değil, reformist bir karektere sahiptir. Bu öylesine önemli bir yöndürki; T.C. Devletinin “ortak düşman” olma durumu bile , HBDH bileşeni hareketler açısından aynı değildir. Mesela bu bileşenin PKK dışındaki güçleri açısından  T.C. Devleti devrimle yok edilmesi gereken stratejik bir düşman iken; PKK açısından o  sadece reformsal  uzlaşmalara razı edilmesi gereken taktiksle bir “ düşman “ dır. Bu öylesine tartışma götürmez bir gerçektir ki; PKK nin hedefinde devlet değil, onu temsil eden hükümettir devrilmesi gereken. Ve bugün ısrarla faşist olark değerlendirip yıkılmasını istedikleri hükümetle dün barış görüşmeleri yapıyorlardı ve şans tanınması halinde PKK,  elindeki tüm imkanlarını devletin bekaasına amede etmeye hazır olacağını defaten deklare edegelmiş bir harekettir. Devletin uzlaşmaya razı  olması halinde, kuşku yok ki, yarın da bunu yapacaktır.

Keza  Kürt ulusal sorununun,  sürecin baş çelimesi olarak belirlenmesi Kürdistan açısından isabetli iken;  Türkiye açısından bu hiçte isabetli değildir. Dolayısıyla da, bu iki farklı devrim sürecinin asgari müştereğinin “Kürt ulusal sorununun öncelenmesi” olmayacağı açıktır. Evet elbette KÜRT ULUSAL SORUNU NİHAYETİNDE BİR DEMOKRASİ SORUNUDUR;  ama besbelliki mevcut denklemde  reformsal  bir çözüme endekslenmiş  bu sorunun bir şekilde çözümünü bulması  halinde, Türkiye’ nin siyasal özgürlükler şeklinde özetlenebilecek asgari proğramını hiçte çözüme kavuşturmuş olmayacaktır.

Oysa sürecin isabetli  “asgari müştereği” olarak, pekala da,  Türkiye de siyasal özgürlükleri sağlayacak bir demokrasi  mücadelesi olabilirdi. Çünkü bu, Kürt sorununu çözüme kavuşturma kabiliyetine sahipken; yukarıda da belirttiğimiz gibi, reformist çözüme endekslenmiş bir  “Kürt ulusal sorununun  öncelenmesi”  siyaseti, tabiatı  gereği,  böylesi bir kabiliyetten yoksundur.

İşte  TKP-ML MK  üyesi Meral Güzel’in tanımladığı HBDH,  PKK haricindeki diğer bileşenleri açısından öncelikle böylesi bir stratejik handikap taşımaktadır.

Bu bağlamda olmak üzere denilebilir ki; HBDG ‘nin diğer bileşenleri açısından, Kürt ulusal sorununun  reformist çözümünü önceleyen bir oluşumun bileşeni olarak kendilerini konumlandırmaları; besbelliki kendileri açısından siyaseten bir açmaza işaret eder. Keza “önder” ve “öncü” özne olma iddiasında da “karizma” yı fena halde çizdirmektir bu. Çünkü “Kürt ulusal sorununu öncelemek” gibi, doğrudan asgari programa tekabül eden stratejik bir sorunda kendisini başka siyasi yapıların yürüttüğü reformist bir programın  destekçisi  olmakla sınırlamaz; bilakis, devrimci bir alternatifi  öncelemenin öznesi olarak  konumlandırır ve bunun mücadelesini yürütür.

 

Ama görüldüğü kadarıyla bu da yapılmıyor, tam aksine HBDH’ne  güzellemeler de bulunuluyor. Ve haklı olarak sormak gerekiyor: Bu açmaz niye?!!

"Taktiksel siyaset" bağlamında şunu yadsımıyorum elbette: Farklı devrim strateji ve proğramlarını koruyarak, bu oluşuma, “ortak düşman”a karşı geçici de olsa birlikte  savaşma  ve PKK önderliğinde sürmekte olan Kürt ulusal mücadelesini bu zorlu süreçte yalnız bırakmama adına da, böylesi oluşumlara dahil olunabilir. Ancak, sorun bu şekliyle açık ve net olarak deklare edilme koşuluyla.

Fakat burada es geçilmemesi  gereken  çok daha önemli bir husus söz konusudur. O da şudur: Kendisini Türkiye ve K. Kürdistan proletaryasının önder gücü addeden TKP-ML, "ezen ezilen ulus çelişmesi" bağlamında Kürt ulusal sorununa nasıl bir çözüm öngürmektedir? Kongrelerinde bu çelişmeyi başlıca çelişmelerden biri olarak belirlemekle, elbette nisbeten olumlu bir adım attıkları doğrudur; ancak bu tespitle birlikte günümüz somut realitesi içinde bu çelişmenin çözümüne dair bir çözüm proğram ve stratejin ve doğrudan bir mücadele perspektifin  ve örgütlü pratiğin yoksa; o belirlemenin soyut akademik bir söylem olma dışında bir hükmü olmayacağı açıktır.

Ezen ezilen ulus çellişmesi sadece başlıca çelişmelerden biri değildir; Kürdistanda BAŞ ÇELİŞMEDİR de!.. Ve  kırk yıldır PKK,  ulusal demokratik devriminin bu temel dinamiği üzerinden silahlı mücadele yürüterek muazzam kitlesel bir güce ulaştı.

Aynı şey neden komünistler önderliğinde gelişmesindi? Neden Kürdistan ülkesinin bu özgünlüğü görülüp de, gereği yerine getirilmedi? Demokratik devrim en çokta K. Kürdistanda güçlü bir zemine sahipken; neden ulusal çelişme gibi demokratik devrimin bu dinamiği es geçildi ve neden demokratik devrim toprak sorununa kilitlendi? Hemde beğenmediğimiz burjuva-küçük burjuva hareketler önderliğinde başlatılan savaş kısa bir sürede güçlü bir zemin bulabilmişken!

Ve biz ne yaptık: "Ezen-ezilen cins ve ulus" çelimelerinin çözümünü günün devrimci görevleri arasında görmedik; devrimle birlikte çözümünü kendiliğinden bulacak sorunlar olarak addettik onları.

Bize rağmen birileri bu çelikileri önceleyen bir mücadele başlatmışsa; buna, ya uzun süre kayıtsız kalmayı yeğledik; yada bir süreden sonra, ezilen cins sorununu kadın örgütlerine, Kürt sorununu da Kürt örgütlere havele edip;kendimizi de , onları haklı ve meşru mücadelelerinde destekleme ve devrimci dayanışma içinde olma "sorumluluğu" ile sınırladık.

"Ezilen cins" sorununda, son yıllarda özerk kadın seksiyonları ve mücadele perspektifleri oluşturarak nisbeten daha olumlu bir gelişme içine girilebilinmişse de; ama maalesef "ezilen ulus" sorununda bu dahi yapılamayarak, eski "enternasyonal dayanışma" içinde olma tutumu devam ettirilmektedir. Hemde kendilerini Kürt işçi ve köylülerinin önder gücü addediyorken bu "enternasyonal dayanışma"cılığa soyunuluyor. Ve ama PKK ve diğer bazı Kürt milliyetçisi kesimler bizi "Türk Solu" olarak nitelediğinde de, ateş püskürüyoryz adeta. Oysa, onlara bunu söyleten bizim bu "ezilen ulus körü" tutum ve yaklaımlarımızdır birazda.

Bu kayıtsızlıklık siyaseti bizi "Türk Solu" değilse de, ama bir derece "Türkiye Solu" kılabilir aslında. Ve "Türkiye Solu"ndan bu siyasi açmazını cesur vede isabetli bir çıkışla aşabilen tek örgüt herhaldeki sadece MLKP dir. Kürdistan seksiyonunu kurup ora devrimine doğrudan bu seksiyon üzerinden önderlik yapmakla kendisini görevlendirebilmiştir.

Konunun bu yönüne ilişkin daha kapsamlı değerlendirmelerim ve alternatif perspektifsel görüşlerim " 'Türkiye' ve Sosyalist Devrim Gerçekliği" isimli kitabımda bulunduğundan, burada daha fazla teferruatlandırmama gerek yok; merak edenler ordan öğrenebilirler nasılsa.

Bizi "Türkiye Solu" ve "eğemen ulus mensubu" ymuş gibi kılan bir diğer şey de herhaldeki şu "coğrafyamız" ve "ülkemiz" söylemidir. M.Güzel'in yukarıya aktardığım pasajında da bu söylemler tekrarlanmaktadır.

Öncelikle belirtmek gerekiyor ki, kullanageldiğimiz bu iki kavram, niyetlerden bağımsız olarak, olgu olarak K.Kürdistan' ın ayrı bir ülke olduğunu içermeyen, bu gerçeği eğemen ulus resmiyetiyle örtüleyen; K.Kürdistanı Türkiyenin doğal bir parçasıymışcasına sunup kabul eden, bu anlamıylada egemen ulusun K.Kürdistanı iç eden tutumunu meşrulaştıran; öte yandanda Kürtlerin yüz yılı bulan Kürdistanı  "bağmsız bir yurt" yapma irade ve yüzbinlerce cana mal olan mücadelelerini es geçen; buna saygı duymayan, "sosyal şoven" orjinli, hoyrat bir söylemdir. Hala kulanılmaya devam ediliyor olması, herhaldeki mücadelenin bunca kazanımları karşısında artık bir utanç vesilesi olması gerekiyor. 27.04.2021

Provaksyon siyaseti

Dün İsviçre Basel'de 1 Mayıs mitingindeyiz. Yağmurlu ve serin bir hava...Gelecek güzel günler özlemi yüklenmiş bir 'avuç' coşkulu yürek. Toplumun üzerine serpilmiş ölü toprağı sessizliğine inat avaz-avaz özgürlük, eşitlik ve adalet taleplerini haykırıyorlar. Belki çok küçük, ama mevcut realitede, anlamlı ve değerli görkemli bir duruş abidesi misali...

 Oraya katılan her bir devrimci bilinç, bunun önem ve sorumluluğunun idrakindedir ille ki. Bir devrimci olarak bugünün anlam ve önemini en üst seviyede temsil edebilmek için özel bir gayret içerisinde olur. Büyük bir sorumlulukla, kolektif bir emeğin ürünü olarak kotarılan bugüne gölge düşürebilecek en ufak bir olumsuzluğa sebebiyet vermemek için, her zamankinden çok daha fazla bir duyarlılık içinde davranır.

 Yani normalde olması gerekenin bu olduğu düşünülür, değil mi? Ve ama biliyoruz ki haspel kader devrimci saflarda yer almış olan ve ama gerçekten devrimci bir öze sahip olmayan/olamamış bir yığın 'aykırı unsur' da söz konusu olabiliyor. Bu tipler dün de vardı, bugünde varlar ve maalesef yarın da olacaklardır.

Keza biliyoruz ki birçok burjuva-küçük burjuva öze sahip siyasi oluşumun siyaset yapış tarzında entrikalar, alavere dalavereler ve provokasyonlar başat yöntemler olarak yer tutar. Bu türden oluşumlar için önemli olan tek şey; dar grupsal çıkarlarının andaki ihtiyaçlarıdır. Stratejik ve taktik açmazlarının dayattığı çıkışsızlık ve geleceğin inşasını sağlayacak siyasetin üretilemiyor oluşunun sürüklediği bir “siyaset yapış tarzı”yla günü ve zevahiri kurtarma önceliği.

Ve keza biliyoruz ki bir de özel/ mesleki olarak provokatörler vardır. Bunlar, devrimci yapılar içine sızdırılan veya sonradan bir şekilde devşirilen karşı-devrim unsurlarıdır. İşleri güçleri buldukları her fırsattı veya özel bir gayretle yarattıkları her fırsatı devrimi ve devrimci yapıları zarara uğratma, demoralize etme, kitleler nezdinde itibar kaybına uğratma ve devrimci mücadeleyi daha geri pozisyonlara iteklemek için kullanmaktır.

 Sınıf mücadelesinin çetrefilli doğası, maalesef ki, bütün bunları bünyesinde barındırmaktadır. Dolayısıyla da komünizm idealine gönül vermiş ve günün devrimci görevlerini yerine getirmeye soyunmuş her bir devrimci yapı ve kişi; sınıf mücadelesinin gerek iç ve gerekse dış hatlarında bu türden örneklerle karşılaştıklarında; bunun ne türden bir provakasyon örneği olduğunu/ olabileceğini de ille ki sorgulamak ve açıklığa kavuşturup, ona göre de bir tavır takınmak zorundadır. Bu, sınıf mücadelesinin bir gereğidir: Yaşamak ve mücadeleyi ilerletebilmek için bu; kaçınılmaz devrimci bir görev ve sorumluluktur.

Dedikten sonra, bu yazıyı yazma gereği duyuran somut olaya gelecek olursak: Mitingin final sahnesindeyiz. Kitle toplanmış ve konuşmacılar konuşmalarını yapıyorlar. İsviçreli Anarşistler, Özgür Gelecek/Partizan kortejinin taşıdığı beş usta pankartında Stalin'e yer verilmiş olmasına itiraz ediyorlar ve bununla kendilerinin provoke edilmek istendiğini dile getiriyorlar. Partizan adına yetkililerden bir arkadaş kendilerine gereken açıklamayı yapıyor. Fakat buna rağmen Anarşistler adına konuşmacı arkadaş, Stalin hakkında ileri geri laflar etmeye başlayınca, Özgür Gelecek/Partizan mensubu bir iki arkadaş sloganlarla konuşmaya müdahalede bulunur. O esnada Yeni Demokrasi/Partizan grubundan birkaç kişi ise Anarşistlere fiziki saldırıda bulunur. Bunun üzerine Özgür Gelecek grubundan A.A, araya girerek duruma müdahale etmek ister. Ve fiziki saldırıyı başlatan Yeni Demokrasi grubu yetkililerinden A.B.’yi, yaptıklarının yanlış olduğu konusunda ikaz eder.

Ancak ne var ki A.A’nın bu devrimci sorumluluğu A.B tarafından yumrukla karşılanır. Evet, A.B herhangi bir tartışmaya falan girmeden, orda toplanmış kitleye ve 1 Mayıs gününe karşı hiçbir devrimci sorumluluk taşımadan, ortamı provoke edecek olan o yumruğu atıverir. Hem de halk saflarından, devrim saflarından birine...

Özgür Gelecek/Partizan grubundan arkadaşların devrimci bir sorumlulukla araya girmeye ve durumu yatıştırmaya çalışma gayretleri başta A.B olmak üzere grubun belirgin bazı simaları tarafından ('komünistler baş örtülü bacımızın üzerine işedi. Camide içki içtiler' tarzı bir kışkırtıcılık ile) provakasyonu büyütme bahanesi yapılmaya çalışıldı. Gözü dönmüşçesine bir gayretle, araya girip yatıştırmaya çalışan herkes, düşman muamelesiyle karşılandı. (Bu hoyratlık karşısında öfkelenen bir iki kadın arkadaşın baş provokatörlerden biri olan K. Koduyla anılan kişiyi tekme ve çek pas sapıyla darp ettiklerini de daha sonra öğrenmiş olduk. Gayet tabii ki grup sorumluları ve diğer arkadaşlar tarafından eleştirildiler bu kontrolsüz öfkelerinden ötürü.)

Bu aleni provokasyona daha fazla fırsat sunmamak adına Özgür Gelecek/Partizan grubu yetkilileri grubunu alan dışına çağırdı ve ardından da alandan ayrılma kararı aldı.

Şimdi haklı olarak sormak gerekiyor: Ortamı provoke edeceği besbelli olan o yumruğu Yeni Demokrasi/Partizan grup yetkilisi A.B hangi ihtiyacın, hangi devrimci sorumluluğun bir gereği olarak kullandı? Keza araya girip yatıştırmak isteyenler neden hedef gösterildi ve aynı şekilde saldırıya maruz kaldı? Bir diğer önemli ayrıntı da şu: O grup içerisinde bu davranışları sergileyenler dört-beş kişilik bir ekipti. Bunlar A.B’nin bu tür den görevlerle yetkilendirdiği “A Takımı” ekibi midir acaba?

 A.B ve çevresindeki bir iki belirgin simanın dünkü bu aleni provokasyonunu mensubu olduğu yapı ille ki sorgulayacaktır. Hem kendi yapılarının iç güvenliği bakımından ve hem de devrimci yapılara karşı devrimci sorumluluklarının bir gereği olarak bunu yapacaklardır diye umuyoruz.

 Bu sorumluluklarını yerine getirmezlerse, bilinsin ki bahsi edilen o kişiler, ben ve daha pek çok insan tarafından, en azından ''güvenilmez unsurlar'' muamelesi görecekledir.

Devrimimizin niteliği ve stratejisi üzerine (6.Bölüm)

5-) “KUZEY KÜRDİSTAN’IN DEVRİM STRATEJİSİ” SORUNU:

Devrim stratejisi sorununun Türkiye somutundaki gerçekliği özetle ve ana hatlarıyla böyleyken; bunun aynıyla Kuzey Kürdistan somutunda da geçerli olabileceğinin kanaatinde değiliz. Çünkü Kuzey Kürdistan’daki koşulların verili andaki gerçekliği henüz USHSS mantığının öngördüğü gerilla savaşı tarzının olanaklarını tümden ortadan kaldırmış değil. Evet elbette bununla USHSS uyarınca devrimi gerçekleştirebilmenin koşullarının bulunduğunu söylemiş olmuyoruz. Söylemek istediğimiz şey; kır esaslı gerilla savaşını bir süre daha yürütmenin olanaklarının hâlâ belli ölçülerde mevcut olduğudur. Kır esaslı gerilla savaşıyla düşmanı darbelemenin, yıpratıp hırpalamanın, zayıf düşürmenin ve keza devrimin askeri güçlerini belli düzeylere kadar büyütme ve korumanın, kırsal alanları Türkiye ve Kürdistan şehirlerinin bir nevi ‘cephe gerileri’ durumundaki üs alanları haline getirmenin olanakları, asgari zemin anlamında da olsa, hâlâ belli ölçülerde mevcuttur diye düşünmekteyiz.

[Tabii ulusal çelişmenin, bir şekilde, baş gündem olmaktan çıkıp geri planlara kayması ve keza bununla birlikte Kürtlerin ‘ulusal barış’ ortamının korunmasına yönelik oluşacak hassasiyetlerinin sözkonusu olacağı koşullarda kitlelerin genel çoğunluğu muhtemelen silahlı mücadeleye antipatisel tepkiler sergileyeceklerdir. Ve hatta kuvvetle muhtemeledir ki; başta, ‘Ulusal Barış’ın birinci dereceden mimarı olan kesimler, silahlı mücadelenin ‘ulusal barışın sabote edilmesine hizmet edeceği varsayımıyla, ‘yeni düzen’lerini koruyacak ‘yeni korucular’ olarak konumlanabileceklerdir de. Vs. vs. Ancak bütün bunlar şimdilik sadece birer olasılık; an itibariyle sözkonusu olan şey ise; kırsal kasimde hala belli düzeylerde silahlı mücadele ve gerillanın üstleniminin ve kitle faaliyeti yürütmenin olanaklarının tükenmediğidir .]

Bu anlamda olmak üzere; K. Kürdistan devriminde USHSS’nin önemli bir unsuru olan kır merkezli gerilla savaşının, devrim sürecinin farklı birçok aşamasında hâlâ belli bir yer ve rolünün olabileceğini söylemek mümkün gözüküyor. Ve tabii bunu böyle söylemiş olmakla, USHSS’nin, K.Kürdistan’da da artık tüm safhalarıyla geçerli olamayacağını, bunun nesnel zeminin olmadığını söylemiş oluyoruz.

Gerek zoraki göçertmelerle ve gerekse feodalizmin tabanında kapitalist üretim ilişkilerinin oluşturduğu büyük oranlarda seyreden çözülmüşlük haliyle birlikte, bu coğrafyada da USHSS’nin temel dayanağı olan toplumsal kesimin, devrim ile karşı-devrim arası güç dengesini devrimin aleyhine olacak oranlarda zayıflatmış olmasından ötürü; K. Kürdistan’da gerek ulusal ve gerekse sosyal devrimin USHSS seyrince gerçekleşebilmesinin nesnel zemini esasen ortadan kalkmış oluyor. Burada da devrimin şah damarı artık daha ağırlıklı olarak şehir merkezli silahlı kitle ayaklanmaları (bir diğer ifadeyle toplu kalkışma karakterli serhildanlar) özellikleri kazanmış oluyor. Ve ama USHSS’ni, asla ‘uzun süreli köylü gerilla savaşı’ tarzına/evresine indirgemeyi doğru bulmadığımızdan, dediğimiz gibi, kır merkezli gerilla savaşının olanaklarının da hâlâ belli oranlarda mevcut olduğunu düşünmekteyiz. Şayet örgütlenebilir ve hatırı sayılır

bir düzeye taşınabilirse, devrimin her aşamasında ve ama esasen de fiili kitle ayaklan

bir düzeye taşınabilirse, devrimin her aşamasında ve ama esasen de fiili kitle ayaklanması aşamasında stratejik bir rol oynayacağı kuvvetle muhtemeldir.

Bu bakımdan da diyoruz ki K. Kürdistan’da devrimin;

1-)Bu her iki devrim stratejisinin öngördüğü farklı mücadele ve örgütlenme tarzına da olanak sunup sunmadığının,

2-)Ta en başından aralarında bir eşgüdümün oluşturulup oluşturulamayacağının, kır merkezli gerilla savaşının şehir merkezli TAS’ne bağlı olarak koordine edilebilmesinin olanaklarının bulunup bulunmadığının ve,

3-)Bu her iki tarzın ta en başından itibaren birlikte ele alınmasının esas stratejiyi doğru tarzda besleyip beslemeyeceğinin somut olgular üzerinden titizlikle sorgulanarak ortaya konması gerekecektir.

Şayet nesnel koşullar bu iki tarzın ta en başından itibaren birlikte ele alınması olanağını sunuyorsa (mesela tıpkı K. Kürdistan’ın halihazırdaki durumunda olduğu gibi. Ya da tıpkı Kolombiya, Filipinler vb. örneklerinde olduğu gibi), işte bu türden durumlarda USHSS’nin kır merkezli gerilla savaşı tarzını şehir merkezli TAS ile buluşturup ortaya daha özgün bir TAS çıkarmak pekâlâ mümkün olabilir. Ve böylece USHSS’inde çokça lafı edilen ama bir türlü gerçekliğe vardırılamayan o meşhur “Kır-şehir diyalektiği”nden kast ettiğimiz mücadele tarzı da hayata geçirilmiş olur. [Ve fakat burada belirtmek gerekir ki biz ‘Kır-şehir diyalektiği’ derken, USHSS’nin kırlarda silahlı mücadele ve örgütlülüğüyle; şehirlerde ise esasen TAS’ın öngördüğü uzunca bir sürece yayılı ve esası askeri olmayan ‘barışçıl’ mücadele yol ve yöntemleriyle şehirleri devrimin o son aşamasının stratejisi olan silahlı kitle ayaklanmasına hazırlanılması prensibine dayalı esas mücadele tarzını aynı stratejinin birbirini tamamlayan, besleyip büyüten iki temel ayağı olduğunu, bundan ötürü de her ikisini birlikte ve aynı titizlikle ele almak gerektiğini, kırların lehine şehirlerin tali plana itilmesinin, şehirlerdeki mücadeleyi kırsalın lojistikçisi derekesine indiren yaklaşımların bütünü kavramayan sakat ve yanlış yaklaşımlar ve ela alışlar olduğunu ifade etmiş olduk. Çünkü izlenen politika ve pratik uygulamalar “kır esas” deyip, şehirlerdeki mücadeleyi TAS uyarınca geliştirip büyütmeyi değil, şehirleri kırsal alanın insan ve maddi olanaklarını temin etmeyi asıl görev edinmiş tali bir mücadele sahası haline sokuyordu. İşte bizim özgülümüzde tamamen böylesi bir politik ihtiyacın ürünü olarak şekillenen bir şiardı bu. Fakat görüyoruz ki MKP III. Kongre bilinci bunu hâlâ farklı yorumlamayı tercih ediyor: Kendince, geçmişte kırsal alan ile sınırlı bırakılmış olan gerilla savaşını ve örgütlülüğünü, şimdi artık şehirlere de taşıyıp yayarak, hasret kalınan/bırakılan o ‘kır-şehir diyalektiği ’de böylece tamamına erdirilmiş olacakmış. Yani özcesi Kongre iradesinin bu şiardan anladığı şey; USHSS’nin öngörmüş olduğu kırsal merkezli gerilla savaşı tarzının aynıyla şehirlere de taşınarak, buralarda da esas mücadele bicimi haline getirilmesidir. Ve tabii Kongre iradesi gerilla savaşının bu tarz ele alınışını aynı zamanda gerilla savaşıyla TAS’ın eşgüdümlü olarak bir arada yürütülmesi olarak yorumluyor: Ve işte bu birliktelik halini de “kır-şehir diyalektiği”nin yaşama geçirilmesi olarak sunuyor. Kuşkusuz ki bu, ‘kır-şehir diyalektiği’ değildir/olamaz da. Bu olsa olsa farklı iki devrim stratejisinin birleştirilmeye/iç içe geçirilmeye çalışılmasının ifadesi olabilir ancak ki. Çünkü Kongre bilincinin burada ‘kır’a atfettiği anlam otomatikman gerilla savaşı olmuş oluyor. Ve keza gerek MKP’de ve gerekse genel olarak bizim cenahın süregelen algısında USHSS ve hatta genel olarak ‘Halk Savaşı’ köylü gerilla savaşı ya da uzun süreli köylü gerilla savaşı olarak karşılık bulmaktadır. Hal böyle olunca da burada ‘kır’a yüklenen real anlamın köylü gerilla savaşı olduğu açıktır: Ancak şu var ki Kongre iradesinin öngörmüş olduğu SHSS’inde, aslında bu farklı iki devrim stratejisinin birlikte-iç içe alınması tarzında bir ‘kır-şehir diyalektiği olgusu ortaya çıkmıyor. Çünkü bu ‘yeni strateji’ içinde ‘şehir’in karşılığı olan TAS’ın nasıl ve hangi yol-yöntem ve araçlarla ete-kemiğe büründürülebileceğinin somut/verili herhangi bir karşılığı, oluşturulabilmiş herhangi bir yanıtı bulunmamaktadır. Olan şey ise, esasen kır merkezli gerilla savaşının şehirlere nasıl uyarlanacağına ilişkindir. SHSS dedikleri ‘yeni strateji’nin tüm orijinalliği de zaten USHSS’nin öngördüğü gerilla tarzlı silahlı mücadelenin kapitalist ülke koşullarında nasıl ele alınması gerektiğine ilişkin bir söylem içeriyor olmasındandır. Dediğimiz gibi bu stratejide TAS’ın herhangi bir karşılığı bulunmamaktadır. Hem de ‘Türkiye-Kuzey Kürdistan’ ülkesi kapitalist değerlendiriliyorken. Şehirler temel mücadele alanları ve baş çelişme emek-sermaye çelişmesi, devrim aşaması da sosyalist olarak tespit ediliyorken!.. Oysa bilinir ki yarı-feodal Çin ve keza Kaypakkaya’nın algısındaki yarı-feodal ‘Türkiye’ coğrafyasında öngörülen USHSS’de bile; şehirlerdeki esas mücadele toplu ayaklanma evresine kadar asla silahlı mücadele değildir. Özü de ana eksini de, tamamen USHSS’nin son evresinde öngörülen toplu ayaklanma aşaması uyarıncadır. Dolayısıyla da rahatlıkla söylenebilir ki SHSS’inde bu iki farklı devrim stratejisinin birlikte ele alındığının ve bu anlamıyla da ‘kır-şehir diyalektiği’nin sağlandığının herhangi bir karşılığı yoktur.]

Kongre iradesi devrim stratejisi sorununda da konuyu iki farklı sosyo-ekonomik yapı, iki farklı baş çelişme ve iki farklı devrim aşaması olguları üzerinden ele almamış olduğundan; haliyle, ortaya koymuş olduğu SHSS’nin K. Kürdistan gerçekliğiyle buluşması da, zaten olsa olsa ancak ki tesadüfi bir buluşmayla olabilirdi. Nitekim Kuzey Kürdistan’ı ‘üniter ülke’ ‘Türkiye-Kuzey Kürdistan Coğrafyası’nın bir bakıma ‘kırsal alan’ı olarak konumlandırmakta ve SHSS, bu ‘üniter ülke’nin kır ve şehirlerine ancak ki bu şekilde uyarlanabiliyor. Ve anlaşıldığı kadarıyla Kongre iradesi bu her iki farklı sosyo-ekonomik yapı özgülünde de SHSS’nin aynıyla geçerli olduğunu öngörüyor. Örneğin şöyle deniyor:

“Sosyalist devrimimizin demokratik devrim görevlerini üstlenerek çerçevesini Türkiye-Kuzey Kürdistan özgünlüğü ile buluşmasının yanı sıra özgünlüklerin başka bir ifadesi olarak kırlarda icra edilecek olan gerilla savaşıdır. Gerilla savaşını da daha önceki biçimde kızıl siyasi iktidarların kurulması geliştirilmesi ve parça parça tüm ülkede devrimci savaşın başarı elde etmesi biçiminde ve bunun temelini de köylü kitlelerin teşkil ettiği uzun süreli köylü gerilla savaşı biçiminde ele almayarak, toplu ayaklanmanın yeni özgün karakteri ile kırlarda gerilla savaşının bir bileşeni biçiminde tanımlamaktayız. Buna göre Halk Kurtuluş ordusu (HKO) kırlarda gerilla ordulaşması sürecinin ana halkası olacaktır. HKO tüm devrimci savaş boyunca ayaklanmaya hizmet eden ve ayaklanmanın bir bileşeni olarak kırlık alanlarında kırlık kentlerde devrimin silahlı görevlerini icra edecektir.”1

“Kırlarda ise bu, genel halk ayaklanmasına bağlı olarak kent ve kırın diyalektik birliği bağlamında, Halk Kurtuluş ordusu askeri örgütlenmesi geliştirilecektir. Devrimci savaş boyunca, Halk Kurtuluş Ordusu gerilla savaşının doğal özü olan yıpratma savaşını tırmandırarak, düşmanın maddi ve manevi çöküntüye sürüklenmesi, kent merkezlerinde gelişen ayaklanmaların desteklenmesi, kırlık alanlarda iktidar boşluğu yaratarak halk direnişinin kurumsallaşmasını sağlamak biçiminde olacaktır. (…)”2

Evet, her ne kadar da her iki sosyo-ekonomik yapı gerçekliği için de aynı stratejiyi öngörüyorlar, dedikse de; ancak yukarıya aldığımız son pasajda altını çizdiğimiz satırlardan da anlaşılacağı üzere, silahlı mücadele ‘üniterülke’nin kırsalında yani Kuzey Kürdistan’ın kırsalında da şehirlerinde de HKO üzerinden öngörülmektedir. Türkiye’nin şehirlerinde öngörülen Partizan Halk Güçleri (PHG)’nin Kuzey Kürdistan şehirlerinde yerini neden HKO’ya bırakması gerektiğinin bir açıklaması da yapılmamış. Muhtemeldir ki sorun bu boyutuyla sorgulanmamış olabilir. Ancak burada her halükârda ‘kırsal alan kentleri’yle Türkiye’nin kentlerinin aynı görülmediği, her ikisini farklı çelişmelerin karakterize ettiği ön kabulünün veya eski ezberin rol oynadığı açıktır. Ve buradan hareketle söylenebilir ki; Kongre iradesinin SHSS’nin Kuzey Kürdistan somutunda nasıl bir biçim ve özgünlük alabileceğine dair somut bir fikri, en azından şimdilik, oluşmuş değildir. İleri sürdüklerinden anlaşılan ise; Kuzey Kürdistan’da USHSS’nin, ‘stratejik savunma evresi’nin başat mücadele tarzı olan gerilla savaşı ve bunun seyri içinde gerilla ordusunun inşası şeklindeki klasik perspektifin geçerliliğini koruduğudur. Değişen şey ise, yukarıdaki pasajda da ifadesini bulduğu gibi, sadece bu gerilla savaşının artık ‘kızıl siyasi iktidarların kurulması geliştirilmesi ve iktidarın parça parça ele alınması’ hedefiyle ele alınmayacak olmasıdır. Bunun yerine ‘gerilla savaşı ve gerilla ordusu oluşumu’, “..devrimci savaş boyunca ayaklanmaya hizmet eden ve ayaklanmanın bir bileşeni olarak (…) devrimin silahlı görevlerini(n)” icrası almış oluyor.

Yani görüleceği gibi; kızıl siyasi iktidarlar ve de iktiranın parça parça ele geçirilmesi şeklindeki ana yönelim değişimi dışında, Kuzey Kürdistan’da öngörülen gerilla savaşının ele alınış tarzın da perspektifsel olarak, esasa dair bir değişiklik yapılmadığı rahatlıkla söylenebilir.

Ve keza buradan çıkışla; ‘üniter ülke’ için öngörülen ‘kır-şehir diyalektiği’ şiarının, Kuzey Kürdistan somutunda karşılığını bulamadığını, burada denklemin sadece ‘kır’ yanının mevcut olduğunu ve dolayısıyla da bunun da Kuzey Kürdistan’ı ‘üniter ülke’nin kırsalı olarak ele alan yaklaşımın bir başka göstergesi olduğu rahatlıkla ifade edilebilir.

Keza bu ele alışla; aslında, iki farklı devrim stratejisinin birleştirilmeye çalışıldığı da söylenebilir. Evet, her ne kadar da bunu açıktan böyle tanımlamıyorlarsa da; ancak kır ve şehirde ta en başından esas mücadele biçimi olarak stratejik bir konum atfedilen gerilla savaşı, besbellidir ki bozuma uğratılmış USHSS’nin bir unsurudur. Ve ‘kır-şehir diyalektiği’ denkleminde ‘kır’ ayağını temsil eder. Öte yandan, keza her ne kadar da somutta nasıl ele alınacağını gösteren verilmiş bir açılımları yoksa da; ve keza her ne kadar da bunu esasen Türkiye’nin şehirleri için öngörüyorlarsa da; ancak yine de lafzını ettikleri bir TAS var. Ve bunun da denklemin ‘şehir’ ayağını oluşturduğu açıktır.

Ve işte bütün bu kırpmalarla bölük-pörçük, yarım-yamalak hale getirilmiş haliyle de olsa; ‘yeni strateji’nin temel argümanlarından olan gerilla savaşı ile TAS’ın bu ‘yeni tarzda sentezi’, aslında, bahsini ettiğimiz iki farklı devrim stratejisi unsurlarının birleştirilmeye çalışılması gayretinden başka bir şey değildir.

Ne var ki sorunlar diyalektiksel bütünlüğü içinde ele alınıp enine boyuna yeterince sorgulanmamış olduğundan; ortaya hem son derece eklektik bir ‘teorik sentez’ çıkmış ve hem de birçok temel sorun yanıtını bulamadan öylece ortalık yerde kala kalmış oluyor.

Mesela Kuzey Kürdistan’da, ya da Kongre bilincinin ifadeleriyle söylenecek olursak ‘kırsal kesim’de neden TAS gerilla savaşıyla eş güdümlü bir şekilde uygulanmıyor da; buralarda sadece HKO’nun yürüteceği gerilla savaşı söz konusu olabiliyor? TAS’ın geçerli olabileceği sosyo-ekonomik koşullarda kırsal kesim yok mudur? Bu strateji sadece şehir merkezli midir, köylülük ayağı yok mudur? İşçi-köylü temel ittifakı bu stratejinin temel bir unsuru değil midir? vs. vs. Bunlar varsa, bu stratejisinin kırsal kesim için öngördüğü farklı bir ‘iç/alt strateji’ mi söz konusudur? Bu stratejide ‘kır-şehir diyalektiği’ yok mudur? TAS’ın doğrudan bir iç unsuru olarak gerilla veya Partizan savaşları tazı yok mudur ki; ayrıca bu stratejiyle eş güdümlü bir başka ‘dış’ stratejik unsur olarak gerilla savaşı ve ordusuna ihtiyaç duyuluyor? Böylesi ‘stratejik’ bir gereksinmeyi doğuran/koşullayan nesnel olgular nelerdir ki bunlar Türkiye’de bir ‘kır-şehir diyalektiği’ne zemin sunuyorken; kapitalist olduğu ve sosyalist devrimin öngörüldüğü Kuzey Kürdistan için aynı şekilde zemin sunmuyor olsun?!!! Sunuyorsa şayet, o halde toplu ayaklanmayla eş güdümlü gerilla savaşı niye Türkiye’nin şehirlerinde PHG’ni zorunlu kılıyorken; Kuzey Kürdistan’ın şehirlerinde böylesi bir zorunluluğu gerekli kılmıyor? ‘Eski tarz’ı Kuzey Kürdistan’da hâlâ geçerli kılan nesnel olgularsa şayet, bu demek olmaz mı ki; Kuzey Kürdistan’da hâlâ feodal kalıntıların baskın yanı oluşturduğu yarı-feodal yapı hâkim durumdadır? Ve tabii haliyle de, devrim burada hâlâ demokratik devrim aşamasındadır, demek olmaz mı?

Hatırlanacağı üzere Kongre iradesi ‘yeni devrim stratejisi’ gereksinimini tamamen sosyo-ekonomik yapı ve bağlantılı olarak da devrimin niteliğinde meydana geldiğini ileri sürdüğü nitel değişim gerekçesine dayandırmaktaydı, değil mi? Peki ne oluyor bu durumda?

Özetle toparlamak gerekirse, olan şudur: Daha önce de vurguladığımız gibi Kongre iradesinin ortaya koyduğu devrim stratejisi teorisi her şeyden önce bütün bu yönleriyle tartışılmaya muhtaç bir teoridir. Öte yandan bu teorinin ‘kır-şehir diyalektiği’ni her devrim stratejisinin bir iç unsuru olarak ele almak yerine; ‘şehir’ ve ‘kır’la bir başka ifadeyle demokratik ve sosyalist devrim aşamalarıyla özdeşleştirdiği iki farklı devrim stratejisinin eş güdümlü halde ele almış olmasıyla, ortaya her iki devrim stratejisini de temel unsurları üzerinden iç yapısal bozuma uğratıp, zayıf hale düşürülmüştür. Ve keza bu teori, ‘yeni sentez’ devrim stratejisini Kuzey Kürdistan somutunda sadece gerilla savaşı üzerinden ele almış olduğundan, yeni teorinin ana esprisi olan ‘eş güdüm’ olgusu karşılıksız kalmış oluyor. Ve bu yaklaşım, Kaypakkaya’nın bir olasılık olarak da o günden hesaba kattığı, devrimin Kürdistan’da ve Türkiye’de farklı seyirler alarak gelişmesi durumunda; Türkiye devrimini kır ayağıyla Kuzey Kürdistan devrimine, Kuzey Kürdistan devrimini de şehir ayağıyla Türkiye devrimine bağımlı kılmış olmasından ötürü, baştan her hangi bir öngörüsü ve ‘olasılıklar’ perspektifi olmadığından; apışıp kalmasına, yani bir başka ifadeyle, gelişmelere yön veremeyip ve önderlik etme yetisi gösteremeyip, seyirci kalmasına sebep olacak kadar ‘kör’ ve sakat bir özellik de taşımaktadır.

Ve daha önce de ifade ettiğimiz gibi bütün bu sorunlu yanların ve açmazların başta gelen temel nedenlerinden biri, iki farklı sosyo-ekonomik yapıya ilişkin çözüm perspektifini, söz konusu bu farklı yapıların farklı devrim süreçlerini gerektiren özgünlüklerini es geçen ‘ortalamacı’ bir tekleştirme üzerinden oluşturmaya çalışması ve keza aynı zamanda devrim stratejilerini de devrim aşamalarıyla özdeşleştirmesidir.

Oysa Kongre bilinci söz konusu bu iki temel yanlışa düşmeden hareket etmiş olsaydı; öncelikle Türkiye ve kuzey Kürdistan’ı farklı sosyo-ekonomik gerçeklikleri üzerinden elealırdı. Her iki ülkenin devriminin yöneleceği ortak bir baş düşmanı olmasıyla birlikte ve ama verili anda her iki ülkenin devrimci dinamiklerini farklı çelişmelerin koşulladığını, dolayısıyla da bu güçlerin ortak düşmana karşı savaşlarını ortaklaştırabilmelerinin ancak her iki parçanın kendi baş çelişmeleri üzerinden geliştirecekleri devrimci savaşın diyalektik bütünlüğü sonucu mümkün olabileceğini görmekte zorlanmazdı. Ve böylece de olsa olsa, esasen sadece Kuzey Kürdistan somutunda ihtiyaç duyulabilecek gerilla savaşıyla, TAS’ın bir tarz birleşmesi diyebileceğimiz özgün bir devrim stratejisini, ‘Türkiye – Kuzey Kürdistan somutunda ihtiyaç duyulabilecek gerilla savaşıyla, TAS’ın bir tarz birleşmesi diyebileceğimiz özgün bir devrim stratejisini, ‘Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyası’nın bütünün de geçerli olabilecek bir strateji olarak ilan etme ihtiyacı duymazdı. Türkiye’de Leninist TAS’nın Kuzey Kürdistan’da ise TAS ile kır merkezli gerilla savaşının eş güdümlü ele alınması üzerine oturan özgün devrim stratejisinin geçerli olduğunu tespit etmede bir sıkıntı yaşamazdı. Ve keza bu her iki devrim stratejisini ‘Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyası’nın ‘Birleşik Devrim Stratejisi’ üst başlığı altında sentezlemekte de herhangi bir çekince duymazdı. Öte yandan bu her iki ülke devriminin de yine her bir ülkenin çeşitli milliyetlerden proletaryasının öncü kurmayları olan bizzat kendi komünist partileri önderliğinde örgütlenmesi gerektiğini ilan etmekte de, ML bilimi adına, herhangi bir tereddüde düşmezdi.

Her iki ülkenin verili süreçteki olguları birleşik devrimci mücadeleyi komünistlerin önünde zorunlu bir gereklilik seçeneği şeklinde tuttuğu müddetçe; komünistler, ortak düşmanı alt etmek ve de ortak geleceği birlikte inşa etmenin bir yolu olarak bu ortaklaşan mücadeleyi tam bir enternasyonalist ruhla yürütmenin gereklerine uygun olarak, merkezi bir üst örgütlülük oluşturmanın kaçınılmaz bir zorunluluk oluğunun bilinciyle; Türkiye ve Kuzey Kürdistan komünist partilerini merkezi bir çatı altında örgütlenmeyi de, yine koşulların zorunlu bir gerekliliği sayar. Çünkü mevcut koşullarda her iki ülke devrimin başarıya ulaşması ve zaferini koruyabilmesi önemli orada bu stratejik birlikteliğe bağlı olacaktır.

Evet, Kongre iradesi şayet hem nesnel olguların doğru tahlili ve hem de yaşana gelen koca bir mücadele tarihimizin sorgulanması üzerinden sorunları ele almış olsaydı; Türkiye ve Kuzey Kürdistan devriminin, baş çelişkilerinin artık belirgin olarak farklılaşmaya başladığı andan itibaren, Kaypakkaya’nın 1972’de önerdiği devrim teorisinin bu yeni durum karşısında yetersiz duruma düşmüş olduğunu ilan etmekte ve bu aşama itibariyle Türkiye ve Kuzey Kürdistan’daki devrimin artık bu her iki ülkeye özgü, farklı iki devrim programıyla mümkün olabileceğini tespit etmekte kararsızlık göstermezdi. Bilir ve ilan ederdi ki; Türkiye ve Kuzey Kürdistan’daki devrim artık Türkiye’de sosyalist devrim programı ve TAS ile; Kuzey Kürdistan’da ise ulusal demokratik halk devrimi programıyla ve TAS ile kır merkezli gerilla savaşının özgün birlikteliğinden oluşan bir başka devrim stratejisiyle olmak üzere, böylesine farklı iki ayrı kulvardan akmak suretiyle gerçekleşebilir olacaktır.

Bilir ve kabullenirdi ki; her biri kendi özgün koşullarının eseri olarak şekilleniyor olsa da, aslında farklı bu iki devrim kulvarı, iki ülkenin ‘tek devlet’ yapılanması altındaki bira arada duruşları devam ettiği sürece; en azından ‘asgari müşterekler’ zemininde buluşmaları ve bir birine karışarak, ortak hedeflerine doğru, birlikte akmaları kaçınılmaz bir zorunluluktur.

İşte olgunun bu kaçınılmaz gerekliliğinin Türkiye ve Kuzey Kürdistan devrim stratejisini yeni bir biçime, ‘Birleşik Devrim Stratejisi’ tarzında, özgün bir biçime kavuşturduğunu teslim etmekte çekinik olmayacaktı. Tabii şayet malum dogmatik ‘korkular’ ve bahsettiğimiz temel kaygıları olmasaydı!..

Ve ama ne yazık ki ‘say’la, ‘şey’le olmuyor işte... Ortada bir kongre kararları gerçekliği var ve o gerçeklik içinde hem ‘şayet böyle olsaydı’ dediğimiz şeyler yok ve hem de ulaşılan sonuçlar maalesef ki derde deva olur türden değil. Çünkü bu Kongrenin sosyo-ekonomik yapı tahlili, hem devrim aşamaları ve hem de devrim stratejileri adına ortaya koyduğu toplam teori, Türkiye ve Kuzey Kürdistan’ın somut şartlarının somut tahlilinin isabetli bir analizi üzerinden şekillenmiyor. Ciddi yetmezlikler ve kusurlar taşıyor. Haliyle de kaçınılmaz olarak ortaya öznel-kurgusal ve ‘yıldız’lı eklektik şeklinde bir teori çıkmış oluyor. Ve tabi bu sonuç aslında hiç de şaşırtıcı olmuyor. Olmaz da; çünkü izlenen yöntemin vardıracağı olağan durak zaten ancak ki bu olabilirdi.

Ve tabi MKP III. Kongre bilincinin ortaya koyduğu teorinin bütün bu problemli ve sakat yanlarına karşın; yine de bu teori ve duruşun revizyonizm, ya da ‘tasfiyecilikte yeni bir aşama’ veya ‘yarım fokoculuktan tam fokoculuğa geçiş’ vb. türden uç nitelemeleri hak etmediğini; bütün bu nitelemeleri çağrıştıracak her ne var ise, bunların MKP somutunda henüz sadece birer sapma, eğilim ve potansiyel risk boyutunda ve dolayısıyla partinin kolektif bilinciyle düzeltilebilir, aşılabilir şeyler olduğunu tespit etmek, herhalde ki daha gerçekçi ve isabetli olacaktır.

6-) “DEVRİM STRATEJİSİNE İLİŞKİN TPK/ML’NİN GÖRÜŞLERİ” SORUNU:

Devrim stratejisi sorununda buraya kadar söylemiş olduklarımızla; aslında bir bakıma, Partizan Dergisi Özel Sayı’da ortaya konan görüşlere de yanıt vermiş sayılırız. Bu bakımdan belki de ayrıca ve özel olarak bir ele alış gerekmiyor da olabilir. Fakat biz yine de gerek konunun güncel önemi ve gerekse tartışılacak olmasından ötürü, öne çıkan belli başlı bazı yönleri, biraz daha ‘bize özgü’ boyutları üzerinden sorunu sorgulamanın isabetli olacağını düşünüyoruz.

Partizan Özel Sayısında, MKP III. Kongresi’nin ortaya koyduğu devrim stratejisi teorisine, şu esaslar üzerinden bütünlüklü/esaslı bir itiraz ortaya konmaktadır. Örneğin denmektedir ki:

1-)“Her şeyden önce MKP’nin sosyalist halk savaşı stratejisi halk savaşını sulandırmaktadır. (…) Halk savaşı stratejisi tektir; yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelere özgüdür. Başına sosyalist kelimesi eklemekle içeriği değiştirilemeyecek denli gerçektir.” denildikten sonra; “Devrimci silahlı mücadelenin ‘halk savaşı’ sayılabilmesi çin şu özellikleri içermesi gerekir”, şeklinde dile getirilmiş olan bu ön açıklamayla; şu, ‘olmazsa olmaz’ dört ilke kalıbına alınmış ol an, bir ‘halk savaşı’ tanımı yapılmaktadır:

“Birincisi, bu devrimci silahlı mücadelenin ‘uzun süreli savaş stratejisi’ne dayanması zorunludur. (…)

“İkincisi, kızıl politik üs alanlarını ‘uzun süreli savaş stratejisi’nin temel bir bileşeni olarak görmesidir.

“Üçüncüsü, şehirlerin kırlardan kuşatılması tabanına yaslanmasıdır. (…)

“Dördüncüsü Komünist Partisi ve proletaryanın önderliğini devrimci savaşın elzem koşulu görmesidir. (…)”3

Sıralanan ‘olmazsa olmaz’ babındaki bu dört ‘kalıp’ ilkenin olduğu gibi ve tümüyle doğru olduğu kabul edilse bile; bunların ‘Halk Savaşı’nın değil, Maoist devrim stratejisi olan ‘Uzun Süreli Halk savaşı Stratejisi’nin esasları olabileceğini; ‘Halk Savaşı’nın ise, biline gelen USHSS ve TAS şeklindeki bu iki devrim stratejisini de içine alan genel bir üst başlık olabileceğini; gerek 1 no.lu ve gerekse 2 no.lu dipnotlarda bahsi geçen çalışmalarımızda teferruatlıca ortaya koymuştuk. Dolayısıylada burada bunların tekrarına girmeyeceğiz.

Şu son derece açıktır ki; burada ileri sürülen ‘kalıp’ ilkeler tamamen zorlama, öznel kurgu marifetli argümanlardır: Çünkü bunlar her şeyden önce ‘Halk Savaşı’nın değil, olsa olsa USHSS’nin esasları olabilirler. Fakat ne var ki bunlar USHSS için de aynı zorlama kurgusal özellik taşımaktadırlar: Mesela ‘dördüncü’ ilkede öne sürülen ve ‘Komünist Parti ve Proletaryanın önderliği’ koşulu, aynı paragrafın sonunda yer verilen Mao Zedung görüşü tarafından boşa çıkarılabilmektedir. Çünkü Mao Zedung KP önderliğinin gerekliliğini bir ‘Devrimci Savaş’ın ‘Halk Savaşı’ sayılabilmesinin zorunlu bir koşulu olarak değil; ‘Devrimci Savaş’ın başarıya ulaşabilmesinin koşulu olarak ileri sürer. Partizan Dergisi Özel Sayı’nın Mao’dan yaptığı alıntı aynen şöyledir.

“Bu çağda proletarya ve Komünist Partisi’nin önderliği altında olmayan, ya da önderliğinden çıkan herhangi bir devrimci savaş (bu vuruya dikkat lütfen. Bakın, ‘herhangi bir devrimci savaş’ diyor. Yani örneğin sırf USHSS değil, aynı şekilde TAS seyrince gelişecek bir ‘devrimci savaş’ da aynı akıbeti yaşayacaktır demektir bu. BN.), YENİLGİYE UĞRAMAYA MAHKUMDUR.” diyor.4

Ekstradan yorumlamayı gerektirmeyecek kadar açık-net bir ifade... Ve sırf bu bile, öteden beri ileri sürülen, katı bir şekilde savunusu yapıla gelen bu son derece şatafatlı görüş ve iddiaların aslında ne kadar da temeliz kurgular ürünü olduğunu, Mao Zedung’a rağmen onunu adına ahkam kesmeler olduğunu göstermeye yeter de artar.

Ve ancak biz, andığımız çalışmalarımızda, ‘ikinci’ ‘kalıp’ ilkede ileri sürülen koşulun da, atfedilmeye çalışıla gelen anlamıyla, Mao Zedung’da herhangi bir karşılığının bulunmadığını da somutlaştırmıştık.5

“Ama biz biliyoruz ki –diyor PÖS- arkamıza aldığımız 20. Yüzyıl devrim pratikleri iki devrim stratejisini tanıtlaya gelmiştir. Bunlardan biri Rus ve diğeri de Çin devrim örnekleridir. İlkinde şehirlerden kırlara, ikincisinde kırlardan şehirlere taşındı devrim (…)”6şeklindeki bu görüşleriyle, Mao Zedung adına ‘Halk Savaşı’nı Çin devrimi örneğinde vücuda gelen devrim stratejisiyle özdeşleştiren, ona indirgeyen anlayış sahipleri, ilginçtir ki Mao Zedung’tan buna dair somut herhangi bir alıntı/’kanıt’ da sunamıyorlar.

Sunamazlar da!.. Çünkü Mao Zedung Çin devrim stratejisini USHSS olarak tanımlar. Hiçbir yerde ‘Halk Savaşı’nı bu özgün devrim stratejisiyle özdeşleştiren ifadeler kurmaz. Tam tersine, PÖS’deki yaklaşımları ileri sürenlerin teslim etmek zorunda kaldığı gibi, Mao Zedung da sorunun genel çerçevesi ‘üç aşağı-beş yukarı’ şöyledir: “Mao’nun Askeri Yazıları dikkatli bir gözle incelendiğinde görülecektir ki, savaşa ilişkin kullanılan kavramlar, ‘Uzun Süreli Savaş’, ‘uzun süreli savaş stratejisi’, ‘uzun süreli ve dağınık halk gerilla savaşı’, ‘esnek ve yaygın gerilla savaşı’, ‘hareketli savaş’, ‘gerilla savaşı’ gibi kavramlardır: Mao’nun tüm eserinde halk savaşı kavramı bu kullanılan kavramların yanında hemen hemen kayda değer bir yer kaplamaz ve o da; silahlı silahsız tüm halkın uzun süreli savaşı, hareketli ve gerilla savaşı olarak tanımlanır. Askeri bir kavram olarak halk savaşından değil, uzun süreli savaş stratejisi kavramından söz eder Mao. Ve uzun süreli, dağınık gerilla savaşı tarzındaki mücadele biçimini bu stratejisinin içine yerleştirir.”7

İşte bütün bunları da teslim etmek zorunda kalan PÖS, ilginçtir, yine de dönüp dolaşıp aynı boruyu öttürmeye de devam edebiliyor: “Ama bu da yetmez, halk savaşı özünde tüm bunlar eşliğinde ‘uzun süreli ve dağınık halk gerilla savaşı’nın (…) kendisidir ve böyle adlandırmalıdır. (…)”8

Her neyse, burada Mao Zedung adına öznelci zorlamalarla teori oluşturulmaya çalışıldığı açıktır: ‘Halk Savaşı’nın gerçekte ne olduğunu ve biline gelen iki devrim stratejisinin neden ‘Halk Savaşı’nın farklı özgünlüklere uyarlı biçimleri olduğunu da ilgili çalışmalarımızda ele almış olduğumuzdan; konunun bu boyutunu da burada özel olarak ele almayacağız. Şu kadarını söyleyelim ki; MKP III. Kongre bilincinin teorize ettiği ‘halk savaşı’ ve de ‘sosyalist halk savaşı’ anlayış ve ele alış tarzlarına karşı esastan itiraz etmek gerekli ve meşru bir tutum olmakla birlikte; ancak ne var ki bu tavır, PÖS’de sergilenen ve bugüne değin de savunula gelen ‘halk savaşı’ anlayışının doğruluğunun bir kanıtı olmaz/olmuyor da. Yani bir yanlışa itiraz bir başka yanlış üzerinden yapılıyor. Bir nevi kısır döngü hali anlayacağınız.

2-) “MKP III. Kongresi ise, sosyalist halk savaşı stratejisi içine toplu ayaklanma ile gerilla savaşının birliğini yerleştirmiş ve bu eş güdüme de kır-şehir diyalektiği adını vermiştir. (…) Halk savaşı stratejisi toplu ayaklanmayı temel almaz; bu ancak stratejik saldırı döneminin son aşamalarında gündeme gelecek bir şeydir. Bu bakımdan toplu ayaklanma ile gerilla savaşını birleştirme çabası ister istemez ‘koordineli savaş’a çıkar. Nihayet bu çifte devrim stratejisidir. (…)”9

Öncelikle belirtmek gerekiyor ki burada MKP III. Kongresi’nin ‘sosyalist Halk savaşı Stratejisi’ adı altında ‘toplu ayaklanma ile gerilla savaşını birleştirmiş’ ve yeni özgün bir devrim stratejisi ortaya çıkarmıştır, şeklindeki bu yorumlayış, esasen isabetli değildir. Çünkü öngörülenler sorgulandığında görülecektir ki sadece lafızda kalıyor bu iki devrim stratejisinin eş güdümü ve birleştirilmesi. Çünkü bu ‘yeni sentez’de, bir devrim stratejisi olarak, TAS’ın öngördüğü esasların hiçbiri söz konusu olmuyor. ‘Kır-şehir diyalektiği’ adı altında yapılan şey ise, sadece ve sadece, USHSS’nin öngördüğü gerilla savaşı tarzındaki silahlı mücadelenin şehirlere, daha özel olarak söylemek gerekirse, kapitalist ülke koşullarına uyarlanmaya çalışılmasından ibarettir. ‘Toplu Ayaklanma Stratejisi’ ise yukarıdaki alıntıda da isabetlice belirtildiği gibi, aslında tamamen USHSS’nin son evresindeki kitlelerin toplu ayaklanmasına indirgenmiş oluyor. Hal Böyle olunca da; MKP III. Kongresi’nin, TAS’ın öngördüğü bir mücadele stratejisi/hattını savunduğunu söylemek de isabetli olmaz.

Öte yandan Partizan Dergisi Özel Sayı’sının ‘Halk Savaşı Stratejisi toplu ayaklanmayı temel almaz’ şeklindeki bu belirlemenin devamında söylemiş olduğu; ‘bu ancak stratejik saldırı döneminin son aşamalarında gündeme gelecek bir şeydir.’ Şeklindeki bu yaklaşımıyla da, aslında hem ‘Halk savaşı’ USHSS’ne indirgeniyor ve onunla özdeşmiş gibi sunuluyor ve hem de aslında bir devrim stratejisi olarak TAS, götürülüp bir başka devrim stratejisinin son evresindeki o malum askeri taktiğe/tarza indirgeniyor.

Görüşümüzce bu her iki ele alış da yanlıştır: Evet, elbette doğrudur; USHSS ‘toplu ayaklanma’ tarzını esas alan bir strateji değildir; (böyle olsaydı zaten başka bir devrim stratejisi olmazdı, değil mi?) ama bunu ta en başından itibaren kapsar da. Yani TAS, USHSS’nin sadece son safhalarındaki ‘toplu ayaklanma’ biçimindeki askeri tarzı’yla yer alıyor değildir: Sorunu böyleymiş gibi sunmak son derece yanılgılı bir ele alış olur. Çünkü bilinir bir şeydir ki; USHSS’nin kapitalist üretim ilişkilerinin hakimiyetindeki şehir ve bölgelerdeki mücadele ve örgütlenme tarzı, ta en başından itibaren, tamamen TAS’ın öngördüğü esaslar üzerinden yürür. Dolayısıyla da denilebilir ki, USHSS zaten ta en başından itibaren şehir merkezli TAS ile kır merkezli uzun süreli gerilla savaşının birlikte ve eş güdümlü olarak ele alınması prensibi üzerine kurulu bir stratejidir. Bu, devrim stratejisindeki ‘kır-şehir diyalektiği’nin yalın-somut bir ifadesidir de. Hal böyle olunca da Partizan Dergisi’nin ‘toplu ayaklanma ile gerilla savaşını birleştirme çabası (ki, daha önce de belirttik; III. Kongre iradesinin ortaya koyduğu ‘yeni sentez’ böylesi bir çabanın ifadesi değildir: Onların çabası, ‘kır merkezli gerilla savaşı’ tarzını, aynıyla, şehir merkezli gerilla savaşıyla ‘tamamına erdirme’ çabasıdır. ‘Kır-şehir diyalektiği’nden kastettikleri de zaten tastamam budur. BN.) ister istemez ‘koordineli savaş’a çıkar.” şeklindeki bu söylemin, USHSS’nin öz mantığını kavrayamadığının, devrimin sadece kır merkezli gerilla savaşı ve bunun üst evre tarzlarıyla zafere erişebileceğinin, şehirlerin buradaki rolünün esasen lojistik destek sunmaktan ibaret görüldüğünün ifadesinden başka bir anlama gelmeyeceği/gelmediği açıktır.

Oysa sırf Nepal örneğinde yaşananlar doğru tarzda sorgulanıp tecrübe edilebilinseydi, rahatlıkla görülürdü ki oradaki komünistler de, tıpkı bizde olduğu gibi, USHSS’nin ‘kır-şehir diyalektiği’ni ‘kırlar esas’, ‘gerilla mücadelesi esas’ ve ‘şehirlerdeki çalışmalar tali’ şeklindeki belirlemeyle dengeyi aleni bir şekilde ‘doz aşımıyla’ şehirlerin aleyhine olacak şekilde bozup; esasen (evet esasen) tek ayağı üzerinden yürümeye mahkûm bırakılmıştır.

Ve ancak pratik süreç seyrinde görülmüştür ki savaş, gerilla tarzıyla kırsal alanlarda ‘denge aşaması’ düzeyinde hatırı sayılır ciddi ve önemli kazanımlar/mevziler sağlama düzeyine dek yükseltilebilmişken; şehirlerde kitlelerin (devrim güçlerinin saldırı aşamasına, silahlı toplu ayaklanma hamlesine göre hazırlanması, tabiri caizse adeta savsaklanı verilmiş. Yani savaşın şehir ayağı oluşturulamamış. Haliyle de gerilla ordusunun (daha doğrusu halk ordusunun) şehirleri kuşatmış olması kendi başına sonuç alıcı olamayacağından; daha ileri hamleler yapma şansı dumura uğramış oldu… Ve malumumuz olduğu üzere Nepal’li komünistler işte ancak bu pratikle yüz yüze kaldıktan sonra ‘hal çareleri’ arayışına koyulabildiler. Ve işte o TAS ile USHSS’nin yeni tarzda sentezlenmesi teorisi de esasen bu olgunun bir ürünü olarak piyasaya çıkmış oldu. vs. vs.

Ki, aynı ele alış tarzı, denilebilir ki üç aşağı-beş yukarı, benzeşir biçimiyle bizde de yaşanmıştır. Şehirler ve şehirlerdeki parti faaliyetleri esasen kırların/gerillanın savaş gereksinimlerinin karşılanması tarzının/kapsamının ötesine geçememiştir dense, yeridir. Dolayısıyla bizim özgülümüzde de USHSS’nin öngördüğü ‘kır-şehir diyalektiği’ ta başından beri tek ayağı üzerinden, topal haliyle, ele alına gelmiştir. Yani biraz daha amiyane bir ifadeyle dile getirmek gerekirse; ta en başından itibaren savaşı örgütleme tarzımız, bariz bir şekilde ‘topal ördek’ misali olagelmiştir: Kırda da şehirlerde de kitlelerin örgütlenmesi – kazanılması ve şehirlerdeki mücadelenin TAS uyarınca ele alınması boyutu hep savsaklana gelmiştir.

Kanaatimizce günümüzde bu sorunu nispeten daha ‘kitabına uygun’ bir, ‘dengeli’ biçimiyle ele alan ve hayata uygulamaya çalışan örneklerde mevut elbet. Mesela Kuzey Kürdistan’da PKK’nın, Filipinli komünistlerin, Kolombiyalı devrimcilerin ve bir dereceye kadar da Hindistanlı Maoistlerin savaşı, kır ve şehir ayaklarında nispeten daha dengeli/uyumlu, birbirini tamamlayıp bütünleştiren bir şekilde ele alarak, her iki sahada da savaşı hatırı sayılır maddi-manevi bir güce kavuşturmayı başardıkları rahatlıkla söylenebilir.

Yani kısacası şunu söylemeye çalışıyoruz: Partizan Dergisinde sergilenen anlayışın, ‘koordineli savaş’a tam olarak nasıl bir içerik ve kapsam atfederek, bunun, USHSS’nin karşısında yer alan bir ‘tarz’ olduğuna hükmetmiştir, bilemiyoruz. Fakat şayet yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi; TAS ile uzun süreli gerilla savaşının aynı devrim süreci içinde, tek bir devrim stratejisinin veya iki farklı devrim stratejisinin içinde, birlikte ve eş güdümlü bir şekilde ele alınmasını ‘koordineli savaş’ olarak niteliyorsa, ve de; ‘yanlıştır’ denilerek karşı çıkılan özelliği buysa, bu durumda rahatlıkla söyleyebiliriz ki; evet, USHSS aynen de böylesi bir özelliğe yapısal olarak sahiptir. Buna karşı çıkmanın haklı herhangi bir gerekçesi olamaz.

İşte tamamen bu anlam ve kapsamda olmak üzere, USHSS elbette ki bir anlamıyla aynı zamanda ‘çifte devrim Stratejisi’ni içerir. Ve ama çifte devrim aşamasını içermez.

Şayet bir ülke birbirinden niteliksel olarak farklı sosyo-ekonomik yapı özellikleri arzeden farklı bölgelerden oluşuyorsa, ya da mesela tıpkı ‘Türkiye’de olduğu gibi sosyo-ekonomik yapıları ve baş çelişmeleri itibariyle birbirinden farklı özellikler taşıyan iki ülkeden oluşuyorsa, burada kaçınılmaz olarak farklı devrim aşamaları da söz konusu olacaktır. Ve şayet bu farklı sosyo-ekonomik birimlerde farklı devrim stratejileri söz konusuysa, mesela bir yerde TAS, diğer yerde USHSS söz konusuysa, işte burada daha önceki bölümlerde ifade ettiğimiz tarzda, gündeme bir de ‘Birleşik Devrim Stratejisi girer. Ve elbette bu strateji iki farklı devrim stratejisinin birlikteliği ve eş güdümün sağlanması anlamında da ‘koordineli savaş’ özelliğindedir de. Ve elbette ‘çifte devrim Stratejisi’ni içerir.

Ve galiba Partizan Dergisi, ‘koordineli savaş’ ve ‘çifte devrim Stratejisi’ni, andığımız bu ikinci anlam ve kapsamıyla ele alıyor olmalı. Karşı çıkışının kendince haklı gerekçesi de herhalde ki şu oluyor: “Türkiye’ gerçekliği iki farklı sosyo-ekonomik yapıya sahip ülke veya bölgeler içermiyor. Dolayısıyla da farklı devrim aşamaları sözkonusu edilemez. Dolayısıyla da devrimi farklı programlar üzerinden ve farklı şekil ve yollarla ele almayı gerekli kılacak herhangi bir gerçeklik yoktur.

Evet, ‘koordineli savaş’ ve ‘çifte devrim Stratejisi’ne böylesine kararlı ve ısrarlı katı karşı çıkışlarının ardında her haldeki bu türden bir algı yatıyordur. MKP III. Kongresi’nin öngördüklerinde de, işte sanırız bunun emarelerini görmüş olmalılar: Siz aslında iki farklı sosyo-ekonomik yapı, iki farklı devrim aşaması ve iki farklı devrim stratejisi öngörüyorsunuz. Fakat bunu şimdilik açıktan ortaya koymaya yanaşmıyor, dolaylı yollardan, etrafından dolanarak geliyorsunuz. Gözümüzden kaçtığını sanmayın sakın. Siz istediğiniz kadar maske kullanın, ama gerçekliğiniz budur işte. Öngördüğünüz ‘yeni sentez’iniz asıl niyetinizi ele veriyor. Siz alasından ‘koordineli savaş’ ve ‘çifte devrim Stratejisi’ni öngörmektesiniz.

MKP III. Kongresi bilincinin ‘arka planı’ böyle midir, ‘gizli ajanda’larında olan bu mudur bilemeyiz. Nihayetinde, açıktan ifadeler üzerinden somutlanamadığından, spekülatif yorum ve akıl yürütmelerden öte geçmez bu türden söylemler.

MKP’yi bilmeyiz ama, daha önceki bölümlerde ortaya koyduklarımızdan da anlaşılacağı üzere biz; ‘Türkiye’yi Türkiye ve Kuzey Kürdistan olmak üzere iki farklı ülke, iki farklı sosyo-ekonomik yapı, haliyle iki farklı baş çelişme ve iki farklı devrim aşamasıyla tanımlamanın doğru ve isabetli olacağını düşünüyoruz.10 Ve keza iki farklı devrim stratejisini içeren ‘birleşik devrim Stratejisi’nin gerekli olacağını ileri sürüyoruz.

Dolayısıyla da burada eleştiri konusu olabilecek yön, olsa olsa, MKP III. Kongre iradesinin ve Partizan Dergisi’nde ki TKP/ML’nin bu gerçeği göremeyen dogmatik-mekanik ezberci yaklaşımları ve ele alış tarzları olabilir. Ve keza Partizan Dergisi ‘Koordineli savaş’ ve ‘çifte devrim stratejisi’ olgularının her halükârda reddedilmesi gereken şeylermiş gibi sunan yaklaşımı eleştiri konusu olabilir.

3-) “(…) öte yandan, kitlelerin yoğunlaştığı şehirleri esas mücadele alanları olarak belirleyip devrimci savaş içerisinde ‘küçükten büyüğe doğru askeri bağlamda genel halk ayaklanması’ gibi sözcükler, Marksizmin klasiklerinden, özellikle Marks ve Lenin’deki ilgili tezlerle tam bir karşıtlık halindedir.” Şeklindeki bu itiraz, bizim de önceki bölümlerde ifade ettiğimiz gibi esasen isabetli bir itirazdır. Ve evet MKP III. Kongresinin şehirler için öngörmüş olduğu bu askeri çizgi ‘aşarı sol sekter bir tutum11’un ifadesi olabilir ancak ki.

4-) “Bu aşırı sol söylem, karşı-devrimin en güçlü olduğu şehirler geçerliğiyle örtüşmez ve böylesine bir stratejiye de halk savaşı denmez.

Bu bakımdan MKP’nin düşsel halk savaşı kavramı, bu kavrama yüklediği içerik ve hele hele halk savaşının başına sosyalist kelimesini ekleyerek yüklediği yeni anlam yalnızca halk savaşını karikatürleştirmektedir. (…)”12şeklindeki bu itirazı da bir boyutuyla isabetlidir. Ancak vurgulamak gerekir ki eksiktir. Çünkü MKP III. Kongre bilinci, SHSS dediği stratejiyi, söylem babında da olsa, iki devrim stratejisinin birlikte ve eşgüdümlü ele alınışı olarak sunduğu durumda, burada karikatürleştirilen sadece USHSS olmuyor, aynı şekilde TAS’da dumura uğratılmış oluyor.

5-) Partizan Dergisi Özel Sayı’daki tutum alışta MKP III. Kongresi’nin şehir merkezli ‘yeni devrim Stratejisi’ne bir diğer esaslı itiraz da; ‘şehirlerin kırlık bölgelerinden kuşatılması’ esası üzerine oturan devrim stratejisinin, ülkenin yarı-sömürge pozisyonunu devam ettiği sürece geçerliliğini koruyacağına ilişkindir. Bunu da Kaypakkaya’nın: “yarı-sömürge ülkeler, emperyalizmin yarı işgali altında olan ülkelerdir. Bu gibi ülkelerde emperyalizmin hakimiyetini, esas olarak, yerli geçici sınıflar vasıtasıyla devam ettirmekle birlikte, kendisi de onlara üsleriyle, tesisleriyle, askerleriyle, filosuyla, silah yardımıyla… çeşitli şekillerde destek oluyor. Bu nedenle yarı sömürge, yarı feodal ülkelerde ‘şehirlerin kırlardan kuşatılması’ stratejisi, sadece feodalizmin mevcudiyetinden ve köylülerin nüfusun çoğunluğunu teşkil etmesinden değil, aynı zamanda emperyalizmin yarı işgalinden de ileri gelmektedir.”13 şeklindeki bu görüşleri üzerinden temellendirmektedir.14

Tabii besbelli ki burada Kaypakkaya’nın bu görüşlerinin sorgulanmaya dahi gerek duyulmayacak kadar ‘doğru görüşler’ olduğu ön kabulü söz konusudur.

Oysa bir genelleme karakteri arzeden Kaypakkaya’nın bu görüşlerinin problemli olduğu çok açıktır. Çünkü yarı-sömürgelik durumunda devrim ile karşı – devrim arasındaki güç dengesinde emperyalizmin yukarıdaki pasajda söz konusu edilen tarzdaki fiili varlığı, ‘yerli gerici sınıflar’ addedilen karşı devrimci güç kapsamında kalıyor olacağından; öncelikle kitlelerde, fiili işgal durumunda olduğu gibi bir ulusal karşı duruş bilincinin ortaya çıkmasını otomatikman koşullamayacaktır/nitekim koşullamıyor da. Haliyle de ülkenin büyük/metropol şehirleri haricindeki şehir ve kırsal alanları kendiliğinden birer milli savaş alan ve tabanı haline geçmeyecektir. Yani burada sorun, dikkat edilirse hem dar anlamda bir köylü nüfus tabanı ve hem de kırsal arazi kapsamının ötesinde bir gerçekliğe bürünmüş oluyor. Bu durum doğrudan baş çelişme sorunuyla ilintili bir karakter arzeder. Fiili işgal durumu olmadıkça emperyalist güçlere karşı ülkenin büyük şehirleri dışındaki ‘vatan toprağı’ ‘anti-emperyalist milli savaş’ tarzı bir savaşın üsleri haline geçmez. vs. vs.

Bu bakımdan tek başına yarı-sömürgelik durumunun ‘şehirlerin kırlardan kuşatılması’ stratejisine nesnel zemin sunacağı şeklindeki bir görüşün gerçekçi olmadığı, esasen de sübjektivist bir yorumlayış olduğu açıktır.

Kaypakkaya’yı: “Feodalizmin giderek çözülmesi ve ona bağlı olarak köylü nüfusun azalması halinde de bu strateji gerçekliğini korur.” şeklindeki bu ve yukarıdaki sonuca vardıran referans saptaması şudur: “Özetlersek ‘şehirlerin kırlardan kuşatılması’ stratejisini tayin eden şey devrimle karşı-devrim arasındaki kuvvet ilişkisinin köylerde, şehirlere nispetle, daha fazla devrimin lehine olmasıdır. Karşı-devrim zincirinin en zayıf halkasının köylük bölgelerde olmasıdır.”15

Öncelikle belirtmek gerekiyor ki; Kaypakkaya, ‘şehirlerin kırlardan kuşatılması stratejisi’ni, genel bir ele alışla, yarı-feodal ve yarı-sömürge ülke koşullarının demokratik ve ulusal demokratik devrimlerinin yolu alarak öne sürüyor. Böyle olunca da burada karşımıza özgünlükleri ve farklı gelişmişlik düzeylerini önemsizleştiren bir genelleme çıkmış oluyor.(Doğrudur; elbette ‘şehirlerin kırlardan kuşatılması’ stratejisini tayin eden şey, devrimle karşı-devrim arasındaki kuvvet ilişkisinin köylerde, şehirlere nispetle, daha fazla devrimin lehine olmasıdır.) Ancak bu, ‘yarı-feodal, yarı-sömürge’ üst belirlemesiyle anılabilecek her koşulda böyle olmayabilir. Teorik olarak da pratik olarak da bu pekâlâ mümkündür. Mesela emperyalizmle ülke halkı/ulusu arasındaki çelişme yarı sömürgelik koşullarında baş çelişme olarak öne çıkmaz. Dolayısıyla da yukarıda bahsettiğimiz şekilde dinamik ve fiili bir anti-emperyalist savaş ve cephe olgusu şekillenmez. Ve keza yarı-sömürgelik koşullarında emperyalist güçlerin ülke topraklarındaki askeri gücü, devrim ile yerli karşı-devrim gücünün kuvvet ilişkisini esastan bozacak nitelikte olmayıp, daha ziyade ‘sembolik’ bir önem arzeder. Ve keza bu askeri güç, devrimci mücadelenin ta en başından itibaren çatışmanın doğrudan bir unsuru olarak devrede olmayacağından, devrim ile karşı devrim arasındaki kuvvet ilişkisinin hesaplanmasında bu ancak ki yan, dolaylı bir unsur olarak yer alabilir. Dolayısıyla da ‘yarı-sömürgelik’ olgusu kendi başına ‘şehirlerin kırlardan kuşatılması stratejisi’nin tayin edici unsuru olan devrimle karşı-devrim arasındaki kuvvet ilişkisini köylerde, şehirlere oranla daha fazla devrimin lehine kılabilecek bir özellik arzetmez. Neden arzetmez? Çünkü devrim ile karşı-devrim arasındaki kuvvet ilişkisini köylerde, şehirlere oranla daha fazla devrimin lehine olmasını belirleyen esas olgu, süreci feodalizmle geniş halk yığınları arasındaki çelişmenin baş çelişme olarak belirliyor olmasının bir ifadesi olarak, devrimin temel gücünü köylülerin oluşturuyor olmasıdır. ‘Şehirlerin kırlardan kuşatılması stratejisi’ni koşullayan esas öğe, kırsal alanın karşı-devrimin zayıf halkası olması değil, temel gücünü köylülerin oluşturduğu devrimin, şehirlere oranla köylerde daha güçlü olmasıdır. Çünkü kırsal alan, şehir merkezli TAS’ın uygulanabilir olduğu koşullarda da ‘karşı-devrim zincirinin en zayıf halkası’dır. Dolayısıyla da burada ‘şehirlerin kırlardan kuşatılması stratejisi’ni tayin eden esas olgu kırsalın karşı-devrimin zayıf halkası olması değil, mevcut koşullarda köylülüğün devrimin temel gücü olmasından ötürü, kırsalın şehirlere oranla devrimin en güçlü zemini olmasıdır.

Ve burada şunun altının önemle çizilmesi gerekiyor diye düşünüyoruz: Köylülüğün nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturduğu her durumda ‘şehirlerin kırlardan kuşatılması stratejisi’nin geçerli olabileceği sonucuna da varılamaz. Ve keza ‘neden-sonuç ilişkisi’ bağlamında söz konusu devrim stratejisi alternatifsiz tek seçenek durumunda da olamaz, değildir de. Nitekim Mao Zedung’un kendisi de buna önemle dikkat çeker. Hatırlanacağı gibi bir kısım Güney Amerika ülkeleri Komünist Parti temsilcileriyle yaptığı görüşmede onlara Çin devrimi’ni bire bir emsal almamaları, kendi ülkelerinin özgünlüklerine uygun strateji ve yollar izlemeleri gerektiğini öğütler. Örnek ‘özgünlükler’ durumu üzerinden sorunu açımlar. Özetle derki: Tüm diğer koşulların varlığı halinde bile, şayet ülkeniz son derece küçük bir ülkeyse, uzun süreli üs bölgelerinin oluşturulmasına elverecek denli düşman denetiminin zayıf olduğu uzak-ücra kırsal alanlara sahip değilse, buralarda devrimin ‘şehirleri kırlardan kuşatılması stratejisi’ uyarınca gelişmesinin sıkıntılı olabileceğine işaret eder. Onları kalıpçı olmamaları, esnek ve yaratıcı olmaları yönünde uyarır.

Keza köylülüğün nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturuyor olması koşulu da otomatikman bu stratejiyi tek alternatif olarak öne çıkarıyor olmaz. Nitekim bilinir ki bu konuda tipik ve bariz bir Rusya örneği vardır. Köylülüğün nüfusun %80’ini oluşturduğu devasa bir coğrafya olan koyu despotluk altındaki Çarlık Rusya’sında, devrim pekâlâ da şehir merkezli TAS uyarınca planlanıp programlanmış ve birincisinde olmasa da ikincisinde başarıya ulaştırabilmiştir de.

Ve ama köylülüğün devrimin temel gücü olma vasfını yitirdiği, köylü nüfusun ezici çoğunluğunun kırsaldan kopup kentlere göçtüğü, kalan kısmının da önemlici bir bölüğünün kapitalist üretim ilişkileri altında ‘köylü sorunu’nun öznesi olmaktan çıktığı koşullarda bu stratejinin uygulanabilir olamayacağı da kendiliğinden anlaşılır olsa gerek. Çünkü artık kırsalda şehirleri kuşatmaya imkân tanıyacak denli büyük devrimci bir orduyu var edecek bir ‘temel güç’ bulunmamaktadır. Devrimin öncü gücü de temel gücünün ana bileşeni de artık şehirlerdedir. Yani bir diğer ifadeyle nesnel koşullardaki bu değişikliklerle birlikte devrim ile karşı-devrim arasındaki kuvvet ilişkisi de esastan değişikliğe uğramış oldu. Kırsal kesim karşı-devrim açısından hâlâ ‘en zayıf halka’sı olma konumunu koruyorken; ama aynı zamanda kırsal kesim artık devrimin en güçlü kalesi/üssü de değildir. Önceleri devrimin temel dayanağı pozisyonunda olan köylülük, şimdi artık sadece önemli bir devrimci güç pozisyonundadır. Ve ama buna karşın şehirler şimdi artık sadece karşı-devrimin en güçlü olduğu cephe değildir; devrimin de en güçlü hale geldiği cephedir aynı zamanda.

Hal böyle olunca da Kaypakkaya’nın; “şehirlerin kırlardan kuşatılması stratejisinde tayin edici şey” olarak ileri sürdüğü koşul olan ‘devrimle karşı-devrim arasındaki kuvvet ilişkisinin köylerde, şehirlere nispetle daha fazla devrimin lehine olması’ koşulu artık tersine dönmüş olduğundan, ‘şehirlerin kırlardan kuşatılması stratejisi’ de kaçınılmaz olarak, en tayin edici nesnel zeminini yitirmiş olur.

Dolayısıyla da Kaypakkaya’nın; “feodalizmin giderek çözülmesi ve ona bağlı olarak köylü nüfusun azalması halinde de (ve elbette bu ‘azalma’nın derecesi önemlidir. %80’den %65-70’e düşmesi de bir azalmadır ve ama bu azalış onu temel güç olma pozisyonundan etmezken; %20-25’lere varan azalma ise (ki bu da bir ‘azalma’ halidir.) onu devrimin temel gücü olma vasfından eder. Bu bakımdan azalmanın/çözülmenin derecesi elbette önem arzeder. BN.), bu strateji geçerliliğini korur” şeklindeki bu öngörüsü, söz konusu stratejinin geçerli olabilmesinde temel aldığı koşul ile uyuşmaz, onu boşa çıkarır!.. Çünkü kırsalda devrimi güçlü kılan ana belirleyen unsurun feodalizmin çözülmesine koşut olarak bu vasfını yitirmesi durumunda, yarı-sömürgelik olgusu, geriye kalan %20-25 oranındaki köylüyü (ki, gerçekte bu oran daha da düşüktür.) tekrardan devrimin temel gücü ve haliyle kırları da en güçlü kaleleri yapmaya muktedir olma özellikleri arzetmez/edemez de. Bunlardan ötürü ‘şehirlerin kırlardan kuşatılması stratejisi’nin geçerliliğini koşullayan bir diğer temel etmenin de yarı-sömürgelik durumu olduğunu öngören görüşlerin isabetli olmadığı/olamayacağı rahatlıkla söylenebilir.

Özetle; TKP/ML’nin Partizan dergisi Özel Sayısında ortaya koyduğu; “Kaypakkaya söylemişse doğrudur” vari bir ön kabulle, sorgulamaksızın bunu alıp, MKP III. Kongresinin devrim stratejisine karşı adeta ‘kapı gibi kanıt’ dercesine, itiraz referansı olarak ileri sürmesi, her haldeki bir başka isabetsizlik örneğini oluşturacaktır, deyip, bu konuyu da böylece noktalayalım.

Bitti

M.Oruçoğlu’nda boy veren anarşizan ve revizyonist karekterli kimi görüşler üzerine bir değerlendirme

Bilenler bilir Sayın Oruçoğlu Halkın Günlüğü gazetesinde “Antagonizma” ismiyle tanımlamayı tercih ettiği köşesinde çeşitli konular/meselelere dair görüş ve düşünsel eğilimlerini paylaşır okuruyla.

Sanırım tıpkı benim gibi ilgi ve de dikkatle takip edenleri de bir hayli fazladır. Gerek anlatım tarzı, dili ve gerekse ele alıp paylaştığı konular itibariyle bu ilgiyi hak ettiğini de düşünenlerdenim. Yani kanaatimce, insanlarımızın Sayın Oruçoğlu’na ilgi ve sevgisi sadece TKP/ML’nin kurucu önderlerinden birisi olması ve hâlâ da davaya hizmet etme sevdasını sürdürüyor olmasından ötürü değildir.

Keza yine bilenler bilir ki, ideolojik duruşu itibariyle Sayın Oruçoğlu, özellikle de son çeyrek asırda, Marksizm -Leninizm’in kimi temel ilkesel sorunlarında ciddi boyutlara uzanan kırılmalar sergileye gelmiştir.

Nitekim Oruçoğlu’nda ki bu savruluşlar kimilerince “Yeni tarz revizyonizm”1 ve keza kimilerince de anarşizan eğilimler olarak karşılanıp yorumlanmaktadır.

Elbette kendisine ilişkin bu tarz değerlendirmeler yapıldığını biliyor da. Yazılarında yer yer açıktan, çoğu kez de satır aralarında değinir de bu tür eleştirilere.

Galiba bu türden satır arası ‘savunuların artık yeterli gelmediğine hükmetmiş olmalı ki, ideolojik duruşunun tam olarak neye tekabül ettiğini daha etraflıca ve daha doğrudan ortaya koyma ihtiyacı duymuş.

Adı da geçen gazetenin 16-31 Aralık 2015 tarihli 113. Sayısındaki Antagonizmanın konu başlığı aynen şöyle : “Beni Anarşistlerden ve yirminci yüz yıl devrimlerinden ayıran bazı noktalar.” 

Oruçoğlu bu yazısında her ne kadar da,

1-) “Kapitalist egemenlik aygıtlarının Paris Komününde ve onu izleyen 20. Yüzyıl işçi devrimlerinde olduğu gibi dipten tepeye doğru, devrimci kitle hareketleriyle parçalanması ve komününün, sadece Paris Komününde olduğu gibi dipten tepeye doğru inşası. (…)” yani “(…) tabanda, taban tarafında konulan, tüm devlet görevlerinin tabana, komünlere devredildiği, halkın genel silahlanmasına ve doğrudan seferberliğine dayanan bir Komün Cumhuriyeti, devlet ile devletsizlik arası bir geçiş devleti, devletsiz bir devlettir” diyerek açılmadığı ve;“ Yeni bir şey savunmadığımı söylemeliyim. “ vurgusuyla, kendisinin yapmaya çalıştığının sadece ve sadece; “ (…) Marks, Engels ve Lenin’ in, Paris Komünü tecrübesinden doğan, ama teorilerinde hakim hale gelmeyen bir görüşün, hakim hale getirilmesinden ibaret “ olduğunu dile getiriyorsa da; ve 

2-) Her ne kadarda “bir çok insan benim Anarşizme kaydığımı sanıyor” olmasını da tamamen yukarıdaki görüşlerin aksi görüşlerini teoriye hakim kılan “Yirminci Yüz Yıl Devrimleri” olarak ta andığı “eski komünist” görüşlere karşı çıkması üzerinden izah ediliyorsa da;(ki, aynen şöyle dile getirmekte, “Eski komünist görüş, aygıtı, tepeden tabana doğru, merkezi, militer, bürokratik bir devrim devleti olarak kuruyor (…) ); aslında besbelli ki sorun hiçte bu kadar basit ve yüzeysel değildir.

Çünkü her şeyden önce Oruçoğlu’nun buradaki duruşu ve takınmayı yeğlediği tutumu Marksizm-Leninizm teorisi karşısında sakat ve zorlama bir öznel’ci bir özellik arz etmektedir. Amiyane tabiriyle Oruçoğlu burada alenen ‘yamuk yapmaktadır.

Çünkü “20 yy. devrimleri” dediği ( ki bunlar bildiğimiz Rusya, Çin, Doğu Avrupa, Balkanlar, Vietnam ve Küba devrimleridir.),

Zorunlu tarihi koşulların ürünleri oldukları yadsınamaz olan devrimin gerçekleşmesi korunması ve sosyalist inşanın yürütülebilmesinin verili somut süreçteki politikaları anlamındaki devrim teorisinin Marks, Engels ve Lenin’in Paris Komünü deneyiminden de yararlanarak sentezlenmiş olan Oruçoğlu’nun da yukarıda öne çıkardığı Marksizm teorisinin öngörmüş olduğu perspektif yerine geçildiğini/ikame edildiğini ve bu anlamıyla da Marksizm’in özünden sapılmış olduğunu ileri sürmüş oluyor ki; bu başlı başına yanlış ve esasen de Troçkizan referanslı bir sorgulayış ve savruluş olur. 

Neden böyledir peki? Çünkü akıl-izan ve de vicdan sahibi her sorgulayıcı beyin rahatlıkla teslim eder ki ‘ 20. Yy devrimleri teorisi’ hiç ama hiçbir şekilde Sayın Oruçoğlu’nun iddia ettiği gibi “komünist görüş” olarak Marks, Engels ve Lenin tarafından oluşturulmuş olan devrim ve devlet/proletarya diktatörlüğü teorisinin yerine “aygıtı tepeden, tabana doğru, merkezi, militer, bürokratik bir devrim devleti”/bir ‘proletarya diktatörlüğü tarzı bir sisteminin gerçekleşmesi gerektiğini öngörmemiştir.

Yapılanın tamamı, sadece ve sadece, teoride öngörülen sistem modelinin, devrimin gerçekleştiği ülkenin verili koşullarında hemen ve doğrudan yaşama geçirilmesinin mümkün olmamasından hareketle, devrimi sürdürmeyi ve sosyalist inşayı görece daha alt evreli özgün geçiş modelleri ve geçici araç, aygıt ve ‘hal çareleri’ üzerinden sürdürme politikası izlemelerinden ibarettir. Yani bu tıpkı nesnel koşulların doğrudan sosyalist devrime ve sosyalist cumhuriyete imkân sunmadığı durumlarda örneğin devrimci işçi- köylü veya halk veya yeni demokratik devrim ve iktidar biçimlerinin yaşanmasının öngörülüyor olmasında olduğu gibi; strateji ve ana yönelimin sadece ve sadece verili şart koşullarına uyarlanmış olmasından ibarettir. Ve bu aleni gerçekliğe rağmen Sayın Oruçoğlu’nun bunun üzerinden böyle kolaylıkla atlayıvermesi ve ötesine de geçip, gerçekçi olmayan zorlama ve kolaycı ithamlarda bulunması, gayet tabii ki birileri tarafından sorgulanacak ve karşılık verilecektir.

Doğrudan demokrasinin, yani iktidarın taban örgütlülüğü ve inisiyatifi üzerinden kurgulanmasının bir ifadesi ve özgün modellerinin biri olan Sovyetler iktidarını öngören ve “bütün iktidar Sovyetlere!” karakteristik temel şiarı ile ekim devrimi startını veren, aleni ve net bir teorik berraklıkla proletarya diktatörlüğü devlet modelinin “devletsiz devlet “ tarzında alacağı, düzenli ordu ve geniş bürokratik yönetim aygıtlarının olmayacağı, en üst devlet görevlilerinin maaşlarının standart işçi maaşını geçmeyeceği, devlet görevlilerinin seçimle belirleneceğini ve yine seçilenlerin iradesiyle azledilebilecekleri keza komünist partisinin rolünün sınıfa önderlik etmekten öteye geçmeyeceği vs. vs.yi öngörüyorken; örneğin ne veya neler olmuştu da ve hangi “öngörülemeyen koşullar ”la karşı karşıya kalınmıştı da, teoride öngörülen perspektifin yerine daha farklı ve de sıkı bir sınırlayıcılık ve kontrolle denetim altında tutulamadığı taktirde sistemi içten bozguna uğratacak özelliklere sahip daha farklı tarz ve modellere başvurmak zorunda kalınmıştı! Hakikaten devrim önderliği bir zorunlulukla mı karşı karşıya kalmıştı, yoksa işin kolayına kaçmayı mı yeğlemişti? Ya da zor olanı yapmada sebat göstermeyip, kolay yoldan teoriye sırtını dönüp, revizyona mı başvurmuştu?

Keza sorun örneğin ‘NEP’ gibi geçici hal çareleri olarak öngörülen ‘güçlü-merkezi düzenli ordu’, ‘katı merkeziyetçi yönetim modeli’, ‘Fordist çalışma sistemi ’ve ‘teşvik primleri’, ‘Komünist Partisini rolü ’nün ve inisiyatifinin ‘iktidar organı olan Sovyetlerin önüne geçirilmesi’ vb. gibi daha pek çok ‘kitap dışı’ politikalar nasıl olmuştu da ‘geçici hal çareleri’ olmaktan çıkıp basbayağısından ‘olağanlaşarak’, kalıcı tarzlar olarak yerleşmişlerdi?

Bütün bu’ sonuçlarda dönemin önderi KP’nin ve KP’nin önder kadrolarının yaklaşım-tutum ve savunularının rol ve etkisinin ne olduğunu sorgulanarak sonuçlar çıkarmak ayrı bir şeydir; Sayın Oruçoğlu’nun malum ithamlı tutumuyla sergilemiş olduğu yaklaşım ve duruş, her haldeki bambaşka bir şeydir. Sanırım bu noktanın altını kalınca çizmekte de fayda var.

Oruçoğlu’nun sorun somutundaki, meseleyi ele alış ve sorgulayış tarzı her şeyden önce diyalektik ve öznel olarak da tarihsel materyalist perspektifle ciddi şekilde problemlidir. Bariz öznelci bir tutumdur öne çıkan. Bunun ardında, geçmiş dönemde soyunduğu ‘Maoizm teorisi’ icat etme gayretinin sürüklemiş olduğu güçlü bir Stalin alerjisinin yaratmış olduğu dinamik bir bilinçaltı marifetinin rol oynadığını da, illaki kayda geçirmek gerekiyor diye düşünüyorum.

Ancak Sayın Oruçoğlu’nu belli yönleriyle ve kimi konularda ciddi şekilde revizyonizmle buluşturan esas belirleyici unsur, hiç kuşku yok ki, “Leninist sınıf mücadelesi”yle ( bilerek veya bilmeyerek)arasına koyduğu mesafedir! Altı önemle ve kalınca çizilmesi gereken bir diğer nokta da budur.

Oruçoğlu gerek devrimin örgütlenmesi ve gerçekleştirilmesi sürecinde ama esasen de devrim sonrası, komünizm ereğiyle sosyalist inşa sürecinin başarıyla örgütlenip tamamlanabilmesi sürecinde sorunu Marksist Sınıf mücadelesi teorisi ekseninde ele almayarak, zaten Marksizm-Leninizm sürecinden esasen kopmuş oluyor.

Ve kendisini belli yönleriyle anarşizme ve anılan konu başlıklarında ciddi şekilde de revizyonizme vardıran belirleyici esas unsurun bu olduğunun bir kez daha önemle altını çizmekte fayda var.

Fakat galiba kendisi bunun pek de farkında değil gibi! Saf saf kalkmış anarşizmle arasındaki temel ayrım noktasının şu olduğunu dile getiriyor: Güya onlar “daha bugünden, örgütün, hiyerarşinin ve biçimi ne olursa olsun devletin olmadığı bir sistemden söz ediyorlarmış. Kendisiyle “(…) lağvedilen devletin yerine neyin konulacağı konusunda Anarşizmle aynı görüşte değilmiş.” “Ben” diyor; “bir komün cumhuriyetinden söz ediyorum. Merkezi ordusu ve bürokrasisi olmayan, komünlerin ortak sorunlarını tartışan ve komünlerin arasında koordineyi sağlayan, dengesizliği kaldırmaya hizmet eden komün cumhuriyeti parlamentosundan, devletsiz bir geçiş devletinden söz ediyorum” diyor.

Anarşistler ile kendisi arasındaki temel farkın, onların ‘daha bugünden ’her türlü örgüt ve örgütlü mücadele ve inşayı yadsıyor oluşuyla izah eden Oruçoğlu, aslında bununla fena halde bir yanılsama oluşturuyor. Çünkü gerek devrimin örgütlenmesi ve gerçekleştirilmesi ve gerekse sosyalist inşa sürecinin tamamlanarak komünizme uzanılması evresine ilişkin öngörüleriyle, anarşistler ile arasında var olduğunu ifade ettiği o ‘temel farkın aslında hiç de öyle esasa ilişkin belirleyici bir fark olmadığını bizzat kendisi ortaya koymuş oluyor. Aralarındaki fark olsa olsa, kendisinin; “Anarşizmin envaı çeşit biçimleri, türleri var” dediği türden, bir başka anarşizan perspektif farkı olabilir, anacak ki;

Çünkü Sayın Oruçoğlu devrim öncesi ve sonrası süreçlere ilişkin olarak sorunu Marksist perspektifin olmazsa olmazı olan sınıflar ve sınıf mücadelesi yasaları gereğince ele almıyor, ortaya koyduğu yaklaşım bütünlüğü içinde devrimin örgütlenmesi, gerçekleştirilmesi ve sosyalist inşanın başarı ile tamamlanarak komünizme varılmasına, örgütleri üzerinden/onlar aracılığı ile önderlik etmesi ve motor güç rolü oynaması gereken proletaryanın esamesi dahi okunmuyor!

Öte yandan Oruçoğlu’nun yaklaşım bütünlüğünde toplum, devrim öncesinde, iktidarda bulunan bir avuç egemen sınıf ile çıkar çelişkileri olmayan yekpare bir zümre olan halktan/ezilenlerden ibaretken; devrim sonrasında ise, sınıf ve sınıfsal farklılıkları bulunmayan ve kendiliğinde bir yönelişle (âdete içgüdüsel olarak) ‘komünal yaşam’a odaklanmış ve yine ortak bir ‘ülkü’ olarak ‘devletsiz devlet’ bir özellik taşıyan ‘geçici devletli evreyi de tamamlayarak ‘devletsiz sisteme, yani klasik anarşizmin öngörmüş olduğu tarzda her türden örgütlü-hiyerarşik yapılanma aygıtlarını da tasfiye eden “örgütsüz toplum ”evresine varmayı hedeflemiş, çıkar çelişkilerinden azade, sınıfsız-zümresiz bir halk söz konusu olsa gerek ki; devrim öncesi sürece ilişkin: “(…) devrim sürecinde, şartlara bağlı olarak ortaya çıkabilecek örgüt, mücadele ve şiddet biçimlerini( gerilla şiddeti, kitle ve komün şiddeti vb.) reddetmiyorum.(…)”şeklinde dile getirmiş olduğu bu yaklaşımında da rahatlıkla görülebileceği gibi, devrime sınıfın ( proletaryanın elbette) önderliğini şart koşmayan ve buna bağlı olarak da doğallığıyla sınıfın örgütlü önderliğinin/KP örgütlülüğü ve önderliğinin iradi olarak oluşturulması ve konumlandırılmasını, sınıf mücadelesinin başarıyla gelişip hedefine varabilmesini zorunlu bir gereği olarak ortaya koymayan (ki bu nokta Marksizm ile revizyonizm arasındaki en ince sınırlardan birisidir ); ama ‘şartlara bağlı olarak ortaya çıkabilecek’ olası direniş ve diğer her türlü mücadele organizasyonlarını da reddetmediğini ama devrim sonrasında, “ Komün cumhuriyetinin kuruluşuyla birlikte, komünler hariç, tüm örgütlerin kayıtsız şartsız lağvedilmesini savunuyorum.” (abç) diyor/diyebiliyor.

Rahatlıkla görülüp teslim edileceği üzere, Sayın Oruçoğlu, gerek devrimin örgütlenmesi ve gerçekleştirilmesi ve gerek korunup, komünizm hedefine doğru kararlıca ve kesintisizce, emin adımlarla ilerletilebilmesini de içeren tüm bu zorlu sınıf mücadelesi sürecini, örgütlü sınıfların iradi (kıran kırana) mücadele sahası olarak ele almıyor. Böyle tanımlamıyor.

Farklı toplumsal kesim ve sınıflar arasındaki politik, iktisadi, askeri ve kültürel daha mücadelelerinin her birinin aslında kendi egemenliklerini sağlama, çıkar ve avantajlarını koruma ve geliştirme, karşısındaki güçlerin egemenlik sahalarını daraltma ve mümkünse tümden saha dışına atıp tahakküm altına alma/yıkıma uğratma üzerinden şekillenen örtük ve aleni biçimlerde seyreden bir iktidar mücadelesi olduğunu elbette Sayın Oruçoğlu da biliyordur.

Ve sınıflar arası bu kanlı /kansız iktidar mücadelesinde tarafların sürecin ta en başından itibaren güçlerini politik, ekonomik, merkezi ve sıkı disiplinli örgütsel mekanizmalarla yer alacağı olgusu, tarafların öznel keyfiyetlerinin bir tercihi durumu olmayıp; sınıf mücadelesi doğasının buyurduğu, kaçınılmaz zorunlu bir gereklilik durumudur.

Fakat gelin görün ki Sayın Oruçoğlu’nun bu karakteristik soruna yaklaşımı hiç de M-L perspektiften değildir. Sınıflar arası mücadelenin her iki evresinde de ( yada başka ifadeyle söylemek gerekirse; Proletarya-burjuvazi çelişmesini çözümünün her iki evresinde de) sınıfları ve diğer toplumsal kesimleri örgütlü güçleriyle ( ki örgütlenme olgusu aynı zamanda farklı düşüncelerin kendisini özgürce ve etkinli ifade etmesinin bir biçimi ve aracıdır da. Böyle iken Oruçoğlu’nun ‘taban demokrasisi’ temeli üzerine inşa edileceği öngörülen ‘Komün Cumhuriyeti’nde demokrasinin bu olmazsa olmazı düşünce özgürlüğü, komünler dışındaki, ‘tüm örgütlerin kayıtsız şartsız lağvedilecek olmasıyla’ esasen söz konusu olmayacak demektir. İlginç bir ikilem doğrusu! ) konumlandırmıyor: Devrimin örgütlenmesi süreci zaten tamamen kendiliğindenci bir kaynayış olarak kurgulanıyorken; devrimi gerçekleştirileceği evrede de, yine iradi olarak öngörülüp uygulamaya sokulacak bir örgütlü mücadele söz konusu olmuyor!

Ama bütün bunlara rağmen Oruçoğlu hala da kendisine toz kondurmuyor: ‘Bende anarşizm arayanlar fena halde yanılıyorlar’ havalarında. Muhtemelen kendisini buna fena halde ikna etmiş gibi. Büyük bir özgüvenle; gerek devrimin gerçekleştirilmesi sürecinde şartların zorlamasıyla kendiliğinden ortaya çıkacak olan kitle inisiyatifli kendiliğinden örgütsel oluşumlara (örneğin tıpkı Gezi sürecinde ortaya çıkan taban ve tepe/çatı koordinasyonlarını sağlayan oluşumlar gibi) itiraz etmiyor oluşunu ve gerekse ‘lağvedilen devletin yerine’ ‘komün cumhuriyeti’ ve ‘devletsiz devlet’ özelliği taşıyan ‘geçiş devleti’ni öngörüyor olmasının kendisini anarşizan perspektifin uzağında tutacağını/tuttuğunu savunabiliyor.

En ilkel ya da ‘natürel’ ortamlı hayvanlar âleminde dahi, sürüler ve koloniler tarzında yaşayan hayvan topluluklarının da ‘sosyal yaşamı’ illaki kendi doğrularına özgü bir ‘iç nizam’, bir arada yaşayabilmelerini mümkün kılan, ‘uyumu’ organize eden bir ‘örgütsel mekanizma’ ve yine illaki beli bir ‘hiyerarşik ilişkiler sistemine’ sahiplerdir.

Böyleyken anarşistlerin genel devrimin örgütlenmesi ve gerçekleştirilmesi gerekse devrim sonrası toplumsal yaşamın yeniden inşa sürecini, organize edecek hiçbir özgün örgütsel ve hiyerarşik mekanizmalar ve ilişkiler ağı sistemine başvurmadan öngörüyor olduklarını ( belki ‘Bireyci Anarşizm’ akımını bu genelleme dışında tutmak isabetli olabilir.) ileri sürmek, herhalde ‘şehir efsanesi’ kabilinden bir rivayeti referans almakla mümkün olabilir.

Anarşist referansın genel yaklaşımında örneğin toplumun bir devlet ya da hükümet örgütü tarafından yönetilmesine, keza ‘Marksist öncü parti’ ve “bir geçiş dönemi idaresi” ne karşı olduklarını ileri sürmek aynı şeydir; onların, toplumsal yaşamın organizasyonunun sağlanabilmesi içi ‘zorunlu gereklilikler olarak var olması şart olan her türden organizasyon mekanizmalarına ve ilişkiler ağı sistemine de karşı olduğunu söylemek, apayrı bir şey olsa gerek.

Yani özetle; Sayın Oruçoğlu’nun anarşist perspektiflerle temel farklılıklarını böylesine ‘ince ayarlı ’küçük nüans’ farklılıkları üzerinden izah etmeye kalkışması, galiba kendisi açısından biraz ‘şanssızlık’ olmuş gibi.

Bilinir ki Anarşistleri ( ana akım anarşistleri baz alarak yapıyorum bu genellemeyi) Marksist–Leninistlerden ayıran en temel kriterlerin başında hiç kuşkusuz ki devrimin örgütlenmesi, gerçekleştirilmesi ve sosyalist inşa sürecinde proletaryanın sınıf mücadelesini sıkı disiplinli-merkezi öncü örgütsel mekanizmalar ve de geçiş sürecini proletarya diktatörlüğü devlet sistemi üzerinden ele almayı reddetmek tutumları yer alır.

Hal böyle olunca da, yukarıda ele aldığımız pasajlardaki yaklaşımlarını baz alarak söylemek gerekirse; rahatlıkla görülecektir ki Sayın Oruçoğlu ile anarşizan perspektif arasında pek te öyle ilkesel boyutlu herhangi bir fark bulunmamaktadır.

Keza bu pasajlarda sergilemiş olduğu yaklaşımlarını baz alarak Sayın Oruçoğlu’nun ’20.yy.devrimleri’ dediği devrimler deneyiminde ortaya çıkan; “tepeden tabana doğru” gelişerek toplum yaşamının sosyalist dinamiğini felç eden, devrimin ilerleyişini kötürümleştirip yolundan saptıran, sosyalist inşayı komünizm hedefine doğru ilerletme potansiyelini yıkıma uğratan, onu bu kabiliyetinden mahrum bırakan keza devrimin ‘kalesi’ ve ‘kurmay heyeti’ olması gereken en başta komünist parti mekanizmasını ve Sovyetleri/komünleri yeni tipte burjuvazinin yeşerip boy verdiği ‘fidelikler’ haline gelmesine yol açan, doğrudan demokrasi sistemini ortadan kaldıran, toplumun imkanlarının önemlice bir miktarını emen “merkezi, militer, bürokratik bir devrim devleti” modeline haklı olarak karşı çıkma adına; ve de “tabanda, taban tarafından kurulan, tüm devlet görevlerinin tabana, komünlere devredildiği, halkın genel silahlanmasına ve doğrudan seferberliğine dayanan bir komün cumhuriyeti, devlet ile devletsizlik arasının bir geçiş devleti, devletsiz bir devlettir.(…)” şeklinde özetlenebilecek proletarya diktatörlüğü sistemine ilişkin Marksist-Leninist perspektifi savunacağım adına, Marksist-Leninist sınıf mücadelesinin/Leninist proletarya diktatörlüğü teorisinin vazgeçilmezi sayılan ‘sınıf’, ‘sınıf önderliği’, ideolojik önderlik ’ve bu bağlamda da sınıfsal örgüt ve örgütsel yönetim mekanizmalarının zorunlu gerekliliğini alenen yadsıma durumuna düşülürse; herhalde ki bunun adı sadece anarşizan perspektife kaymak olmaz; bundan daha çok basbayağısında revizyonizme dümen kırmak olur.

Çünkü bu tarz bir yaklaşım her şeyden önce (aktardığım pasajlarda da alenen görüldüğü üzere) gerek devrimin gerçekleştirilmesi ve gerekse geçiş evresi olarak sosyalist inşa sürecinde sınıflar ve sınıf mücadelesi olgusunu yadsıyor! Proletarya-burjuvazi çelişmesinin ikinci evresi itibariyle de çözülmeden sınıf mücadelesinin kıran kırana süreceği gerçekliğini yadsıyor! Proletarya önderliğinin kayışız koşulsuz bir şart olduğu kriterini yadsıyor! Proletarya dışındaki toplumsal kesimlerin (ve ana tabakaların) de sınıf ve sınıfsal farklılıkların ortadan kaldırılması, bu farklılıkları her an yeniden yeniden üreterek var eden üretim ilişkilerinin tasfiye edilmesi ve sonuçta da komünizme varılması amaç ve sevdalarının olabileceğini savlıyor! vs. vs.

Ve besbelli ki bu her iki tutum da Marksist değil, âlâsından revizyonist perspektiftir.

Sorunun bu boyutu Sayın Oruçoğlu’nun ‘zayıf karnı’ özelliğindendir: “Komün” diyor, “Komün Cumhuriyeti” diyor, “devlet olmayan devletsiz devlet” e doğru evriliş diyor, “tüm mülkiyetin” diyor “ komün mülkiyeti haline getirilmesi” ni savunuyorum diyor. ( Gerçi “ tüm mülkiyetin” derken anlaşılan hâliyle tüm mülkiyeti kastetmiyor Oruçoğlu. Nedense sadece ve de özel bir öne çıkarmayla “kırsal bölgelerde” ki “tüm mülkiyetin” komün mülkiyetine dönüştürülmesini öngörüyor.) Ve keza çok haklı ve de isabetli bir öne çıkarıp görünür kılmayla: “ tarih, ahlak, hiyerarşi, dil, kültür, gelenek, yaşam değerleri ve tarzı gibi bin bir bağla, halkın bilincine, ruhuna, inancına ve yaşamına köklenen ve tüm haşmetiyle yaşanan görünmez sivil devlet” ile esaslı bir şekilde savaşa tutuşmak diyor, vs. vs.

Ancak bütün bunların her birinin farklı çıkarlarla birbirinden ayrılan ve dolayısıyla da güne ve geleceğe farklı pencerelerden bakan, güne geleceğe ilişkin beklentileri farklı farlı olan toplumsal kesimlerin her birince farklı farklı algılanıp karşılanacağı, eşyanın tabiatı gereğinceyken; dolayısıyla da örneğin küçük ve orta ölçekli üreticiler ve küçük mülkiyet sahipleri ile, işgücünden başka hiçbir ‘ üretim aracı’, ‘özel mülkiyeti’ olmayan işçi sınıfı arasında nasıl olacak da ‘ortak gelecek’ projesi söz konusu olabilecektir acaba? Örneğin küçük mülkiyet dâhil, ‘ tüm mülkiyetin’ komün mülkiyetine dönüştürülmesi gücünü ‘komün devrimi’ne kim nasıl kazandıracaktır acaba? Keza, örneğin Oruçoğlu’nun ’sivil devlet’ olarak ifade etmeyi tercih ettiği eski toplumsal sistemlerden devralınan tüm o değer yargıları besbelli ki farklı toplumsal kesimlerce farklı farklı karşılanacak, göreceli şeylerken; bunlara karşı Komünist yaşam tarzının koşullandığı karakterde bir karşı cephe oluşturma ortak amacında buluşup birleşmeyi hangi ‘otorite’ sağlayabilecek acaba? vs. vs.

Öyle ya, ‘komün’ var ‘komün’ var! Ben farklı içeriklendiririm, sen farklı içeriklendirirsin, örneğin Sayın Oruçoğlu’nun gönlünde yatan ‘komün’ güzellemesi tasarısı ile A. Öcalan’ın ‘yeni yaşam’ adı altında, sınıfsal konumlarına/mülkiyet ilişkilerine dokunmaksızın, tüm ‘yurtsever’ toplumsal kesimleri bünyesine alma hevesiyle ve tüm işlevi ve amacı da dayanışmacı bir toplumsal yeniden üretim ve dengeli, görece ‘eşit’ bir paylaşımdan zerre kadar öteye geçmeyeceği/geçemeyeceği besbelli olan ve keza çok açık ve net olarak kapitalist üretim ilişkileri zemininde kalacağı tartışma götürmez bir gerçeklik olan ‘komün’ü arasında ne türden bir özsel fark olacaktır acaba? Özden bir fark olacaksa, bu fark, bu farkı egemen kılacak irade nasıl oluşacak acaba? Kendiliğinden oluşmayacaksa, bu iradeyi kim ( veya kimler) ve nasıl oluşturacaktır? vs. vs.

İşte tüm bu ve benzeri yönleriyle de Sayın Oruçoğlu’nun perspektifi, önem ve ciddiyetle yanıt vermesini gerektiren bir yığın hayati değerde sorularla doludur.

Yıllar önce kaleme aldığım bir makalenin başlığı aynen şöyleydi. “Oruçoğlu Proletaryayı silahsızlandırmaya devam ediyor!”

Aradan geçen tüm bu koca zaman dilimi içerisinde de Sayın Oruçoğlu maalesef ki bu tutumunu sürdüre geldi.

Umarım bu eleştiri ve değerlendirmeler Sayın Oruçoğlu’na vesile olurda, muhasebesini yaptığı anarşistler ve “yirminci yüz yıl devrimleri” ile arasındaki görüş farklılıklarını daha bir köklü bir şekilde ele alır da, Marksizm-Leninizm ile arasında açtığı açıyı kapatır.

1 Mesela böyle olduğunu yorumlayanlardan biri de benim. Ta 1996 sonları 1996 başlarında Uzun Yürüyüş dergisinde yayınlanan ‘stilimiz’ başlığı altında ortaya koyduğu perspektifsel görüşlerini ‘ Rota’ başlıklı kitap çalışmamda ele alıp değerlendirmiş ve Oruçoğlu’nun birçok temel konu başlığındaki görüşlerinin “ yeni tipte sağ revizyonist karakter arz eden görüşler” olarak kayıt altına almıştım. Keza ‘ Maoizm teorisi’ nin’ oluşturulmasındaki katkılarını da yine bu karakterli görüşler kategorisinde değerlendirmiştim. İlgi duyanlar “Mao Zedung Değerlendirmeleri Üzerine” isimli üç ciltten oluşan kitaplarıma bakabilir.

Devrimimizin niteliği ve stratejisi üzerine (5.Bölüm)

4-4) “SHSS’NİN TAS’I TA EN BAŞINDAN DEVRE DIŞINDA BIRACAK OLMASI” SORUNU:

Kongre iradesi şu son aktardığımız pasajda TAS’dan ve bununla eş güdümlü bir gerilla savaşından bahsediyor. Elbette böyle olması pekâlâ mümkün. Çünkü Marksizm teorisinde gerilla veya partizan savaşları zaten TAS’nin bir unsuru olarak da öngörülmektedir. Bu bakımdan Kongre iradesinin bunu ifade etmesiyle veya altını çizmesiyle ortaya yeni bir şey sürülmüş olmuyor. Ancak ne var ki Kongre iradesinin ortaya koyduğu SHSS teorisi TAS ile gerilla/partizan savaşları tarzının diyalektiğini böyle kurmryor, tamamen farklı bir içeriğe büründürüyor. Şöyle ki:

Bilinir ki TAS’da kitlelerin silahlı ayaklanması ve bununla eş güdümlü gerilla/partizan savaşı taktikleri stratejinin ancak ki son aşamasında, yani kitlelerin silahlı şiddet unsuruyla fiilen devrime kalkışma evresinde gündeme gelir. Bu, altı çizilmesi gereken önemli özelliklerinden birisidir. İkinci önemli özelliği ise şudur: Anlaşılır olsa gerek ki TAS sadece stratejinin bu son evresinden ibaret değildir/olamaz da. Öncesine tekabül eden ve son evreyi hazırlayan stratejik bir evresi daha vardır. Ve ama TAS’da bu evre USHSS’dekinin tam tersi bir şekilde yaşanır. USHSS’de son evre uzun süreli bir silahlı mücadele zemininde hazırlanırken; TAS’da ise ister illegal (Rusya’da olduğu gibi), ister legal koşullarda olsun, mücadelenin esasen silahlı tarzıyla değil; ‘barışçıl’ denen tarzıyla hazırlanır. Kitlelerin eğitilerek, örgütlendirilerek, partinin inşasını ve keza bir bütün olarak parti örgütlerinin ve kitlelerin silahlı ayaklanmaya ve iktidarı almaya hazırlanmasıyla karakterize olan bir evredir bu evre. Bu da TAS’ın bir diğer ayırt edici temel özelliğidir.

Evet, Marksizm-Leninizm teorisinde TAS öz olarak böyle tanımlanır ve içeriklendirilir. Bunun dışında bir açılım da yoktur. Kongre bilinci şayet TAS’ı yeni ve orijinal bir açılım ve yorumlayışla ele almıyorsa (ki; belgelerinde buna dair belirgin bir emare gözümüze ilişmedi) o halde demek ki bu stratejiyi M-L teorisinin öngörmüş olduğu ve ‘klasik’ biçimi ve esaslarıyla kabule diyordur.

Ve ama Kongre iradesinin SHSS’nin ne olduğu ve nasıl uygulanacağının açılımı olan yukarıya aktardığımız yaklaşımı baz alınacak olursa, rahatlıkla görülecektir ki öngörülen strateji içinde TAS’ın stratejik evrelerinden olan ilk evresinin esamesi daha okunmamaktadır. Mücadele ta en başından itibaren USHSS’nin öngördüğü esaslar üzerinden kurgulanıyor ve sunuluyor. Bu durumda gerilla savaşıyla eş güdümlü TAS ise, USHSS’nin son evresinde öngörülen kızıl ordu güçlerince kırlardan kuşatılmış olan şehirlerde toplu ayaklanmayla karşı-devrime son ölümcül darbeyi vurup, devrimi zaferle taçlandırma aşamasındaki bu ‘toplu ayaklanma’ olmuş oluyor ancak ki!

Evet, SHSS’nin söz konusu açılımları baz alındığında ortaya çıkan şey bunun dışında bir başka olasılığa şans tanımayacak kadar açık ve net. Hal böyle olunca da Kongre iradesinin iki temel bileşenden oluşturduğunu söylediği ve ‘kır-şehir diyalektiği’ olarak da tanımlanabileceğini ifade ettiği SHSS’de, M-L teorisinde bilinen haliyle ‘klasik’ TAS’ın herhangi bir karşılığının olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Aksi iddia edilecekse, o halde MKP, yukarıda aktardığımız görüşlerinden olan, “bu ülkelerdeki siyasal iktidarların ancak küçükten büyüğe doğru bir hat izleyen Halk Savaşı yöntemiyle alaşağı edileceği”, “Bu tür ülkelerde silahlı devrimle, silahlı karşı-devrim başından itibaren çatışma halindedir. Halkların düşmanlarını yenmede kullanacağı esas araçlar ve mücadele biçimi barışçıl değil zor ve silahlı olmak zorundadır” ve “silahlı mücadele başından itibaren stratejik olarak geçerlidir.” Şeklindeki bu belirlemelerine rağmen TAS’ın öngördüğü esaslara dayalı bir mücadelenin ve örgütsel mekanizmaların nasıl hayat hakkı bulabileceğini buyursun ortaya koysun da hep birlikte öğrenmiş olalım.

Tabii şunu peşinen belirtmek isteriz ki; yukarıdaki görüşlerin korunması suretiyle bunun yapılabilme şansı sıfırdır. Çünkü söz konusu bu görüşlerin dayandırıldığı gerekçeler zaten o ülke koşullarında klasik anlamda TAS’a şans tanımadığı için ve keza ülkenin kapitalistleşmesinin ortaya çıkardığı koşullar klasik anlamda USHSS’ne şans tanımadığı için Kongre bilinci ‘yeni’ bir devrim stratejisi teorisi kurmaya mecbur kalmıştır.

Evet, denilebilir ki, en azından, Kongre iradesinin inandığı ve kendisini ikna ettiği şey aynen de budur. Nitekim şöyle dile geliyor bu durum: “Devrimimizin stratejisi, Sosyalist Halk Savaşı Stratejisidir.” SHSS, ‘yarı-sömürge/yarı feodal toplumsal sistemlerde geçerli olan Halk Savaşı Stratejisinden farklıdır.”, “Yani Demokratik Cumhuriyet programı aşaması yerini Sosyalist Devrim aşamasına bırakmıştır.” Bu aşamayla, “Halk Savaşı Stratejisi yerini Sosyalist Devrim (Program) modeline ve buna uygun olarak gerilla savaşı ile toplu ayaklanma biçimlerinin yeni tipte birliği ve özgün devrim stratejisi olan sosyalist Halk Savaşı stratejisine bırakmıştır.”, “Bu bakımdan SHSS, klasik sosyalist devrim stratejisi olan toplu ayaklanma stratejisinden de farklıdır.”1

Tabii burada bariz olan şey, Kongre iradesinin düşünüş sistematiğini ve düşünce bütünlüğünü esasen o eski basma kalıp ezberlerinin yönlendiriyor ve belirliyor olmasıdır. Muhtemelen şöylesi bir arka plan söz konusudur: “Tamam, ülke kapitalist olmuştur olmasına da ama bu dönüşüm bir burjuva demokratik devrimiyle olmadı. Dolayısıyla üst yapı kurumları ve emperyalizme bağımlılık ilişkileri o eski karakterleriyle var olmaya devam ediyor. Böyle olunca da devrim ile karşı-devrim arasındaki ilişki de hâlâ o eski tarzını korumaya devam ediyor. Demek ki tek başına ülkenin kapitalist iktisada sahip olması, klasik anlamda sosyalist devrimin stratejisi olan toplu ayaklanma stratejisinin uygulanabilir olmasına gerekli zemini sunmaya yeterli gelmiyor. Esas mücadele alanları ve temel güç unsurlarında değişikliklerin ortaya çıkması bir olguysa da; faşizm ve emperyalizm olgusunun yerli yerinde durduğu da bir olgudur. Bu iki olgu var oldukça da devrim ile karşı-devrim ta en başından silahlı olarak karşı karşıyadır demektir. Ve bu koşullarda da faşizm ve emperyalizmin üstesinden gelebilmek için kaçınılmaz olarak esas mücadele, uzun süreli halk savaşı stratejisinin temel mantığı üzerinden kurgulanarak şehir ve kırlarda birlikte/koordineli bir şekilde yürütülmek zorundadır. Bunun başka bir alternatifi yok.”

Tırnak içine alarak ifade ettiğimiz bu görüşler elbette sadece bizim öznel bir yorumumuzdan ibarettir. Ve ama kuvvetle olasıdır ki Kongre bilincinin yeni devrim stratejisi ihtiyacı işte böylesi bir zihinsel arka plana dayanıyor olsa gerek.

Arka planı artık her ne ise bunun çok da tayin edici bir önemi yok aslında. Çünkü bütün bu argümanlar esasen varsayılanlardır ve teori de bunlar üzerine bina edilmektedir. Ancak bunların gerçeklikleri ve gerçekliklerinin boyutu ve keza ele alınış ve yorumlanışlarındaki isabet ve doğruluk dereceleri bakımından tartışma götürür şeyledir.

4-5) “DEVRİM PROGRAMI İLE DEVRİM STRATEJİSİ ARASINDAKİ NEDEN-SONUÇ İLİŞKİSİ” SORUNU:

Mesela ülkede kapitalizmin hakim hale gelmesiyle demokratik devrimin gündemden düşmesi ve keza sosyalist devrime geçmek için bir ara aşama olarak yeni demokratik cumhuriyete gereksinimin kalmamış olması pekâlâ nesnel veri ve olgularla saptanabilir bir değerlendirme iken; sosyalist devrim aşamasına geçilmesiyle birlikte “Halk Savaşı Stratejisi’nin yerini otomatikman ‘buna uygun olarak gerilla savaşı ile toplu ayaklanma biçimlerinin yeni tipte birliği ve özgün devrim stratejisi olan Sosyalist Halk Savaşı Stratejisine bırakmıştır.” Şeklindeki bu kesin/kararlı hükmü kendiliğinden dayatan/zorunlu kılan ne türden nesnel-olgusal gereklilikler söz konusunu olabilir acaba?!!! Dikkat edilirse güçlü bir olasılık olarak, ‘bırakır’ da denmiyor. Yeni demokratik devrim programının yerini sosyalist devrim programının almış olmasıyla birlikte, devrim stratejisi de bu değişime bağlı olarak , otomatikmen bu yeni biçimi almış oluyor!..

Yani demek oluyor ki Kongre iradesi devrim programı ile devrim stratejisi arasında böylesi bir zorunlu neden-sonuç ilişkisi kuruyor. Hadi diyelim ki bir şekilde bunun makul bir izahatını yapması da mümkün olsun. İyi de yeni demokrasi programının yerini sosyalist devrim programının almasıyla, USHSS’nin yerini otomatikman “gerilla savaşı ile toplu ayaklanma biçimlerinin yeni tipte birliği”yle oluşacak yeni bir! “özgün devrim stratejisi”ne bırakacağının nasıl bir izahatı yapılabilir acaba? Nedir bu kendiliğinden zorunlu sonucu doğuracak olan esaslı NEDEN?

Kongre iradesi, yerini buna ‘bırakmıştır’ derken, hangi neden-sonuç ilişkisini baz alarak buna hükmetmiştir acaba? Şunu açık ve net bir şekilde belirtmek gerekiyor ki; somut nesnel olgular üzerinden kurulabilen bir neden-sonuç ilişkisinin olmadığı yerde, açıktır ki, genel olarak mücadele biçimleri ve özel olarak da devrim stratejisi kişi veya kurumların öznel düşün dünyalarında, yani amiyane tabiriyle kafalarında kurguladıkları senaryolardan başka bir şey olmamış olur bu. 3.Kongre iradesinin bu sonuca, yukarda özetle verdiğimiz ön kabulleriyle vardığı kuvvetle muhtemeldir; çünkü başka türlü SHSS dedikleri ve ama aslında USHSS’nin temel mantığı üzerinden şekillenen ve esasen de bunun zorlama da bir uyarlaması olan bir devrim stratejisinin gerekliliği sonucuna varabilmeleri pek de olası gözükmüyor.

4-6) DEVRİM STRATEJİSİNİN TAYİNİNDE EMPERYALİZM VE FAŞİZMİN YERİ” SORUNU:

“Ülke kapitalizmin hakimiyetine girmekle sosyalist devrime zemin sunuyorsa da ama kapitalist Türkiye’nin dış ilişkilerinde emperyalizmin yarı-sömürgesi olması ve keza içte de burjuva demokrasinin olmayışından ötürü devrimin toplu ayaklanma stratejisiyle gerçekleşmesine zemin sunmamaktadır. O halde bize yeni bir devrim stratejisi gerekiyor” şeklinde bir düşünce yürütümüdür SHH dedikleri ‘yeni ‘devrim stratejisini icat ettiren.Ve ama bu düşünce sistematiğiyle emperyalizm ve faşizm etmenleri üzerinden ulaşılan bu sonuç, aslında hiç de sorunu tartışılır olmaktan ve öznelci bir yaklaşım özelliği taşımaktan kurtarmıyor. Çünkü emperyalizm veya koyu-kudurgan gericilik ve baskıcı zorbalık koşullarının hakimiyeti ise esasen devrim mücadelesinin ve örgütlenmesinin legal imkanlarının olmaması veya sınırlı/oldukça kısıtlı olması bağlamıyla, tartışılan konunun kapsamına girerler ancak ki.

Yani bu iki etmen asla tek başına devrim stratejisinin bir bütün belirleyeni olamaz. Hele ki emperyalizm olgusu fiili askeri işgal şeklinde söz konusu değilse, yani devrim güçleri doğrudan emperyalist güçlerle silahlı olarak karşı karşıya değillerse, ülkenin yarı-sömürgeliğini devrim ile karşı-devrimin ta en başından silahlı olarak karşı karşıya olmak zorunda olduğunun gerekçesi saymak; gerçekçi değil, zorlama bir yaklaşım örneği olabilir ancak ki. Bu gerekçe dün, esas mücadele alanlarının neden kırsal alanlar olması gerektiğinin başlıca gerekçeleri arasında gösterilip, ısrarla da savunulurken; ülkenin emperyalizmle ilişki karakterinin bugün de yarı-sömürge olarak değerlendirilmeye devam edildiği halde (ki, Kongre bu ilişkinin daha da koyulaştığı görüşündeyken), esas mücadele alanları pekâlâ şehirler olarak ilan edilebiliyor.

Demek ki esas mücadele alanların, yani devrimci güçlerin esas üslenim alanlarını belirleyen esas etmenlerden biri hiç de yarı-sömürgelik pozisyonundan ötürü emperyalist güçlerin (yerli işbirlikçileri üzerinden de olsa) yığınak ve denetimlerinin şehirlerde çok daha fazla olmasından değildi. Neydi peki esas belirleyici etmen? Devrim güçlerinin şehirlerde kırlara oranla çok çok daha zayıf olmasıydı. Bugün şehirler esas mücadele alanları olarak öne çıktıysa, bunun temel belirleyen unsuru, (emperyalizm olgusu da dahil olmak üzere) karşı-devrim güçlerinin şehirlerde eski güçlü konumlarını yitirmiş olmaları değil (ki, aslında teknik donanımları, eğitimleri ve yığınak kapasiteleriyle mislince daha güçlü pozisyondadırlar.), devrim güçlerinin şehirlere yığılıp, burada kırsala oranla çok daha güçlü hale gelmiş olmasıdır. Yani özetle devrimin temel gücünün en büyük bileşeninin bugün artık şehirlerde bulunuyor olmasıdır belirleyici esas etmen.

Keza nasıl ki emperyalizmin dolaylı varlığı ta başından itibaren onunla bir silahlı çatışma içinde olmayı zorunlu bir gereklilik olarak kendiliğinden koşullamıyorsa; aynı şekilde ülke siyasi rejiminin faşist diktatörlük veya koyu gericilik ve baskı rejimi alması da devrim ile karşı-devrim güçlerini bir iç savaş tarzında ta en başından itibaren silahlı olarak karşı karşıya getirmeyi ve mücadeleyi USHSS mantığıyla ele alıp yürütmeyi zorunlu bir gereklilik olarak kendiliğinden koşullamaz. Fakat daha başka koşul ve etmenlerle birlikte bu etmenlerin varlığı da mücadelenin ta en başından silahlı tarzda örgütlenmesini ve yürütülmesine pekâlâ nesnel zemin oluşturabilir. Nitekim Peru, Kolombiya, Nepal, Hindistan, Filipinler ve Türkiye Kürdistan’ı gibi pek çok isabetli örneği nezdinde bu tarza tanıklık etmek mümkün.

Belirttiğimiz bu husus, önemle ayrımında olunması gereken bir noktadır. Oysa biz bunu Kaypakkaya’dan bu yana tek başına zorunlu bir nesnel gereklilikmiş gibi addedip sunduk. Zorunlu, nesnel gerekliliklerin kendiliğinden koşulladığı bir durum olmadığı, Bolşeviklerin iki devrim pratiğiyle alenen ortadayken; nedense bu olguyu mütemadiyen es geçtik. Bugünün ‘Türkiye’ koşullarının Çarlık despotizmi altındaki Rusya’nın koyu gericilik ve karşı-devrimci zorbalığın koşullarından daha kötü olduğu söylenmeyecekse şayet; o halde demek ki faşizan sistem veya koyu gericilik ve baskıcı koşular devrimin toplu ayaklanma stratejisi uyarınca örgütlene ve gerçekleşebilmesini, en azından teorik olarak, imkânsız kılmıyor olsa gerek. Yani bir başka ifadeyle de tekrarlamak gerekirse, demek ki bu türden koşullar hiç de ‘siyasal iktidarların ancak küçükten büyüğe doğru bir hat izleyen halk savaşı yöntemiyle alaşağı edileceği’ni zorunlu bir gereklilik olarak kendiliğinden koşullamıyor olsa gerek.

4-7) “DEVRİM İLE KARŞI-DEVRİMİN TA BAŞINDAN İTİBAREN SİLAHLI OLARAK KARŞI KARŞIYA OLMASI” VE “DEVRİMCİ DURUMUN SÜREKLİLİĞİ” SORUNU:

Ve bu iki unsurun varlığı aslında hiç de devrim ile karşı-devrimin ta başından itibaren silahlı olarak karşı karşıya gelmek zorunda oldukları anlamına gelmez. Çünkü karşı-devrim güçleri zaten devrimci hareketleri/ faaliyetleri ta en başından itibaren, silah dahil, her türlü zor ve baskı aracını kullanarak bertaraf etmek ister. Ama bu olgu, devrim güçlerini, devrimin TAS ile gerçekleşebileceği koşullarda hiç de ta en başından itibaren (tıpkı ’68 süreci sonrası 1970’li yıllarda Almanya, İtalya, Japonya vb. kapitalist metropollerde ortay çıkan ideolojik akımların denemeye çalıştıkları tarzda) silahlı mücadeleyi ve silahlı örgütlenmeyi esas alınmasını zorunlu bir gereklilik olarak koşullamaz. Devrimci durum, silahlı zor yoluyla karşı-devrimi alaşağı etme safhasına geçmeye olanak sunmadıkça, silahlı mücadele tarzı esas mücadele biçimi olarak öne alınamaz, uygulamaya konamaz. Çünkü bu, öngörülen devrim stratejisinin, mevut güç dengelerinin ve genel ortamın ruhuna aykırı ‘sol’ bir taktik ve yönelim olur ki; devrim güçlerinin ezilmesine, darbelenmesine ve birçok mevzisini de yitirmesine hizmet eder. İşte tamamen bundan ötürüdür Lenin’in o meşhur sözü: İç savaşla oynanmaz!...

4-8) “TAS VE USHSS’Yİ ÖNE ÇIKARAN ESAS OLGULAR” SORUNU:

Genel koşulların legal çalışmaya olanak tanımaması, TAS’ın geçersizliğinin ve de USHSS mantığıyla silahlı mücadeleyi esas mücadele tarzı olarak belirlemenin haklı gerekçesi olamaz. Çünkü TAS, Bolşeviklerin pratiğinde ve keza USHSS’nin uygulandığı ülkelerin şehirlerinde yürütülen faaliyetlerin pratiğinde de görüldüğü üzere, pekâlâ ağır illegalite koşullarında da başarıyla sürdürülebilir bir stratejidir. Kaldı ki bugün açısından ele alındığında da koşulların legal mücadele olanakları bakımından hiç de yabana atılır türden olmadığı açıktır. Komünist Parti örgütlenmesi dahil, her türden demokratik kitle örgütlülüklerinin, koperatif, sendika, oda ve birliklerin, dernek ve vakıfların, çeşitli kültür-sanat merkezlerinin, yayın evlerinin, dergi, gazete yayınlarının, radyo ve tv kanallarının ve keza yerel yönetimler aygıtlarının kurulmaları ve faaliyet gösterebilmeleri ve keza parlamentodan ‘bir kürsü’ olarak yararlanabilmenin vs. vs.’nin olanakları bir şekilde pekâlâ mevcuttur. Evet belki kısıtlıdır, bin bir baskı altındadır, ama yine de mevcuttur. Sistem bunlara bir şekilde yasal ve anayasal mevzuatında yer vermek zorunda kalmıştır. Ve neticede bütün bunlar işçilerle, köylülerle, öğretmen ve öğrencilerle, kadınlarla, gençliğin ve bilumum emekçi kesimlerle bağ kurmanın, onları çeşitli örgütsel mekanizmalar üzerinden örgütlemenin, eğitip donatmanın ve de seferber etmenin en elverişli araç ve olanaklarıysa, bunları yok saymanın, daha da önemlisi tepmenin, illegal çalışmanın o zorunlu dar ve kısıtlı alan ve olanaklarına, hiç de gereği yokken, kendini ‘hapsetme’nin devrim mücadelesi açısından nasıl bir izahatı olabilir acaba? Bilinmez mi ki illegal seçenekler varken, buna rağmen yapılabilen bir tercih değil, legal çalışma olanaklarının olmamasının (veya kayda değer derecede olmamasının) getirdiği bir zorunluluktur. Geniş kitleleri örgütleyebilmenin, onlarla bağ kurabilmenin, eğitip seferber edebilmenin olanaklarının bulunduğu koşullarda bunlardan sonuna kadar en iyi bir şekilde yararlanmamak, bunları tepip illegal kitle mücadelesi ve örgütlülüğü tercihlerini esas almak, hiç kuşku yok ki bunun literatürümüzdeki karşılığı ‘sol’culuktur. ‘Sol’ sekter bir hat izlemektedir. Mücadele biçim ve araçlarının, öznel dünyamızdaki kurgularımız üzerinden belirleme keyfiyetidir.

4-9) “DEVRİMCİLİĞİN KRİTERLERİ” SORUNU:

Burada devrimciliğin legal mücadele ve örgütlülüklerin esas alınıp alınmaması kriteri üzerinden sorgulanması ve keza TAS’ın, revizyonist barışçıl, parlamentarist ve evrimci geçiş tezlerine indirgenmesi ve de devrimciliğin illegal çalışma ve silahlı mücadele tarzlarının önde tutulmasıyla özdeşleştirilmesi, açıktır ki hem ciddi bir deformasyondur ve hem de alasından ‘sol’ sekterizmdir. Kaldı ki hem gelişkin kapitalist ülkelerde bu tarz devrimciliği deneyleyen Kızıl Tugaylar, Kızılordu ve RAF gibi devrimciliklerinden şüphe duyulmayacak anlayış ve oluşumların kitlelerden kopuk bir avuç ‘profesyonel devrimci’ insan grubunun ‘düzeni değiştirme’ sevdasının ötesine varamamış olması tecrübeyle sabittir ve hem de biliyoruz ki silahlı mücadele tarzı şeklinde yürüyen her mücadele de tek başın devrimci olabilme özelliği kazandırmıyor. Nitekim silahlı mücadele tarzını bir taktik olarak önceleyen ve ama program ve hedefiyle sistem dışına çıkmadıklarından pekâlâ da “reformist hareketler’ olma özelliği taşıyan bir yığın örnek mevcut. Hal böyle olunca da Kongre iradesinin gerek silahlı mücadele ve örgütlere gerek devrimciliğe atfettiği anlam ve önem ve gerek TAS’ı Leninist devrimci öz ve tarzıyla değil de her türden sınıf uzlaşmacı akım ve siyasetlerin parlamentarist-evrimci reformist ve revizyonistlerin soktuğu öz ve tarz üzerinden ele alan yaklaşımları son derece yanlış ve kusurlu yaklaşımlardır.

Bilinmelidir ki tavır ve yaklaşımlara özelliğini veren esas şey, biçimi değil özüdür. Silahlı mücadele yürütülen bir yapı biçim olarak tartışmasız bir şekilde devrimci payesi alabilir; ancak varılacak hedefleri şayet sistem içi hedeflerden ibaretse; köklü-radikal bir alt-üst oluşu hedefine oturtmuyorsa, yürütülmekte olan silahlı mücadele söz konusu yapıyı ve anlayışı özü itibariyle asla devrimci kılmaz. Aynı şekilde mevcut konjonktürde kitleleri barışçıl, yani silahlı mücadele tarzında olmayan mücadele biçim ve araçlarıyla örgütleyip, eğiten onları her vesileyle ve her durumda sistemin icraatları karşısında kararlıca yürütülen bir mücadelecilik hattında tutan, her fırsatta devrim güçlerinin kazanımlarını arttıran, yeni yeni mevziler elde etmesini , karşı-devrimin ise habire geriletilmesini, darbelenip hırpalanmasını, mevziler yitirmesini, geri kitleler nazarındaki itibar ve meşruiyetini yitirmesini hedefleyen bir mücadelecilik hattına sokabilen ve bütün bunlar kitlelerin silahlı ayaklanmayla iktidarı devirme ana hedefine varmada izlenmesi gereken yolun gerekli hamleleri bilinciyle ele alıyorsa; ve kitlelerin bulunduğu her bir çalışma alanı, küçük küçük ‘kızıl siyasi üsler’ oluşturma hedefiyle örgütlenip kazanılıyorsa; buralar bir nevi gayri resmi ve ama meşru özerk bölgeler haline getiriliyorsa; evet işte bütün bunları ‘kurtarılmış alanlar yaratma’ prensibinin mevcut koşullardaki üzgün ve özel biçimleri alarak ele alınıp hayat verilebiliyorsa; yani ezberler ve mekanik kalıpsal ele alışlar bozulup aşılıyor ve Sovyetler esasına dayalı Ekim Devrimi’nin gelişim yolunun bütün bunları içerdiğinin bilinci hakim kılınıyorsa; bugün Ortadoğu ve Kuzey Afrika topraklarında, Mezopotamya coğrafyasında yaşananlardan doğru dersler çıkarılarak ta bugünün koşullarında ‘kızıl siyasi üsler’ ve ‘kurtarılmış alanlar’ yaratarak iktidarı bir nevi ve ama farklı tarzada, ‘parça parça zapt etme’nin yol ve biçiminin esastan farklılaşmış olduğu ve bugünün ‘kızıl siyasi üsleri’ ve ‘kurtarılmış alanları’ artık karşı-devrim kalesinin dış hatlarında, ucra cephelerinde kalan nispeten en korunaksız, en zayıf alanlarında değil de, tam aksine kalenin doğrudan göbeğinde, onu bir bakıma içten kuşatıp çökertecek hale getirecek şekilde ele alınıyorsa, vs. vs. işte bu evre boyunca isterse hiç silahlı çatışmalar yaşanmamış olsun, bu güzergah yine de en alasından devrimci bir öz taşıyor olacaktır.

4-10) “KİTLELERİN, PARTİNİN VE DEVRİMİN ASKERİ GÜCÜNÜN ÖRGÜTLENMESİNDE TAS VE USHSS’NIN ARZETTİĞİ ÖZGÜNLÜKLER” SORUNU:

Ve keza TAS’da kesin kes ayrıştırılması gereken iki farklı örgütlülük söz konusudur. Bunlardan birincisi kitlelerin, ikincisi ise Komünist Parti ve devrimin askeri gücünün örgütlenmesidir. Kitlelerin örgütlenmesi legal imkanlar el veriyorsa, bu olanakları en iyi şekilde ve sonuna kadar kullanarak, başta devrimin öncü ve temel gücünü oluşturan sınıfı ve temel müttefiki toplumsal katmanları olmak üzere, tüm emekçi kesimleri TAS ile devrimi gerçekleştirme amacına uygun olarak örgütleyip eğitmek şeklinde; yok şayet legal imkanlar esasen buna olanak sunmuyorsa, bu kez de kısıtlı legal olanakları da kullanmak suretiyle, kitleleri esasen yarı-legal ve illegal mekanizmalar üzerinden aynı hedef doğrultusunda devrim gerçekleştirecek devasa bir ‘gizli ordu’ olarak örgütleyip, eğitip donatmak şeklinde olacakken;

Komünist parti ve derimin askeri gücünün örgütlenmesi sorunu ise; legal olanakların varlığı veya sınırlılığına bağlı olmaksızın, ta en başından itibaren illegal esaslar üzerinden ele alınması gereken, devrimin stratejik öneme sahip iki ana sorunudur.

Bunlar devrimin kesintiye uğratılmaksızın örgütlenmesinde ve başarıyla yürütülüp zafere ulaştırılmasında kilit unsurlardır. Partinin Bolşevik tarzda örgütlenmesi modelinin bugün de günün koşularına uyarlı ‘illegalite esasları’ üzerinden örgütlenerek devrimin kurmay heyeti görevini yerine getirebileceğini öngörmek pekâlâ mümkün. Aksini düşünmeyi gerekli kılacak haklı gerekçelerin olduğu kanaatinde değiliz. Sorunun püf noktası devrimin kurmay heyetinin devrimin her aşamasında kitlelere önderlik ve devrimi başarıyla yürütme görevini layıkıyla yerine getirebilmesidir. Mevcut şartlarda buna hangi modeli daha fazla şans tanıyor olacaksa, komünistler açısından o model ve tarzı benimsemek asla sorun olmaz/olmamalıdır da. Burada şunu da net bir biçimde ayrıştırarak ifade etmek gerekiyor ki; devrimin ve sınıfın kurmay heyeti olarak komünist partinin illegal olması ile, kitleleri örgütlemenin ve mücadelenin legal olanaklarını sonuna kadar en geniş bir yelpazede kullanmanın bir aracı olarak legal parti aracından da yararlanmak,asla birbirinin tezat-ı şeyler değildir.

Devrimin askeri gücünün örgütlenmesi sorunu, kuşku yok ki devrimin başarıya ulaştırılmasında tayin edici bir diğer stratejik unsurdur. Bu bakımdan sorunu, sorunun bu stratejik önemine uygun bir anlayışla ele alınıp çözüme kavuşturulması da bir o kadar önem arzeder.

Ve tabi bilmek lazım gelir ki devrimin askeri gücünün örgütlenmesi sorunu, öngörülen devrim stratejisine göre farklılıklar arzeder. USHSS’inde farklı, TAS’da farklı olmak durumundadır. İlki üzerinde burada öyle uzun boylu bir şeyler söylemeye gerek yok herhalde. Kısaca şunları dile getirmek yeterli olacaktır. Bu stratejide devrim şayet ta en başından, Çin’de olduğu gibi, köylülerin silahlı başkaldırısı şeklinde başlamamışsa, komünist Partinin ileri kitleler içerisinden oluşturacağı küçük yaygın gerilla güçlerinin başlatacağı silahlı mücadele içinde küçükten büyüğe doğru adım adım ilerleyen bir seyir izliyor olacağından; devrimin askeri gücünün örgütlenmesi sorununun çözümü de haliyle zaten bu fiili sıcak savaşın seyrine koşut olarak şekilleniyor olacaktır. Nitekim Çin’deki şekli dışında, örneğin Vietnam’da, Hindistan’da, Filipinler’de, Küba’da, Nikaragua’da, Kolombiya’da, Peru’da, Nepal’de, Kürdistan’da vb bu her bir örneğin somutunda da devrimin askeri gücünün örgütlenmesi sorununun çözümü bir fiil savaşın seyrine koşut olarak şekillenip gelişen bir tarz ile mümkün olabilmiştir.

(Türkiye ve Kuzey Kürdistan somutunda devrimin askeri gücünü ta en başından silahlı mücadele içinde örgütlemeye çalışan Pkk dışında başka devrimci güçler de olmuştur kuşkusuz ve hâlâ da vardır elbet. Ki bunların başında 1970’lerde TKP-ML, THKO ve THKP/C gelir. Ve ardılları siyasi oluşumlar ‘70’lerde başlatılan bu hamleyi şehirler ve kırsal kesimler üzerinden devam ettirmişlerse de, ancak gelinen aşamada bir kısmı şehirlerde ve bir kısmı da kırsal kesimlerde hâlâ cüzi miktarlarda bir askeri güç sahibiyse de,, fakat açıktır ki bu, konu ettiğimiz devrimin askeri gücünün örgütlenmesi sorununun çözümünü bulduğu anlamına gelmemektedir. Elbette bu tablonun objektif ve sübjektif nedenleri-niçinleri illa ki vardır ve bunlar ciddiyetle sorgulanmak zorundadır da. Ancak her halükârda şu açık ki, Komünist devrimciler Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da silahlı mücadeleyi ve devrimin askeri gücünün örgütlenmesi sorununu ele alışta hem savaşın yeşerip gelişeceği asıl zeminin tayinin de ve hem de savaşın örgütlenip yürütülmesi siyasetinde ciddi kusurlar sergilemeye gelmişlerdir. Böyle olduğu için de örneğin Kuzey Kürdistan’da PKK’nın başlatıp önderlik ettiği gerilla savaşı hem bir kitle tabanı üzerine oturarak kitleselleşebilme kabiliyeti edinebilmiş ve hem de savaşı hatırı sayılır bir düzeyde geliştirebilmesi mümkün olabilmişken; ama öte yandan Kaypakkaya’nın ardılı yapılar hem savaşı Kürdistan’da Dersim dışına taşıyıp yayamamış, hem savaşı kitleselleştirmeyip, cuzimiktardaki bir gerilla gücünün ötesine varamamış ve hem de, haliyle, savaşı geliştirip ileri boyutlara vardırması pek de mümkün olamamıştır. İşte kimileri bu tabloya bakarak Kaypakkaya ve ardıllarının ‘öncü savaşı’ anlayışla hareket eden, kitlelerden kopuk fokocular benzeri bir gerçekliğe sahip olduğuna hükmedebiliyor. Bunların kimisine göre Çin’deki gibi kitlelerin başlattığı bir savaş durumu yoksa, Komünistlerin küçük profesyonel güçlerle ‘kitleler adına’ savaş başlatılması yaklaşımı zaten fokoculuğun/öncü savaş anlayışının daniskasıdır. Ve ama ilginçtir böyle buyuran bu kesimlerin hemen hemen tümü de en başta PKK’nin önderlik ettiği savaşın ve keza Nepal’de, Peru’da, Filipinler’de, Kolombiya’da, Hindistan’da ve daha pek çok yerde savaşın kıvılcımı bir fiil devrimci öncüler tarafından çakılmış ve uzun sabırlı çetin mücadeleler ve ısrarlı sürdürme gayretleri sonucu savaş kendi gerçek kitle tabanıyla buluşup bütünleşmesinin mümkün olabildiği gerçeğini de nedense es geçebiliyorlar. Neyse biz burada sorunun bu boyutunun tartışılmasını fazla da öne çıkarmadan, tekrardan esas mevzumuza dönüp, ara verdiğimiz yerden devam edelim.

4.11. “DEVRİMİN ASKERİ GÜCÜNÜN ÖRGÜTLENMESİNDE USHSS’NİN ÖNGÖRMÜŞ OLDUĞU TARZIN TAS’A UYARLANMASI” SORUNU:

Devrimin askeri gücünün örgütlenmesi sorununun çözümü, USHSS’inde, genel kaba hatlarıyla işte böylesi bir perspektifle ele alınırken; biraz bozuma uğratılmış haliyle de olsa, aynı tarzın TAS’da da geçerli olabileceğini öngörmek, her haldeki pek gerçekçi bir yaklaşım olmasa gerek.

Neden böyle diyoruz? Çünkü her şeyden önce TAS’nin gelişim evrimi USHSS’nin gelişim evriminden farklı bir seyir izler. USHSS’in de savaşın kitlelerin silahlı toplu ayaklanmasıyla finale vardırılması süreci bir fiil sıcak silahlı mücadele içinde örgütleniyorken; TAS’da kitlelerin bu finale hazırlanması süreci esasen sıcak silahlı yani fiili askeri mücadele olmayan bir mücadele tarzıyla, bir başka ifadeyle ve literatürümüzdeki karşılığıyla, ‘barışçıl’ koşullarda tamamlanıyor olacaktır. Keza USHSS’inde devrimin askeri gücü bir fiil savaşan bir güç olarak, ana gövdesiyle kırsal alanlarda üsleniyor olacakken; TAS’nin özellikle esas mücadele alanı olan şehirlerde barışçıl mücadele evresi devam ettiği sürece böylesine açıktan askeri bir güç olarak varlık göstermesi hem mümkün olmaz ve hem de zaten böylesi bir askeri gücün varlığının o evre itibariyle herhangi bir gerekliliği de olmayacaktır. Hani sıklıkla tekrarlar ve deriz ya; her şeyin varlık gerekçesi somut gereklilikler ve ihtiyaçlardır, diye. Bu da tam da öyle bir şeydir işte. Gerekliliği oluşmamış (veya ortadan kalmış) şeyler ya ta en başında varolma şansına sahip olmazlar, ya da bir süre sonra kaçınılmaz bir şekilde marjinalize olarak yavaş yavaş kendilerini tüketmiş olurlar.

İşte devrimin askeri gücünün örgütlenmesi sorununun USHSS tarzınca öngörülen çözüm şeklinin TAS zeminindeki geçerlilik şansı, nesnel koşulların bir ihtiyacı olarak ortaya çıkmamış veya yaşayabilmesine imkân tanıyacak koşullara sahip olmayan şeylerin yaşayabilme şansı kadar olabilir ancak ki.

Bu bağlamda MKP III. Kongre bilincinin devrimin askeri gücü sorununun Türkiye ayağına ilişkin olarak öngördüğü çözüm tarzının varlık gerekçesini nesnel koşullar üzerinden izah edebilmesi pek olası değil gibi. Evet, devrim stratejilerini her ne kadar da doğrudan TAS olarak tanımlamasalar da ve keza her ne kadar da aslında USHSS mantığınca bir mücadele hattı izleyeceklerini ileri sürüyorlarsa da ancak her halükârda esas mücadele alanları olarak belirlemiş oldukları kentlerde hem öngördükleri tarzda bir silahlı mücadeleyi ve hem de yine öngördükleri tarzda bir askeri gücü örgütleyip var kılmaları pek mümkün olamayacaktır.

Elbette bir askeri güçleri olabilecektir ve keza silahlı eylemler de gerçekleştirebileceklerdir; fakat bu en nihayetinde, bugünün DHKP’C’si, ya da dünün birçok devrimci yapılanmasının şehirlerdeki askeri örgütlülüğü ve silahlı mücadele tarz ve kapasitesinden pek de farkı olmayacak/olamayacaktır.

Kongre iradesinin; “silahlı mücadele esas mücadele tarzımız olacaktır”, “parti örgütlenmesi dışında, diğer örgütlenmeler içinde askeri örgütlenme esas olacaktır.” Derken kast ettiği esas meramı, bir üst paragraftaki durum vari bir şeyse, buna bir diyeceğimiz yok. Ama yok şayet devrimin, her ne kadar da gerilla savaşıyla eş güdümlü yürütülecek dense de, nihayetinde TAS yoluyla kitlelerin silahlı ayaklanmasıyla olacağını öngörüyorlarsa; o halde, “Emperyalizm ve komprador tekelci kapitalist faşist diktatörlüğün bekçiliği görevi ile şartlandırılmış ve ırkçı, şoven ideolojilerle donatılmış faşist Türk egemenler ordusu, halklar üzerinden baskı aygıtlarının silahlı kurumları Sosyal Halk savaşı boyunca halkın silahlı kuvvetleri tarafından parça parça imha edilip yok edilirken, yine halkın devrimci ordusu da küçükten büyüğe doğru adım adım bu savaş içinde inşa edilecektir.”2 ya da; “(…) Halk ordusu, şehirlerde silahlı halk ayaklanması perspektifine bağlı kalarak, küçükten büyüğe doğru halkın silahlı güçlerinin inşa edilmesidir. (…)”3vari, şehirlerde USHSS’nin gerek silahlı mücadele ve gerekse devrimin askeri gücünün fiili bir ordu örgütlenmesi tarzının herhangi bir geçerliğinin olamayacağının da görülüp kabule dilmesi dışında pek bir şansının olmadığı açıktır diye düşünmekteyiz.

Evet, elbette şurada hem fikiriz: Toplu Ayaklanma Stratejisi’nde de devrimin askeri gücünün koşullara koşut olarak ta en başından itibaren peyderpey oluşturulmasının hedeflenmesi ilkesel ve stratejik önemdedir. Çünkü devrim asla ısmarlanarak/sipariş edilerek gelen bir şey değildir. Ne zaman kapıya dayanacağı ve patlayacağını iradi olarak önceden belirlemek mümkün olamayacaktır. Ve devrim, mevcut koşullarda devam ettiği müddetçe, mutlak surette silahlı zor yoluna gereksinim duyacaktır. Bu da kitlelerin silahlı kalkışması ve gerilla/partizan savaşları eş güdümlü bir muhaberenin yaşanacak olması demektedir. İşte bundan ötürü bu devrimin hem öncü ve motor askeri gücünün ve hem de en azından asgari teknik hazırlıklarının olmasını şart koşar. Kitleler zaten ancak ki bu öncü ve motor profesyonel devrimci güçlerin yol açtığı etkili vuruşları ve filli yönlendirmeleriyle nitelikli bir devrimci güç vasfı kazanabilir. Aksi halde, pek çok örneğinde yaşanıp görüldüğü gibi ya ezilir ya reformize olur ya da öne çıkan başka güçlerin dümenine girerek hedef yitimine uğrar. İşte bütün bu nedenlerden ötürü de Komünist Parti ta en başından olmak üzere, tıpkı devrimin asıl ordusu kitlileri örgütleyip eğitmek suretiyle nasıl hazırlıyorsa devrime; ve bunu başaramadan devrimin gerçekleştirilmesi nasıl ki imkansızsa, işte bu aynı şekilde devrimin asıl ordusu kitlelerin silahlı ayaklanma anı gelip çattığında, devrimin gerçek manada silahlı-külahlı ordusu fonksiyonu oynayabilmesi için Komünist Partisi ta en başından devrimin temel gücünü (ve de temel ittifakını) oluşturan işçi ve yoksul köylülerin örgütlenip disiplini altına aldığı en ileri kesimleri üzerinden devrimin çekirdek-motor askeri gücünü örgütlemeyi ve eğitip donatmayı temel bir politika ve görev olarak benimsemek zorundadır. İleri işçi ve köylüleri, bunların özellikle de genç kadın ve erkeklerini kırsalda ve şehirlerde, yani doğrudan kendi yaşam ve üretim alanlarında, bir nevi milis güçleri vari ve keza yerel-yerleşik öz savunma güçleri vari silahlandırmak, bunları teknik ve teorik askeri eğitimlerden geçirmek, keza partinin çeşitli kademelerindeki kadın-erkek üye ve kadrolarını ‘askeri kadrolar’ olarak da özel bir öne çıkarmayla eğitip geliştirmek zorundadır. Gençlik ve kadın örgütü üye ve kadrolarını öz savunma ve ayaklanma strateji ve taktikleri esası üzerinden eğitimlerden geçirmeyi ve keza şehir ve kırsalda savaş araç-gereçleri depolamak, örgütlü ve disiplin altına alınmış kitleleri mutlak surette silahlandırmak ve her il-ilçe-köy ve mahalle parti hücresini kendi alanında devrimin anılan bu askeri gücünü örgütlemekten birinci dereceden yetkili ve sorumlu tutmak suretiyle parti kendisini ve kitleleri pekâlâ da silahlı halk ayaklanmasına hazırlayabilir. Ayaklanmanın ayak seslerinin yer sarsıntı ve çatırtılarının alınmaya başlanmasıyla birlikte Parti işte bu ön hazırlıkları ve ördüğü zemin üzerinden devrimin askeri örgütlenmesini daha üst ve daha doğrudan somut planlamalarla ele alıp, ‘son hazırlıklar’ını süratle tamamlayabilir. Ve bu aşama itibariyle (belki çok daha öncesinden de) kendi içinden özel bir komisyon aracılığıyla savaşın sevk ve iradesinin mekanizmalarını merkezileştirebilir. Devrimin bu askeri gücünü sevk ve idare edebilmek için partili ve ileri kitleler arasından öne çıkan önderlik vasfı taşıyan kadrolar üzerinden hiyerarşik bir ordu yapılanması inşa edilebilir. Güçler farklı görev bölümleri temelinde organize edilebilir vs., vs.

Evet, devrimin askeri güçlerinin örgütlenmesi sorununun TAS’ca öngörülebilecek çözümü, denilebilir ki esasen işte ancak ki böylesi bir perspektifle olanaklı olabilir.

4-12) “DEVRİMİN ASKERİ GÜCÜNÜN ÖRGÜTLENMESİNDE SHSS’NİN PERSPEKİTFİ” SORUNU:

MKP III. Kongre iradesinin öngördüğü çözüm tarzı ise, her ne kadar da; “Parti III. Kongremiz, silahlı halk direnişleri ve silahlı halk ayaklanması perspektifi çerçevesinde (…) ayaklanma sürecine gidiş ve ayaklanmayı kitleler ile daha koordineli ve seferber edici kuvvetinin nüveleri anlamında, bir askeri örgütlenmeye ihtiyaç duyulduğunu (…)”4şeklindeki bu görüşüyle, bizim az yukarıda özetle çerçevelediğimiz genel perspektife nispeten yakın gibi duyuyorsa da; ancak öngördüklerinin bütünü baz alındığında, aslında hiçbir yakınlığı bulunmayın tamamen farklı bir perspektif sunduğu rahatlıkla görülebilir.

Kongre iradesinin ‘satırarası’ bu türden nispeten daha makul diyebileceğimiz görüşleri de olmakla birlikte, ancak şurası kesin ki; görüşlerinin bütünlüğüne damgasını vuran perspektif, daha önce de ifade ettiğimiz gibi, USHSS’dir.

TAS’ın lafzı ediliyorsa da aslında öngörülen stratejiyi belirleyen esas unsurlar USHSS’nin unsurlarıdır. Ve böylece TAS’da, aslında, esasen devrim için kitlelerin fiili silahlı toplu ayaklanması evresine indirgenmiş oluyor. Bu son evreye kadar ise, birkaç paragraf yukarıda altını çizdiğimiz satırlardan okunacağı üzere, mücadele ve örgütlenme biçimleri tamamen (evet tamamen) USHSS perspektifince ele alınıyor.

Kongre iradesinin devrimin askeri güçlerini örgütleme sorununun çözümünü bu tarz ele almaya iten esas düşünce, öngördükleri ‘esas mücadele tarzı’na ilişkin ezberci düşünce ve inanışlardır herhalde ki: Toplu ayaklanma evresine kadar şehirlerde yürütülecek silahlı mücadeleyle “Türk egemenler ordusu, haklar üzerindeki baskı aygıtlarının silahlı kurumları SHSboyunca halkın silahlı kuvvetleri tarafından parça parça imha edilip, edi (…)”leçek(miş). İşte bu tarz bir silahlı mücadelenin (ki, bu ‘esas mücadele tarzı’dır da) yürütülebilmesi için de ‘şehir gerilla ordusu’ tarzında bir askeri örgütlülük gereksinimi oluşuyor, kaçınılmaz olaraktan.

Ve de mücadele ‘küçükten büyüğe doğru’ bir diyalektiksel seyir takip ediliyor olacağından, devrimin bu çekirdek askeri gücü de aynı diyalektiksel seyre koşut olarak giderek gelişecek ve süreç içerisinde de basbayağısından bir ‘şehir gerilla ordusu’na evrilecektir. Mümkün olabilirliği öngörülendir bu!

Özellikle de günümüz koşullarında karşı-devrimin silahlı güçlerinin, yani ordu, polis, özel kuvvetler ve çeşitli istihbarat güçlerinin şehirlerdeki güçlü konumlanışlarını ve keza teknolojinin geldiği boyutun sağladığı muazzam kolaylıklarla kurdukları denetim ve kontrol ağlarının devrimci güçlerin bu türden yaygın organizasyon ve etkinlikleri için zemini ne oranda dezavantajlı kıldığı da gözönüne alındığında, Kongre iradesinin öngördüğü tarzdaki silahlı mücadeleyle karşı devrim güçlerinin parça parça imha edilerek yok edilmesi tarzının tamamen bir ham hayalden ibaret olduğu, ‘askerlik sanatı’ndan az çok haberdar olan herkesçe rahatlıkla teslim edilebilecektir.

Kongre iradesi kırlarda oluşturulacak gerilla güçleriyle düşmanı oralarda yıpratıp darbelemek ve böylece şehirleri kırlardan kuşatma tarzını öngören USHSS’ninde, kitlelerin silahlı ayaklanmasıyla karşı-devrimi bir anda ve topluca yenilgiye uğratma tarzını öngören TAS’nin de zaten tamamen bu ‘güçlü karşı-Devrim’i alt edebilmenin çareleri olarak öngörülmüş olduklarını biliyor olsa gerek.

Şimdiki durumda devrimin temel gücünün değişmiş olması sebebiyle, kırsal kesimlerin devrimin güçlü alanları olma özelliği bir hayli zayıflamış durumda. Haliyle de şehirlerin kırlardan kuşatılması esasına dayanan USHSS’de bu bağlamda zemin yitirmiş durumunda. Devrim ile karşı-devrim arasındaki güçler dengesi şehirlerde şimdi artık sadece karşı-devrim lehine tek taraflı olarak güçlü değil, devrimin temel güç bileşenlerinin şehirlerdeki toplaşma ve işçi sınıfının bünyesel büyümesiyle birlikte devrim güçleri lehine güçlü hale gelmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla da taraflar arası güç dengesindeki bu nitel değişim kaçınılmaz olarak devrim stratejisinin de değişmesini gerektirir. Devrim ile karşı-devrim güçlerinin konumlanışındaki bu yeni durum, proletaryanın önüne kaçınılmaz olarak Toplu Ayaklanma Stratejisi seçeneğini getiriyor olacaktır: Çünkü şehir merkezli bu karşılıklı konumlanmış koşullarında devrim güçlerinin bu güçlü karşı-devrimi yenebilmesinin bir başka sihirli formülü en azından şimdilik, henüz keşfedilmemiş değil.

Kongre iradesinin ‘sihirli formül’ olması iyi niyet ve umuduyla formüle edip ileri sürdüğü Sosyalist Halk savaşı Stratejisi (SHSS) ise sanıldığının aksine derde deva olabilme vasıflarından tamamen (evet tamamen) yoksun bir teoridir. Çünkü her şeyden önce USHSS mantığıyla ele alınacak şehir merkezli bir gerilla faaliyetle (ki, ‘TAS ile eş güdümlü olarak’ denilse de, ama silahlı mücadele ve silahlı mücadelenin de gerilla savaşı tarzı ‘stratejik’ ve ‘temel mücadele biçimi’ olarak öngörülmektedir.) hem silahlı mücadeleyi küçükten büyüğe geliştirip savaşı toplu ayaklanma evresine vardırmanın nesnel zemini yoktur ve hem de şehir merkezli gerilla tarzı bir savaşın, tıpkı kır gerilla savaşındaki gibi, karşı-devrimi ‘parça parça imha etme’sinin koşulları bulunmamaktadır. Çünkü her şeyden önce güçlerin konumlanış tarzı gerilla savaşının bu boyutları da işlevsel bir rol oynamasına olanak sunmayacak türdendir.

Bilmek ve idrakinde olmak gerekir ki bu tarz bir konumlanış koşullarında karşı-devrime vurulacak her ciddi askeri darbe, şehir merkezli devrim güçlerinin en başta da legal/açık alan örgüt ve faaliyetlerinin (tamamen olmasa da) önemli oranda darbelenip, tasfiye edilmesi misillemesiyle karşılığını bulacaktır. Ve keza ileri teknolojiye dayalı kurulan sıkı takip ve denetim mekanizmaları sayesinde eylemci güçleri deşifrasyonu, takibe alınmaları, imha veya tutsak edilmeleri artık çok daha olanaklı hale gelmiş olduğundan; devrimci güçleri, savaşın temel prensiplerinden olan ‘kendi güçlerini koruma’ koşuluna uygun hareket edebilme yeteneğinden ta en başından mahrum bırakacağından, savaşı ve savaşın güçlerinin koruyup büyütmek sanıldığının aksine, pek de olası olmayacaktır.

Yani özetle söylemek gerekirse, öngörülen biçimiyle uygulanmaya konacak SHSS ile olacak şey; başarı şansı bulunmayan ‘şehir merkezli etkin gerilla savaşı’ ‘sol’ sevdasıyla Türkiye devriminin tek seçeneği durumunda bulunan TAS’nin öngördüğü toplu ayaklanmaya hazırlık evresi esastan sekteye uğrayacaktır. Koşullar gerçekliğiyle ters ‘sol’ devrimciliğin de uzlaşmacı –teslimiyetçi-evrimci sağ oportünist çizginin de devrimi nasıl açmaz durumlar ve büyük yıkımlarla karşı karşıya bıraktığı, tarihi tecrübelerimizle sabitken; Kongre iradesinin öngördüğü stratejisinin bu bariz uç ‘sol’ devrimci özelliğinin de altının kalınca çizilmesi elzemdir.

Devam edecek…

Devrimimizin niteliği ve stratejisi üzerine (4.Bölüm)

“Devrim strajisi" üzerine:

MKP III. Kongresi’nin üzerinde; “Her şeyden önce MKP’nin Sosyalist Halk Savaşı Stratejisi halk savaşını sulandırmaktadır” ve “aşırı sol sekter bir tutumdur.”1 diyeninden tutalım da, “Yarım fokoculuktan tam fokoculuğa bir geçiş teorisi”2 türünden fırtınaların en çok kopartıldığı bir diğer önemli görüş ve yaklaşımı da, kuşkusuz ki; “Devrimimizin Stratejisi, sosyalist halk savaşıdır.” Başlığı altında ortaya konanıdır.3

Kongre iradesinin ‘devrimimizin stratejisi’ adına ileri sürdüğü ‘Sosyalist Halk Savaşı Stratejisi’ (SHSS) (kendilerinin de bir ilke imza atmış olmalarının gururuyla dile getirdikleri gibi) biline gelen Leninist devrim stratejisi olarak ‘Toplum Ayaklanma Stratejisi’ (TAS) ile Maoist devrim stratejisi olarak ‘Uzun Süreli Halk Savaşı Stratejisi” (USHSS) şeklindeki bu iki klasik devrim stratejisine göre, evet bir bakıma ‘yeni bir devrim stratejisi’ sayılır. En azından kavramsal boyutu ve kendilerinin bir iddiası olarak böyledir. Tıpkı NKP(M)’nin, bizim belli yönleriyle formüle etmeye çalıştığımız, TAS ile USHSS’nin sentezinin bir ifadesi olan birbirinin içine geçirme tarzı bir devrim stratejisi gibi4,yeni bir devrim stratejisi olmuş oluyor.

Genel kabul gören bir olgudur Marksizm teorisinin bilimsel esasları üzerine oturan bir teori olduğu. Haliyle de değişen ve farklılaşan koşulara uyarlı olarak kendisini sürekli bir şekilde yenileyerek geliştirip zenginleştirerek ilerleyen dinamik bir teoridir de.

Bu bağlamda elbette Kongre iradesinin devrim stratejisi adına ileri sürdüğü yeni görüşlerine, sırf bilinen o iki klasik devrim stratejisine ters düşüyor, onlara uymuyor, ezber kalıplarımıza hitap etmiyor diye karşı çıkmak, Marksizm teorisinin bilimsel ruhuna aykırı, dogmatik bir yaklaşım olur.

Sorun, ‘yeni’ ve ‘farklı’ olmasında değil; ‘yeni’ ve ‘farklı’ olanın bilimsel normlar üzerine oturup oturmadığındadır. Sorgulanarak açıklığa kavuşturulması gereken en esas mesele bu olmalıdır.

MKP, en son 2002 yılında gerçekleştirmiş olduğu 1. Kongresi’yle, öznelciliğin ve de kaskatı bir dogmatizmin zirvelerine oturttuğu “Mao ve Halk savaşı” teorisiyle; kırk küsur yıldır savuna geldikleri devrim teorisini,yine en iyi kendilerinin teorize ettiklerini beyan ederek; ‘Halk Savaşı’nın bu son senteziyle, teoriyi nitel olarak geliştirdiklerini iddia etmişlerdi. Ancak III. Kongrelerinde “Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyası” dedikleri ülkenin artık ‘yarı-feodal’ olmayıp, kapitalist olduğuna hükmetmeleriyle birlikte, haliyle, devrimin aşaması tespitinde de,

stratejisinde de değişikliğe gitme gereği duydular. Yani bir bakıma devrim teorisindeki bu esaslı değişiklik, denilebilir ki nesnel koşulların tahlili üzerinden geliştirilmiş oluyor ki; bu özelliğiyle, en azından görüngüsel olarak da olsa bir ‘bilimsel’lik payesi taşıdığı rahatlıkla söylenebilir. Fakat bu yönüne rağmen formüle edilen devrim stratejisinin kendisinin bilimsel normlar üzerine oturup oturmadığı, ayrı bir boyut olarak, sorgulanmaya muhtaç bir sorundur.

4-1) “KAYPAKKAYA’NIN KONUYU ELE ALIŞ TARZI” SORUNU:

Öncelikle belirtmek gerekiyor ki; MKP’nin (ve de TKP/ML’nin) kırk küsur yıl boyunca savuna geldikleri devrim teorisi de, elbette Kaypakkaya tarafından bir ‘sosyo-ekonomik yapı tahlili’ üzerine oturtulmuştu. Ve bu bakımdan delinebilir ki bu teoride bilimsel esaslar üzerinden şekillendirilmiştir. Ancak dedik ya bu sadece sorunun biçimsel/görüngüsel boyutu itibariyle böyledir. Özünde ise Kaypakkaya’nın teorize ettiği ve ardıllarından TKP/ML ve MKP’nin savuna geldikleri devrim teorisinin bir bütün olarak bilimsel esaslar üzerine oturan bir teori olduğunu söylemek pek mümkün olamayacaktır. Çünkü sözkonusu teori her şeyden önce somut koşulların somut tahlili üzerine oturtulmamış olması yönüyle, ciddi şekilde kusurluydu.

Daha önceki bölümlerde de ifade ettiğimiz gib;i Kaypakkaya’nın hem somut nesnel veriler üzerinden bütünlüklü bir sosyo-ekonomik yapı tahlili yoktur, ve hem de farklı sosyo-ekonomik yapılara sahip olan Türkiye ve K. Kürdistan devrim teorisini, bu iki ülkenin toplam sonuçları üzerinden, ‘ortalamacı’ bir ele alışla, her iki ülkeyi de aynı gören ve her ikisinin devrimini, onların özgünlüklerini gözetmeyen tek bir devrim stratejisi üzerinden öngörmüştür. Açıktır ki bu tarz bir ele alış, bilimsel olarak ciddi şekilde kusurludur. Çünkü bir ülkenin devrim teorisi, o ülkenin kaba algısal ve de yüzeysel gözlemlere dayalı fikir yürütme yöntemiyle yapılmış olan sosyo-ekonomik yapı ‘tahlili’ üzerinden ortaya konamaz. Bu, herhalde ki bilimsel perspektifin abc’sidir. Ve ama yadsınamaz bir gerçektir ki Kaypakkaya’nın gerek sosyo-ekonomik yapı tahlili ve gerekse devrim teorisini oluşturma tarzı işte tam da bu olmaması gereken türdendir. ‘Bilimsel olarak ciddi şekilde kusurlu’ olması da zaten bu özelliğinden ötürüdür.

Ve Kaypakkaya devrim teorisini, “Türkiye” coğrafyasının değil, esasen bu coğrafyanın Kuzey Kürdistan kesiminin nispeten daha ağır basan feodal üretim ilişkilerini baz alarak kurgulamıştır. ‘Kurgulamıştır’ diyoruz, çünkü verilere dayalı somut nesnel gerçekler üzerinden ortaya konmayan şey, kaçınılmaz olarak bağrında öznel bir kurgulama olgusu taşıyor olacaktır. Nitekim Kaypakkaya, özellikle de devrim stratejisini teorize ederken, önemli oranda özgün nesnellikten kopmuştur. ‘Türkiye’ coğrafyasını 1930’lu – 1940’lı yılların Çin ülkesinin koşullarıyla aynılaştırmıştır. Ve aynı koşullara sahipmiş gibi Çin devrim teorisini, Türkiye ve Çin’in verili süreçlerinin arzettiği özgünlükleri es geçen bir indirgemecilikle, adeta birebir dinelebilecek bir benzeştirmeyle,‘Türkiye’ coğrafyasına uyarlamıştır. Şafak revizyonistleriyle kavgasının oldukça önemli bir kesitini, onların öngördüğü teori ve pratiklerinin, Çin’de uygulanan biçimiyle halk savaşına ne oranda uygun olup olmadığı oluşturur. Kaypakkaya’nın düşüncesinde, strateji ve taktikleriyle, Çin’de uygulanan devrim stratejisi bütünüyle ‘Türkiye’ coğrafyasına da uygundur, geçerlidir. Bu yüzden de Kaypakkaya elbet Şafak revizyonistleriyle Çin devriminin değil, ‘Türkiye’ devrimi stratejisini tartışır. İşte böylesine bir özdeşleşme hali söz konusudur, deyip tekrardan Kongre’nin görüşlerini değerlendirmesine geri dönelim.

Kaypakkaya’daki bu problemli ele alış tarzı, ardıllarınca sorgulanmaksızın, ‘en doğru teori’ mertebesinde bir dogma olarak sahiplenilip hayata uygulanmaya çalışıldı. Ve kırk yıl sonra kongresini toplama başarısı gösteren MKP, Kaypakkaya’daki bu öznelci-mekanik ele alış tarzını eleştiriyle aşacağına, tam aksi yönde, denilebilir ki geliştirerek(!) zirvesine vardırdı. Biz o gün bunun, biraz da sert bir üslupla, eleştirisini “MKP’nin ‘Tarihi Muhasebesi’nde öznelcilik ve dogmatizm” isimli çalışmamızın II. Bölümü’nde genişçe yapmıştık. Ancak aradan geçen on koca yıla karşın görüyoruz ki MKP, bizim bu eleştirilerimizin de üzerinden atlayarak, geçmiş dönem devrim teorisinin herhangi bir değerlendirmesini yapma gereği duymamıştır. Tam aksine: ‘halk savaşının sadece yarı-sömürge ve yarı-feodal ülkelerde geçerli olabileceği’ şeklinde bu tespitleri dışında, başkada herhangi bir yanlışlarının olmadığına hükmediyor.

Bu duruş ve ela alış tarzı, ister istemez bir şekilde, ellerine ayaklarına köstek olacaktı; nitekim olmuş da. Çünkü öne sürdükleri ‘yeni teori’lerindeki ‘yeni’, denilebilir ki meselenin esasen söylemsel boyutuyla sınırlı kalmıştır. Yani bir diğer ifadeyle ‘yeni’nin tüm orijinalliği; eski teorinin bozuma uğratılmış tekrarından ibaret olması, bunun ötesinde bir içerik kazanmamış olmasıdır: Ortaya çıka çıka koca bir eklektik teori daha çıkmıştır. Olanın-bitenin kısa özeti maalesef ki budur.

Kongre bilinci, ‘yeni’ bir şeyler söyleme adına, teoriyi haddinden fazla zora koşmuş görünüyor. Vardığı sonuçları, ya da kendilerinin beylik ifadeleriyle söylersek; sentezlerini nesnel olgular zemini üzerinden değil de, kendi öznelci-iradeci belirlemeleri üzerinden temellendirmeyi tercih etmiş olmaları, böylesi bir zorlamayı bir bakıma kaçınılmaz akıbet kılmış. Yani kurgulanan ‘yeni teori’yi bir şekilde ‘makul’ bir kılıfına-kitabına uydurarak sunma gayretine düşülmüş vs. vs. İşte sırf bu özellikleri dahi, ortaya sürülmüş olan bu ‘yeni teori’nin içeriğinin bilimsel esaslar üzerine oturup oturmadığını açığa vuran parametreleridir.

Kanaatimizce ‘yeni teori’nin temel açmazını şu üç esaslı husus oluşturmaktadır:

1-) MKP III. Kongresi mücadele biçimlerini verili tarihi koşulların ortaya çıkardığı veya çıkaracağı sınıf mücadelesinin somut ihtiyaçları üzerinden değil; kendi kurgusal öznel tercihleri üzerinden belirleme yoluna gitmiştir. Böyle olduğu için de öne sürdüklerinin gerekçelendirmesini mecburen zorlama-yapay nedenler üzerinden yapmak zorunda kalmış.

2-) MKP III. Kongresi ‘Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyası’nın iki farklı sosyo-ekonomik yapı, iki farklı devrim aşaması ve haliyle de iki farklı ele alışı zorunlu kılan özgün gerçekliğini es geçip, ‘ortalamacı’ bir ‘üniter ülke’de karşı karşıya kaldığı demokratik devrim sorunları ile sosyalist devrimi nasıl bir devrim stratejisiyle ele alması gerektiğinin teorisini henüz oluşturamamış olmanın açık bocalaması içine düşmüş.

3-) MKP III. Kongresi gerek genel olarak Halk Savaşı teorisi, gerek Çin’de ve daha pek çok ülkede uygulanmış olan devrim stratejisi olarak USHSS ve gerekse Fransa, Rusya ve daha başka birçok ülkede uygulanmış olan devrim stratejisi olarak TAS konularındaki geçmişten beri süregelen o temel ve esaslı yanılgı ve yanlış kavrayışını hâlâ aşamamış olmasının getirmiş olduğu muazzam kafa karışıklığıyla, devrim stratejisi konusunda ‘yeni’ bir şeyler söylemeye kalkışmış.

Özetin de özeti olarak sunduğumuz bu kısa değerlendirmede ileri sürdüğümüz görüşlerimizi, Kongre bilincinin vardığı ‘teorik sentez’leri ve sonuç karar görüşleri üzerinden sorgulayarak somuta kavuşturalım.

Öncelikle devrim stratejisi olarak neyi nasıl ifade ettiklerine dair söylediklerini ele alalım. Şöyle demekteler:

“Türkiye-Kuzey Kürdistan sosyo-ekonomik yapı itibariyle kapitalisttir. Buna bağlı olarak devrim stratejimiz de Sosyalist Halk Savaşı Stratejisidir. (…)”5

Görüleceği üzere burada “Türkiye ve Kuzey Kürdistan” ülkesi bir bütün olarak ele alınıyor ve Kuzey Kürdistan’ın arzettiği farklı özgünlük ‘ortalama’ sonuç üzerinden, ona yedirilmek suretiyle es geçilerek Türkiye’ye eklemleniyor ve dolayısıyla da toplamdaki baskın kapitalist ilişkiler baz alınarak buranın da kapitalist olduğuna hükmediliyor. Ve dolayısıyla da bu her iki sosyo-ekonomik yapıda da gündemdeki devrimin sosyalist devrim olduğuna; Kuzey Kürdistan ülkesi için ayrıca bir ara aşamayı – bir geçiş evresine gerek olmadığına, burada da doğrudan sosyalist cumhuriyetin ilan edilebileceğine karar kılınmış. Varılan bu sonuçtan hareketle de bu her iki ülkede sosyalist devrimi gerçekleştirmenin ortak stratejisinin SHSS olduğu belirlenmiş.

Buradaki öznelci yaklaşım hem çok bariz ve hem de bir o kadar düşündürücüdür. Çünkü burada sırf nesnel olguların yanlış ve yanılgılı tahlili sonucuyla karşı karşıya kalmıyoruz; aynı zamanda oldukça belirgin bir biçimde bir olgunun inkarıyla, üzerinden atlanmasıyla karşı karşıya geliyoruz. Senin, Kuzey Kürdistan’ın gündemdeki devriminin ne olması gerektiğine dair düşünceni, daha en başından kadük kılan bir sosyal pratik söz konusu: Kuzey Kürdistan, bugün tüm dinamikleriyle, kendi somutunun baş çelişmesi olan ezen-ezilen ulus çelişmesinin çözümüne kilitlenmişken; tüm gücüyle ulusal demokratik devrimini bir şekilde ulusal hak kazanımlarıyla ‘zafere’ ulaştırmaya çalışıyorken; bu bariz olgusal gerçekliğin dahi es geçilerek, buraya sosyalist devrim projesinin öngörülüyor olması, gayet tabi ki sosyal yaşamın nesnel gerçekliğinin karşısına kendi öznel dünyasının ham-hayal kurgularıyla dikilmek olacaktır: İnkar ve es geçme dediğimiz şey, bu somutta işte tam da budur.

Kaldı ki Kuzey Kürdistan’ın özgünlüğü/özel durumu sadece ulusal çelişmesi dolayısıyla da değildir. “Demokratik devrimin görevleri-sorunları” kapsamında addedilen ve hâlâ ‘feodalizm ile geniş halk yığınları arasındaki çelişme’yi başlıca çelişmeler içinde baş sıralarda tutan söz konusu ‘feodal kalıntılar’ da esasen Kuzey Kürdistan’a ait olgulardır. Bunların Kuzey Kürdistan somutundaki gerçekliği ile, “Türkiye-Kuzey Kürdistan ülkesi’ geneline yedirilmiş ‘ortalamacı sonuç’ gerçekliği her haldeki aynı olmasa gerek. ‘Türkiye – Kuzey Kürdistan ülkesi’ geneline yedirilmiş haliyle önemsiz bir konumda kalacak olan söz konusu bu ‘feodal kalıntılar’ın Kuzey Kürdistan somutunda hiç de aynı ’önemsiz kalıntılar’ gerçekliliği arz etmediği, tam aksine hâlâ oldukça güçlü-etkili unsunlar olarak yaşamda yer tuttukları, yadsınamaz bir olgudur da.

Hal böyle olunca da Kongre iradesi hem Kuzey Kürdistan’ın devrim aşamasını doğru ve isabetli bir şekilde belirleyememiş oluyor ve hem de Maoist ve Leninist devrim stratejileri olarak da tanımladığımız USHSS ile TAS’ı, mekanik bir indirgemecilikle, devrim aşamaları üzerinden ele alan o eski sakat anlayışının açmazıyla bocalama durumuna düşmüş oluyor. Bu aleni açmazını da ‘kır-şehir diyalektiği’ ‘sihirli formül’üyle kapamaya çalışmış. Tabii nafile bir gayret.

4-2) “DEVRİM STARTEJİLERİNİN DEVRİM AŞAMALARINA KOŞULLANMASI” SORUNU:

Devrim stratejilerinin devrim aşamaları üzerinden böyle keskin kategorik tasniflenmesi her şeyden önce bilimsel bir ele alış tarzı olmadığı gibi, sosyal pratiğin tecrübeleriyle de örtüşük değildir. Nitekim biliyoruz ki örneğin Rusya’daki demokratik devrim çok açık bir görüngüyle TAS üzerinden yaşanmıştır. Keza Kongre bilincinin toplu ayaklanma örnekleri olarak sıralamış olduğu günümüz Tunus ve Mısır’ın gündemdeki devrim de her haldeki doğrudan sosyalist devrim kapsamında sayılabilecek bir devrim olmasa gerek. Tipik olan, ‘siyasal özgürlükler’i önceleyen, demokratik devrim zemininde duran toplumsal kakışmalar olduğudur.

Bilinir ki devrim stratejilerinin belirlenmesinde bir yığın tarihi-sosyal-siyasal-askeri ve kültürel özellikler etkide bulunmakla birlikte, ancak esas belirleyici unsur, verili tarihi anda devrim ile karşı-devrim güçleri arasındaki güç ilişkisi ve konumlanışlarıdır.

Tarihte bilinen iki devrim stratejisini geliştirip yetkinleştiren Lenin de, Mao da sorunu esasen bu unsur üzerinden ele almış ve devrimin fiili örgütlenmesini de bu unsurun arzettiği somut realiteye göre biçimlendirmişlerdir.

Böyle olunca da, Kongre bilincinin devrim stratejisinin, öncelikle bu yönlü bir açmazın kıskacında olduğunun altını çizmek gerekiyor. Çünkü bu açmazdır Kongre bilincine Kuzey Kürdistan’da toplu ayaklanma stratejisinin nesnel koşullarının bulunup bulunmadığını sorgulatmadan dışlatan ana unsur. Kongre her ne kadar Kuzey Kürdistan için ‘kapitalist ülke’ tespitinde bulunuyorsa da; ancak orası için öngördüğü devrim stratejisi aslında USHSS’dir. MKP’nin bu devrim stratejisini esasen demokratik devrim aşamasının bir stratejisi olarak öngördüğünün de bilindiği bir durumda, rahatlıkla ileri sürülebilir ki Kongre, öngörmüş olduğu bu devrim stratejisiyle, buradaki devrimin aslında hâlâ demokratik devrim dinamikleriyle varolabilecek bir devrim olarak görmektedir. Ve aslında ‘kır-şehir diyalektiği’ sihirli formülüyle, kendince, USHSS ile TAS’ı tek bir devrim stratejisine dönüştürmeyi kurkuladıkları teorilerini; eleştiriyle aşıp, yanlış ve yanılgılı ele alışlarını gidermedikleri için, sırf uluslararası/çok uluslu tekelci sermayeyle olan bağımlılık ilişkileri üzerinden teorize ettiği emperyalizm olgusundan ötürü, devrimin şehirlerde de tıpkı kırsalda olduğu biçimiyle örgütlenmesi gerektiğine hükmediyorlar. Yani aslında burada sentezi yapılan şey, tam olarak USHSS ile TAS’da olmuyor. Çünkü her ne kadar da eski klasik tarzda bir toplum ayaklanma değil; ‘yeni tarzda bir toplu ayaklanma stratejisi’ teorize ettiklerini söylüyorlarsa da; ancak bu söyledikleriyle, yeni tarzda da olsa, hiçte bir toplu ayaklanma stratejisinin tarzını öngörmedikleri, bilakis USHSS’ni şehirlere uyarlamaya çalıştıkları rahatlıkla söylenebilir. Söyledikleri aynen şöyle:

4-3) “HALKA SAVAŞI’NIN DEĞİL, USHSS’NİN ‘KIR ŞEHİR DİYALEKTİĞİ’ ADI ALTINDA ŞEHİRLERE UYARLANMASI” SORUNU:

“Bu bakımdan SHSS, klasik sosyalist devrim stratejisi olan toplu ayaklanma stratejisinden de farklıdır. Türkiye-Kuzey Kürdistan özgülünde, sosyalist halk savaşı stratejisi, sosyalist devrimin özgün yürütülüş biçimidir. Bu özgünlük halk kitlelerinin yoğunlaştığı şehirleri esas mücadele alanları olarak belirleyip devrimci savaş süreci içerisinden küçükten büyüğe doğru askeri bağlamda genel halk silahlanması ve halk ayaklanması geliştiren yürüten ve devrimin iktidar organlarının kurulmasını ve kurumsallaşmasını güvence altına alan Partizan Halk Güçleri (PHG) aracılığı ile yürütülecektir. (…)6

“Yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde genel ve emperyalizme bağımlı kapitalist ülkelerde ise, bazı özgünlükler içerisinde sosyal kurtuluş devrimlerinin tarihsel ve siyasal tecrübeleri proletarya ya bu ülkelerdeki siyasal iktidarların ancak küçükten büyüğe doğru bir hat izleyen Halk Savaşı yöntemiyle alaşağı edileceğini göstermiştir. Bu tür ülkelerde silahlı devrimle, silahlı karşı – devrim başından itibaren çatışma halindedir. (…)”7

“Silahlı mücadele başından itibaren stratejik olarak geçerlidir. (…)”8

Evet, MKP III. Kongresi gerek aktardığımız bu pasajlarda ve gerekse daha pek çok yerde söylemiş oldukları bu ve benzeri görüşleriyle, yukarıda altını çizdiğimiz ‘klasik sosyalist devrim stratejisi olan toplu ayaklanma stratejisi ‘emperyalizme bağımlı kapitalist ülkeler’in arz ettiği ‘bazı özgünlükler’i dikkate alarak yeni tarzda yorumlamış olduklarına dair savlarının böylece yeni bir fiil kendilerince boşa çıkarılmış olduğunu görmekteyiz.

Boşa çıkartılmıştır diyoruz; çünkü gerek öngörülen devrimci savaşın örgütleniş mantığı ve biçimi, gerek öngörülen temel örgütsel mekanizmalar, gerek öngörülen esas mücadele biçimleri, ve gerekse devrim ile karşı-devrimin ta başından itibaren silahlı olarak karşı karşıya durduğu savı üzerinden kurguladıkları silahlı mücadele anlayışları ile, Toplu Ayaklanma Stratejisinin öngörmüş olduğu tüm esasları geçersiz kılan, fantezisel bir strateji resmediliyor.

Ve yadsınamaz ki ileri sürülen tüm bu esaslar TAS’ın değil; ‘Halk Savaşı’ yerine ikame ettikleri USHSS’nin esaslarıdır. Bundandır ki Kongre iradesinin ‘emperyalizme bağımlı kapitalist ülke’ koşullarına uyarlamaya çalıştığı şeyin TAS olmayıp, USHSS olduğu bizce her türlü tartışmanın dışındadır.

Zaten böyle olduğunu aşağıya aktaracağımız şu sözleriyle bir bakıma bizzat kendiler de teyit etmiş oluyorlar.

“(…) Partimizin ideolojik belgesinde9 savunulan; Halk Savaşı sadece yarı feodal-yarı sömürge ülkeler için geçerlidir anlayışı eksiktir.Halk savaşı kapitalist ülkeler için de geçerlidir. Bu her kapitalist ülkede daha farklı biçimler de olabilir. (…) ulaştığımız teorik sentez sonucunda Türkiye-Kuzey Kürdistan bağlamında,dolayısıyla yeni bir biçim ve içerik temelinde Sosyalist Halk savaşı stratejisinde, gerilla savaşı da önemli ve temel bir güç olarak ele alınacaktır. Ancak toplu ayaklanma ile eş güdümlü bir şekilde ele alınarak yürütülecektir. (…)”10

Görüleceği gibi burada geçmiş dönem ‘halk savaşı’ görüşlerine ilişkin itirazları sadece onu yarı-feodal, yarı-sömürge ülkeler için geçerli olabilin bir strateji olarak sınırlamış olmalarına ilişkindir. Bunun ‘eksik’ bir yaklaşım olduğunu değerlendirmektedirler: Bu demektir ki dünün ‘halk savaşı’ teorileri/anlaşıları ve ele alışları her ne idiyse, o teori pekâlâ ‘kapitalist ülkeler için de geçerlidir.’ (Burada geçemeden, şunun altını çizmekte fayda var. Görüleceği gibi bu son aktardığımız pasajda ‘halk savaşı’nın kapitalist ülkelerde de geçerli olduğuna hükmedilirken herhangi bir sınırlama getirilemeden, genelme tüm kapitalist ülkeleri kapsayan bir ifade kullanılıyor. Oysa hatırlanacağı üzere birkaç paragraf yukarıda aktardığımız pasajda ise özel vurguyla ‘emperyalizme bağımlı kapitalist ülkeler de ve ayrıca bu ülkelerde de ‘bazı özgünlükler içerisinde’ ‘halk savaşı’nın uygulanabilir olabileceğine hükmedilmekteydi. Çelişki ve açmaz bariz!... Dedik ya; kongre iradesi bu çalışmaya gerektiği gibi hazırlanmadan, yeterince iç tartışmasını yaşamadan ve haliyle de kafası netleşmeden soyunmuş. Bu durumdan ötürü de böylesi bariz çelişki ve açmazlar bir bakıma kaçınılmaz da oluyor) peki Kongre iradesinin bugün kapitalist ülkeler için de geçerli olacağını ilan ettiği ‘halk savaşı’ neyin nesiydi, nasıl tanımlıyor ve içeriklendiriyorlardı bunu? Andıkları I. Kongre belgelerinde kelimesi kelimesine aynen şöyle tanımlamaktaydılar:

“Halk Savaşı; en özlü ifadesiyle yarı-feodal, yarı-sömürge ve sömürge ülkelerde anti-emperyalist, anti-feodal mücadelede ifadesini bulan işçi sınıfının Maoist komünist Partileri aracılığıyla politik olarak önderlik ettiği, özünde uzun süreli köylü savaşının ekonomik, politik iktidarlaşma ve askeri savaş stratejisidir.”

Evet, aynen böyle diyor ve bir savaşın ‘halk savaşı’ olarak tanımlanabilmesi için de ‘kapı gibi’ kuvvetli 8 temel kritere bağlıyorlardı. Bunlardan birkaçının değil, bir tanesinin daha eksik olması halinde o savaşın ‘halk savaşı’ sayılamayacağına hükmediyorlardı. Bu 8 koşulun içinde ‘olmazsa olmaz’lar vardı. Örneğin gündemdeki devrimin demokratik devrim olması ve ama bu demokratik devrimin de özünün toprak devrimi olması’ ilkesi vardı. Ve keza proletarya öncü güçtü, ama devrimin temel gücünün köylülük olması şarttı.Keza iktidarın illa ki parça parça alınması’, ‘kızıl siyasi iktidarlar’ perspektifiyle şehirlerin kırlardan kuşatılması gerekiyordu. Esas örgütlenme biçimi ordu, esas mücadele biçimi silahlı mücadele olmak zorundaydı. Vs. vs. İşte bunların tümünü kapsamayan hiçbir devrimci savaş ‘halk savaşı’ payesi kazanmazdı.

İşte MKP III. Kongresi bugün bu ele alış ve tanımlayışını yeni unsurlar üzerinden belirleme ve de güncelleme gereği duymadan; dünün bu ele alışındaki tek eksiğin ‘halk savaşı’nın kapitalist ülkeleri de kapsamayıp, sadece yarı-feodal, yarı-sömürge ve sömürgeler ile sınırlandırılmış olması olarak tespit ediyor.Hal böyle olunca da demek oluyor ki Kongre iradesi dünün bu ‘halk savaşı’ görüşünü aynıyla koruyor ve de savunuyor.

Fakat tam da bu durumda ortaya başka büyük açmazlar ve handikaplar çıkmış olur. Çünkü ‘halk savaşı’nın ‘olmazsa olmaz’ ilkeleri/kriterleri addedilen o 8 koşuldan birçoğu bugün otomatikman devre dışı kalmış durumda. Böyle olunca da kaçınılmaz olarak şu soru gündeme gelecektir: Siz acaba hangi halk savaşından bahsediyorsunuz? Öyle ya bugün; gerilla savaşını temel savaş biçimi olarak TAS ile birleştirmekle ve silahlı mücadeleyi baştan sona esas mücadele biçimi olarak belirlemiş olmakla ve keza kırda ve şehirde ta en başından itibaren ordu örgütlülüğü oluşturmayı hedeflemiş olmakla bu savaşın pekâlâ da ‘halk savaşı’ olabileceği sentezine varılabiliniyorsa; o halde dünün o iddialı ahkam kesmelerin esaslı bir özeleştirisinin yapılması gerekmez mi?

Gerekir, çünkü öngörülen ‘halk savaşı’ her şeyden önce hem ‘uzun süreli köylü gerilla savaşı’ olma vasfını, hem köylüyü temel güç varsayan olmazsa olmazını ve hem de yine en karakteristik belirleyenlerinden addedilen kızıl siyasi üsler kurarak iktidarın kırdan şehre parça parça ele geçirilmesi gibi son derece hayati bulunan temel stratejisini yitirmiş durumdadır. Hal böyle olunca da dünün yadsınan tüm bu yönlerine karşın bugün buna yine de ‘halk savaşı’dır denilecekse, o halde bu esaslı teorik özeleştiri yapılmak zorundadır.

Yaptığımız alıntılardan da anlaşılacağı gibi MKP, dün olduğu gibi bugün de, ‘halk Savaşı’nı Maoist devrim stratejisi dediğimiz ‘Uzun Süreli Halk Savaşı Stratejisi’yle özdeş saymakta ve öyle de ele almaktadır. Yani MKP ‘halk Savaşı’ derken, Çin’de uygulanan devrim stratejisini kastetmiş oluyor.11 Dün bunu özü toprak devrimi olan demokratik devrimle ve uzun süreli köylü gerilla savaşı ve kızıl siyasi üslerle tanımlıyorken; bugün bu tanımın o en karakteristik özelliklerini oluşturan dünün bu ‘olmazsa olmaz’larını dışta tutarak, ve de temel mücadele alanlarını ve devrimin temel gücünü ‘kapitalist ülke koşulları’ zemini üzerinden yeniden formüle edip ve ama ‘Uzun Süreli Halk Savaşı Stratejisi’nin diğer tüm unsurlarını ise ana hatlarıyla alıp, aynıyla yeni koşullara uyarlama dışında, ‘Sosyalist Halk Savaşı Stratejisi’yle ortaya konabilmiş yeni ve farklı bir devrim stratejisi teorisinden bahsedilmek maalesef ki pek mümkün olamıyor.

Dediğimiz gibi, Kongre iradesinin ‘SHSS’ adını verdiği devrim stratejisi, asla ama asla TAS’ın özgün koşullara uyarlanmış hali değildir. Sömürge, yarı-sömürge ve yarı-feodal ülkeler koşullarında geçerli olabilecek olan USHSS’ni ‘Halk Savaşı kapitalist ülkelerde de geçerlidir.’ buyurtusuyla, bunu kapitalist ülke koşullarına, empoze tarzıyla, uyarlamaya çalışmışlardır.

Ve haliyle de demokratik devrim aşaması üzerinden tanımlanan dünün ‘demokratik halk savaşı stratejisi’ bugünün sosyalist devrim aşamasında, devrimin değişen bu niteliği ve hedeflerine uygun olarak ‘sosyalist halk savaşı’ olmuş oluyor. Hikâyenin ana özeti maalesef ki tamamen bundan ibarettir.

‘Halk Savaşı’ üzerine gerek bizim söz konusu daha önceki çalışmamızda ortaya koyduklarımız ve gerekse o dönemlerin NKP(M)’sinin ortaya koyduğu, ‘Komünist hareketin tarihinde genel olarak Halk Savaşı’nın iki biçimini gördük. Yoldaş Mao TseTung tarafından geliştirilen uzun süreli halk savaşı yöntemi ve yoldaş Lenin tarafından geliştirilen kitlelerin silahlı ayaklanması yöntemi’ şeklindeki bu son derece yalın ve kolay anlaşılır perspektifler Kongre bilinci tarafından sorgulama vesile yapılıp da sorun enine boyuna tartışılmış olsaydı; kuvvetle muhtemeldir ki hem genel olarak ‘Halk Savaşı’ teorisi ve hem de iki farklı devrim stratejisi olan USHSS ile TAS konularında bunca kafa karışıklığı bir Kongre kararı/performansı olarak ortalığa boca edilmeyebilirdi. Çünkü o zaman bilinebilirdi ki genel geçerliliği olduğu söylenen ‘Halk Savaşı’, USHSS değil, daha başka devrim stratejilerini de kapsayan genel üst başlıktır. Ve keza USHSS konusunda, bu safhası komünist parti, kızıl siyasi iktidar, özü toprak devrimi olan demokratik devrim ve köylü temel gücü, vb. koşuluna kilitleyen o malum yanılgı ve yanlış kavrayışı düzeltmiş olabilseydiler, USHSS’ni hem toprak devrimine indirgenmeyen demokratik devrim koşullarında, hem devrimin temel gücünün işçi ve köylüler tarafından oluşturulduğu koşullarda da rahatlıkla geçerli olan bir strateji olduğu sonucuna varabilirlerdi. Keza TAS’ı da götürüp sadece sosyalist devrim aşamasındaki kapitalist ülkelerde geçerli olabilecek bir devrim stratejisi prangasına hapseden o fevkâlâde yanılgılı anlayış ve ele alışlarını sorgulamış olabilseydiler ve keza bu stratejinin “(…) Bitkin, mecalsiz, düzen içi tasfiyeci oportünizm”cileri kesimler elinde ‘tarihte ve bugünde devrimci savaşın zora ve şiddete dayalı olduğunu ve gerekliliğini anlayamamıştır. Özellikle kapitalist-emperyalist ülkelerde kitlelerin devrimci savaş ruhuyla eğitilmemesi, devrimci savaşın kendiliğinden –bir gün- belki olabileceği, baştan bu şekilde bir perspektifle yol açılmasının gereksizliği üzerine fikriyat oluşturulmuştur. Bu fikriyat legalist, sendikalist, nicel birikimcilik ya da evrimcilik çerçevesinde kitleleri devrimden alıkoyma rolü ve işlevi görmüştür, hâlâ da bu rolü oynamaktadır.”12 şeklinde, sokulmuş olduğu bu hali üzerinden değil de, gerçek manada Lenin’in tekrardan kazandırdığı devrimci ruhu üzerinden kavramış olsaydı; muhtemelen hem devrimciliği böyle bariz bir şekilde mücadelenin sadece silahlı şiddet içeren biçimine indirgenmez ve hem de gerilla savaşının ya da mücadelenin ‘partizan savaşları’ tarzının hem TAS içindeki yer ve önemini ve hem de bunun ‘kır-şehir diyalektiği’nin değil, devrimci mücadelenin çeşitli biçimlerinin aynı devrim stratejisinin farklı unsurlarının diyalektiği olduğunu daha kolay kavrayabilirdi.

Bütün bunlar yapılmadığı ve sorunlar doğru temelde ele alınmadığı için hem bir yığın kavram kargaşasına neden olunmuş ve hem de hem kapitalizm koşullarında neden TAS’nin ve keza kapitalist ülkelerde de geçerli olduğunu ilan ettikleri ‘halk savaşı’ stratejisinin yetersiz kaldığının ve hem de bunlara alternatif olarak ileri sürdükleri ve ‘yeni teorik sentez’ dedikleri SHSS’nin gerekliliğinin olgulara dayalı makûl bir izahatı yapılamamış oluyor. Yapılamadığı için de mücadele biçimlerini yapay ve zorlama gerekçeler üzerinden iradi olarak belirleme pozisyonuna düşülmüş.

Mesela tıpkı yukarıda örneklemiş olduğumuz TAS yerine SHSS’yi geçirirken dayanak yaptıkları gerekçelendirmede olduğu gibi. Ya da silahlı mücadele ve silahlı örgütlenmenin neden esas olması gerektiğinin bir diğer temel gerekçesini de oportünist-reformist-revizyonist ve diğer türden sınıf uzlaşmacı ideolojik yaklaşımların TAS’ni kendiliğindenci evrimciliğin kıskacında devrimci özünden soyutlayıp, ‘barışçıl geçiş’ teorisi biçimine büründürmüş olmaları üzerinden oluşturmaya ç alışmalarında olduğu gibi.

Bilindiği gibi, silahlı mücadelenin ve silahlı örgütlenmenin kapitalist ülkelerde de neden ta en başından itibaren esas mücadele ve örgütlenme biçimi olması gerektiğine dair temel argümanlarının neler olduğunu son attığımız ara başlıktan hemen sonra aktardığımız üç pasajda görmüştük.

Bu pasajlarda dile getirilen görüşler, besbelli ki TAS’ın değil, daha önce de ifade edip altını kalınca çizdiğimiz gibi, doğrudan doğruya USHSS’nin temel argümanlarıdır. Hal böyle olunca da Kongre iradesinin SHS’nin temel unsurlarından addettiği TAS, aslında ta en başından devre dışı kalmış oluyor. Hani diyorlar ya: “(…) Sosyalist Halk Savaşı Stratejisinde, gerilla savaşı da önemli ve temel bir güç olarak ele alınacaktır. Ancak toplu ayaklanma ile eş güdümlü bir şekilde ele alınarak yürütülecektir. (…)”13

Devam edecek..

"Kadın Cinsi Kaybetmiş Bir Cinstir." !!!

Biz sol/sosyalist ve de feminist çevrelerden insanların adeta kanını donduran „başlık olan“ bu 'veciz söz', maalesef sayın M. Oruçoğlu'na ait.

Dikkat edilirse  sayın Oruçoğlu'nun bu çıkarsaması, adı sanıyla tekil bir kadına değil, hatta beli bir grup kadına da değil; basbayağısında bir bütünlük olarak "KADIN CİNSİ" ne dairdir. 

Böyle bir genelleme bulunabilmesi için insanın ya akli melekelerinin kendisine oyun oynaması veya kaskatı bir erkek şovenist olması gerekir.

Bazı sözler vardır, bağlamlarından  kopartılmaları halinde, rahatlıkla yanlış yerlere çekilebilir ve farklı yorumlara  sebebiyet verebilirler. Ancak, bu özgülde böylesi  teknik (veya maksatı aşan) bir hatanın hiç ama hiç şansı yok gibi. Çünkü hangi biçimde ve nasıl ele alınırsa alınsın,  karşımıza en alasından kaskatı bir genelleme çıkmakta. 

İki cümlelik bir genelleme. Tam hali şöyle: "(...). Bana öyle geliyor ki, kadın cinsi, kaybetmiş bir cinstir. Doğa en çok kadını düşünüyor kara kara, 'bu da nerden çıktı, ben bunu ne yapacağım', diye." ( bkz."Çıkış o çıkış"[1]  isimli öyküsünden.)

Oruçoğlu'nun insanı dehşete düşüren bu sözleri hangi niyetle ve nasıl bir psikolojik arka planla  sarfettiğinin burada hiç mi hiç bir hükmü yoktur/ olamaz da.

Çünkü Oruçoğlu bu talihsiz sözleriyle alenen "kadın cinsi" ni "doğa" nın bir "iş kazası" sonucu  ortaya çıkmış ve  ta başından itibaren  kaybetmiş, yani doğası gereği, gelecek vizyonundan yoksun / iflah olmaz bir  "cins" olarak görmektedir. Ve durum o kadar vahim ve umutsuzdur ki; doğa bile kara kara düşünmekteymiş: "bu nerden çıktı, ben bunu ne yapacağım " diye.

Bu, alenen kadının aşağılanmasıdır. Bu kadının küçümsenmesi ve hakir görülmesidir. Bu, cins ayrımcı eril bir söylemdir. Bu, kaskatı ataerkil bir bakışın söylemidir. Ve bu, iflah olmaz azgın bir erkek şovenizmidir.

"Kadın sorunu" ve kadının özgürlük mücadelesi  meselelerinde çokça değerli şeyler yazıp çizen birisi olarak sayın Oruçoğlu kaleminden bunların çıkmış olması, insanı, ayrıca da  düşündürtmesi gereken bir durum  olsa gerek. 

Burada şöylesi bir çıkarsamada bulunmak, galiba çokta abes olmayacak gibi:

Ataerkil değer yargıları toplum olarak kültürel DNA’mıza öylesine derinden ve köklü olarak nüfuz etmiş ki ; en değme komünist ve feministlerimiz de bile hala, bu vahim halleriyle de, arz-ı endam edebiliyor.

Demek ki, aterkilizme karşı mücadele hem sanıldığı kadar kolay ve yüzeysel bir mücadele değilmiş; ve hem de bu mücadele, sadece kadınların omuzlarına yıkılarak üstesinden gelinebilecek karakterde bir şey değilmiş. "Kültürel değerler" olarak toplumun genetiğinde kodlanmış olan bu illete karşı  bitimsiz bir  " kültürel"  mücadele yürütmek , "olmazsa olmaz"ımız olmak zorundadır. Ve  ataerkilizme karşı mücadelenin tek ayaklı bir mücadele olmaktan ivedenlikle çıkarılıp, çift ayağı üzerinden  daha bütünlüklü olarak  örgütlenmesi gerekmektedir. 

Ataerkilizme karşı mücadelede erkekler cephesinden de örgütsel bir güç inşa edilmek zorundadır. Nasıl olacağı tartşılabilir elbet, ama galiba kadın örgütlülüğünün bir seksiyonu olarak ele alınması  isabetli  gibi duruyor. 

Tartışalım, illa ki bir yolu bulunacaktır. Önemli olan,  bunun , hayatın " acı gerçekleri"nce önemle ve acilen talep ediliyor olduğunun es geçilmemesidir.

Muhtemelen, sayın Oruçoğlu da  bu vesileyle bu tartışmaya olumlu katkılarda bulunacaktır.

Aralık 2019 http://halilgundogan.blogspot.com/2019/12/kadın-cinsi-kaybetmis-bir-cinstir.htm


[1] https://muzafferorucoglu.wordpress.com/2019/09/04/cikis-o-cikis/

 

Devrimimizin niteliği ve stratejisi üzerine (3.Bölüm)

2.2. “ESKİ VE İYİCE YERLEŞMİŞ BİR BURJUVA DEMOKRATİK SİYASİ SİSTEME SAHİP OLMASI” SORUNU.

H. yeşil 1. Maddede Türkiye’nin Kominter Programında öngörülen ‘eski ve iyice yerleşmiş bir burjuva demokratik siyasi sisteme sahip’ olması koşulunu aradığına göre, demek ki bu koşula uygun olmayan ülkelerde sosyalist değil, demokratik devrimin gündemde olacağını öngörüyor.

Öncelikle belirtmek gerek ki; ‘eski ve iyice yerleşmiş bir burjuva demokratik siyasi sistemi” şeklinde, olabildiğince izafi-elastiki bir ‘koşul’un, ‘çözülmemiş demokratik devrim görevi’ olarak ileri sürülemeyeceği açıktır. Öte yandan Leninist perspektifte sosyalist devrim de asla böylesi bir koşula endekslenmez. Çünkü bu her şeyden önce tıpkı sosyalist devrimin ancak ki ileri derecede gelişkin kapitalizm koşullarında mümkün olabileceğini öngören görüş vari bir görüş olur ki, bunun da Leninizm tarafından aşıldığı bizce açıktır. Sıkı bir Leninist olarak H. Yeşil’in Ekim Sosyalist devriminin sosyalist devrim olup olmadığını sorgulatan böylesi bir argümanı ileri sürmesi, hiç kuşkusuz ki kendisi açısından büyük bir talihsizlik olmuştur.

H. Yeşil’in aktarmış olduğu görüşü Komintern’in hangi bağlamda ileri sürdüğünü belgelere dayalı olarak somutlama imkanlarımız maalesef ki yok. Sürecin devriminin sosyalist devrim olabilmesinin ve sosyalist devrimi gerçekleştirebilmenin bir ön koşulu olarak ileri sürülmüş ise, peşinen belirtebiliriz ki Komintern’in bu koşulu Leninist devrim teorisine aykırı, isabetsiz bir belirlemedir. Düşüncemize göre böylesi bir koşul olsa olsa ancak ki sosyalizmin inşasının nispeten daha kolay olmasına imkân sunan koşulların neler olabileceği tartışmasının bir unsuru olabilir.

Evet, hiç kuşku yok ki diğer başlıca koşulların varlığı halinde sosyalizmin inşası, burjuva demokrasisinin köklü bir geleneğe sahip olduğu ve keza sanayisinin ileri derecelerde gelişkin olduğu ülkelerde çok daha kolay ve hızlı bir tempoda mümkün olabilecektir. Marksizm teorisinin ustaları bunu çok açık ve anlaşılır bir şekilde dillendirirler de. Ve ama açıktır ki bunlar bir ve ayna şeyler değildir.

Ve keza geçmeden belirtmek gerekir ki H. Yeşil bu sorunu her ne kadar da ‘burjuva demokratik devriminin çözülmemiş görevleri’ kapsamında ele almışsa da; Türkiye veya bir başka kapitalist ülke özgülünde o ülkenin ‘eski ve iyice yerleşmiş bir burjuva demokratik siyasi sisteme sahip’ olmaması ‘çözümlemiş bir demokratik devrim’ sorununun veya bu anlama gelme koşuluyla bir orta çağ kalıntısının veya ‘yarı-feodal’ bir özelliğin varlığının göstergesi ve kanıtı olamaz her haldeki. Çünkü demokratik devrim, gerçekleştiği an itibariyle ‘eski ve iyice yerleşmiş bir burjuva demokratik siyasi sistem’i hemen hazır bir olgu olarak sunuyor/var ediyor olamaz. Hiçbir devrimin de böylesi bir sihirli gücü olamaz. Çünkü anılan sistem her haldeki ancak ki oldukça uzunca bir süreç içerisinde böylesi bir ‘olgun’luk dercesine ulaşabilir.

Dolayısıyla da demokratik devrim sorununu böylesi afaki bir koşul üzerinden tartışıyor olmak abestir. Demokratik devrim üst yapısal boyutta ancak ki feodal veya kapitalist öncesi diğer orta çağ sistemlerinin siyasi iktidarlarını tasfiye etme ve bunlar yerine demokratik bir cumhuriyet rejimini kurma tarihi göreviyle yükümlüdür. Bu koşul, bu boyutuyla esasen yerine getirilmiş ise, üst yapısal alanda burjuva demokratik devrim görevini yerine getirmiş ve esasen de tarihi misyonu bakımından tamamlanmış olur. Burjuva demokrasinin geliştirilip güçlendirilmesi, yetkinleştirilip oturtulması bu aşama itibariyle artık bir devrimsel sorun değil, iç reformsal sorun karakteri kazanır. Keza burjuva demokrasinin gerek faşizm ve gerekse baskıcı-gerici biçimler alması sorunu da, daha önce değindiğimiz gibi, sistemi kapitalizm öncesi döneme geri çevirip, toplumun önüne tekrardan bir demokratik devrim görevi koymaz. Orada toplumun önünde ve keza burjuvazinin farklı kliklerinin gündeminde artık bir demokratik devrim sorunu değil, bir demokrasi sorunu yeralır. Bu koşullarda burjuvazi için demokrasi sorunu esasen konjonktürel güç dengeleri zemininde reformsal karakterli (veya hükümet darbeleri tarzında) çözümlerini bulması pekâlâ mümkündür. Nitekim, yığınca örneği özgülünde, aynen de böyle olabilmiştir.

Bu koşullarda toplum ve proletarya açısından ise demokrasi sorunu, siyasal özgürlükler genel sorunun bir başka unsuru olarak, esasen, bir sosyalist demokrasi talebi sorunu karakteri kazanmış olur ve de doğallıyla sosyalist devrimin güçlü dinamiklerinden biri halini alır.

Dolayısıyla da burada demokratik devrim mi, sosyalist devrim mi sorusuna Türkiye somutunda siyasal sistem sorununu H. Yeşil’in öngördüğü ‘eski ve iyice yerleşmiş bir burjuva demokratik siyasi sistem’in varlığı yokluğu üzerinden yanıt aranamayacağı açıktır.

Bundan ötürü burada Türkiye somutunda sorgulanması gereken esas şey, burjuva demokratik devriminin orta çağa ait siyasal sistemi tasfiye edip yerine burjuvazinin gereksinimini duyduğu cumhuriyet sistemini kurma şeklindeki tarihi görevinin yerine getirip getirilmediği; çözülemeyip de bugün aktarılan devrimsel bir boyutunun bulunup bulunmadığıdır.

Evet düşüncemize göre sorun Türkiye özgülünde ancak ki böyle konması halinde doğru ve isabetli olabilir. Sorun bu zeminde ele alınıp sorgulandığında da görülecektir ki burjuvazi önce 19. Yüzyıl ortaları itibariyle feodal siyasal sistemi burjuvazi lehine dönüştürmeyi, en azından iktidara ortak olmayı hedeflemiştir. Tarihe 1. Meşrutiyet olarak geçen reformsal hamle ve keza ardından gelen 1908

 devrimi esasen üst yapısal bir devrim olup, feodallerin iktidarı burjuvaziyle paylaşması sonucunu doğurmuştur. Burjuvazi açısından yarım kalan bu hamle, Kemalistler tarafından, 1923’te Cumhuriyetin resmen ve fiilen ilanıyla tamamlanmış olacaktır. Cumhuriyetin ilanı iktidarın esasen burjuvazisinin eline geçmiş olduğunun da ilanıdır. Ve fakat elbette ki iktidarın tek sahibi de değildir. Ancak bu kez iktidarını feodallerle paylaşmak durumunda olan hâkim unsur burjuvazidir. Burjuvazinin iktidarını feodallerle paylaşması bir keyfiyet tercihi değil, bir zorunluluk durumudur. İktisadi zorunluluk!

İktidarın bu ortaklık durumu, feodalizmin çözülmesine, dolayısıyla da güç yitimine uğramasına koşut olarak, sürekli bir şekilde burjuvazi lehine dönüşüm geçirmiş olup; 2. Dünya Savaşı sonrası süreç itibariylede, denilebilir ki, ortaklık durumu artık esasen bu özelliğini yitirmiş ve burjuvazi siyasal iktidarın tek söz sahibi olma durumuna evrilmiştir.

İşte bu dönüşümün esasen tamamlanmış olması itibariyle, Türkiye’de siyasal sistem açısından tarihi bir burjuva demokratik devrim görevi de kalmamış olur. Çünkü burjuva demokratik devriminin nihai olarak vaat edebileceği siyasal sistem cumhuriyet rejimidir. Ve bu cumhuriyet faşist diktatörlük, oligarşik diktatörlük vb. biçimlere bürünmüş olsa da, olgusal bir gerçek olarak mevcuttur artık.

Bunun ötesindeki, sırf siyasal sistem boyutuyla cumhuriyet v e demokrasi talebi ise ancak ki yeni demokrasinin, halk demokrasinin veya devrimci işçi-köylü demokrasisinin veya sosyalist cumhuriyet ve sosyalist demokrasisinin konusunu olabilir.

Bilindiği ve genel kabul gördüğü üzere emperyalizm ve proleter devrimleri çağı itibariyle yeni cumhuriyet-/halk cumhuriyeti veya devrimci işçi-köylü cumhuriyetleri özleri itibariyle, birer alt evreler olarak, proletarya devriminin ve demokrasisinin birer unsurlarıdırlar. Dolayısıyla da her ne kadar da sorun genel çerçevede demokratik devrim sorunu kapsamlı olsa da, ancak özellikle de ‘siyasal sistem’ olgusunun arzettiği gerçeklik itibariyle burjuva demokrasisi kapsamından çıkmış olduğundan, sorunun artık o eski argümanlar üzerinden ele alınamayacağı da anlaşılır olsa gerek. Dolayısıyla da buradaki demokrasi sorun ve talebi, klasik burjuva demokratik devriminin talep ettiği ‘demokratik cumhuriyet’ değildir. Ya doğrudan sosyalist demokrasi, veya, var ise diğer bir takım yapısal sorunların zorunlu olarak koşullayacağı, daha alt biçimlerinden biri olacaktır.

Türkiye özgülünde feodal kalıntıların/orta çağ artığı olguların varlık ve ağırlıkları boyutuyla sorgulanması gereken diğer belirleyici iki sahaysa iktisadi ve siyasi-sosyal-kültürel sahadır. En azından son iki on yıllık önem itibariyle ele alınması halinde iktisadi sahada feodal kalıntıların önem arzedecek herhangi bir varlığının söz konusu olmadığı, iktisadi yapının artık tamamen kapitalist üretim ilişkilerinin hakimiyeti altına girdiği ve bu anlamayla da iktisadi sahada burjuva demokratik devrimi gereksiniminin nesnel koşullarının kalmadığı somut-nesnel verilere dayalı olgularca açık ve nettir. Hal böyle olunca da, hiçbir kıvırtmacaya kaçmadan, "Türkiye özgülünde iktisadi saha da klasik anlamda burjuva demokratik devrimi esasen tamamlanmıştır" demek, bilimsel bir gerekliliktir. Yani özetle, gelinen aşamada demokratik devrimin iktisadi saha da çözmesi gereken hiçbir esaslı ‘tarihi görevi’ kalmamıştır.

Bu aşama itibariyle sorun, ancak ki yeni demokrasi veya devrimci işçi-köylü iktidarı kapsamına girecek boyutlarının olup olmadığı yönüyle tartışma konusu olabilir. Bu da gerek NEP tecrübelerinin, gerek Mao Zedung’un ve gerekse Komintern’in önemli vurgularda bulundukları verili anda ülke sanayisinin ‘sosyalizmin bağımsız inşası’ na imkân tanıyacak ölçüde bir gelişmişlik ölçüsüne veya varlığına sahip olup olmadığıdır. Bu kıstas dışında iktisadi sahada sosyalizme geçişin koşullarını hazırlamak anlamında bir yeni demokrasi veya devrimci işçi-köylü iktidarı vb. şeklindeki bir alt evreye, bir geçiş evresi’ne de gereksinim olmayacaktır.

Türkiye özgülünde sorunu bu yönüyle sorguladığımızda da; verilerin böylesi bir geçiş evresi gereksinimi zorunluluğunu getirmediğini, sanayinin gelişmişlik derecesinin, yani sosyalist iktisadın inşasını gereksinim duyacağı zorunlu alt yapısal koşulların mevcut olduğunu ortaya koyduğunu rahatlıkla söylemek mümkündür.

Bu bağlamda H. Yeşil’in iktisadi sahada bir geçiş evresine gereksinim duyulacağının göstergeleri olarak ileri sürdüğü 2. Ve 3. Maddelerde dile getirilen bu her iki gerekçenin de kendi başlarına bir geçiş evresinin yaşanmasının yeterli gerekçeleri olamayacağı her haldeki anlaşılır olsa gerek. Bu türden sorunlar, özgün politikalarla, pekâlâ proletarya diktatörlüğü altında çözülebilecek, üstesinden gelinebilecek sorunlardır.

            “NÜFUSUN %35’İNİ OLUŞTURAN KÜÇÜK BURJUVAZİYLE İTTİFAK YAPILMADAN DEVRİMİN GERÇEKLEŞTİRİLEMEYECEĞİ” SORUNU:

H. Yeşil 3. Madde’de nüfusun %35’in küçük burjuvazinin oluşturduğu, bu kesimle ittifak yapılmadan devrimin gerçekleştirilemeyeceğini ileri sürüyor. Ve küçük burjuvazinin taleplerinin sosyalizmin değil, demokratik devrimin kapsamında olduğunu söylüyor ve de buradan hareketle bunu devrimimizin neden sosyalist değil de demokratik devrim (daha doğrusu aslında bir geçiş evresi) olması gerektiğinin ‘nesnel gerekçe’lerinden bir diğeri olarak ileri sürüyor.

Burada öncelikle nüfusun %35’i gibi oldukça büyük bir oranı oluşturduğu ifade edilen ‘küçük burjuva kesim’in aynı sosyo-iktisadi standartlara sahip yekpare bir toplumsal kesimmiş gibi (ki bu orana K. Kürdistan’ın da dahil edilmektedir) sunulmasının temel bir yanlış olduğunun altını kalınca çizmek gerekiyor. Çünkü nüfusun %35’inin oluşturduğu söylenen bu ‘küçük burjuva kesim’ farklı sosyo-iktisadi standartlara sahip birçok farklı katmanlardan oluşur. Ve olgusal bir gerçektir ki bu toplumsal kesimin içinde en büyük bölüğü de ‘yoksul emekçiler’ diyebileceğimiz tabaka oluşturur. Kapitalizm koşullarında ve hele de devrimci kriz dönemlerinde küçük burjuvazinin bu yoksul emekçiler kesiminin, devrimin ilerleyen yükselişiyle birlikte proletaryanın bayrağı altında toplanacağını Marksizm teorisi de sınıf mücadeleleri pratiği de öngörülüyorken; H. Yeşil’in bu yaklaşımının sırf savunu amaçlı işi yokuşa sürmede yapay gerekçeler oluşturma özelliği taşıdığı açıktır.

Ve keza sosyalist devrimde küçük burjuvazisinin, orta köylülük de dahil, orta ve üst kesimini oluşturan bölüğüyle bir ittifak oluşturma zorunluluğundan ziyade, Lenin bu kesimin tarafsızlaştırılması siyasetini öne çıkarır. Bunlar ise öncesi sürecin değil, ancak ki devrimin fiili sürecinin yarattığı koşullarda ele alınabilecek sorunlar olurlar. Sınıflar ve toplumsal kesimlerin verili süreçteki davranış ve tutumlarını öznel istekleri değil, somut güç dengeleri ve ortamın genel koşulları belirliyor olacağından, H. Yeşil’in bu soyut gerekçesinin isabetli olmadığını, bariz bir zorlama olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

2-3) “KÖYLÜLÜĞÜN DEVRİMCİ POTANSİYELİ” SORUNU:

Keza aynı konu kapsamında sorun 4. Madde’de (yine Türkiye-K. Kürdistanı toplamı üzerinden yapılan ‘ortalamacı’ bir oranlamayla) bu kez de nüfusun yaklaşık olarak %30’unu oluşturduğu ifade edilen köylülüğün devrimci potansiyelini tüketip tüketmediği üzerinden sorgulanıyor. Ve H. Yeşil: “(ben bu soruya Kuzey Kürdistan-Türkiye’de köylülüğün devrimci potansiyeli tükenmemiştir cevabı veriyorum)” diyerek, bunu da sürecin devrimin neden sosyalist değil de demokratik devrim olması gerektiğinin bir diğer ‘haklı gerekçesi’ olarak ileri sürüyor.

Her şeyden önce bu özgülde şunu belirtmek gerekiyor ki; farklı sosyo-ekonomik yapıların köylülüğünü böyle ‘ortalamacı’ soyut bir köylülük olarak ele almak, esaslı bir yanlışı oluşturur.

Ve keza kendi iç tartışmalarının tarihi itibariyle (yani galiba 2009 yılları itibariyle) istatistik verilerin köylülüğün her iki ülke toplamındaki genel nüfusa oranının yaklaşık olarak %30’undan ziyade, %25’leri civarlarında gezindiğine işaret eder. Ve bu oran giderek de daha aşağılara doğru düşme eğilimi içindedir.

Öte yandan H. Yeşil’in bu %30’luk köylülüğü parantez içinde “(ki nüfusun hâlâ yaklaşık olarak %30’u ‘köyde’ yaşamaktadır.)” şeklinde, üretimsel fonksiyonu üzerinden değil de yaşam alanı üzerinden açımlaması da bir başka olumsuzluktur, bir başka zorlama yapay gerekçelendirme gayretidir. Çünkü bugün özellikle Türkiye’de ‘köyde’ yaşayan ve ama fiilen ‘köylü üretici faaliyeti’ içinde olmayan azımsanmayacak bir üretim dışı/atıl kesim de söz konusudur. Böyleyken H. Yeşil’in hem de köylülüğün devrimci potansiyelinin sorgulandığı bir mecrada köylülüğü, ‘köyde yaşayan nüfus’ olarak ele alması doğru olmamıştır.

Bunlar aslında elbette ki sorunun teferruat kısmını oluşturuyor. Asıl mevzu, Türkiye ve Kuzey Kürdistan köylüsünün ‘devrimci potansiyel’inin sorgulanmasında ortaya konan yaklaşımdadır.

Yazar ‘Köylülüğün devrimci potansiyeli’ derken, kastettiğinin, ana ekseninde toprak sorunu bulunan demokratik devrim olduğu açıktır. Böyle olunca da H. Yeşil’in sorduğu soruya verdiği “(Ben bu soruya Kuzey Kürdistan – Türkiye’de köylülüğün devrimci potansiyeli tükenmemiştir cevabını veriyorum)’ şeklindeki yanıtı ciddi bir problem oluşturur. Çünkü köylülüğün burada sorgulanan ‘devrimci potansiyeli’ demokratik veya ulusal-demokratik devrime koşullu bir durumdur. Bunun içinde köylülüğün baş çelişmesinin feodalizmle, temel taleplerinin de toprak ve demokratik cumhuriyet olması gerekir. Veya bir ulusal çelişmenin gündemde olması gerekir. Hali hazırda bunların hiçbirinin Türkiye köylüsünün sorunu olmadığı açık. Çünkü artık esasen kapitalist üretim tarzının birer unsuru haline dönüşmüş olan Türkiye köylülüğü açısından onları devrimci kılacak olan iktisadi ve siyasi alandaki en temel iki sorun aşılmış durumdadır. Dolayısıyla da onların (demokratik devrim) devrimciliğini koşullayan alt ve üst yapısal baş çelişmeleri feodal sistem artık söz konusu değildir.Haliyle de Türkiye köylülüğü açısından bir demokratik devrim gereksinimi de olmayacaktır: bu bağlamda da Türkiye’de genel köylülük gerçekliğinin H. Yeşil’in yargısının aksi yönde bir tablo sergilemekte olduğu, olgusal bir gerçeklik olarak, rahatlıkla ifade edilebilir.

Ve ama demokratik devrim zemininde, Türkiye köylülüğün tümünün artık devrimci potansiyel taşımıyor olması demek, kapitalist üretim ilişkilerinin öne çıkarmış olduğu emek-sermaye baş çelişmesi zemininde köylülüğün özellikle de az topraklı, yoksul ve kır proletaryasını teşkil eden ezici çoğunluk kesiminin yeni bir devrimci potansiyel taşımadığı anlamına gelmez. Bu kesim elbette ki devrimci bir potansiyel taşımaktadır. Ama bu demokratik devrimin değil, sosyalist devrimin devrimci dinamiğidir artık. Zaten kapitalist üretim tarzı zemininde köylülüğün devrimci potansiyelini demokratik devrim üzerinden değil, sosyalist devrim üzerinden sorgulamak gerekir. Ve ama kapitalist üretim ilişkileri zemininde devrimci potansiyelin ancak ki kapitalist sistemle uzlaşmaz sınıf çelişkisi yaşayan ‘kır yoksulları’ kategorisine dahil olan kesimin taşıyor olacağını da asla unutmamak gerekiyor. Yani köylülük içinde sisteme karşı devrimci potansiyeli ancak ki topraksız, az topraklı yoksul emekçi, köylü kesimi ve kır proletaryası taşıyor olacaktır. (Elbette köylülüğün ‘orta köylülük’ addedilen kesiminin de kapitalist sistemle çelişmeleri vardır. Ancak genel karakterleri itibariyle bu çelişmeler ‘uzlaşmaz çelişmeler’ özelliğinde olmadığından, devrimci kriz dönemleri dışında bu kesimi, sisteme karşı devrimci bir konumlanış içine çekmek mümkün olmayacaktır: Kriz dönemlerinde ise bunları tarafsızlaştırarak devrime dolaylı bir şekilde katmak pekâlâ mümkün olabilecektir.) Hal böyle olunca da zaten köylülüğün tümünde devrimci potansiyelin olup olmayacağını sorgulamak saçma olacaktır. Proletarya sosyalist devrimde ancak ki köylülüğün tek devrimci kesimi olan ‘kır yoksulları’yla kuracağı ittifakla yürüyor olabilecektir. vs. vs.

H. Yeşil’in Türkiye ve Kuzey Kürdistan toplamı üzerinden %30 olarak ele aldğı ve ‘devrimci potansiyeli tükenmemiştir’ dediği, köylülüğün gerçek ‘gerçekliği’ böyleyken; yani bu %30’luk köylülüğün yarısına yakın bir kesiminin demokratik devrimin potansiyel gücü/taban kitlesi olmaktan çıktığı, baş çelişme ve temel taleplerinin farklılaştığı, köylülüğün bu kesiminin de kendi içinde ciddi sınıfsal ayrışmalara uğradığı bir realite içinde; H. Yeşil bu kesimi nasıl yapacakta demokratik devrimin gücü kılabilecektir acaba? Nüfusun %35’ini oluşturduğunu söylediği küçük burjuvaziyle ittifak yapmadan sosyalist devrimi gerçekleştirebilmenin mümkün olamayacağını haklı kaygısını taşıyan H. Yeşil ve benzeri yaklaşım sahiplerinin ‘demokratik devrim’ talebi kalmamış olan, toplam köylü kitlesinin yaklaşık olarak yarısını oluşturan, Türkiye köylüsünü demokratik devrime nasıl kazanabileceklerini ve katabileceklerinin de ‘haklı kaygısını’ taşımaları gerekmez mi acaba?

Türkiye’de nesnel zeminin artık kalmadığı açık ve anlaşılır bir şeklide ortadayken bazı kesimlerin bu nesnel gerçeklikle adeta inatlaşırcasına bir kör ısrarla hala da demokratik devrim demeye devam ediyor oluşları, aslında esaslı bir açmaza işaret ediyor. Çünkü bu kesimlerin elinde demokratik devrimi üzerine oturtabilecekleri temel argümanları Kuzey Kürdistan’ın arz ettiği pozisyon, faşizm, emperyalizm ve bunlara ek olarak bazılarının ileri sürdüğü ‘anti-tekel’cilikten ibarettir. Demokratik devrimi işte ancak ki bunlarla kurgulayabiliyorlar. Yani Türkiye açısından ‘feodal kalıntıların tasfiyesi’ argümanı daha bulunmamaktadır. Bu açığı (!) Kuzey Kürdistan gerçekliğiyle kapatmaya çalışıyorlar. Ama demokratik devrimi gerekli kılan temel unsurlar emperyalizm, faşizm ve iktidarın tekelci burjuvazisinin elinde olması olgularıdır. Yani bir bakıma ‘ben dedim, oldu’ durumu söz konusu.

Niye bu kinayeyi kullandık? Çünkü bilinir ki toplumlarda devrimler ancak ki o toplumun sosyo-iktisadi koşullarının ortaya çıkardığı dinamikler üzerinden gerçekleşebilme şansına sahip olabilirler. Peki böyleyken acaba Türkiye’de demokratik devrimi bir toplumsal gereklilik olarak var edebilecek ne tür sosyo-iktisadi dinamiklerden bahsedilebilir? Yani gerçekten de demokratik devrimi mümkün kılabilecek örneğin ne türden alt yapısal ve üst yapısal feodal ve orta çağ kalıntılarından bahsedilebilir.

Bu dinamikler yoksa şayet (olmadığını önceki bölümlerde teferruatlandırmıştık.), demektir ki o topraklarda demokratik devrim aşaması artık esasen geride kalmış bir evredir. Hâlâ çözülmemiş olarak belli oranlarda varlıklarını devam ettiren bir takım feodal/orta çağ kalıntıları elbette söz konusu olabilir. Ancak toplumun katettiği aşama itibariyle bunların varlık ve çapları kendi başlarına demokratik devrim için gerekli ve yeterli nesnel zemini sunma özelliği arzetmez. Bunların kökten tasfiyesi sorunu ya evrimsel gelişim içinde sönümlenme şeklinde olacaktır; ya da bunlar daha üst bir toplumsal devrim tarafından silinip atılmaları suretiyle gerçekleşecektir.

Bilinir bir durumdur ki; klasik argümanları boyutuyla demokratik devrim, sosyal tabanı itibariyle, bir bakıma bir ‘köylü devrimi’dir de. Peki Türkiye’de demokratik devrim, baş çelişmesi hâlâ feodalizmle olan hangi köylü kitlesine dayanabilecektir acaba? Türkiye’de var mı/kalmış mı böyle anti-feodal bir köylü devrimci dinamiği? Açıktır ki yok! Çünkü Türkiye köylüsünün baş çelişmesi artık feodalizmle değil, kapitalist sistemledir. Niye? Çünkü Türkiye köylüsü neredeyse yarım asra varan bir süreden beridir ki kapitalist üretim ilişkileri hakimiyeti altındadır. Haliyle de Türkiye köylüsünün kendisini feodal sömürü ve despotluğunun cenderesinden kurtaracak bir demokratik devrim talebi olmayacaktır, yoktur da.

Bunu, gerek bir kısım devrimci oluşumların özellikle Karadeniz ve Ege’nin bir kısım kırsal alanlarında demokratik devrim programı esası üzerinden geliştirmeye gayret gösterdikleri gerilla savaşının bu yöre köylüsünde kayda değer bir taban yaratamama, marjinal sınırları aşamama sosyal pratiğinden hareketle ve gerekse Türkiye kırsalı genelinde barışçıl-legal faaliyet yürüten yapıların sosyal pratiklerinden hareketle söylemekte pekâlâ mümkündür.

Bu çıkarsamayı özellikle de kitlelerin uğruna bedel ödemeye/ödetmeye değer buldukları ekonomik, sosyal, kültürel, çevresel, ekolojik ve siyasal sorunlarını nasıl bir gözü karalıkla sahiplendikleri ve harekete geçebildikleri gerçekliğiyle kıyaslayacak olursak, söylemeye çalıştığımızın özü daha rahat anlaşılır olabilecektir.

Fazla da uzatmadan toparlayacak olursak, her haldeki şunu söylemek yeterli gelecektir; Türkiye somutundaki çıplak gerçeklik böyleyken H. Yeşil ve tüm diğer demokratik devrim savunucularının Türkiye’de hangi köylülüğün demokratik devrim için hâlâ devrimci potansiyelini korumakta olduğunu nesnel verilerle ortaya koymak dışında, bu iddiaların savunma şansları bulunmamaktadır.

2-4) “KUZEY KÜRDİSTAN’DAKİ KÖYLÜ DİNAMİĞİNİN TÜRKİYE DEMOKRATİK DEVRİMİNİN SOSYAL TABINI SAYILMASI” SORUNU.

H. Yeşil’in ve yukarıda andığımız ‘bazı kesimler’in ‘Türkiye’de demokratik devrim’ savlarına baş dayanak yaptıkları bir diğer unsur da, H. Yeşil’in 5.Madde’de formüle ettiği; ‘Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi’nin ‘kitle tabanı’ olarak milyonlarca Kürt köylüsünü harekete geçirebilmiş olması şeklindeki görüştür. Yani denilmek isteniyor ki; Kürt köylüsü üzerinden de olsa, Türkiye demokratik devrimi ‘sosyal taban’ olarak güçlü bir devrimci köylü dinamiğine sahiptir. Bir başka ifadeyle söz konusu kesimlerce bu ‘olgu’, hem Türkiye demokratik devriminin nesnel zemininin ve hem de devrim dinamiğinin aslında sanılandan da güçlü olduğunun ‘çürütülmez sağlam kanıtı’ olarak sunuluyor.

Öncelikle belirtmek gerekiyor ki bugünün dünyasına devredilmiş ezen-ezilen ulus çelişmesinin bir ifadesi olarak ulusal kurtuluş mücadelesi ve hareketlerini, özgün ayrımlar yapmadan; eskinin kitlesel taban kıstası üzerinden tanımlamaya devam ederek, ulusal hareket ‘kitle tabanı açısından köylü hareketidir’ şeklinde genelleme bir kategorize edişle ele alıp nitelemek, her haldeki çok da yerli yerinde bir yaklaşım olmayacaktır. Günümüz Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi belki bir dereceye kadar hâlâ aynı kategoride değerlendirilirse de; ancak örneğin bir İrlanda, Bask, Katolanya, Korsika ve hatta bir bakıma Filistin vs. vb. gibi ulusal kurtuluş mücadelelerinin o eski dönemin tipik ‘köylü hareketi’ karakteri taşımadıkları açık olgusal bir realitedir. Çünkü anılan bu örneklerin hemen hemen hiçbirinde köylülük hem genel olarak nüfusun ve hem de buralar ulusal hareketlerinin sosyal tabanını oluşturabilecek baskın bir belirleyiciliğe sahip değildir. Hal böyle olunca da özellikle de politik sahada o eski ezberlerle/kalıplarla, klişe formüllerle bu türden soyut genellemelerde bulunmanın ağır sonuçlarının olacağı muhakkaktır.

Kaldı ki günümüz Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi açısından da tartışma götürür bir durumundur bu. Çünkü eriyen-eritilen, kente göçen, zorla göçertilen bir köylülük realitesi duruyor karşımızda. Ve nitekim bugünün koşullarında ulusal mücadelenin sosyal tabının baskın unsurunun, bir biçimde kent varoşlarına doldurulmuş olan, yoksul emekçi kesimlere kaymış olduğu, mücadelenin gerilla ayağının da, serhildanlarının da, örgütlü kadın gücünün de baskın-dinamik kitle tabanının artık bu kesimler olduğu ve artan oranlarla da bu kesimler olacağı yadsınamaz bir olgu değil midir?

Özetle şunu ifade edebiliriz ki; bu sorunda H. Yeşil kadar rahat hüküm verebilecek durumda değiliz. Evet, elbette Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi açısından köylülük bugün hâlâ çok çok önemli bir devrimci dinamik olarak rol oynamaya devam ediyor. Ancak ‘sosyal taban’ olarak hareketi karakterize edebilme kabiliyetini koruyamadığı, bu tabanın kent varoşlarına doldurulmuş olan yakın dönem köylülüğü ve ama bugünün kent yoksullarına kaymış olduğunun tespit edilmesi gerektiğini düşünüyoruz.

2-5) “KÜRT ULUSAL HAREKETİNİN ‘EMEKÇİ HAREKETİ’ ADDEDİLMESİ” SORUNU:

Bunu böylece belirttikten sonra, H. Yeşil’in şu belirlemesine de kısaca değinip, asıl mevzuya öyle geçelim.

Bir sosyal-siyasal hareketin sınıfsal karakterini o hareket önderliğinin güttüğü siyasetin ve öngörülen programın hangi sınıfın çıkarlarına hizmet etmekte olduğu (hizmet edeceği) kıstası üzerinden değil de; o hareketin fiiliyatta dayandığı kitle tabanının sınıfsal niteliği üzerinden belirlemenin fevkâlâde yanlış ve yanılgılı bir yaklaşım olacağını düşünüyoruz.

Bu düşünceden hareketle biz bugünün Kürt ulusal mücadelesini bu mücadelenin önderliğini yapmakta olan PKK’nin güttüğü siyaset ve sahip olduğu çözüm perspektifi açısından bir ‘emekçi hareketi’ bileşeni olmadığını, ama asgari programının ihtiva ettiği ve kapsamını da esasen ulusal sorunun ezen-ezilen ulus demokrasi talebi üzerinden ‘Emekçi Hareketi’nin müttefikleri arasında da yeri olan bir ‘milli burjuva hareketi’ karakteri taşıdığı açıktır. Dolayısıyla, genel dünya görüşü, siyasal programı ve çözüm perspektifi itibariyle ‘Emekçi Hareketi’yle organik bağı bulunmayan, ve ama sürecin koşulları içinde ‘emekçi hareketi ile ancak ki ‘dost müttefik güç olarak irtibatlanabilen bir hareketi, sırf dayandığı kitle tabanından hareketle onu ‘Emekçi Hareketi’nin bir bileşeniymiş gibi sunmanın doğru olmayacağının, H. Yeşil’in dile getirmiş olduğu yaklaşımın yanlış ve yanılgılı olduğunun altını çizme gereği vardır.

Ve kaldı ki söz konusu kitle tabanının objektif olarak Kürt ulusal hareketi önderliğinin öngörmüş olduğu ‘Demokratik Cumhuriyetle Birlik Projesi’nin bırakın emekçilerin çıkarlarını temsil etmesini, Kürt milli burjuvazisinin bile çıkarlarını temsil etmekten yan çizen, ezen/egemen ulus burjuvazisinin devletsel imtiyazlarının olduğu gibi korunmasını güvenceleyen işbirlikçi liberal burjuvazinin çıkarlarını önceleyen bir proje olduğu, tartışma götürmez bir gerçektir. Dolayısıyla da söz konusu bu ‘sosyal taban’ dayanağı fikri, bir hareketin sınıfsal karakterini tek başına ve esastan belirleyebilme kabiliyeti gösterebileceğinin her haldeki çarpıcı bir başka örneği olacaktır.

Evet, tabii ki bu ‘sosyal taban’ı, emekçi sınıflardan oluşan bir kitle olduğundan, sınıfsal mücadelede objektif olarak esasen devrimci-sosyalist/komünist hareketlerin sosyal tabanıdır. Fakat ne var ki bu objektif durumu onu burjuva devrimci ve burjuva reformist, hatta basbayağısından dinci-gerici ve faşist hareket ve akımların etkisi altına girmesinin, onların çıkarlarına hizmet etme temelinde rol oynamasının, yani bir diğer ifadeyle verili anda onların kitle tabanı olmasının önünde kendiliğinden bir bariyer oluşturmuyor. 

Burada karşımıza devrimci ve komünistlerin kendi öz sosyal dayanağı olan bu emekçi kitleleri ne oranda sahiplenebildikleri ve onları ne oranda örgütleyerek koruyabildikleri sorunu çıkar. Ve keza verili anda sınıfsal çıkarlarına ters bir konumlanış içerisinde olsalar da, ancak sosyal yaşam koşulları illa ki onları tekrardan kazanma imkânı sunuyor olacağından, uygun yol ve yöntemlerle bunu başarmak mümkündür de.

Bunu da böylece vurguladıktan sonra artık asıl mevzuya geçebiliriz.Konu girişinde şöylesi bir belirlemede bulunmuştuk: “H. Yeşil’in ve yukarıda andımız ‘bazı kesimler’in ‘Türkiye’de demokratik devrim’ savlarına baş dayanak yaptıkları bir diğer unsur da, H. Yeşil’in 5. Madde’de formüle ettiği ‘Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi’nin ‘kitle tabanı’ olarak milyonlarca Kürt köylüsünü harekete geçirebilmiş olması şeklindeki görüştür. Yani denilmek isteniyor ki Kürt köylüsü üzerinden de olsa, ‘Türkiye demokratik devrimi’, ‘sosyal taban’ bileşeni olarak, güçlü bir devrimci köylü dinamiğine sahiptir. Bir diğer ifadeyle söz konusu kesimlerce bu ‘olgu’ hem ‘Türkiye demokratik devriminin somut nesnel zemininin ve hem de devrimci dinamiğinin aslında sanılandan da güçlü olduğunun ‘çürütülemez kanıt’ olarak sunuluyor.”

Görüşümüzce bu yaklaşım birçok yönüyle sorgulanmaya muhtaç bir yaklaşımdır. Çünkü her ne kadar tipik bir burjuva demokratik devrim sorunu olan bu ‘ezen-ezilen ulus çelişmesi’, her iki ülkenin de başlıca çelişmeleri arasında yer alıyorsa da; ancak görmek gerekiyor ki ülkelerin farklı sosyo-iktisadi koşulları bu ‘ortak’ çelişmenin ele alınışını, kapsamını ve çözüm önceliği ve tarzını her iki ülke açısından aynı kılmaya şans tanımıyor. Aksine, belirgin baskın özelliklerle, farklılık arzediyor. İşte öncelikle sorunun bu nesnel özgül özelliğinin görülmesi gerekiyor.

Bilinir ve genel kabul görür ki burjuva demokratik devrimi kapsamında olup da çözülmemiş bir ‘kalıntı’ olarak günümüze aktarılmış olan sorunların varlığı toplumun önüne her özgülde ve her halükârda bir demokratik devrim gerekliliğini ‘zorunlu şart’ olarak getirmez. Çünkü bu tamamen verili andaki genel sosyo-iktisadi yapının arzettiği gerçeklikle koşullu bir durumdur. Tek tek prekapitalist kalıntıların varlığına karşın, şayet ülke iktisadi yapısı kapitalist dönüşümünü esasen tamamlamış ve keza ülke siyasi sistemi (yani devlet yapılanması) burjuvazinin hakimiyet aracına dönüşümünü tamamlamışsa, orda toplum açısından burjuva demokratik devrim süreci esasen kapanmış olur. Çözülmeden kalmış tek tek feodal/orta çağ kalıntıları sorunu, yeni sürece birer ‘iç sorunlar’ olarak eklenir ve çözümleri de yeni sürecin dinamiklerine devredilmiş olur.

Cılız bir şekilde de olsa itirazlarına devam edecekler ille ki olacaktır elbet; ancak bu, genel kabul gören olgusal gerçekliği çok da fazla ırgalamayacaktır. Türkiye’de alt yapısal olarak da, üst yapısal olarak da burjuva demokratik devrim sorununu toplumsal bir gereklilik olmaktan çıkaran dönüşümler esasen tamamlanmış olup; arta kalan kimi feodal kalıntılar ise, daha önce de ifade ettiğimiz tarzda, yeni sürecin birer ‘iç sorunu’ olarak ona eklemlenmiş olur. Gerek ezen-ezilen ulus çelişmesi, ve gerekse H. Yeşil’in 6.Madde’de ‘üst yapı’ unsurları arasında üst başlık altında kültür, siyaset, bilinç, devlet yapılanması gibi sahalarda saymış olduğu, ve ‘ben Kuzey Kürdistan-Türkiye’de üst yapıda feodal artıkların, yaklaşımların önemli bir etkinliğe sahip olduğunu düşünüyorum’ deyip sıraladığı:

1-)“Türkiye’de devlet memuru kendini devletin sahibi, cahil halkın amiri olarak görür ve toplumun genelinde de bu böyle kabul görür.” (Diyerek, devletin ceberut yapısına ve vatandaşın devlet karşısında özgür bireyler kültürü edinememiş olmasına işaret eder bu ifadeleriyle. Yani galiba. BN.)

2-)“Erkek egemenliği çok önemli ölçüde feodal dönemin izlerini taşır.”

3-)“Geriye dönük dinci yaklaşımlar toplum içinde yaygındır. Dini cemaat örgütlenmeleri ve mezhepsel örgütlenmeler bugün Türkiye’de en yaygın örgütlenmelerdir.” Ve

4-)“Din-devlet işleri zaten hiçbir dönemde birbirinden ayrılmamıştır.” Türünden tüm bu sorunların varlığı Türkiye toplumunun gündeminde bir demokratik devrim gereksinimi olarak karşılığını bulmaz, bulamaz. Ezen-ezilen ulus çelişmesi de dahil tüm bu sorunların (ve belki daha fazlası da) her birinin burjuva demokrasisi koşullarında şu veya bu oranlarda kısmi çözümlerini bularak toplumun gündeminden ya tamamen düşme veya önemsizleşerek geri planlara itilme özelliği taşıyan sorunlar olduğu göz önünde bulundurulacak olursa; bunların neden yeni toplumsal sistemde burjuva demokratik devrimi gereksinimini var edebilecek devrimci dinamikler olma özellikleri taşıyamayacakları daha kolay anlaşılır olacaktır.

Özetle, ezen-ezilen ulus çelişmesi, Türkiye’nin burjuva demokratik devriminin diğer temel koşullayanlarının aşılmış olması sebebiyle, diğer bir kısım feodal/orta çağ kalıntılarıyla birlikte de olsa artık bir demokratik devrim sorunu olmaktan çıkmış; bir demokrasi, bir genel siyasal özgürlükler sorunu olarak kapitalist sisteme eklemlenmiş bir çelişme karakteri kazanmıştır. Tıpkı İrlanda sorunun İngiltere’de bir demokratik devrimi koşullayamaması gibi bir özelliktir bu. Radikal – köklü çözümünü değilse de, kısmi çözümünü pekâlâ bulabilir. Ama çözülmeyip de başlıca çelişmeler arasında varlığını koruduğu sürece de demokrasinin (ya da genel siyasal özgürlüklerin) tüm diğer irili ufaklı sorunları gibi, bu sorunun çözümü de sürecin baş çelişmesinin çözümüne bağlanmış olarak, sosyalist devrimin asgari programı kapsamında pekâlâ mümkün olabilecektir, olur da. Bu bağlamda Türkiye açısından ezen-ezilen ulus çelişmesinin ezilen ulus tarafından arzettiği devrimci dinamik hem sosyalist devrimin devrimci dinamiğinin bir bileşenidir ve hem de Kuzey Kürdistan’da baş çelişme olma özelliğini koruduğu sürece ulusal – demokratik devrim şeklindeki veya baş çelişme değil de başlıca çelişmelerden biri olarak demokratik halk devriminin önemli bir dinamiği veya ilerleyen süreçteki gelişmelerin öne çıkaracağı sosyalist devrimin bir demokrasi dinamiği olarak birleşik devrim stratejisinin bir bileşenidir. Tabii burada her haldeki birleşik devrim stratejisinin ancak ki Kürdistan’ın ayrı bir devlet olarak ortaya çıkmadığı koşullarda söz konusu olabileceğini belirtmeye bile gerek yok.

Toparlayacak olursak, varılacak sonuç bizim açımızdan şu olacaktır: H. Yeşil tarafından dile getirilen söz konusu 7 Madde de ileri sürülenlerin hiç birisinin Türkiye somutundaki devrimin demokratik devrim olması gerektiğinin ve sosyalist devrimin hazırlık aşaması olarak bir halk iktidarı veya devrimci işçi-köylü iktidarı türünden zorunlu bir geçiş evresi gereksiniminin varlık gerekçesi olma özelliği taşımadığı, H. Yeşil’in burada teoriyi haddinden fazla zorladığı rahatlıkla söylenebilir.

3-) “KUZEY KÜRDİSTAN DEVRİMİNİN NİTELİĞİ” SORUNU:

Olgular, farklı sosyo-ekonomik yapı özelliklerine sahip Türkiye ve Kuzey  Kürdistan ülkeleri devriminin farklı aşamalara sahip olduğuna; Türkiye açısından demokratik devrim ve bir geçiş aşaması gereksiniminin bulunmadığına, gündemde olanın artık doğrunda sosyalist devrim ve proletarya diktatörlüğü olduğuna, maddi koşulların buna imkan tanıdığına işaret ediyorken;  Kuzey Kürdistan açısından ise gündemde olanının sosyalist değil, yeni demokratik devrim tarzı bir devrim ve geçiş aşamasının yaşanması gerektiğine işarete diyor. K. Kürdistan'da halihazır da baş çelişme ezen-ezilen ulus çelişmesi olduğundan, gündemdeki devrim de (ciddi feodal kalıntılar mevcudiyetinin de bir gereği olaraktan), zorunlu olarak, ulusal demokratik devrim karakteri taşıyacaktır.

Mevcut gerçeklik içinde ulusal çelişmenin çözümü önceliği üzerinden yürütülen mücadele hem komünistler önderliğinde olmayıp, burjuva-milliyetçi kesimler önderliğinde olduğundan hem de mücadeleyi UKKTH’nı hedefleyen devrimci rotasından çıkarılıp, ezen/egemen ulus imtiyazlarını olduğu gibi koruyan sömürgeci sistem içi alt düzeyli kısmi bazı talepler üzerinden uzlaşmaya varma rotasına oturtulmuş olduğundan, hem ulusal çelişme köklü tam çözümün bulamış olacak ve hem de söz konusu burjuva önderliğinin, tıpkı ‘Kurtuluş Savaşı’ sürecindeki Kemalist hareket gibi, zaten toprak üzerindeki feodal özel mülkiyetin tasfiyesi asgari programına sahip olmamasından ötürü (ki, girdiği rota itibariyle bundan tamamen uzaklaşacaktır da) demokratik devrim asgari hedefleri itibariyle dahi tamamlanmış olmayacaktır. Dolayısıyla da bu esaslı görevin yerine getirilmesi tarihi sorumluluğu bugünde Kuzey Kürdistanlı komünistlerin omuzlarında olmaya devam ediyor olacaktır.

Tabii hem hali hazırda sürmekte olan ulusal mücadeleyle sağlanacak kısmi çözümün sunacağı imkanlar ve yaratacağı sonuçlar ve hem de ivme kazandırılmak istenen kapitalistleşme hamlelerinin yakın ve orta vade de iktisadi ve sosyal yapıda ne tür değişim-dönüşümlere yol açacağı yakinen takip altında tutulması gereken bir durumdur. Ancak bu olasılıklar bugünün devrimin hâlâ ulusal demokratik devrim olduğunun tespit edilmesinin önünde bir engel olamaz, olmamalıdır da. Hani diyoruz ya; ‘Somut koşulların somut tahlili’ne göre belirleyeceğiz verili anın görev ve sorumluluklarını; süreci bu tahlilden hareketle tanımlayacağız.

Ve böylece bu konuyu noktalayıp, gündemin ikinci konusu olan devrim stratejisi konusuna geçebiliriz.

Devam edecek...

https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/devrimimizin-niteligi-ve-stratejisi-uzerine-1

https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/devrimimizin-niteligi-ve-stratejisi-uzerine-2

 

 

Sayfalar