Cumartesi Temmuz 27, 2024

Pusula

Pusula

Örgüt; ilkeleri, hukuku ve kolektif işleyişiyle vardır (1-2- bölüm)

Bazen aynı şeyleri, onlarca-binlerce kez tartışmak zorundayız. Bizim bunlardan ne bıkmak ne de kaçmak gibi bir lüksümüz var. Devrim bir ihtiyaç ve zorunluluk olduğu sürece, gerçekleştirilmesi için bir örgütlenme de bu örgütlenmeyi sürekli geliştirmek de bir ihtiyaç ve daha ötesi zorunluluk olmaya devam edecek. Örgüt demek, bir amaç için bir araya gelmiş insanlar demek. Ve hepimiz biliriz ki insan demek aynı zamanda sorun demektir. Üstelik çözümü de kendi içinde barındıran bu sorunlar, gelişmenin-ilerlemenin de esas dinamiklerinden birini oluşturur. Bu sorundan bıkmanın-kaçmamanın mümkün olmamasının diğer bir yanını da, her gün saflarımıza katılan özellikle genç devrimcilerin varlığı oluşturur.

Genç-yeni devrimcilerin örgüt bilinciyle, örgütün işleyişiyle eğitilmesi, bu bilinci pratiğe geçirebilmesi devrim yapacak bir örgüt olmanın da örgütün sürekli geliştirilerek devamlılığının sağlanmasının da koşullarından biridir. Ve en sonu, bu sorundan bıkmanın-kaçmanın mümkünü yok, çünkü örgütü oluşturan (yeni ya da eski) hiçbir bireyin değişimden kaçması mümkün değildir. Yani kimsenin “ben ideolojik-politik-teorik gelişimimi tamamladım, bu sorunlardan muafım” deme hakkı-lüksü yok. Böyle söyleyen kişi, en başta o tamamladığım dediği gelişimin temellerinden biri olan diyalektiğe sırtını dönmeye çalışmaktadır. Üstelik o “hakim olduğu” diyalektiği “yenilere” anlata anlata bunu yapmaktadır. Ancak bizim sırtımızı dönmeye çalışmamız zavallı bir körlükten başka bir anlama gelmez. Çünkü diyalektik öyle bir şeydir ki, siz onu ne kadar dikkate almamaya çalışırsanız çalışın, peşinizi  bırakmaz, arkamda bıraktım dediğiniz an, tam karşınıza dikilir ve en acı tokatlarından birini atıverir size. Bu tokat karşısında sizin tepkiniz ve duruşunuz gelecekteki yerinizi de belirler. Bu bir tercihtir artık: Tokatın nereden geldiğine takılıp ona göre bir tercihte de bulunabilirsiniz, “hiç acımadı ki” deyip yolunuza devam etmeye de çalışabilirsiniz, ve hatta diyalektikle kavgaya da tutuşabilirsiniz... Bunların hepsi bir tercihtir ve unutulmamalı ki, her tercih aynı zamanda bir vazgeçiştir. “Ne”den vazgeçeceğimizin kararı ve ortaya çıkarttığı sorumluluk tamamen bize aittir. Kısacası, kimsenin (ama hiç kimsenin) öğrenmekten, ideolojik eğitimden-tartışmalardan muaf olmak, kaçmak gibi bir lüksü olmadığını ifade edelim.

Dolayısıyla, “devrimci saflara birçok zaafımızla geliriz, bunlarla mücadele etmeliyiz, bu da zaman alır” gibi önermeleri doğru, fakat eksik olarak değerlendirebiliriz. Evet, devrimci saflara, burjuva toplumun tüm pislikleriyle geliriz ve bunlardan kurtulmamız gerekir ancak bu örgütün de (tüm üye, kadro ve militanlarıyla) hala bu toplum içinde bulunduğunu, dolayısıyla devrime kadar (ve devrimden sonra da farklı şekillerde de olsa) bu mücadelenin sürdüğünü/sürmesi gerektiğini yadsıyamayız. Bu girişten sonra, işe en başından başlayabiliriz.

Devrim kitlelerin eseri olacaktır ve fakat bu kitlelere önderlik edecek, onların o dağınık öfkesini doğru yere kanalize ederek onları örgütlü bir güç haline getirecek olan da örgüttür. Yani örgüt olmaksızın bir devrim olabileceğini hayal dahi etmek mümkün değildir. Bu noktada amaç-araç ilişkisini karıştırmamak önemli. Örgüt amaçlaştığı oranda, gerçek amaç olan devrim fikri-pratiği vs. ortadan kalkar, en hafif haliyle lafzı edilen ancak gerçekleşmesi mümkün olmayan bir ütopya halini alır. Diğer yandan böyle bir ele alış, örgütü fetişleştirir, ona dokunulmaz, eleştirilemez, değiştirilemez, hata yapmaz vs. vs. özellikler yüklenir. Yani örgüt, soldan bir bakış açısıyla tasfiye edilir.Oysa örgüt, hatalar yapan, bu hataları eleştirilebilen, bunları düzeltme iradesine sahip, değişime açık, hatta “zamanı gelince” kendisini de ortadan kaldırarak yeni bir aşamaya sıçratacak olan canlı bir organizmadır.Örgüt ilkeleriyle vardır!

Bir amaç için bir araya gelmiş, ortak hedef doğrultusunda organize olan, kolektif bir işleyişe sahip olan örgütün, herkesi bağlayan ilkeleri olmaksızın bir örgüt vasfı kazanamayacağı, adına örgüt dense bile ortak amacı-hedefi gerçekleştiremeyeceği bizler için artık açık olmalı.

İlkelerin, kararların ve parti hukukunun herkes için bağlayıcılığı oranında eşit şekilde uygulanması kritik önemdedir. [Mutlak bir eşitlikten bahsetmediğimiz açıktır.] Geniş halk kitlelerinden, Parti tabanına, Partinin sempatizan ve militanlarından, üyelerine ve kadrolarına (en nihayetinde Parti önderliği de denebilir) bu bağlayıcılık artmakta, kaba bir tanımla “haklar-özgürlükler azalırken, görev-sorumluluklar çoğalmaktadır”. Bunun tersinin yaşandığı bir parti, elbette bir parti olabilir ama “komünist” vasfını bir kenara bırakarak. Çünkü en başta “adalet” denilen olgu yara alır ki, bu da tüm ezilenler için adaleti yerine getirecek bir partinin direkt niteliğine dair yaradır. İlkelerin, herkes tarafından istendiği gibi yorumlanabildiği, bazen “özgün koşullar” denilerek çiğnendiği, “yeter ki işler yürüsün” denilerek göz ardı edildiği, “bir hata yapılmasının önüne geçmek” adı altında ortadan kaldırıldığı bir yapının komünistliğinin tartışmalı hale gelmesi kaçınılmaz olur? Herkes kendi bulunduğu noktadan bir değerlendirme yaparsa, tablonun tamamını görmediğini kabul etmezse, yani kısacası sübjektivizmle sakatlanmış bir bakış açısıyla, ilkeleri de “gerekirse” (bu açıktır ki “ben gerekli görürsem” diye okunmalıdır) hiçe saymaya yetkili sayarsa orada açıktan örgütün tasfiyesi söz konusu olur.

Hem de gözümüz gibi korumak adına yola çıktığımız örgütü... Bu noktada “bir kereden bir şey olmaz”, “ama ben yoldaş...”, “bu konuda sorumluluğu ben alıyorum” , “ben şuyum-buyum” vs. vs. söylemler, durumu kurtarmaz, aksine tasfiyeci duruşun derinliğine işaret eder.İlkeler yoksa, parti de yok! Bunun anlamı, ilkeler değişmez, bir kere konulmuşlarsa ölene kadar arkasındayız vs. vs.den bahsetmiyoruz elbette. İlkeler de (çoğunlukla) parti gibi canlı, tarihsel, yerine ve zamanına göre değişecek, kaldırılabilecek, insan yapımı olgulardır.

Tabu değildir kısacası. Ama bir bireyin (evet kim olursa olsun) bu ilkeleri hiçe saymaya, görmezden gelmeye, değiştirmeye, ortadan kaldırmaya gücü yetmez. Bunun için kolektifin, bütünü gören iradesi gereklidir.

*********

Bir önceki sayımızda üzerinde durduğumuz örgüt ve ilkeler konusunda aslında dönüp dolaştığımız yerlerden biri de “ben-merkezci” yaklaşımlardı. Kendini örgütün üzerinde gören, herkesten fazlasını ve iyisini bilme iddiasına sahip bu subjektif bakış açısı, bir kere “kazanıldı” mı, kişinin tüm örgütlü yaşamına, yoldaşlarına bakışına, görevlerini yapış şekline ve oradan da politik süreci yorumlama biçimine ve görevleri belirleme yöntemine dek belirleyici hale gelir.

Günlük yaşam ilişkilerimizde “dünyanın kendi etrafında döndüğünü sanma” şeklinde ifade ettiğimiz bu bakış açısının biz sadece birkaç noktadaki yaklaşımlarına değinelim.

Binlerce gözün ve aklın ortak iradesidir parti

“İki tane gözün varsa senin,

binlerce gözü var partinin.

Her yoldaşın bildiği kendi kenti,

Beş kıtanın beşini de biliyor parti”

Parti, tam da Brecht’in bu şiirinde ifade ettiği gibi, tek tek “biz”lerden ve “biz”lerin aklının, gözünün, iradesinin, pratiğinin, deneyiminin vs. vs. daha üst bir nitelikte birleşmesiyle oluşmuştur. Tıpkı Lego parçalarının oluşturduğu bir şeklin, o parçaların tek tek niteliğinden üstün olması gibi Parti de, bireylerin tek tek niteliğinin üstünde bir niteliğe sahiptir.

Kendini binlerce gözü, kulağı, aklı olan bir partinin üzerinde gören, herkesten iyi bildiğini düşünen kişinin ideolojik olarak durduğu yer nettir, ama gideceği yer ise çoğunlukla örgütün yaklaşımına bağlıdır.

Bu hastalığın teşhisi kadar (ve hatta ondan daha önemlisi) hastalığın kaynağıdır. Ben-merkezci yaklaşım, (diğer birçokları gibi) esasta Partinin örgütsel ve politik olarak zayıfladığı dönemlerde bulur bu kaynağı. Ülkemizin yarı-feodal toplumsal yapısının da fazlasıyla zemin hazırladığı bu şekillenmeye, örgütü ilkeleriyle ve kolektif yapısıyla geliştirmek yerine giderek örgütün üzerinde her şeye müdahale edebilen, her şeyi tüm diğer yoldaşlardan daha fazla bilen-gören bu yoldaşlara rastlanabilir.

Örneğin bir alanda, iş yapan, gözü kara, politik olarak diğer yoldaşlara göre bir adım önde olan bir yoldaş, ilkeler ve kolektif mekanizmalar yaşama geçirilmediği durumda, o alanda “merkez” konumuna ulaşır. Tüm pratikler ve politikalar bu merkezden şekillenmeye başlar. Bu “merkez” çökünceye kadar, bir türlü o alanda 2 kişi olunmaz, olunsa da bu “merkez”in gölgesi konumunun çok da ötesine geçmez. Bir toplantıya katılmak gerekiyorsa, o katılır; bir iş yapılacaksa önce ona sorulur; var olduğu ve iş yaptığı sürece tüm diğer zaaflar ve gedikler üzerinde pek durulmaz... Bu durum çoğu yoldaşın da “iş”ine gelir; zira sorumluluk-inisiyatif almak, sorulara yanıt bulmak, kitle karşısında konuşmak vs. bu toplumsal yapı içinde öyle çok istenen, özenilen durumlar değildir.

Kolektif mekanizmaları kurmak elbette kolay değildir; ancak ben-merkezci bir konumda olan bir yoldaşın varlığı bu durumu neredeyse imkansız hale getirir. Çünkü ben-merkezcilik demek aynı zamanda yoldaşlara derin bir güvensizlik demektir. Onların her şeyi kendisi kadar bilmediği, kendisi kadar iyi yapamayacağı, kendisi kadar politik olmadığı vs. vs. tezler üzerinden şekillenen bu güvensizlik, yoldaşların gelişiminin önünde bir set halini alır. Gerçekte ise o set, yoldaşların kendilerine güvensizlikleri-inisiyatifsizlikleri-deneyimsizlikleri değil, onları geliştirmeyen yapının kendisidir.

Sürekli aynı noktada kalıp da, etrafında kimseyi örgütleyemeyen, inisiyatiflerini-kendilerine güvenlerini geliştiremeyen, kendisinin yerine bir işi yapabilecek tek bir kişi bulamayan bir yapı-kişi ne kadar önderlik edebilir. Çevremizdeki yoldaşlar hata yapabilirler, bizi tam istediğimiz gibi temsil edemeyebilirler, yanlış kararlar alabilirler. Çok muhtemeldir ki, yoldaşlarına güvenmeyenler de zamanında bu hataları yapmışlardır (hala da yapıyor olabilirler). Oysa her hata-deneyimsizlik bizler için aynı zamanda bir eğitim çalışmasıdır. Nasıl ki, ben olmadığımda yerim belki biraz daha deneyimsiz, politik olarak biraz daha az yetkin ama her halükarda dolduruluyorsa, var olduğum süreçte de doldurulabilir demektir. Ama sorun sadece basit bir  “yer doldurma” da değildir; kolektif mekanizmanın oluşturularak, yoldaşların o kolektif mekanizma içinde görev-sorumluluk vs. alarak yetkinleşmesidir.

Ben-merkezci kişilik, aynı zamanda mevcut toplumsal yapıya oldukça uyumludur. Yukarıda belli oranda bahsettiğimiz yarı-feodal yapının yarattığı kişiliklerin kendine güvensiz, sorumluluk almaktan kaçan, inisiyatifsiz hali, bu “merkez”lerin elini güçlendiren bir pozisyon da yaratır. Son yıllarda, kadın örgütlülüğümüz tarafından çalışmalarında daha çok “kadınlara özgü” bir noktada ortaya konulan bu özellikler, gerçekte kadını erkeğiyle tüm toplumsal yapımız için geçerlidir. [Erkeklerin, son tahlilde kadınlar ve kendilerinden daha güçsüz erkekler üzerinden kendilerini gerçekleştirebilmelerinin zemininin olmasını göz ardı etmek elbette mümkün değildir.] Nitekim, ben-merkezci kişiliklerin, etraflarında kendilerine koşulsuz biat eden bir kitle yaratabilmelerinin toplumsal zemini fazlasıyla mevcuttur.

Yoldaşlarına güvensiz olan bu “merkezler” elbette ki yoldaşlarının aldığı kararlara, gerçekleştirdikleri pratiklere, yerine getirdikleri temsiliyetlere vs. vs. güvensiz yaklaşırlar. Oysa ilkeler çok açıktır; kim olursa olsun bu ilkeler herkes için geçerlidir demiştik. Tüm bu çarpıklıklar olması gerektiği gibi kolektif mekanizmalara yerini bırakmalıdır ki, herkes nefes alabilsin, politikleşebilsin, görevlerini daha iyi yerine getirebilsin. (Bitti)

Örgütlemek ve hazırlanmak!

Dünyada ve ülkemizdeki toplumsal-siyasal gelişmelere baktığımızda sömürü ve yağma derinleşip yoğunlaşırken baskı ve zulmün pervasızlığından ve hızından bir şey kaybetmeden her geçen gün etkisini artırıp devam ettiğini görüyoruz. Emperyalizm tarihinin en ciddi bunalımını yaşamaya devam ediyor. Çılgınca kasıp kavurduğu dünyamız, bütün canlı varlıkları ile sömürülmekte, yağmalanmakta, tüketilip kıyamete sürüklenmektedir. Bir avuç efendi, uşak ve cellatlar dışında kalan milyonlarca insan için dünyanın sadece yerüstü değil yeraltı da bir cehenneme dönüşmüştür. Durum her geçen gün kötüye giderken keskinleşen ve derinleşen çelişkilerin, bir dizi ülke ve bölgede dipten gelen bir dalga olmaktan çıkıp yüzeye vurduğu bir gerçeklik içindeyiz. 

Emperyalist-kapitalist sistemin sonlandıramadan yaşadığı krizlerin ağır sonuçlarını emekçiler yokluk-yoksulluk-işsizlik, ağır baskı ve zulüm koşulları altında yaşamaktadır. Emekçilerin var olan gerçekliğe öfke ve mücadelesi her geçen gün ivmesi artarak yükselmektedir. Dünyaya egemen olan emperyalist-kapitalist sistemin parçası olarak işleyen Türkiye dişlisine, başta ABD olmak üzere bütünüyle emperyalist devletlerin çıkarları ve ihtiyaçlarına göre yön verilmektedir. Geçmişin “usta” bir devamcısı olan AKP hükümeti uyguladığı ekonomik ve sosyal politikalar nedeniyle halk kitlelerinin yaşam seviyesi hızlı bir gerileme içine girmiş, açlık ve yoksulluk sınırı altındaki nüfusta büyük bir artış olmuştur. Tarım ve hayvancılık dahil olmak üzere yaşamın her alanında yıkım ve işsizlik toplumsal dokuda büyük bozulmalara yol açmıştır. Ağır ekonomik sorunlar gelir dağılımında uçurumu büyütmüştür. Ahlaki ve kültürel yozlaşma bozulma ve çürümenin açık resimleri olmuştur. 

Faşist Türk devleti ağır sömürü ve yıkım politikasını sürdürebilmek için bir dizi temel yasada yaptığı değişiklik ve düzenlemelerle birlikte yasama-yürütme-yargı kurumlarını dokunulmaz, ayrıcalıklı hale getirmiş, medyayı ise toplumsal gerçekleri gizleyen-çarpıtan-AKP nin bir yalan makinesi durumuna sokmuştur. Hak ve özgürlükler alanına ait ne kadar kırıntı varsa budanıp yok edilmesi gereken görevler arasına dahil etmiştir. Hiçbir söylem ve örtü AKP hükümetinin işçi-emekçi düşmanı, Kürt-Alevi-kadın ve çocuk düşmanı yüzünü gizleyemiyor ve örtemiyor. Hiçbir oyalama ve aldatmaya dayalı “açılım politikası” ezilenlere demokrasinin yolunu genişletmiyor.

AKP hükümeti daha fazla baskı, daha fazla katliam politikasına hız vermektedir. Faşist saldırganlığıyla ilerici, yurtsever, demokrat, devrimci kesimleri hedeflemekten vazgeçmiyor.  Ülkemizde bir avuç efendi, uşak ve asalak dışında kalan yüz milyonlarca insan  “cehennem” koşullarında yaşamaktadır. Bu durumun her geçen gün daha kötüye gittiği, keskinleşen ve derinleşen çelişkilerin, ezilenler arasında kaynaşmayı, ortak mücadele etme ihtiyacını ve pratiğini artırdığını söyleyebiliriz. Soma katliamıyla birlikte ülkenin her tarafından ve her kesiminden ortaya konan tepki ve öfkeler Kürt ve Türk halkının daha fazla yakınlaşmasını beraberinde getirme zeminini olgunlaştırmıştır. Roboskili anaların, Soma’da yaşamını kaybedenlerin mezarlarını ziyaret etmeleri, protesto gösterileri yapmaları Kürt ve Türk milliyetinden emekçi halkın dayanışmaları açısından oldukça anlamlı bir mesaj olmuştur. Bir kez daha görülmüş ve anlaşılmıştır ki çeşitli milliyetlerden emekçi halkın birbiriyle sorunları dertleri alıp veremeyecekleri hiçbir şeyleri yoktur. Sömürü ve baskıdan dolayı aynı sorunları, dertleri, acıları yaşayanların bir araya gelip birlikte ortak mücadele etmekten başka bir tercihleri olamaz. Sömürünün yoğunluğu zulmün derinliği iki halkın kaderini ve ortak mücadelesini ve kurtuluşunu daha fazla ortaklaştırıp, aynılaştırmaktadır.  

Sömürü ve zulüm her geçen gün daha yıkıcı ve imha edici bir tarzda sürmektedir. Kötülüklerle dolu kölece yaşam devam ettikçe kitlelerin öfke ve tepkisi artarak çoğalacaktır. Hak ve adalet arayan, insanca yaşam talep eden herkes devletin saldırı hedefi durumundadır. Halka ve gerçekliğe ait olanlara tahammülü olmayan, insana ait her kıpırdanış ve hareketi kurşun ve zorbalıkla susturmak, bastırıp sindirmek isteyen faşist AKP hükümeti azgınca saldırganlığa devam edecektir. Önümüzdeki süreçte kitlelerin öfke ve tepkileri daha fazla büyüyüp-artacak, daha fazla kitle sokağa dökülecektir. Sürecin gelişimi bunu gösteriyor. Kitlelerin sokağa taşan ve taşacak olan öfke ve tepkilerini örgütleyip, politik iktidar hedefine yönlendirmek gibi ciddi kapsamlı ağır görevler proleter devrimcileri beklemektedir. İşçiler-emekçiler için bilinçsizlik ve örgütsüzlük hali en kötü haldir. Sınıf bilincine ve örgütlülüğe dönüşmeyen her öfke ve tepki dağılıp sonlanmaya ve yok olmaya mahkumdur. Mevcut gerçeklik karşısında proleter devrimcilerin işçi ve emekçilerle birlikte yapacağı çok şey vardır. En temel vazgeçilmez görevlerin başında örgütlenmek ve devrimci bir önderlik yaratmak gelmektedir.

Önderlik ve örgüt sorunu bütün aciliyetiyle kendini dayatmaktadır. Bu görevin nitelikli bir biçim alabilmesinin ön şartı ideolojidir. Kurtuluş yoluna ışık tutan dünya görüşüdür. Buna güçlü ve sağlam bir şekilde sahip olunmadan yol göstericiliğiyle her gelişme ve sorun aydınlatılmadan örgütlenme ve önderlik sorunu çözülemez. İkinci bir şart ise sokağa dökülen her öfke ve tepkiyi politik iktidar mücadelesine çevirmektir. Göreve nereden başlamak gerekir diye sorulduğunda en fazla sömürülen, ezilen, en fazla haksızlığa ve baskıya uğrayanlardan başlamak. Sokakta, meydanlarda, direnişte olanlardan işe başlamak gerekir. İşçilerin-emekçilerin-işsizlerin-Kürtlerin-Alevilerin-kadınların-gençlerin yanında, onlarla beraber mücadeleyi ve devrimci bilinci örgütlemektir görev.   

“Partilerimiz ülkelerin büyük çoğunluğunda henüz gerçekten komünist partisi değiller, gerçekten devrimci ve tek devrimci sınıfın, eksiksiz bütün parti üyeleriyle kitlelerin mücadelesine, hareketine, günlük yaşamına katılan gerçek öncüsü değiller. Fakat bu eksikliğimizin farkındayız, bu eksikliği III. Kongre’nin parti çalışması üzerine kararında büyük bir kesinlikle açığa çıkardık. Ve bu eksikliği aşacağız.” Lenin yoldaşın bu muazzam çözümleme ve görev çağrısına kulak verip, devrimci görevler yerine getirilmelidir.

Sınıf savaşımında, devrim biliminde örgüt yasalarında bitmeyen ve asla tamamlanmayacak iki görev vardır. Hazırlanmak ve örgütlenmek. Örgütlenirken hazırlanmak, hazırlanırken başka bir görevi örgütlemeyi düşünmek. Sınıf savaşımına ait her anı her fırsatı her eylemi ve görevi örgütlemek. Havayı-suyu-ateşi-zamanı-kitleri-kendimizi-savaşı-direnişi-çatışmayı-devrimi örgütlemek. En etkili şekilde kitlelere yapılacak olan devrimci propagandayı örgütlemek, onları mücadeleye, gerilla savaşına hazırlamak.  Bu ikili görevler iç içedir. Biri diğerinin sonuna konulamaz. Biri esas alınırken diğer unutulup kenara, zamanı belli olmayan bir ana terk edilemez.

Düşünürken-çalışırken örgütlenmek, örgütlenirken düşünmek. Düşünceyi-çalışmayı-çatışmayı örgütlemek. Sokakta çatışırken örgütlenmek, örgütlenirken hazırlanmak. Sınıf bilinçli devrimciler asla tek bir işi yapmayacaktır. Her zaman esas tali olmak üzere ikili işi birlikte ele almalı, ikisini yapmayı hedeflemelidir. “Kitlelerin-yoldaşların mücadeleye hazırlanması açısından örgütlenmedik, hazırlanmadık hiçbir şey bırakmamak” temel ilke bu olmalıdır. Kendiliğindencilik-düzensizlik-dağınıklık-örgütsüzlük-plansızlık ve boşluk sınıf savaşımı açısından ölümdür.

Kitlelerin mücadelesini iktidar savaşına taşımak için hazırlıklarımızı hızlandıralım. Kitlelere güvenelim, örgütleyelim. Devrimin alevlerini örgütlenerek büyütelim! Gelecek sabırla, inatla zorluklar karşısında yılmayanların yaratacağı değerlerle kazanılacaktır.

Diyalektiği güncelle!

Her faaliyet alanı bir önceki sürecin devrimci çalışmalarını kapsamlı bir şekilde örgütsel-pratiksel-yönetsel boyutuyla değerlendirmelidir. Bölge ve alanlar bu süreçte kitlelere ne kadar gidebildi? Ulaştığı, kapısını çaldığı emekçilere sistemin politik teşhirini ne kadar, nasıl yaptı? Kitleleri bilinçlendirip-örgütlemede ikna ve inandırmada ne kadar etkili ve başarılı oldu? Nasıl bir yol ve yöntem izledi ve ne kadar mesafe kat etti? Propagandanın içeriği kitleleri uyandırmak-bilinçlendirmek-harekete geçirip örgütlemek için yeterli miydi? Yürütülen propaganda çalışması karşısında halkın tepkisi nasıldı? Seçim süreci, sömürücü-zalimlerin politik teşhirine, demokratik halk devriminin propaganda çalışmasına çevrilebildi mi?  Sömürülen ve ezilen kesimlere, onların yaşadıkları sorunlar, ihtiyaçlar dikkate alınarak propaganda yapılabildi mi? Sürecin olumluluk ve olumsuzlukları neler oldu? Eksiklikleri, yetersizlikleri nelerdi?

Mevcut devrimci güçlerimizi ne kadar harekete geçirebildik? Bilinç ve örgütlenme düzeylerinde bir ilerleme yaşandı mı? İstek-çaba-kararlılığımız arttı mı? Bilinç ve örgütlülük düzeyimizde bir gelişim yaşandı mı?

Bu ve buna benzer birçok sorunun yanıtı bilimsel temelde aranmalı, sürecin ideolojik-politik-örgütsel boyutu kapsamlı olarak değerlendirilmelidir. Neden-niçin-nasıl-nerede-ne kadar sorularına diyalektik (analitik) düşünüş ve materyalist (kavrayış) bilgi teorisi ışığında, örgüt yaratma perspektifiyle yanıt aranmalıdır. Sorulan sorular, aranan yanıtlar kitlelerin sistemden kopartılıp demokratik halk devrimine yakınlaştırma sorunlarından, örgütsel gelişim çizgisinden bağımsız ve ondan kopuk ele alınmamalıdır.

Çalışmaların değerlendirilmesi için gerekli ve yeterli zaman ayırıp kafa yormadan, ideolojik nedenlerine,  sınıfsal kaynağına inilmeden, önderlik meselelerine ciddi dikkat çekmeden, hata ve zaaflara güçlü dokunulmadan sonraki faaliyetlerimizin başarısını sağlayamaz.

Her devrimci çalışma değerlendirilmelidir. Değerlendirilip-sorgulanmadık hiçbir pratik bırakılmamalıdır.

Ancak faaliyet değerlendirmeleri sürekli bir şekilde benzer tarzda yapılıyorsa ya da hiç yapılmıyorsa orada gelişimin kapısına kilit vurulmuş demektir. Önümüzdeki (1 Mayıs-6 Mayıs-18 Mayıs) çalışmaların daha nitelikli ve kitlesel tarzda örgütlenmesi için geçmiş faaliyetlerin bütünlüklü-derinlikli bir devrimci değerlendirmesi yapılmalıdır. Şimdiye kadar yaşanan ve var olan yetersizlik ve yetmezliklerin ortadan kaldırılması için ciddi ve nitelikli bir değerlendirme faaliyeti örgütlenmelidir.

Seçim sürecinde başarı ve başarısızlıklarımızı, olumluluk ve olumsuzluklarımızı alt alta yazıp kapsamlı bir değerlendirme yaparak, samimi ve dürüst bir öz-eleştirel tutum sergileyerek, yeni sürecin görevlerine hazırlanmak gerekir. Her bileşen, her birey mutlaka öz-eleştirel bir tutumla yeni sürecin çalışmalarına hazırlanmalıdır. Öz-eleştirel tutum ne kadar bilimsel-nitelikli ve samimi olursa yeni süreç daha gelişkin ve örgütlü tarzda yürütülür.

Her başarısızlığın, her hata ve zaafın ideolojik kökenine ve sınıfsal nedenlerine inilerek, bizden kaynaklı gerilikler, yetmezlikler değerlendirilip kapsamlı sonuçlar çıkartılmalıdır. Bu çalışmalar üzerinden önümüzdeki sürecin devrimci çalışmalarına daha bilinçli-örgütlü-kararlı başlanmalıdır. Nisan-Mayıs ayları bir dizi temel devrimci pratik ve görevlerle dolu bir süreçtir.

Bir yanda yağma ve talan üzerine kurulu hırsızlıklarla dolu biriktirilmiş zenginlikleri ellerinde toplayan bir avuç sömürücü sınıf; diğer yanda yokluk ve yoksulluk içinde sefalete mahkum edilmiş milyonlarca emekçi halk. 

Bir yanda ne yapacağını bilemeyen, çaresizlik-çözümsüzlük-örgütsüzlük içinde feodal-burjuva ideolojinin yanılgılarıyla acı ve çile dolu bir yaşama mahkum edilmiş geniş emekçi yığınlar diğer yanda her türlü zenginliği-tekniği-bilimi elinde toplayan, devlet erkini polisi ve asker gücünü elinde saldırı gücü olarak kullanan bir avuç kan emici komprador.

Bir yandan şiddete dayalı saldırılardan geri durmayan, provokasyon yapmaktan çekinmeyen en kıyıcı imha edici silahlarla beslemeli çetelerini donatarak halka saldırmanın provasını, hazırlığını yapmaktan vazgeçmeyen egemenler diğer tarafta örgütsüzlük-bilinçsizlik içinde kendisine kurtuluş yolunu açacak öncüsünü-önderini bekleyen geniş emekçi yığınlar.

Bu gerçeklik karşısında yapılacak, yerine getirilecek görevlerin bilinciyle hareket etmek gerekir. Halk, proleter devrimcilerden güven veren, özüyle sözü bir olan profesyonel bir devrimci örgüt bekliyor. Karşılarında güvenilir-kararlı-inançlı militanlar görmek istiyor. Halkın güven duyacağı bir örgüt ve inanacağı sağlam militan modeli yaratılmadan örgütlenme sorunu çözülemez. Bunun için her şeyden önce kendimize çekidüzen vermek, yetersiz yanlarımızı hızla atıp, hata ve zaaflarımızdan kurtulmak gibi kendimize ait görevlerle karşı karşıyayız.

Örgüt ve militanların sınanıp, denendiği yerler devrimci pratik alanlarıdır. Meydanlar-sokaklar-köyler-fabrika ve okullardır. Mücadele alanlarıdır. Özgürlük ve demokrasi arayan kitlelerin olduğu yerlerdir. Ezilenlerin olduğu her alan birer sınav yeridir. Halkımız devrimcilerin özgül ağırlıklarını mücadele alanlarında ölçer. Değer verir, ya benimser ya da tereddüt eder; ya güvenir, peşinden gider ya da güvensizliğini geri durarak dile getirir.

Bunun için proletarya partisi ve militanları düzenli olarak üzerinde biriken tozları temizlemeli, küçük burjuva yanları korkmadan atmalıdır. Halkın karşısına hazırlıklı ve örgütlü çıkılmalıdır. Bunun için düzenli-sistemli bir şekilde kendimize çekidüzen vermeliyiz. Küçük burjuvaziye ait olan ne varsa korkmadan, tereddüt etmeden yıkıp, proleter yanlarımızı inşa etmeliyiz. Her gün düşünce, davranış ve hareket tarzımıza yön veren, itim kazandıran idealizme-metafiziğe-kitlelerden kopuk kendiliğindenci, dar pratik çalışmaya-bürokrat burjuva önderlik yanlarımıza karşı mücadele etmeliyiz. Devrime-bilime-özgürlüğe ve halka ait olmayan her şeyi tereddütsüz bir şekilde yıkıp atmalıyız. Her gün yıkım ve inşanın diyalektiği içinde kendimizi güncellemeliyiz. Yenileyip devrimcileştirmeliyiz.

Her bileşen, her militan öncelikle kendisini değerlendirmelidir. Görev ve sorumluluklarımızı ne kadar, nasıl ve  hangi tarzda yerine getiriyoruz? Halk ve yoldaşlar bizlere ne kadar güven duyuyor? Özümüzle sözümüz bir midir? Söylem ve eylemimiz, teori ve pratiğimiz bir bütün müdür?  Kitleler ve yoldaşlar bizlere güven duymayıp, peşimizden gelmiyorsa bizden kaynaklı nedenler nelerdir? Bu soruların yanıtını nesnel gerçeklik içinde kendimizi dürüst bir şekilde ortaya koyup değerlendirerek vermeliyiz. Kendimizi bilimle-felsefeyle sorgulamalıyız. Tespit edilen her hata ve belirlenen her zaafın nedenlerine dürüst ve samimi bir şekilde eğilmeliyiz. Ortadan kaldırılması için büyük bir çaba ve devrimci emek ortaya koymaktan asla geri durmamalıyız.

Felsefi idealizmin karşısına materyalizmi, metafiziğin karşısına diyalektiği, kendiliğindenci-dar pratiğin karşısına devrimci pratiği, bürokrat önderlik karşısına devrimci önderliği çıkarıp egemen bir çizgi haline getirmeyi esas almalıyız.  Bu görevleri başarıyla yerine getirirsek halkın güvendiği devrimci bir profesyonel örgüt yaratabilir ve güvenilir devrimci militan kişilikler haline gelebiliriz.

Elinden gelen her şeyi yapmak

Egemenler her daim devletin bekaası ve güvencesi için sömürü ve baskı politikalarını gizlemeye, kendilerine yönelebilecek öfke ve tepkiyi yarattıkları hayali düşmana yöneltmeye çalışırlar. Bunun için her dönem içte ve dışta bir düşman bulmakta zorluk çekmezler.  Halkın biriken öfke ve isyanı “iç ve dış düşmanlara” yöneltmeye çalışarak, kurtulduklarını zannederler.

Halkı, gençliği, kadınları kandırmak-aldatmak-yanıltmak için yarattıkları “iç ve dış düşmanlara” göre eğitmeye şekillendirmeye çalışırlar. Bu çalışma içinde sadece Erdoğan-Kılıçdaroğlu-Bahçeli yer almaz. “Eğitilmiş”-seçkin ve yetkin profesörleri, bilim insanlarını, siyasetçileri, generalleri, gazetecileri, TV program yapıcılarını, sanatçıları da kendi yanlarına alırlar. Şoven-ırkçı politikalarına, hırsızlık ve yağmalarına meşruluk-güvenirlik-inandırıcılık kazandırmak için bu yola başvururlar. Resmi ideolojiyi, sahte tarih ve bilim anlayışlarını kendilerine dayanak yaparlar. Son süreçte yaşananlar budur. 

AKP’nin yağma ve hırsızlıkta uzmanlaşmış diktatörü, seçim süreciyle birlikte yandaş TV ekranlarını en fazla işgal eden faşist lideri durumundadır. İçeride “Gezicileri-lobileri-Gülen Cemaatini” hedef gösterirken dışta ise Suriye’yi düşman ilan ederek, saldırganlığını en üst düzeye çıkartmaktadır. İktidara geldiğinden günümüze kadar her daim oynadığı mağdur rolünü seçim sürecinde de oynamaya devam etmektedir. Hiçbir şekilde örtbas edilemeyen hırsızlıkları, her gün bir yenisi eklenerek ortaya çıkan rezalet ve kepazelikleriyle R. T. Erdoğan’ın İslam maskeli politikacı kimliği fena halde çizildi.

Büyük bir korku ve telaş,  kaybetme paniği içinde ortaya saçılan pisliklerini örtbas etmeye çalışıyor. Bir yandan da kendilerine yönelen öfke ve tepkileri bertaraf etmek için “Gülen ve Gezicileri” hedef göstererek, kendisini aklamaya çalışıyor. Açığa çıkan yolsuzluk ve hırsızlıkların kendisine yönelmiş bir komplo ve oyun olduğunu ifade ederek bu oyunların halka, AKP seçmenlerine yönelik bir haksızlık olduğunu ifade etmeye çalışıyor.  

Egemenler, halkın bilincini zehirlemek için milyarlarca lira harcıyorlar. Bu politikaya “Dolar ve Avro”larla satılmış gerici profesörleri, bilim insanlarını, gazetecileri, TV program yapımcılarını, sanatçıları, milletvekillerini de katıyorlar. Egemenlerin saldırılarına karşı meslek ahlakıyla hareket etmek isteyenler ise ya işten kovulmakta ya da susturularak sindirilmeye çalışılmaktadır. Gazeteciler büyük bir sınav sürecindedir; ya mesleki onurlarını koruyacaklar ya da düşkün birer yalancı olup AKP’nin borazanlığını yapacaklar. Hazır olmadıkları, istemedikleri bir yol ayrımındadırlar. Zorunda kaldıkları bir tercihle karşı karşıyalar. Gazetelerden kovulan, kapı dışarı bırakılan “hakim-savcı-polislerin” sayısı binlerle ifade edilmektedir. Kaybetmenin verdiği büyük bir korkuyla iktidar erkinin bütün hırsıyla öfkeden gözü dönmüş, çıldırmış bir diktatör gibi engel ve rakip olarak gördüğü, insanca durmaya çalışan herkese saldırmakta, susturup etkisizleştirmeye çalışmaktadır. Tıpkı bir kıyım makinesi gibi çalışarak önüne gelen herkesi ezmeye, sindirmeye kalkmaktadır.

Sömürü ve baskıya, ilhak ve yağmacılığa dayalı politikalarında egemenlerin yüzyıllardır değişmeden başvurdukları politikaları şudur; aldatarak-kandırarak-korkutup sindirerek saf halkı arkasına-yedeğine almaktır. Bunun için her yalana ve sahte propagandaya başvuruyor, tehditler savuruyor.

Halkı bölüp parçalayarak, belli bir kesimini düşman ilan ederek, kendi yandaşlarına “düşmanlarını” yuhalatarak, birbirine kışkırtıp, kırdırmaya çalışarak halk düşmanı gerçek yüzünü ortaya koymaktadırlar. Sömürü sistemine ait bütün çürümüşlük ve bozulma parametreleri kendisini göstermektedir. Bütün bunlar yetmezmiş gibi Twitter’ı, Youtube’ı kapattıran, Facebook’u kapatmayı ifade etmekten çekinmeyen, yasaklarla uyanışı ve doğru bilgilenmeyi önlemeye çalışan egemen sınıfın politik temsilcileri sonu gelmez bir tükenişe ve yıkıma doğru hızla gidiyor.

Utanmazca, arsızca yağma ve talandan bir an olsun vazgeçmeyen bu sömürücü barbar sınıfa karşı ya enerjik bir biçimde mücadele edilecektir ya da bu sonu gelmeyecek olan iğrenç ve utanmaz hırsızlıkların-talanın devam etmesine “razı olunacaktır”. Ya kitlelerin biriken ve kabaran öfkesi sokaklara meydanlara dökülüp, isyana dönüşerek, tepkileri dağlarda yankılanacaktır. Ya da çaresizlik ve yalnızlık içinde bu sömürü ve barbar politika sür-git devam edecektir. Orta ve ara yol yoktur.

Elbette sınıf bilinçli proleterler birinci seçeneğin gerçekleşmesi için elinden gelen her şeyi sonuna kadar yapacaklardır. ELİNDEN GELEN HER ŞEYİ YAPMAK. Mücadelenin ana fikri olmalıdır. Kavganın kendi içinde patlama eğilimi olarak ortada duran ve saklı duran devrimci sırrı budur. “Düşmanı imha ve yok etmek için elinden gelen her şeyi yapmak” temel şiarımızdır. Devrimci savaşta bu ilke sadece askeri bir karakterle sınırlı değildir. Aynı zamanda politik ilkelere de doğrudan doğruya bağlıdır. Günümüzün politik ilkesi “kitleleri düşmandan koparmaktır”, “Kurtuluş için kopuşu örgütlemektir.” İşçileri-köylüleri-tüm emekçileri-Kürtleri-Alevileri-kadın ve çocukları devletten kopartıp, uyanış ve bilinçlenmelerini artırıp öfke ve tepkilerini büyütüp sokağa-meydanlara yöneltmektir.

Sömürü ve baskıya dayalı her uyanış ve tepkiyi sınıf bilinçli proleterler örgüte-bilince-savaşmaya çevirmek için “ELLERİNDEN GELEN HER ŞEYİ YAPMALIDIR”. Elinden gelen her şeyi yapmak demek devrim ve örgüt bilincini, inisiyatif ve enerjiyi yükseltmek, ısrar ve kararlılığı güçlü bir şekilde ortaya koymak, kitleler içinde kök salmış sağlam devrimci örgütlülükler yaratmak, gerilla savaşını büyütüp geliştirmek, demektir. Dün yaptıklarından daha iyisini ve daha fazlasını yapmaktır. Eksik, yarım bırakılan tüm devrimci görevleri tamamlamaktır. Bunun için her fırsatı kullanıp ve her olanağı değerlendirerek ezilen sınıf, ezilen ulus, ezilen cins ve inançları devletten kopartarak, Proletarya Partisi’ne yakınlaştırmak için her türlü emek ve çabayı ortaya koymaktır. Bunun için elimizden geleni sonuna kadar yapmak, temel görev olmalıdır.

Sınıf bilinçli işçiler gündelik devrimci çalışmalar yürütürken dönemin değişen koşullarını ve özgün durumu dikkate alarak çalışmalarını uyarlar. Bunun için belli bir değişime gider, “yeni” devrimci görevler edinirler. Sürecin ve çalışmaların özgünlüklerini dikkate alır. “Yeni” çalışmalara “yeni görevlere” göre kendini örgütler. Sınıf bilinçli proleterler değişen ve farklılaşan süreçlerin-dönemlerin devrimci görevlerine göre hazırlık yapmalı ve bu çalışmalara uygun bir konumlanma-ilişkilenme ve örgütlenme içine girme beceri ve yeteneğini gösterebilmelidir. Yerel seçim süreci sona ermiştir. Seçim sonrası değişen ve değişmeyen temel özellikte görevler yerinde durmaktadır. Yerel seçim sürecinin özgünlüğü ve kendisine has özelikleri ve görevleri tamamlandığında yeni dönemin kendi özgünlüğüne uygun görevler başlamaktadır. Bunun için hazır olmak gerekir.

Değişen koşullara ve dönemlere rağmen her dönem değişmeden yapılacak ve yürütülecek “eski” dediğimiz temel görevlerimiz vardır. O da nitelikli ve özenli devrimci kitle çalışmasıdır. İhtiyacından ve zorunluluğundan hiçbir şey kaybetmeden bu görev devam etmektedir. Bu çalışma sonucu sayısız emekçiyi, bilinçli durumuna getirip, ülkemizin bir yoksullar hapishanesine döndüğünü anlamalarını görmelerini sağlamalı, özgürleşme ve kurtuluşları uğruna örgütlenip mücadeleyi büyütmeleri için elimizden geleni her şeyi yapmalıyız.  

Egemenlerin hiçbir yasak ve tehdidi, hiçbir yanılsamalı “düşman” ve “hain” suçlaması bitiş ve tükenişlerinin önünü alamayacaktır. Reklam olarak insan seli üzerinde göndere çektikleri bayrak bile büyük çapta yaptıkları hırsızlığı ve yolsuzlukları örtemeyecektir. Suriye saldırganlığıyla olası müdahale, işgal bile devasa boyutta yaşanan hırsızlığını unutturmaya yetmeyecektir.

Keza yerel seçim sonucunda aldıkları “seçim zaferi” bile hırsızlığı ayyuka çıkmış suç şebekesini aklayamayacaktır. On dört yaşın fidanını katleden bir iktidar emekçilerin-ezilenlerin vicdanında ve bilincinde çoktan meşruluğunu ve haklılığını yitirmiştir. Tarihte her zaman olduğu gibi kaybeden hep şahlar, sultanlar, imparatorlar ve diktatörler olmuştur. Ve olmaya devam edecektir.

Düzen partilerine “TEK BİR OY BİLE YOK!”

Yerel seçim süreci, egemenlerin politik temsilcileri olan partilerin gerçekliğini anlama-kavrama açısından emekçilere önemli olanaklar sunmaktadır. Burjuva düzen partilerinde aday belirleme süreciyle birlikte yaşanan utanç verici gelişmeler bir kez daha göstermektedir ki onların halka değil kendilerine hizmet gibi dertleri vardır. Bunun için birbirleriyle dalaşıp, kapışıyorlar, kavga edip küsüyorlar.  Aradıkları, düşündükleri tek şey, kendi sınıf çıkarları; dert ettikleri ise daha fazla olanak elde ederek, zenginliklerini büyütmektir. Egemen sınıf temsilcileri daha fazla yetki, mevki; daha fazla rüşvet, yolsuzluk ve hırsızlık için olanak elde etmek için çalışıp çabalarken, devrimciler-ilericiler ise “halka daha fazla nasıl hizmet ederim” diye çalışmalarını yürütür. Birbirine karşıt iki sınıfın duruş-tavır, çalışma ve yönelimleri arasında hiçbir benzer ve ortak yan yoktur. Bu gerçeklik seçim sürecinde bir kez daha görülmektedir ve görülmeye devam edilecektir.

Seçim süreci, ülke bütününde ezen ve ezilen sınıflar arasında çatışma, kapışma, birbirleri üzerinde üstünlük kurmaya çalıştıkları bir mücadele dönemi olacaktır. Sınıflar arasında uçuruma varan eşitsizlik ve dengesizlik içinde geçen seçim sürecinde sömürücü, soyguncu, rüşvetçi ve hırsızların ellerinde her türlü maddi-manevi olanak, zengin araçlar varken sömürülen-ezilen emekçilerin ellerinde sadece gerçekler ve yaslanıp dayanacakları sadece yoksullar vardır.

Bir arayış içinde olan emekçiler için seçim süreci; daha fazla bir araya gelip yan yana olmaya çalıştıkları/çalışacakları, söz alıp kendi yaşamları ve gelecekleri hakkında konuşmaya başlayacakları bir süreç olacaktır. Bu süreç doğru değerlendirilip, etkin bir müdahale pratiği örgütlenirse, kitleleri devletten koparmanın, devrime yakınlaştırmanın çalışmasına çevrilebilir. Sınıf bilinçli proleterler bu süreçte daha aktif, etkin ve örgütlü bir rol oynadıkları zaman egemenlerin şimdiye kadar halka dayattığı sorunlarından, aldatma ve yalana dayalı etki gücünden halkı kurtarma, sömürülüp ezildiklerinin farkına vardırma, olanakları yaratılabilir. İlk iş, ilk görev, sınıflar arasındaki uçuruma varan gerçekliğin farkındalığını yaratarak, kitleleri egemenlerin etkisinden yalan ve aldatmacalarından koparmak olmalıdır. 

Bu zemin güçsüz ve zayıftır. Güçlü yüklenilmesi gereken yer burasıdır. AKP’den umarı olanları, MHP’ye heves edenleri, CHP’den sol bir çıkış umut edip “düzelecek” diye yıllardır bekleyenleri uyarmak, bilinçlendirip, aydınlatmak ve örgütlemeye çalışmak esas görev olmalıdır. Bu elbette zahmetsiz, emeksiz, kolay ve kendiliğinden olmayacaktır. Bu; bir çalışma, bir hamle, bir kapı çalma, bir konuşma ve bir ikna çalışmasıyla başarılamayacaktır. Uzun bir zamanı alacağını düşünerek seçim sürecinde yürütülecek kitle çalışmasında hayal kırıklığına uğramadan,  karamsarlığa ve umutsuzluğa kapılmadan hemen sonuç alma yanılgısına düşmeden çalışma yürütmek gerekir.  Yorulmak bilmeden her defasında daha ileri bir bilinç ve daha donanımlı bir şekilde, daha ileri bir örgütlemeyle kitlelerin uyanışı, bilinçlenip aydınlanması ve örgütlenmesi için çalışılmalıdır. Bazı yerlerde uzun bir çalışma sonucu hedefe varılacakken, bazı yerlerde daha az bir zamanda sonuca gidilebilir. Sabır ve dirayetle, bilinç ve kararlılıkla, ciddi örgütlülük yaratarak çalışmaları yürütmek gerekir.

Bir insanı, bir evi, bir sokağı ve bir mahalleyi uyandırmak, ikna edip inandırmak için  bazen bir ay çalışılır, bazen bir insanı, bir evi, bir sokağı, bir mahalleyi ikna edip uyandırmak ve inandırmak için bir yıl, hatta daha fazla süreli bir çalışma yürütmek gerekebilir. Bu sabır gösterilebilecek midir? Bolşevik sabır bunu yapmayı emrediyor. Kaypakkayacı devrimci çalışma ruhu bunu gerektiriyor!

Sınıf bilinçli proleterleri ağır sınavların, zorlu görevlerin beklediği bir gerçektir. Seçim çalışmalarının sonucunu bütün içinde küçük bir parçada olsa bile belirleyecek olanların bir yerinde proleter devrimciler vardır. Bu unutulmamalıdır. Gerçekleri halka anlatma nedenleri ve gerekçeleri herkesten daha fazla olanlar, proleter devrimcilerdir. Herkesten daha fazla devrimcilik yapma hakları ve meşrulukları olanlar yine proleter devrimcilerdir. Düşünceleri ve amaçları en temiz ve devrimci olanlar proleter devrimcilerdir. Bundandır ki seçim sürecini devrimci kitle çalışmanın bir parçası olarak kitlelere propaganda ve ajitasyon çalışmasının zengin ve çeşitli yöntem ve araçlarını kullanarak yürütmenin bir nedeni haline getirmek için öncelikle algıları–kavrayışı güçlendirmek gerekir. Öncelikle seçim çalışması yürüten faaliyetçilerin kafaları açık ve kendileri net olmalıdır. Öncelikle faaliyetçiler, ideolojik-örgütsel-psikolojik olarak hazırlanmalıdır. Ortaya çıkacak zorluklar ve engeller karşısında öncelikle kendileri öngörülü-örgütlü ve hazırlıklı olmalıdır. Önce kendi kafalarındaki sorulara ikna edici-yeterli yanıtlar bulmalıdırlar.  

Asgari bir düzeyde düşünsel-psikolojik-örgütsel hazırlık yapılarak seçim çalışmasına katılmak gerekir. Süreç içinde yürütülecek devrimci çalışmalar içinde faaliyetçiler gelişip-yetkinleşecektir. Faaliyetçilerde sıkılma, utanma, çekinme, tereddüt etme, yeterince hazır olmama durumları yaşanabilir. Kitle çalışması içinde var olan gerilikler ve acemilikler adım adım aşılacaktır. Çıraklıktan kalfalığa, kalfalıktan ustalığa doğru adımlar pratik çalışma içinde atılacaktır. Yeter ki çalışmalarda güçlü bir istek olsun! Yeter ki hata yapıldığında kolay düzeltme yoluna gidilsin, gerisi elde edilecek şeylerdir. Korkmadan, çekinmeden, haklı ve meşru olunduğunun cesareti ve onuruyla hareket edilsin. Engeller birer birer aşılacaktır. Bilemediğimiz, yanıtını aradığımız her şeyi kitle çalışmasının pratiği içinde emekçi halkımız bizlere öğretecektir.

Aynı zamanda mücadelenin pratiği ve sonuçları bizlere öğretmenlik yapacaktır. Hiç kimse, her şey hakkında tam bir bilgiye ve fikre sahip olarak mücadeleye başlamaz. Aranıp bulunması, olunması istenen her şeyin yanıtı devrimci pratik içinde halkla, yoldaşlarla ve bilimle aranıp, bulunacaktır. Seçim sürecinde diğer çalışmalarda olduğu gibi devrimci bir çaba içerisine girilip, süreci-çalışmaları-gelişmeleri kavramak için tavizsiz, uygulamada cüretli olunduğunda sınırlı küçük güçlerle büyük işler başarılır. Kitleler içinde proletarya partisinin etki gücü artırılabilir.

Seçim süreci ne her şeydir ne de hiçbir şeydir. Seçim sürecine çok şey yükleyip, ondan çok şey bekleyenler yanılgı içindedir. Ancak seçim sürecini önemsemeyen, küçümseyip ciddiye almayan, devrimci çalışma yürütmeyenler de yanılgı içindedir. Her süreci her çalışmayı kitlelerin sınıflara dayalı toplumsal gerçekliğini görüp, mevcut iktidarın kendi iktidarları olmadığının farkına varıp uyanışa geçtiği adım adım bilinçlenip örgütlenmeye başladığı bir süreç olarak ele almak gerekir. Bu bilince sahip olanlar her çalışmaya ve göreve ciddiyetle yaklaşıp gerekli önemi gösterebilir.

Sandıktan demokratik halk iktidarı-sosyalizm çıkmaz. Bu bir gerçektir. Ancak seçim süreci demokratik halk devrimini örgütlemenin bir basamağı, bir adımı, bir olanağı haline getirilebilir. Bu tamamen bizlerin devrimci duruşuna, çalışmamızın niteliğine, örgütümüzün etki gücüne bağlı bir durumdur.

Kitlelerin en temel ekonomik-siyasi hakları uğruna mücadele etmek, bu haklar uğruna kitlelere önderlik etmek proleter devrimcilerin görevidir. Reformların bile büyük mücadeleler verilmeden, sayısız bedeller ödenmeden kazanılamadığı bir ülkede yaşıyoruz. Reformlar devrimin yan kazanımlarıdır. Proleter devrimciler reformlar için mücadeleyi ret etmez. Ancak mücadelelerini reformlarla sınırlandırmaz. Onların istediği koca bir devrim dünyası vardır. Bu süreçte uyanış, ayağa kalkış, kendi kaderini ellerine alma, kendileri için konuşup söz alma karar verip kararları uygulama gibi birçok konuda birçok pratikte ileri doğru adımlar atılabilir.  

Sayfalar