Cumartesi Temmuz 27, 2024

Yusuf Köse

Yusuf Köse teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır. Ayrıca 7 adet kitabı bulunmaktadır. Kitapları şunlardır: Emperyalist Türkiye, Kadın ve Komünizm, Marx'tan Mao'ya Marksist Düşünce Diyalektiği, Marksizm’i Ortodoks’ça Savunmak, Tarihin Önünde Yürümek, Emperyalizm ve Marksist Tarih Çözümlemesi, Sınıflı Toplumdan Sınıfsız Topluma Dönüşüm Mücadelesi.

yusufkose@hotmail.com

http://yusuf-kose.blogspot.com/

 

S-400’lerin Ekonomik-Politik Yüzü

Türk devletinin Rusya’dan S-400 savunma sistemini alması, bir çok yeni tartışmayı da beraberinde getirdi. S-400’ler ülkeye gelene kadar, “ülkeye gelmez” diyenler elbette yanılıyorlardı.

S-400’ler konusunda burjuva kesimler içinde de iki eğilim var. Biri NATO içinde kalınması ve Rusya’dan alınan silahlardan vazgeçilmesi. Bu görüş daha çok AB ve ABD yanlısı güçler ve liberal burjuva aydın kesimler savunuyor.

Uzun süredir iktidarı elinde tutan sermaye kesimleri ile “avrasyacı”  kesim ise S-400’lerin alınmasından yanaydı. Ve TSK’ya eğemen olan kesimlerde bunlardır ve bu kesim 1990’lardan beri NATO’ya, Ulusal özgürlük mücadelesi veren Kürt hareketi meselesinden dolayı soğuk bakan kesimdir. Çünkü bunlar, ABD ve AB’nin Kürtleri “kollayıp-koruduğunu” düşünüyor.

Tekelci burjuvazinin (TÜSİAD ve diğerleri) S-400’lerin alımına  karşı çıktığı sanılmasın. Onlar başından beri destekledi.

“Sol” kesim içinde de farklı değerlendirenler var. Bir kısmı Türk devletinin bu çıkışını (TKP gibi) “halkın çıkarına” görenler varken, bir kısmı ise Türk devletinin ABD’nin sözünden çıkmayacağına inanıyor. Yani, görünüşte hiç bir şeyin değişmediğini, Türk burjuvazisinin “efendilerine  karşı çıkamayacağı” (Kızıl Bayrak ve diğerleri) bilinen argümanı tekrarlamaya devam ediyorlar.

S-400’ler Sadece Bir Silah Mı?

S-400’lere sahip Yunanistan, Bulgaristan ve Slovakya’nın durumuyla, Türkiye’nin bu savunma sistemine sahip olması aynı şeyler değildir. Yunanistan’daki S-400’ler Güney Kıbrıs’tan Yunanistan’a taşınmış ve devre dışı bırakılmıştır. Bulgaristan ve Slovakya ise hem S-300’lere hem de S-400’lere sahiptir.[1] S-300’lere, başta Çin, Hindistan, İran, Mısır gibi ondan fazla ülkenin bu silahlara sahip olduğu bilinirken, S-400’ler ise Çin ve Belarus’ta var. Ayrıca, ABD ile ilişkileri iyi olan Suudi Arabistan, Katar, Hindistan, Irak, Cezayir, Fas ve daha bir çok ülke S-400’lerin siparişini vermiş durumdalar.

Burada Hindistan’a bir şey eklemek gerekiyor. Hindistan “Şanghay İşbirliği Örgütü” üyesi ve aynı zamanda da ABD ile de sıcak ilişkilerini korumaya çalışmaktadır. Buna karşın S-400 savunma sistemi siparişi yapmıştır.

ABD ve AB’nin diğer adını saydığım ülkelerin S-400’ler almasına fazla bir ses çıkarmazken Türkiye üzerinde fırtına koparmasının altında başka nedenler olsa gerek.

Birincisi, Türkiye NATO’nun güney kanadı. Bu bağlamda Türkiye bir NATO ülkesi ve NATO’nun önemli bir üyesi. Çünkü NATO üyesi ülekeler içinde ABD’den sonra en fazla askere sahip tek ülkedir. Türkiye, yıllardır SSCB ve daha sonra ise Rusya’ya karşı NATO’nun “caydırıcı bir gücü” olarak görev yapmıştır. Yani, Türkiye’nin NATO içindeki durumu diğer ülkelerin konumuyla aynı değildir.

Ve Türk egemen sınıflarının bağımsız hareket etme istemi ve esas olarak da ABD’nin egemen olduğu Ortadoğu bölgesinden pay sahibi olmak istemesidir. Yani, güçlü ve saldırgan bir askeri yapıya sahip bir ülke olarak, bu bölgelerde kendi borusunun ötmesini istemektedir. Özellik’le “Arap Baharı” sürecinden sonra Türk egemen sınıfları Ortadoğu ve Afrika ülkelerinde ekonomik ve askeri açıdan atak (saldırgan) bir politika izlmeye başlamıştır. Eski duragan ve görece barışçıl politikalarını terk etmişlerdir.

Ortadoğu’da, ABD ve Rusya’nın yanı sıra İran, İsrail, Suudi Arabistan ve Türkiye öne çıkan ülkelerdir. ABD ve Rusya dışında ekonomik ve askeri yapısı güçlü olan Türk egemen sınıflarıdır. Türkiye bu bölgede Katar ile ortak hareket etme politikası izliyor. Türk ordusu Suriye ve Kürdistan’da savaşın içinde olduğu gibi, ayrıca vekalet savaşı da veriyor. Yani, Suriye ve Libya’da oluşturduğu ve kendi denetiminde olan silahlı gruplarla o bölgelerde egemenlik kurma savaşı veriyor.

Bu bağlamda, Türk devletinin S-400’lere sahip olmak istemesi, salt bir askeri hava savunma sistemi olmaktan çok, bölgede egemen olma ve saldırgan bir politika izleme stratejisinin parçasıdır. Bu aynı zamanda AB ve ABD’den bağımsız olma ve bu güçlerin Türk burjuvazisinin pazarlardan pay almasını engellemelerine karşı   pazarlık gücünü aktif bir yönelimle artırma taktiğidir. Her durumda da Türk tekelci burjuvazisi ABD’nin dediklerini bire bir yapan bir burjuva olmaktan çıkmıştır. Görülmesi gereken budur. Bu, burjuvazinin anti-emperyalist oluşundan değil, emperyalist oluşundan kaynaklanmaktadır. 

Türk egemen sınıfları S-400’ler ile bölgedeki konumunu güçlendirmeye çalışırken, aynı zamanda kendi silah ihtiyaçlarını kendisinin karşılaması içinde bir çaba içindedir. Örneğin, 2003 yılında TSK’nın silah ihtiyaçlarını içerden karşılama oranı %25 iken, 2017 yılında %60’ın üzerine çıkmıştır. Türk burjuvazisi, silah sanayininde dışa bağımlılığını azaltmaya çalışıyor ve bu nedenle de silah sanayine yatırım yapıyor. Dünyanın en büyük yüz silah üreticisi içinde Türkiye’nin üç silah tekeli var .[2]

Örneğin, Türkiye 2017 yılında 2 milyar 35 milyon ABD Doları kadar silah ihracatı yaparken, silah ithalatı ise aynı yıl için: 2 milyar 449 milyon ABD Doları kadar olmuştur.[3] Aynı rapora göre, silah üreten şirketlerde toplam (istihdam)  çalışan sayısı (2017) 67 bin 239. Bu veriler Türk devletinin silahlanmaya hız verdiğini göstermektedir.

Ve Türk devleti, S-400'leri müzeye koymak için değil, emperyalist amaçlarına uygun bir şekilde kullanmak için alıyor.

Komşularla Sıfır Sorundan Komşulara Saldırı Politikasına Geçiş

Türkiye’nin 2010’a kadar “komşularla sıfır sorun” politikasından, komşulara saldırı poltikasına geçişi, bölgedeki savaş gerçeği ve bölgenin büyük emperyalist güçler tarafından yeniden paylaşım alanın aktifleşmesi sürecine denk gelmektedir.

Türk egemen sınıfların “Arap Baharı” ile bölgedeki stratejileri de değişmiştir. “Osmanlı yayılmacılığı” olarak adlandırılan, ama aslında Türk burjuvazisinin emperyalist yayılmacılığının tanımlayıcı adından başka bir şey değildir.

Türk egemen sınıfların Mısır’a müdahalesi (Mursi’nin iktidara gelmesinin aktif desteklenmesi), Suriye’nin bir kısmının işgali ve Libya’da savaşın bir tarafı olması, Irak Kürdistan'ındaki askeri üsleri ve saldırıları, bu bölgelerde Türk egemen sınıfların direkt savaşın içinde olduğunun doğrudan göstergeleridir. Bir yanı Kürt ulusal hareketini bastırma ya da zayıflatma amaçlı olmasının yanısıra bir tarafı ise bölgede egemen olma ve emperyalist yayılmacı politikanın doğrudan kendisidir.

Bir başka durum ve esas olanı ise, Türk devletinin kendisinin emperyalist olması ve bölgede ve Ortadoğu’da emperyalist bir paylaşım içinde olmasıdır.

Bugün Türkiye’nin, başta Kıbrıs (40 bin), Suriye (beş bin), Güney Kürdistan (Irak) (2500), Katar (askeri üs), Somali (askeri üs) olmak üzere ona yakın ülkede askeri ve askeri üsleri vardır.[4] Suriye ve Irak’taki asker sayısı ise 2018 yılı rakamlarıdır. Özellikle Suriye ve Irak’taki asker sayısının bilinenin üzerinde olduğu tahmin ediliyor.

Emperyalist amaçlarla hareket eden bir kapitalist ülkede, “komşularla sıfır sorun” olamaz. “Sıfır sorun” politikası kapitalizmin doğasına terstir. En barışçıl görünen emperyalist ülke de özünde saldrıgandır. Koşulları olmadığı için o an saldırgan politika izliyemiyordur. Koşulları olduğunda kapitalizmin en vahşi haline dönüşmekten çekinmez.

Burjuvazi saldırgandır. Çünkü kapitalist sistem sömürücü bir toplumsal sistemdir ve başkaların mülkünü zor yoluyla gasp etme ve mülksüzleştirme yöntemiyle işler.

Bu bağlamda Türk egemen sınıfların koşullar oluştuğunda “sıfır sorun”u terk edip bütün komşularla sorunlu hale gelmesi ve komşuların topraklarına göz dikmesi, işgal etmesi, onun kapitalist saldırgan ve egemenlik kurma doğasında vardır.

Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması ve 2011 yılı öncesi bu ülke ile “içli dışlı” olunmasının esas nedeni, petrol ve gaz boru hatlarının Türkiye’den geçme projesi yatmaktadır. “Kardeşim Esad” söylemlerini dillendiren temel nedende bu yağlı projeydi. Ve özellikle AB emperyalistlerinin projelendirdiği ve ABD’nin desteklediği, Katar-Suudi Arabistan-Ürdün Suriye ve Türkiye üzerinden AB’ye ulaşacak boru hattı  projesi’nin karşısına, Suriye devleti; İran, Irak, Suriye (İslam Boru Hattı)[5] projesini onaylayınca, Suriye’ye cehennemlerden cehennem beğendirildi. Batılı emperyalistlerin ve onların bölgedeki bağlaşıkları petrol yerine Suriye halklarının kanını emdiler ve emmeye devam ediyorlar.

“Komşularla sıfır sorun” politikasının terk edilmesi, içeride de “barış” politikasını terk edilmesini beraberinde getirdi ve işçi sınıfı ve emekçilere yönelik daha saldırgan politikaya geçildi. Kürt hareketiyle “barış” sürecinin terk edilmeside aynı politikanın devamıdır.

2013 Haziran Ayaklanması (GEZİ), emperyalist yayılmacılıkla paralel giden politik özgürlükleri yok eden baskılara karşı bir isyandı. İçerdeki saldırganlık bu süreçten sonra daha da azdı.

Dış politikadaki saldırganlık, içeride “barış” politikasıyla desteklenemezdi. Burjuvazi her yönlü saldırıyı, özellikle de içeride Kürtlere ve emekçilere yönelik baskıyı yoğunlaştırdı.

Özellikle Kürtlere karşı savaş, Türk burjuvazisi için kaçınılmazdı. Suriye’deki Kürtlerin kazanımları, Kuzey Kürdistan’ın Türkiye’den kopmasının kapısını çalmaya başlamıştı. Bu nedenle de, ulusal bilincin en yüksek olduğu, örgütlü ve askeri olarak güçlü Kürt Ulusal Hareketi’ne ağır bir darbe indirmeyi seçti. Kuzey Kürdistan’ın kalbi Diyarbakır’ın önemli bir bölümünü ve diğer bir çok Kürt illerini yerle bir etti. “Sıfır sorun”u, ülke içinde de savaşa dönüştürdüler.

Buraya 2016 yılındaki “15 Temmuz Darbesi”ni de eklemek gerekiyor. Bu ABD nin desteklediği bir darbeydi ve Türk tekelci burjuvazisi bu darbeye karşı çıktığı için başarısız oldu. Bugüne kadar Türkiye’de olan askeri darbelerin arkasında Türk burjuvazisi vardır. Bunların desteklemediği darbe girişimleri başarısız kalmıştır. Bu darbe girişimi Batı’dan “kopuşu” hızlandıran etkenlerden biri olmuştur. Türk tekelci burjuvazisi, çıkarlarına uygun başka emperyalist bağlaşıklara yöneldi. Bu da Rusya idi.

Türkiye NATO üyesi olmasına karşın, ABD ve emperyalist müteffiklerinin Irak işgali sürecinde Türkiye’nin dıştalanması “bir koyunca beş alamaması”, Türk burjuvazisini NATO ve Batı’dan siyasi olarak uzaklaştıran etkenlerin başında gelmektedir. Ve bu savaş sonrası özerk Güney Kürdistan’ın kurulması ve bir nevi devletleşmesi, Türk burjuvazisini yeni ittifak arayışları içine itmesinin başlangıcı olarak kabul edilebilir. Tabi, buna ek olarak ABD ve AB’nin Türk devletinin Kıbrıs’ı işgal etmesi karşısında aldıkları tavır ve bunu devam ettirmeleri bu gelişmelerden bağımsız ele alınamaz. Türk burjuvazisi Batı emperyalistlerinden uzak kalamamışlar ama hep ilişkiler çatışmalı olmuştur.

Türk tekelci burjuvazisinin Erdoğan’ın ağzından AB’ne ve ABD’ye “kafa tutması”, Erdoğan’ın cahil cesaretinden değil, burjuvazinin emperyalist paylaşımlardan pay istemesiyle doğru orantılıdır.

Türk Burjuvazisinin Yeni Emperyalist Bağlaşıkları

Irak, Suriye ve Libya’daki gelişmeler ve parçalanmalar, Türk devletinin ekonomik gelişmesine uygun olarak emperyalist yayılmacı iştahını kabarttı. Kurulduğu günden beri militarist ve işgalci bir yapıya sahip Türk devletinin, askeri ve ekonomik olarak güçlenmesiyle beraber, bölgedeki gelişmeler karşısında sessiz kalması, onun saldırgan kapitalist doğasına aykırıdır.

Türk devleti, ABD ve AB ile ne kadar içli dışlı olursa olsun, çıkarların çatıştığı noktada yeni bağlaşık arayışların içine girdi. Ortadoğu’daki gelişmeler, Kürdistan’daki yeni gelişmeler, bölgedeki emperyalist dalaşlar ve bunlar arasındaki çelişmelerin keskinleşmesi, tekelleşmiş Türk burjuvazisini, dış politikada daha agrasif ve yeni ittifaklar içine itti. Bunlardan biri Rusya ve diğeri ise İran’dı. Bu her iki ülkede ABD ve AB’nin “düşmanı”dır. Türk egemen sınıfları, ABD ve AB karşısında kendi çıkarlarını bu ülkeler ile ilişkileri sıklaştırmakta ve ortak çalışmada gördü.

Türk Tekelci burjuvazisinin bu yeni politikasını salt Erdoğan’ın kişisel özelliklerine bağlamak, subjektif değerlendirmenin yanında, burjuva devlet olgusunu burjuvaziden ayırarak –bazı aydınlarımızın yaptığı gibi- 1800’lerin başındaki Bonapartizm’e indirgemektir. Böyle bir değerlendirme; Türk devletinin gerçek yüzünü, işçi sınıfı ve emekçilere karşı var olan tekelci burjuvazinin bir devleti olduğu gerçeğini gizlemeye yarar.

Bugün bölgede, emperyalistler arası saflaşma netleşmiş durumdadır. Rusya-İran-Türkiye bir tarafta, ABD-AB-Suudi Arabistan bir tarfta yer almaktadır. Aynı ittifak içinde olanlar arasında da elbette çelişme vardır. Ancak, genel olarak bir çıkarlar birliği vardır.

Türkiye NATO’dan şu anda çıkmak istemiyor, ancak çıkmayacağı anlamına da gelmez. Türk tekelci devleti, özellikle Ortadoğu’daki çıkarlarını Rusya-İran yanında görmektedir. Şimdilik. Bu nedenle de Rusya ile ilişkilerini sıklaştırdığı gibi, AB ve özellikle ABD’nin tüm baskılarına rağmen Rusya ve İran ile ekonomik, siyasi ve askeri ilişkilerini daha da geliştirmiştir. Bunun dışında, Suudi Arabistan’a karşı Katar ile ilişkilerini geliştirirken, orada askeri bir üs elde etmiştir.

NATO (esas yanı askeri olan  siyasi bir ittifaktır) üyesi Türkiye, NATO düşmanı Rusya ve İran ile çok yönlü ilişkilerini geliştiriyor. Ortadoğu’da ABD ve AB’nin çıkarlarına ters olarak, onların düşmanı Rusya ile ortak hareket ediyor. Emperyalistlerin ortaya çıkardığı Libya iç savaşında aktif bir taraf oluyor. Ve Doğu Akdeniz’de (bu konuyu ayrı başlık altında ayrıca ele alacağım) AB ve ABD’nin tehditlerine rağmen kendi çıkarlarını korumaya çalışıyor.

Türkiye’nin Rusya ile geliştirdiği askeri, ekonomik ve siyasi ilişkiler, ABD ve AB’nin çıkarlarıyla örtüşmüyor. TC, bunu bilerek yapıyor. Ve bu yönelim salt Erdoğan’ın isteği olmaktan öte, esas olarak tekelci burjuvazinin bir yönelimidir. Türk tekelci burjuvazisi istemeden Hükümetler bir şey yapamaz. Erdoğan, burjuvazinin siyasal temsilcisidir. Elbette Türk burjuvazisi kendi içinde her konuda birlik değildir. Ama Rusya ve İran ile ittifakları geliştirme konusunda birliktir. S-400’lere sahip olma konusunda birliktir. Bu ittifakın da bozulmayacağı ve çıkarların çatışmayacağı anlamına gelmez.

Türk tekelci burjuvazi salt Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de AB ile çatışmıyor, Balkanlar’da da karşı karşıya gelmiş durmdadır. Bunu AB sözcüleri açıktan dillendirmektedir. Balkanlar’da AB, Çin, Rusya ve Türkiye pazarlara hakim olma savaşı içine girmişlerdir. Türkiye’nin Balkanlar’da (Sırbistan, Arnavutluk, Bosna-Hersek, Kosova, ve Karadağ) nüfuzu giderek artmaktadır. AB ülkeleri Balkanlar’da ticaretin %73’ünü elinde tutmasına karşılık Türkiye’nin bu bölgelerde nüfuzunun artmasından oldukça rahatsızdır. Ayrıca Türkiye’nin AB üyesi Bulagaristan ve Romanya’da ekonomik yatırımları her geçen gün artmaktadır.

AB Komisyonu’nda genişlemeden sorumlu politikacısı Johannes Hahn, Reuters’e yaptığı açıklama: “Türkiye, Rusya ve Çin Balkanlar’da rakibimiz”[6] diyerek, “boşluk bırakılmaması” uyarısında bulunuyor. Bugün Romanya’da 15 bin 500 Türkiye’li şirket faaliyet sürdüyor.[7] Arnavutluk’un önemli bankaları Çalık Holding’in elinde.

Bütün bu göstergeler, Türk burjuvazisi, Batı’ya bağlı kalmadan hareket etmek isteğindendir. Bu, onun kişisel niyetinden değil, emperyalist çıkarlarından kaynaklanmaktadır. Yarın, Rusya ile çıkarları çatışır ve başka ittifaklar içine girebilir. Kapitalistler arası ilişkiler kişisel dostluklar üzerine değil, ekonomik ve siyasal çıkarlar üzerine kuruludur. Bugün “dostum” dediğine yarın “düşmanım” (Erdoğan-Esad örneğinde olduğu gibi) diyebilir.

 

Türkiye’nin izlediği dış politika çizgisi, onun yarı-sömürge bir ülke değil, emperyalist bir ülke olduğunu gösterir. Ve Suriye’de girdiği yerlerden de kendi rızasıyla çıkmayacak, işgalciliğini sürdürmeye devam edecektir. Eğer, işgal bölgelerindeki halkların  ile Türkiye (ve Kuzey Kürdistan) halklarının mücadeleleri, işgale karşı  ortaklaşır ve gelişirse, Türk devleti çıkmak zorunda kalacaktır.

Rusya ve İran bu aşamda Türk devletine “çık” demeyeceklerdir. Kamuoyuna yönelik “çık” açıklamaları olsada, gizli diplomatik “ilişkilerde işgale devam” kararı ortak (Astana görüşmeleri) alınmış ve bu devam ettirilecektir. Türkiye gibi bir ülkenin ABD ve AB dışında kalması Rusya ve İran’ın çıkarlarına uygundur. Bu nedenle de bir çok tavizler verildi ve verilecektir. Türk egemen sınıfları da bunun bilincinde ve bu durum kendi emperyalist çıkarları ile örtüşmektedir.

AB ve ABD Türkiye’yi İran gibi dıştalamayı göze alamazlar. Türkiye’nin NATO’dan çıkması, NATO’nun güney kanadının çökmesi, en azından ciddi olarak zayıflaması ve bu alanlarda Rusya, İran  ve bunların müttefiklerinin güçlenmesi anlamına gelecektir. Öte yandan, S-400’ler gerekçesiyle Türk devletine ekonomik yaptırımların uygulanması, başta AB olmak üzere ABD’nin kendine yaptırım uygulaması olacaktır. Türkiye’de faaliyet yürüten 60 bine yakın yabancı şirketin büyük bir bölümü AB ülkelerine ait. Ancak, tehdit ve kısmi kısıtlamalara giderek Türkiye’nin kendi pazarlarına ve egemenlik alanlarına girmesini önlemeye çalışırken bir yandan da Türkiye ile ticari ilişkilerini sürdüreceklerdir.

ABD, Türkiye’nin NATO’da kalmasını ister ve Türkiye’nin yerini bir başka ülke ile de dolduramaz. Türk devletinin askeri ve ekonomik yerini Kürdistan alamaz. ABD burjuvazisi Türkiye yerine Kürdistan hayali kurmuyor ve bu ikisini karşı karşıya koymuyor ve Türkiye”nin kendi denetimden çıkmasına koşut olarak başka arayışlara yönelir. Hepsi bu.

Emperyalist burjuvazi, dünyanın en büyük 20 ekonomisi içinde yer alan bir ekonomiye sahip ülkeye ekonomik yaptırımlar uygulayarak, iyice daralan pazarlarını daha da daraltma yolunu seçmesine kendi ekonomik durumları buna müsade etmez. Özellikle yeni bir dünya ekonomik krizinin kapıda oluşu, dış yatırmların düşüşe geçtiği ve sermaye dolaşımının daraldığı bir süreçte, kendi ayaklarına pranga vurmayı göze alamazlar. Siyasi çıkarları ekonomik çıkarlar belirler.

AB Rusya’ya ve İran’a yaptırım uyguluyor. Ama, gazlar ve petroller bu ülkelerden yine AB ülkelerine akmaya devam ediyor. Ve Rus gazı ve petrolünün daha hızlı ve çok, yeni boru hatları ile Türkiye üzerinden AB’ye ulaştırılmasının hummalı çalışma içindeler. ABD, Çin’e ticari savaş açtı, ama hala 400 milyar dolarlık Çin’den yapılan ithalatın önüne geçemiyor ve geçemezde. Emperyalist tekeller hem birbiriyle savaşır hem de kopmaz çelikten zincirlerle birbirlerine bağlanmışlardır. Tersine, düne oranla ve her geçen gün emperyalist tekeller arasındaki bağ daha da gelişmiş ve gelişecektir. Bu durum, tekelci kapitalizmin olmazsa olmaz karakteristik eğilimidir.

Son olarak Türk devletinin Rojava (Kuzey Suriye) sınırına 80 bin asker yığdığı ve yeni bir saldırıya hazırlandığı göz önüne alınırsa, ne denli saldırgan olduğu ve emperyalist amaçlarla hareket ettiği görülebilir. Ayrıca, on binin üzerinde askerle “pençe harekatı”” adı altında Güney Kürdistan’da PKK’ye karşı yürütülen savaşı da bunlara eklemek gerekiyor. Türk egemen sınıfları birden fazla cephede işgal savaşı yürütüyor. Bunlar doğru değerlendirilmezse, küçük burjuvazi için, Türk egemen sınıflarını “anti-emperyalist” değerlendirmek hiç de zor olmayacaktır. Kürtlerin Ulusal haklarını yok sayıp devletin yanında yer alanların Türk “yurtsever”liği (sosyal şovenistliği) daha da kabaracaktır. Türk burjuvazisi, o kadar askeri ve o kadar silahlanmayı “barış” için değil, yeni egemenlik alanları kazanmak ve Rojava Kürdistanı’nıda topraklarına katmak için hazırlık yapıyor. Küçük burjuva “sol”culuğunun göremediği nokta burası.

 

Komünistler, Türk devletinin derhal NATO'dan çıkmasını istemesi yanında, her türlü silahlanmasına karşıdır. Ayrıca, işgal ettiği tüm bölgelerden (Kıbrıs, Suriye-  Güney Kürdistan (Rojava) başta olmak üzere) derhal çıkmasını ve Kürt ulusunun kendi kaderini özgürce tayin etme hakkının kayıtsız koşulsuz tanınmasını istemelidir. 

 

Ortadoğu’nun en saldırgan güçlerinden biri de Türk devletidir. 

 

Yeni savaşlar kapıda.

24 Temmuz 2019


[1]              https://tr.euronews.com. 12/07/2019.

[2]              Defans News Top 100 2018 Listesi

[3]              Savunma ve Havacılık Sanaii İmalatçılar Derneği (SaSaD)’nin, “ Savunma ve Havacılık Sanayii Performans Raporu 2017”. www.sasad.org.tr

[4]              Yeni Şafak, 3 ocak 2018

[5]              Pepe Escobar, www.conturpunch.org ve Evrensel gazetesi, 13.12.2015

[6]              Deutsche Welle Türkçe, 05.07.2019

[7]              DEİK/Türkiye-Romanya İş Konseyi.  www.deik.org.tr.

 

Her Şey Sosyalizmle Güzel Olacak!

İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanlığı (İBB) seçimlerini muhalefetin büyük bir oy farkıyla kazanması, faşist iktidarın siyasal krizinin derinleşmesinde daha da büyütücü bir rol oynadı.

Türk tekelci burjuvazisinin en büyük kesimleri (TÜSİAD), AKP-MHP iktidarıyla daha fazla gidilemeyeceğine karar vermiş gibi gözüküyor. Bir taraftan işçi ve emekçilerin giderek artan hoşnutsuzluğu, kapitalist sistemin içinde bulunduğu derin ekonomik ve çok yönlü siyasal kriz, burjuvaziyi yeni iktidar arayışlarına itmektedir. Çünkü Erdoğan önderliğindeki AKP’nin ekonomik ve siyasal olarak denizi bitti. Arkasındaki sermaye çevreleri de artık AKP’nin bu haliyle bir yere varamayacaklarını görüyorlar... Kapitalizm sermaye birikimi üzerinden varlığını sürdürür. Sermaye birikiminin önünde engel olunuyorsa, ipe bile götürürler. 

Türk tekelci burjuvazisinin, büyük bir huşu içinde 16 Nisan 2017 yılında referandumla onaylattığı “tek adam rejimi” daha senesi dolmadan ikinci(1) defa ayaklarına dolandı. “Tek adam rejimi” sermaye birikimi sağlayamadı, tersine ekonomik krizi daha da derinleştirdi. Ve AKP gemisini ilk terk eden, ilk “nankörlük” yapan; Türkiye’deki tüm baskı ve sömürüden birinci derecede sorumlu büyük sermaye kesimi TÜSİAD oldu. Bazı liberaller bu sermaye kesimini “mağdur” göstermeye çalışsada, Türkiye’deki bütün iktidar oyunlarında ve bütün askeri faşist cuntaların arkasında öncelikle bu kesim vardır. AKP iktidarı da bunların desteği ile bugüne kadar ayakta kalabildi. Bunların “demokrasi” ya da faşizm seçenekleri, sermaye birikimi süreciyle doğru orantılıdır.

Ekonomik krizin AKP-MHP iktidarını “teyt” geçme olasılığı yoktu ve olamazda. Derinleşen ekonomik bunalım, iktidarın kitleleri, faşist devlet terörüyle bezenmiş olarak kutuplaştırıcı, dıştalayıcı, milliyetçi, ırkçı, aşağılayıcı ve ayrıştırıcı siyasetle daha fazla susturmasının ve oyalamasının zeminini büyük ölçüde ortadan kaldırdı. Ekonomik kriz doğal olarak kitlelere gerçek kimliklerinin daha önemli ve esası olduğunu gösterdi. Son yerel seçimler ve özellikle 23 Haziran İBB seçimi bunu daha belirgin bir şekilde açığa çıkardı. Faşist iktidarın yıllarca etnik kimlikler üzerindeki siyasetine karşı kitlelerin açıktan karşı tavır alışlarıdır 23 Haziran. 

Daha altı yıl önce politik özgürlüklerin gaspına karşı Haziran  (GEZİ) Ayaklanması yaratmış milyonların uzun süre sessiz kalması olası değildir. Bu hareketi yaratmış kitleler yeniden küllerinden doğmasını da bilecektir.

Nasıl mı?

AKP faşist iktidarına karşı; İmamoğlu’na verilen oyların önemli bir bölümü, “her şeyin İmamoğluyla güzel olmayacağını” bilen kitlelerindi. Kürtler, sosyalistler, devrimci-demokratlar imamoğlun’a oy verirken, 17 yıllık faşist AKP iktidarını en azından sersemletmek, faşist baskılara karşı dur demek için bir tercih yaptı ve AKP’nin delinmez gözüken zırhlı balonunda delik açtılar. Gerisi de gelecektir. Hatta şu söylenebilir: Bugüne kadar olan seçimler içinde kitlelerin en politik tercih belirlemesiydi.

İmamoğlu, hoşnutsuz kitleler açısından, AKP’den kurtulmanın bir aracı oldu. Kullandığı liberal, barışçıl dil, etnik kimlikleri biribirine kışkırtmayan, etnik ve dinsel kimlik üzerinden siyaset yapmaması, kitlelerin tercihiyle bütünleşti. Öbür yandan ise, kitlelerin politik tercihlerine gerçekten tercüman olacak devrimci, sosyalist bir aday ya da parti yoktu ortalıkta. Burjuva liberalizmi işçi sınıfının örgütsüz ve partisiz durumundan yararlanarak, işçi ve emekçilerin oyunu almayı başardı.

AKP’nin sonu; ANAP, DSP, DYP gibi olacağa benzemektedir. AKP içindeki çıkar çelişmeleri keskinleşecek ve bölünmeler yaşayacaktır. Tekelci burjuvazi, Erdoğan’ı, İMF ile anlaşmaya zorlayacak ya da “ekonomik reformlar” dedikleri, kitleleri daha da yoksulluğa ve işsziliğe itecek uygulamaları hayata bir an önce geçirmesini dayatacaklardır. Bunu AKP’nin arkasındaki sermaye kesimi de istemektedir. Çünkü bir bütün olarak bütün sermaye cephesinin dayanma gücü kalmadı. Biraz soluk alabilmeleri için (İMF vb.) dışardan gelecek ilk etapta en az yüz milyar ABD dolarına ihtiyaçları vardır.

Ancak, her şey burjuvazinin istediği gibi “tıkırında yürümeyecektir”. Krizin baskısı altında ezilen işçi sınıfı ve emekçiler, önümüzdeki günler daha kitlesel sokaklara çıkacaktır. Ve egemenlerin içinde bulunduğu yapısal ve siyasal kriz, işçi sınıfının baskısıyla da olsa erken seçime gideceklerdir. Çünkü, bu halleriyle bir dört yıl daha AKP-MHP ortaklığında iktidarı götüremezler. 23 Haziran seçimleriyle pandoranın kutusu bir kere daha açılmıştır. 

AKP-MHP faşist iktidarının İstanbul’da hezimete uğraması, işçi ve emekçilerinde lehine olmuştur. Egemen sınıflar arasındaki çelişme derinleştiği gibi siyasal krizin derinleşmesini de beraberinde getirmiştir. Ve ayrıca kitleler, “yenilmez” denen iktidarın yenildiğini gördükleri gibi, kendilerine de güven gelmiştir ve bu gelişme demokratik hak ve özgürlükler için mücadele etme azimlerini artırıcı bir rol oynayacaktır. 

Dış siyasetleri ise oldukça karışık ve bir çıkmaz içindeler. Bunun getirdiği ağır yüklerden nasıl kurtulacağını burjuvazi çözebilmiş değil. Öbür yandan ise işgal ettikleri bölgelerden çıkmak istemiyorlar. İzlenen bölgesel emperyalist siyaset, daha büyük emperyalist güçlere çarptı. (Özellikle Suriye politikaları Kürt ulusal hareketine çarpmıştır.) Ve şu anda esasta iki emperyalist kutup arasında sıkışmış durumdadır. İçine girilen ekonomik kriz bu durumu daha da zorlaştırıcı rol oynuyor, burjuvazi açısından.

İmamoğlu’nun; “her şey güzel olacak”, kulağa hoş gelen ama işçi sınıfı için içi boş sloganı, tekelci burjuvazi için geçici bir kurtuluş olabilir. Burjuva liberal lapalarla işçi sınıfını kapitalist köleliğe mahkum oluşunu olumlayan bir taktiktir. Kapitalist sistemin sahibi burjuva sınıfı tarafından, kendiliğinden işçi sınıfına hiç bir şey verilmemiştir, verilmeyecektir de. İşçi sınıfı tüm haklarını mücadele ederek ağır bedeller karşılığında almıştır. Bu nedenle burjuva liberallerin işçi ve emekçiler için yapacakları güzel hiç bir şey yoktur. Tersine, onlara yaşamı çekilmez hale getirmişlerdir.

CHP’nin sloganlaştırdığı, “Eşitlik”, “adalet”, “sevgi”, “tolerans”, kapitalist sistem içinde mümkün değildir. Sermaye ile onun emrinde çalışan işçi eşit olamaz. Kapitalist sistem, adaletsizliği, eşitsizliği her geçen gün büyüttüğü gibi, sömürü ve baskıları da artırır. Egemen ulus kimliğini esas alıp, diğer ezilen ulusları ve azınlıkları ya yok sayar ya da baskı altına alır. Aynı bugün olduğu gibi. 

Eşitlik, adalet ve sevgi ancak ve anacak sömürüsüz ve sınıfsız bir sistemde mümkündür. Bu da sosyalizm ve komünizmdir. Sömürünün olduğu yerde “eşitlik” ve adaletten” söz etmek sahtekarlıktır. Kurulduğu günden beri Kürtleri yok sayan bir egemen ulus devletin savunucularının adaleti, yine egemen ulus burjuvazisi içindir. 

İşçiler için kapitalist sistem içinde güzel olan bir şey olamaz. Bu sistem, tepeden tırnağa tüm kurumlarıyla burjuvazinin çıkarları doğrultusunda çalışır. İşçiler için her şey sosyalizmle güzel olacaktır. Başkada bir alternatif yoktur. 

İşçiler, sosyalist adaleti, sosyalist eşitliği burjuvazinin seçim oyunları içinde değil, örgütlü mücadele ile kapitalizmi yıkıp sosyalizmi kurarak gerçekleştirecektir.

Bu nedenle, işçi ve emekçilerin sloganı: Her şey Sosyalizmle Güzel Olacak!

***

1 Birincisi, 1927-1945 arası

Çukurova’nın KİRVE’si Talip Çakmak için

Ölüsüne sahip çıkamayanın dirisi de az olur. Ne yazık ki, Talip Çakmak’ın ölüsüne de sahip çıkamadık. Yaşamının 30 yılını devrime adamış bir insanı, devrimci bir militanı, “birahane de öldü” gerekçesiyle, cenazesine dahi elimizi uzatamadık. Haber, burjuva gazetelerinin cinayet haberleri sayfasında küçük puntolarla yer bulabildi. Onu tanıyan devrimci örgütlerin gazetelerinde ise, nedense hiç yer bulamadı. 50 yıllık yaşamının 20 yılını hapishanelerde, 12 yılını ise dışarıda yine devrimci mücadeleyle geçiren birisini görememişti(!) Diller lal, gözler kör olmuştu adeta... 

Devrimin, küçük bir kaynaktan  derya olup akması, devrimci mirasların her anına sahip çıkmak, kucaklamak ve onları kitlelere aktarmakla da olur.

Talip’in ölümünü duyunca üzüldüm. Ancak, bir türlü, yazıyla da olsa arkasında bıraktığı devrimci mirası dile getiremedim. Bu da benim içimde bir uhde olarak kaldı.  Bir devrimci için en kötü şey öldükten sonra sessizce mezara konulmaktır. Talip, devrimci mücadeleyi dar kalıplar içine sokan bu sessizliği hiç hak etmemişti. 

Talip’in küçük kızı babasını mezarında ziyaret etmiş. Bu görüntü internette dolaşıyor. Talip’in mezar taşında “ruhuna fatiha” yazıyordu. Biliyorum ki, bazıları bu yazıyı  garipsedi. Bu Talip’in suçu değil, bizlerin suçu. Onu ölümünde yalnız bırakanların üzerlerinde taşıdığı kara bir mizah. Oysa, o, böyle bir mezar taşı yazısını asla ve asla istemezdi.

Bir devrimci için ölüm, bazan istenmeyen zamanda istenmeyen yerde gelir. Bazan da “pisi pisine” dedirtecek ölçüde kalleşçedir. Talip Çakmak’ın ölümü de aynen böyle oldu. O bir devrimci olarak hiç de böylesi bir ölümü tercih etmemişti ve etmezdi de.... Ölüm, kalleşçede olsa, kapıyı çalınca, ona karşı koymaktan başka seçenekte kalmıyor. “Ölüm adın kalleş olsun” tam da bu duruma uygundur.

Talip, kardeşinin birahanesinde çıkan bir “kavgada”, kardeşi hemen ölürken, kendisi ise  ağır yaralandı ve beş gün sonra 14 Ocak 2009 tarihinde Adana’da şehit düştü.  Karşı taraf bilerek ve hazırlıklı gelmişti. Hedefleri Talip’ten başkası da değildi. Çünkü Talip bilinen/tanınan  bir isimdi. Daha 1970’lerin sonunda “Çukurova’nın sır vermeyen KİRVE’si olarak ün salmıştı. Devlet, bu tür yöntemle (sıradan kavga bahanesiyle) bir çok devrimciyi katletmişti. 

Orta halli bir ailenin on çocuğundan biri olarak dünyaya gelen Talip, tutucu aile yapısına karşın, 1979 yılında devrimci çevreleden etkilenir ve Adana Mensa fabrikasında işçi olarak çalışmaya başlar. Politikaya ilgisi fazladır. Diğer işçilerden en önemli ayrımı da buradadır. Bütün gazeteleri okumaya çalışır. Eline geçen gazeteleri okumadan bırakmaz.

Genç yaşına rağmen olgunluğu, kibarlığı ve efendiliği ile dikkat çeken Talip’i, devrimci örgütlerin militanları kendi saflarına kazanmaya çalışır ve Talip, bütün devrimcilere karşı olgun davranırken TKP/ML militanları ile örgütsel ilişki kurar ve kısa zaman içinde profosyonel devrimci olarak çalışmaya başlar. Kazım Çelik tarafından Mersin-Tarsus bölgesine örgütlenme yapması için gönderilen Talip, buradaki çalışmaları dikkat çeker ve bir muhtarın cezalandırılması nedeniyle göz altına alınır. Polis, Talip’ten muhtarın öldürülmesini kabul etmesini ister.

Talip, 1979”da işkencesiyle ünlü “Tarsus Borsa Sarayı”nda günlerce işkencede kaldı ve sır vermedi. Bundan dolayı adı; “Sır vermeyen KİRVE”ye çıktı.  Talip’in bu direnişi Çukurova’nın her yerine yayıldı ve bir çok insan onun sayesinde devrimci saflarda, TKP/ML saflarında örgütlendi. Bu yakalanmasında 9 ay hapishanede kaldı. Çıkar çıkmaz tekrar mücadeleye başladı ve 1981”lerin başlarında yeniden yakalandı ve ilk uzun hapishane yaşamı başladı. 1991’de cezaevinden çıkar çıkmaz arkasına bakmadan, bireysel çıkarlarını hiç hesaba katmadan kaldığı yerden mücadeleye devam etti. 

Gözleri Toros dağlarındaydı. Daha, Kazım Çelik zamanı Toroslara gerilla olarak çıkmayı kafasına koymuştu. 1993 Haziran’ında, Niğde-Ulukışla’nın Toros dağlarının eteğindeki bir köyde yakalandı. Tekrar ikinci uzun on yıllık hapis yaşamı başladı ve  bu mapusluk 2002 Ekim’ine kadar sürdü.

Talip, 1995 yılında “Uzun Yürüyüş” olarak TKP/ML saflarından ayrılan grubun yanında yer aldı. Uzun Yürüyüş dergisine yazılar yazdı. Ne var ki, bu grupla fazla barışık olamadı. Küçük grupların “devrimi biz yaparız” yollu tavırları, bir çok devrimciyi yarı yolda bırakmasının derslik bir öyküsüdür bu aynı zamanda. Bu kesim de ona beklentilerini verememişti. Çıktıktan sonra da örgütsüz kaldı ve İstanbul’da işçi olarak çalışmaya başladı. İşsiz kalınca, Adana’ya, “iş bulurum” umuduyla gitti.

Burjuvazi, ondan canını istemişti. Her yakalandığında idamla yargıladı ve idamdan ömür boyu hapise çevrildi. Resmi olarak canını alamayan burjuvazi, onu, bir pusuda maşalarına kalleşçe katlettirdi.

Talip’in yaşamı da, faşist diktatörlüğün sürdüğü ülkelerdeki her militan devrimcinin yaşamından farklı değildi. İşkenceler, uzun yıllar hapisler, aranmalar, tilki uykuları, işçileri örgütlemeler, işçi direnişlerinde ve grevlerinde yer almalar, hesapsız/kitapsız ve hiç bir kişisel çıkar düşünmeden ölümüne mücadele dolu yıllar... Bunların hepsi inandığı devrim davası içindi. O, hiç bir zaman, devrimci olduğu için pişmanlık duymadı...

Talip’in yaşamı, aynı zamanda, militan devrimci bir işçinin yaşam öyküsüdür...

Devrim kolay gelmiyor. Ülke en iyi kızlarını ve oğullarını bu davaya vererek aydınlığı yakalayabiliyor. Talip’de devrim davasının sıra neferlerinden birisiydi. Ölürken de gözleri Toros dağlarının zirvelerine asılı kalmıştı.

 O, Anne tarafından Siverek’in, baba tarafından Çukurova’nın bereketli topraklarında yetişti. Orhan Kemal’in, Yaşar Kemal’in, Yılmaz Güney’in eserlerinden beslendi. Kaypakkaya’nın izinden yürüdü. Ve yine o Çukurova’nın bereketli toprakları üzerine düşen bir yağmur damlası gibi hep var olacak, işçi sınıfı ve emekçilerin devrimci direnişlerinde yaşamaya devam edecektir. *** 18.04.2013

Yeni Emperyalist Ülkelerin Ortaya Çıkışı Üzerine

Sorunun Teorik Ortaya Konuluşu

  1. Tekelleşme ve Emperyalizm

Tekel kapitalist üretim tarzına ait bir olgu ve kavramdır. Kapitalist üretim biçiminin toplumda egemen olmasıyla, önce serbest rekabetçi bir dönem yaşandı. Feodal toplumdan kapitalist topluma geçişte sermayenin temerküzü ve üretimin toplumsallaşması daha yeniydi. Her sürecin bir doyum süreci son kertesi olduğu gibi, kapitalist serbest rekabetçi döneminde bir son evresi olmak zorundaydı. Ürtemin giderek toplumsallaşması ve sermaye birikiminin belli ellerde yoğunlaşması ve birikmesi, geniş yığınların artan ölçüde mülksüzleştirilerek fabrikalara işçi olarak doldurulması ve işsiz olarak sefilleştirilmesi, kapitalizmin tekelleşme sürecini de beraberinde koşullamıştır ve bu, kapitalizmin emperyalist aşamaya varmasıdır.

Lenin, kapitalizmin bir üst aşaması olan tekelleşmenin tarihini şöyle anlatır:

“... tekellerin tarihinin belli başlı evreleri şu şekilde özetlenebilir: 1) 1860-1870 yılları: Serbest rekabetin gelişmesinin doruk noktası. Tekeller, yalnızca güçlükle farkedilebilir ebriyonlar halindedir. 2) 1873 bunalımdan sonra, kartellerin uzunca gelişme dönemi; bununla birlikte, karteller henüz istisnadır. Daha istikrar kazanmamışlardır. Henüz geçici bir fenomendirler. 3) 19. Yüzyılın son yıllarındaki atılım ve 1900-1903 bunalımı. Karteller, ekonomik yaşamın temellerinden biri haline gelmektedir. Kapitalizm emperyalizme dönüşmüştür.”[1]

Kapitalizmin tekelleşerek emperyalist aşamaya ulaşmasıyla birlikte, emperyalist devletlerin ve tekellerin, sömürgelere ve yarı-sömürgelere, meta ihraçlarının yanında esas olarak sermaye ihraçları ön plana geçmiştir. Tekelleşme; sermayenin yoğunlaşması, merkezileşmesi ve çok az ellerde birikmesi, kaçınılmaz olarak diğer ülkelere sermaye ihracını öne çıkarmış ve o ülkeleri borçlanadırma yoluyla kendilerine bağlama ve oralardaki sermaye birikimlerini kendilerine dönmesini sağlama yolunu seçmişlerdir.

Kapitalizmin tefeciliği emperyalizm ile birlikte daha üst bir sınıra çıkmıştır. Tekelci burjuvazi, kapitalist gelişmenin daha geri olduğu ülkelere salt sermaye ihracı yapmıyor, oralarda doğrudan yatırım yaptıkları gibi meta ihracı da gerçekleştiriyorlar. Marx’ın “kapitalizm kendi süretinde bir dünya yaratır” teorik sentezi, kapitalizmin karekterini ortaya koyan amprik bir belirlemedir.

Tekeller sermaye ya da meta ihraç ederken, ihraç edilen ülkelerde kapitalizmin gelişmesine hizmet ederler. Oralarda kapitalizmin gelişmesine kaçınılmaz olarak katkıda bulunurlar. Daha büyük bir sömürü elde etmek için bunu yapmak durumundadırlar. Kapitalist sermaye, kapitalist sermaye ile ilişkiye girer ve onunla büyür. Feodal rantlar ile büyümesi pek olası değildir. İster istemez gittiği, girdiği yerde, varsa feodalizmin çözülmesine ve kapitalizmin gelişmesini hizmet eder. Bunu en azından amprik olarak yüzyılı aşkın bir süredir gözlemliyoruz ve görüyoruz.

Bir zamanlar yarı-feodal olan ülkeler, yüzyıl sonra karşımıza gelişmiş kapitalist bir ülke ya da emperyalist bir ülke olarak çıkabilmektedir. Bu ülkeler, gelinen süreçte yüzyıl öncesinin geri ülkeleri değil, hepsi emperyalist zincirin birer halkaları haline gelmiş kapitalist ya da emperyalist aşamaya ulaşmış ülkeleridir. Stalin yoldaş, bunu daha 1927 yıllarında söylüyordu. Kapitalist ekonominin birer zinciri haline gelen ülkelerin, kapitalist gelişmenin dışında kalamaz ve ona benzemek durumundadırlar. Bu durum, bazı ülkelede hızlı bazı ülkelerde ise yavaş bir gelişmeyle gerçekleşmiştir.

Emperyalist ülkelerin ve emperyalist tekellerin birbirleriyle ölesiye rekabeti ve bu nedenle dünya savaşları çıkardığı süreçte, sermayenin boyunduruğu altına giren ülkelerin kapitalist gelişme dışında kalması kapitalizmin karakteriyle çelişir. Sermayenin girdiği ülkelerde kapitalizmi geliştirmesi ve feodalizmi çözmesi, kapitalizmin karakteristiğinin ilerici olmasından değil, gerici eğilimine rağmen, kendi çıkarları için bunu yapmak zorunda kalışıdır. Ayrıca, kapitalizmin gelişmes, emperyalizm ile birlikte “devrimci” süreci çoktan kapanmıştır. Özellikle 1917 Ekim Sosyalist Devrimiyle proleter devrimlerin başladığı bir süreçte kapitalizmin ilericiliğinden söz etmenin hiç bir anlamı olamaz. Çünkü kapitalizmden daha ileri bir toplumsal süreçler başlamıştır. Kapitalizm, eski “devrimciliğini” kaybederek, toplumsal gelişmelerin önünde engel olmaktadır. Kapitalizmin emperyalizm aşamasına varması bunun en somut kanıtıdır.

  1. Yeni Emperyalist Ülkelerin Ortaya Çıkması

Yeni emperyalist ülkelerin ortaya çıkması, kapitalizmin dengesiz gelişmesiyle doğrudan ilgisi olduğu gibi, sermayenin ve üretimin temerküzü ve her geçen gün büyümesiyle doğrudan ilgisi vardır. Kapitalist bir ülke, emperyalistler arası ilişkilerden, rekabetten ve dengesiz gelişmelerden ve de emperyalist ülkelerin kendi sermayelerini büyütmek için diğer ülkelere sermaye ve meta ihraçlarından kaynaklı olarak gelişme sağlayabilir ve emperyalist bir ülke haline gelebilir.

Lenin’in genel bir tanımlama olarak tanımladığı, “Emperyalizm kapitalizmin tekelci aşaması” ve “emperyalizm tekelci kapitalizmdir” belirlemesinden hareket edersek; her kapitalist tekelin emperyalist bir nitelik taşıdığını söylemekte yanlış olmayacaktır. Tek tek ülkedeki tekellerin varlığı ve bunların uluslararası ilişkileri ve faaliyetleri, onları diğer emperyalist tekellerden nitelik olarak aynı kılar. Aralarındaki fark, tekellerin sermaye büyüklüğü ve nüfuz alanlarıyla ilgilidir.

Emperyalizmin ilk şafağında emperyalistleşen ülkeler dışında başka ülkelerin emperyalist olmayacağını varsaymak ya da yeni kapitalist işletmelerin tekelleşmeyeceğini varsaymak, kapitalizmin dengesiz gelişme karakteristiği ile çelişen teorik bir yaklaşım olur. Eskiler ebedi olarak aynı yerini koruyamayacağı gibi, yenilerde hep küçük olarak oldukları yerde kalamazlar.

Bir zamanların en büyük emperyalist ülkesi İngiltere idi. “Üzerinde güneş batmayan imparatorluk” olarak adlandırılıyordu. Ne var ki, ikinci paylaşım savaşından sonra onun yerini ABD aldı. ABD de ebedi olarak yerinde kalamayacaktır. Onun yerini de bir başkası (Çin emperyalizminin gelişimi buna aday gibi görülüyor) alacaktır. Elbette, proleter sosyalist devrimler kapitalist sitemin ömrünün uzamasına izin verirse...

Aynı şekilde, kapitalistleşme aşamasına sonradan giren ülkelerin tekelleri de emperyalist birer tekel haline gelebilir ve gelmektedir. Rusya ve Çin’de sosyalizmin yıkılışı ve kapitalizmin restorasyonu sonucu bu ülkeler hızla emperyalist aşamaya gelebilmişler ve eski emperyalist ülkeler ile hızlı ve keskin ve de ölümcül, pazarlara egemen olma savaşımı içine girebilmişlerdir. Bunda şaşılacak ya da kapitalizmin üretim ilişkileri karakteristiğine ters düşen bir şey olmadığı gibi, kapitalist gelişmenin diyalektiğine uygundur.

Emperyalizm döneminde kapitalist dengesiz gelişme yasasını, Troçkist-Zinovyevist muhalefeti eleştiriken Stalin şöyle açıklıyor:

Kapitalist ülkelerin  gelişme düzeyleri arasındaki farkın azalması ve bu ülkelerin gittikçe aynı seviyeye gelmesinin, emperyalizm koşullarında gelişmenin eşitsizliği yasasının etkinliğini zayıflattığı söylenebilir mi? Hayır, söylenemez.  Gelişme düzeylerindeki bu fark azalır mı, çoğalır mı? Kuşkusuz azalır. Aynı seviyeye gelme ilerler mi, geriler mi? Kesinlikle ilerler. Bu aynı seviyeye gelmenin artması, emperyalizm döneminde gelişmenin eşitsizliğinin güçlenmesiyle çelişmez mi? Hayır, çelişmez. Tam tersine, aynı seviyeye gelme, emperyalizm koşullarında gelişmenin eşitsizliği, ancak bu zemin üzerinde artan bir şekilde etkinlik gösterebilir. Ancak bizim muhaliflerimiz gibi (troçkist-zinovyevist Y.K.) emperyalizmin ekonomik özünü kavramayan kişiler, aynı seviyeye gelmeyi, emperyalizm koşullarında gelişmenin eşitsizliği yasasının karşısına çıkabilirler. Tam da geri kalmış ülkeler, gelişmelerini hızlandırdıkları ve seviyelerini ileri ülkelerinkiyle eşitledikleri için –tam da bu yüzden, bir kısım ülkelerin diğerlerine yetişme ve onları geçme mücadelesi şiddetlenmekte, tam da bu yüzden, bazı ülkelerin diğerlerini geçme ve onları pazarlardan uzaklaştırma ve böylece savaşçı çatışmalar için, kapitalizmin dünya cephesinin zayıflaması için, bu cephenin çeşitli kapitalist ülkelerin proleterleri tarafından yarılması için önkoşulları yaratma imkanı doğmaktadır. Kim bu basit sorunu anlamadıysa, tekelci kapitalizmin ekonomik özünden hiçbir şey anlamamış demektir.”[2] (açY.K.)

Stalin’in bu görüşleri eskidi mi? Hayır. Her geçen gün ve ortaya yeni emperyalist ülkelerin çıkmasıyla doğrulanmaktadır. Eski emperyalist ülkelere rağmen yeni gelişen emperyalist ülkelerin olamayacağını, diğerlerin buna izin vermeyeceğini söylemek, Stalin yoldaşın söylemiyle, kapitalizmin ekonomik niteliğini kavramamaktır.

İnceledğimiz bu konuyla yakından ilgili olduğu için, Stalin’in bu konuşmasının devamını, uzun olmasına rağmen “iki şıkkı” buraya alalım:

Emperyalizm koşullarında gelişmenin eşit oranda olmaması yasasının temel unsurları nelerdir?

İlk olarak, dünyanın emperyalist gruplar arasında halihazırda paylaşılmış olması, dünyada artık, ‘özgür’,  işgal edilmemiş alanların kalmaması ve yeni pazarlar ve hammadde kaynakları elde edebilmek ve yayılabilmek için başkalarının elinden bu alanları zor yoluyla almanın zorunlu olmasıdır.

İkinci olarak, tekniğin eşi görülmedik gelişmesi ve kapitalist ülkelerin gelişme düzeyinin giderek artan bir şekilde aynı seviyeye gelmesinin, bazı ülkelerin diğerleri tarafından sıçramalı olarak geçilmesi ve güçlü ülkelerin daha az güçlü ama daha hızlı gelişen ülkeler tarafından sıkıştırılmaları, imkanını yaratmış ve bu süreci kolaylaştırmış olmasıdır.[3] (açY.K.)

Demek ki, emperyalizm koşullarında, bazı ülkelerin öne çıkması, gelişmesi ve yeni pazarlar için paylaşıma katılması, yeni gelişenlerin eski güçlü emperyalist ülkeleri sıkıştırmaları  söz konusu olabiliyormuş. Bu olasılık dahilindeymiş. Bu salt teorik bir belirleme değil, partikte gerçekleşenlerin teorik olarak ortaya konmasıdır. Stalin’in belirttiği bu gelişmeler günümüzde daha sık yaşanmaktadır. Ülkelerin gelişmesi, bazılarının gerilemesi, bazılarının öne çıkması kaba bir gözlemle bile görülebilecek durumdadır. Öte yandan teknolojik gelişmeler, ekonomik verileri saklanmaz kılmıştır. Hangi ülkenin ve hatta tek tek şirketlerin ekonomik ve siyasal gücü bilgisayar ekranlarına tek bir tuşla gelebilmektedir.

Lenin, Avrupa Birleşik Devletleri Şiarı Üzerine makalesinde şunlaru söylüyor:

Kapitalizmde tek tek ekonomilerin ve tek tek devletlerin ekonomik gelişiminde eşit büyüme imkansızdır. Kapitalimde bozulan dengenin geçici olarak yeniden kurulması için sanayide krizden, politikada savaştan başka araç yoktur[4]

Son zamanlarda, emperyalistler arası kutuplaşmanın artması çelişmelerin keskinleşmesi ve bu gelişmelerin emperyalist savaş tehlikesini artırması, bilinen ve görülebilen bir gerçek halini almıştır. Bu aynı zamanda yeni emperyalist ülkelerin gelimesi ve paylaşılmış pazarlardan pay istemelerinin bir sonucu ortaya çıkmıştır ve de emperyalistler arası çelişmelerin keskinleşmesini körüklemiştir.

Yeni emperyalist ülkelerin ortaya çıkamayacağını ya da eskiden yarı-sömürge ve hatta sömürge olan bir ülkenin sonradan emperyalist aşamaya gelemeyeceğini ileri sürmek ve bunu da eski emperyalistlerin yeni emperyalist ülkelerin gelişmesine gözyummayacağını ve buna müsade etmeyeceğini ileri sürmek, Stalin’in söylemiyle, kapitalist üretim ilişkileri ve onun ortaya çıkardığı çelişmelerin niteliğini kavramamanın bir sonucu olabilir.

Böylesi bir akıl yürütmeden hareket edersek Çin ve Rusya’nın nasıl “süper” güçleri olduğunu açıklayamayız. Ya da en azından dünyanın en büyük tekelleri içinde önemli bir yere sahip Güney Kore’nin nasıl bu hale geldiğinin teorik açıklaması anlamsızlaşır. Ya da  bir zamanlar “yarı-sömürge, yarı-feodal” bir ülkenin montajcısı Koç Holding’in, dünyanın ilk beşyüz büyük tekeli arasında nasıl yeralabildiğinin açıklaması yapılamaz.

Öbür yandan, emperyalizm tekelleşme ise –ki öyledir- , tekelci şirketlere sahip devletler hangi kategorinin içine sokulacak ya da bu tekelleşmeler “sanal” olarak mı değerlendirilecek! Elbetet somut bir gerçeklik sanal olarak değerlendirilemez ve bu gerçek kabul edilmek zorundadır. En azından kendine marksist diyenlerin, diyalektik materyalist yöntemi ve tarihsel materyalizmi kabul edenlerin bu somut gelişmeleri yok saymaları, marksist söylemleri ile çelişir. Bu saydıklarımızın dışında, yeni emperyalist ülkelerin ortaya çıkabileceği gerçeğinin  ve tekelleşmenin emeryalizm olduğu Leninist kuramının reddidir.

 

  • Yeni Emperyalist Ülkeleri Oluşumu” Gerçekliği Eleştirileri

 

MLPD’nin eski genel başkanı ve Revolutionär Weg (Devrimci Yol) Teorik dergisinin sorumlusu olan Stefan Engel’in, “Yeni Emperyalist Ülkeler” broşürü oldukça ilgi çekti. Bu broşür, Ulşuslararası Komünist Hareket (UKH) içinde tartışıldı ve tartışılmaya devam ediyor. Stefan Engel’in adı geçen broşürü en az on dilde yayınlandı. El Yayınları tarafından, önsözünü benim yazdığım, Türkiye’de Türkçe olarak yayınlandı.

UKH içinde bu “yeni emperyalist ülkeler” tezi, daha doğrusu somut gerçekliği, bir çok KP’leri tarafından kabul edilmemekte direnilmeye devam ediyor. Örneğin, Hindistan, Brezilya, Türkiye ve diğer ülke Marksistleri, bu gerçekliği yanaşmamakta direniyorlar dense yeridir.

Hindistan’lı ML ve Maoist partilerin bir çoğu, Hindistan’ın “emperyalist olduğu” belirlemesine karşı çıkarak, Hindistan’ın hala “yarı-sömürge yarı-feodal” ya da “yarı-sömürge” olduğunu ileri sürüyorlar.[5]

Burada, kendi çapında daha derli toplu bir eleştiri olduğu için ve genelde ise diğer eleştirenlerle aynı içerikte olduğundan,  Bolşevik Partizan’ın eleştirilerine kısaca ele alalım. Bir çok devrimci kesimde buna benzer anlayışlar taşıdığı için, eleştirilerin neler olduğuna bakmak yararlı olacaktır.

Bolşevik Partizan (BP), MLPD (Almanya Marksist-Leninist Partisi)’nin çıkardığı “Yeni Emperyalist Ülkelerin Oluşumu”[6] adlı teorik broşürü eleştirmiştir.

BP, yeni emperyalist ülkelerin ortaya çıkmasını hem olanaklı hem de olanaksız görüyor. Bir taraftan “olabilir”, ama öbür yandan “olamaz” diyor. BP’nin yayınladığı “2018’de Dünyadaki Gelişmeleri Belirleyen Ne?”[7] adlı Broşürden alıntılar akataracağım. Bu nedenele sadece sayfa numarası vereceğim.

 “... bir zamanlar emperyalizme bağımlı olan  bir kapitalist ülkenin emperyalist bir güce dönüşmesine götürecek ölçüde gelişebilir. Bu ama zordur. Zordur, çünkü emperyalist güçler kendilerine rakip olarak ortaya çıkacak yeni emperyalist gücün oluşmasını istemez ve bunu ellerindeki tüm imkanlarla engellemeye çalışır” (BP, sf.15)

Burada, kapitalizmin gelişmesi, emperyalistler arası ilişkiler ve kapitalizmin uluslararası bir hal almasını bir emperyalist gücün iradesine indirgiyor. Yani, kapitalistler istemediği için yeni emperyalist ülkeler olmaz demek istiyorlar. Oysa, sorun kapitalizmin gelişmesini ve emperyalizmin ortaya çıkmasını ya da yeni kapitalist tekellerin oluşmasını belirleyen tek tek kapitalistlerin iradesi değil, kapitalist ekonomik işleyiştir. Bu yaklaşık dogmatiktir. Ayrıca bu dogmatik ve mekanik anlayış yukarıda alıntıladığımız  Stalin’in anlayışına da ters düşmektedir. Stalin, yeni emperyalist ülkelerin ortaya çıkmasını emperyalistler arası çelişme ve kapitalist ekonominin dengesiz gelişmesine bağlar. BP, bu anlayışı reddettiği gibi, Stalin’in Troçkist-Zinovyevist anlayışı eleştirdiğinden ise hiç söz etmiyor. Stalin’i görmezden gelmeyi yeğliyor.

Kapitalizm, en hızlı sömürgelerde ve denizaşırı ülkelerde büyümektedir. Bizzat bu ülkelerde yeni emperyalist güçler (Japonya) doğmaktadır.” (Lenin)

Lenin’den aktardığı bu alıntının arkasından BP, şöyle diyor:

Fakat diğer yandan eğer bu ülkelere sermaye ihracı çok kapsamlı ise, ülkenin ekonomik potansiyeli yüksek ise, bağımsızlaşma isteğine sahip ise ve bu yönde hareket eden bir milli burjuvazi varsa bu mümkündür” (BP, sf. 15)

BP’nın bu yorumuna; Lenin’in gözünün içine baka baka sorunun özünü çarpıtmak denir. “Yeni emperyalist ülkeler tezine karşı çıkan bir çok yaklaşım da aynı BP’nin ki gibi. Yani, BP, dogmatik yaklaşımda tek değil.

Aşağıya Stefan Engel’den bir alıntı alalım:

Uluslararası üretimin yeni-sömürge ve bağımlı ülkelerde yeniden örgütlenmesinin özü özelleştirmelerde ve kamu iktisadi teşebbüslerin uluslararası tekellere satılmasında ortaya çıkmaktadır. Bu toptan satışların boyutu, kendini doğrudan yabancı yatırımların muazzam rakamlarla artışında gösteriyor. Uluslararası tekellerin bu ülkelere yaptığı yatırımlar, 1980’de 115 milyar ABD Dolar düzeyindeyken, 2000 yılına kadar 1206 milyar Dolara, yani on katından fazlasına ulaşmıştır.”[8]

Burada da görüldüğü gibi, emperyalist-kapitalist ülkelerin sermaye aktarımları muzzam bir boyuta ulaşmıştır. Bu sermaye akışı bugün daha büyük (2015 yılında 1.920, 2016 yılında 1.870, 2017 yılında ise 1.430[9] milyar ABD dolar)[10] meblalara ulaşmıştır. Emperyalistler, istesede istemesede sermayelerini dış ülkelere aktarmak zorundadır. Lenin, de belirttiği gibi, bu bir “niyet” sorunu değil, kapitalist ekonominin karakteri gereğidir.

Lenin, emperyalizm kitabında yeni emperyalist ülkelerin ortaya çıkabileceğini söyler ve geç gelişen Almanya ve Japonya örneklerini verir. Bunu kapitalizmin dengesiz gelişmesine bağlar. “Bağımsızlaşma isteğine sahip milli burjuvazi”nin varlığına bağlamaz.

Bir ülkenin emperyalist olmasını “milli burjuvazi”ye bağlamak, kapitalizmin karakteristiğini de anlamamak demektir. Kapitalizmin özünde rekabet vardır. Mal üretimin paylaşımı kapitalistin iradesi sonucu değil, kapitalist sistemin işleyişin doğası gereğidir. Bu da onu, yeni pazarlar bulma ve egemenlik alanlarını genişletme yoluna sokar. Bunun için savaşta çıkarır.

Emperyalistleşmenin burjuvazinin milli ya da bağımsızlığı savunmasıyla da hiç bir ilgisi yoktur. En küçük kapitalist şirket sahibi bile büyümek ve dünyaya tek başına egemen olma isteği ile yanıp tutuşur. Sermayesinin oranı kadarda bunu yapar.  Bugün, yarı-sömürge ya da bağımlı ülke burjuvazisi de büyümek, diğer emperyalist tekeller ile aynı seviyeye ve hatta onları geçme arzusu ile hareket eder ve de bu eğilimi güçlü bir şekilde taşır. Bu istek, kapitalizmin karakteri ile ilgilidir. Bütün sermaye sahipleri, hiç kimseye bağımlı olmadan, ama diğerlerini kendine bağlama eğilimi ile hareket eder.

Kapitalistler dünyayı belirli bir kötü niyetten ötürü değil, ulaşılmış bulunan temerküz derecesi, onları kar sağlamak için bu yola girmek zorunda bıraktığından paylaşmaktadırlar. Ve dünyayı ‘sermayeleri ile orantılı olarak’, ‘herbirinin  gücüne göre’ paylaşmaktadırlar, çünkü mal üretimi ve kapitalizm düzeninde başka paylaşma yöntemi olamaz.”[11]

Koç Holding, Ford Otomobil tekeli ile ilişkiye geçtiğinde ve onun ajentalığını yaptığında, bu onun için –sermayesini büyütma anlamında- büyük bir başarıydı. Bu aynı zamanda Koç’un sermaye olarak bağımsızlaşma hareketidir. Ve bu tür sermaye sahiplerin bağımsızlığı, sermayelerinden bağımsız olamaz. Sermayeleri oranında bağımsızdırlar. Buradaki “bağımsızlık”, sermayelerin birbiriyle ilişkisizliği anlaşılmamalı. Tersine birbiriyle sıkı ilşkileri olmak zorundadır.

Koç sermayesi büydükçe salt Ford’a bağlı kalmak istemedi ve sermayesinin gücü oranında ilişkilerini geliştirdi ve başka tekellerle de ilişkiye geçerek kendisi büyük bir tekel haline geldi. Ford tekeli gibi kendisi de dış ülkelerde fabrika açtı ve sermaye yatırımında bulundu. BP’nin anlayışından hareket edersek, Ford Koç’u büyütmemesi gerekiyordu. Ya da ABD gibi dünyanın en büyük emperyalist ülkesi, Çin tekellerini büyütmemek için yılda Çin’den 436[12] milyar ABD dolarını aşan ithalatı önlemesi gerekiyordu, ki, ihracatı çeşitli zorlamalarla azaltmaya, çalışmasına –ticaret savaşları adı verilen vergilendirmeler vb. gibi.-  karşın başaramamaktadır. Ya da ABD’nın Latin Amerika ile bağlarını kuran güney sınır komşusu, -BP’nin “uyduruk emperyalist ülke” dediği- Meksika’dan[13] da ihracatı durdurması gerekiyordu. Kapitalistlerin sermayeden bağımsız hareket etme özgürlüğü olabilseydi belki BP’nin dediği olurdu. Ancak, sermaye niyet-miyet takmaz, kendi ekonomi-politikasını egemen kılar. Yoluna çıkanı ezer, savaş çıkarır. Onun karşısına ancak ondan büyük bir güçle çıkıldığında durdurulur ya da egemenliğine ebediyen son verilir.

Bir emperyalist ülke kendine rakip çıkarmak istemiyorsa, başta ABD bunu yapmazdı. II. Emperyalist paylaşım savaşı sonrası, başta Almanya ve Japonya olmak üzere bir çok ülkeyi, yeniden dirilmeleri için yoğun bir sermaye akıttı. Ve bugün o ülkeler ABD’nin karşısına -büyük rakip birer güçler olarak- dikilmiş durumdadır. ABD bu sermaye aktarımını, insani yardım amaçlı değil, kendi sermayesini güçlendirmek, egemenlik alanlarını genişletmek, derinleştirmek ve sermaye birikimini büyütmek için yaptı ve yapmaktadır. O süreçte yapılan “Marshall yardımı”ının amacı da ABD sermayesinin egemenliğini artırmak amaçlıydı.

Kısacası, “rakip yaratmaz” anlayışına hangi yönden bakılırsa bakılsın, emperyalist gelişme yasalarını inkar eden bir yaklaşımdır. Emperyalistler, emperyalist pazarı geliştirmek ve genişletmek için sermaye sürümüne devam etmek zorundadır.

BP’nın, bu anlayışını yıllardır, “emperyalizm feodalizmi tasfiye etmez ve kapitalizmi geliştirmez” diyenlerin anlayışıyla çakışıyor. Ama, emperyalist ülkeler daha geri ülkelere sermaye ihracı ederek orada kapitalizmin gelişmesine hizmet ettikleri gibi, varsa feodalizmin çözülmesine ve de tasfiyesine de hizmet ediyorlar.

İhraç edilmiş sermaye –der Lenin-, ihraç edildiği ülkelerde, kapitalizmin gelişmesini etkiler, hızlandırır. Böylece, sermaye ihracı, ihracatçı ülkelerdeki gelişmeyi bir parça durdurma eğilimi taşısa da, bunun, bütün dünyadaki kapitalizmi derinlemesine ve genişlemesine geliştirmek pahasına olduğunu unutmamalı.”[14]

Bir çok küçük burjuva oportünizmi, Lenin’in bu alıntısını, içeriği dışında kullanmayı bir marifet saymaktadırlar. Oysa, Lenin’in buradaki anlatımı nettir. İhraç edilmiş sermayenin bütün ülkelerdeki kapitalizmi derinlemesine ve genişlemesine geliştirmek pahasına yapıldığının altını özellikle çizer.

“Milli burjuvazi varsa” anlayışı, emperyalizmin karakteristiğini de “bağımsız”lığa bağlayan oportünist bir yaklaşımdır. Lenin’in söylemiyle; küçük burjuvazinin emperyalizme bakış açısı ve milli burjuvazi ile özdeşleştirme “emperyalist ideolojisi”dir. BP, “yeni emperyalist ülkeler” tezine karşı çıkma adına, dogmatizmde kararlı bir şekilde direnmekten vazgeçmemiş. Somut olgulardan hareket etmek yerine, onu dogmatik “ilkeler”in içine sokarak teori oluşturmaya çalışınca, oportünizmin teorik bataklığına düşmek küçük burjuva teroisyenleri için bir “kader” olup çıkıyor.

Günye Kore, 1950’lerin başından beri ABD emperyalistlerinin himayesi altındadır. Bu ülke bugün bir çok uluslararası emperyalist tekele sahiptir. “Bağımsız” ya da “ G. Kore milli burjuvazisi mi” G. Kore’yi ülkeyi bu hale getirdi? Elbette değil. Elbete G. Kore tekelleri dünyaya egemen olmak istiyor. Ve G. Kore’nin Samsung (Samsung Group bağlı) tekeli ABD’nin Apple tekeli ile uluslararası alanda kapışıyor. ABD kendi egemenliği altında olan G. Kore’de kendine karşı bir tekel yaratmaması gerekiyordu, BP’nin mantığına göre. Ama Samsung Electronics tekeli bugün var. Kapitalist sistem kişilerin iradesine göre yürüseydi BP haklı olurdu. Ama, kapitalistin iradesi sermayenin elinde. Bu nedenle, bu eleştiri emperyalizm gerçekliğiyle uyuşmuyor. Ayrıca, Apple ait bir çok elektronik parçalar Samsung tarafından üretiliyor.[15]

Ama, BP, öbür yandan Maoistleri de taş atmaktan geri durmamış. Yukarıdaki “mümkündür” ile biten alıntının hemen devamında;

Bu yüzden kimi maoist grubun, emperyalizme bağımlı bir ülkenin hiç bir zaman emperyalist bir güce dönüşemeyeceği iddiası yanlıştır.” (BP, sf. 15)

Böyle söyleyen kim olursa olsun elbette somut gerçeklerle uyuşmamaktadır. Lakin, BP’nin de “maoist grup”lar dediği gruplardan farklı düşündüğü ne? Eleştirdiği gruplarla aynı düşünceyi paylaşmasına karşılık, “farklı” düşünyormuş izlenimi vermeyi denemesi neden ki?

Çin’i, Meksika, Endonezya, Güney Kore, Güney Afrika, Birleşik Arap Emirlikleri vs. gibi devletlerle uyduruk ‘yeni emperyalist devletler‘ kategorisi içinde birlikte anmak, Çin’in gerçek gelişmesinden bi haber olmak anlamına gelir.” (BP, sf. 5)

Her ülkenin emperyalist aşamaya gelmesi elbete farklılıklar içerir. İngiltere ve Almanya’nın farklı süreçler izlediği ya da Japonya ile ABD’nin aynı olmadığı gibi. Diğer emperyalist ülkelerinde o aşamaya gelmesinde benzer yanlar olduğu gibi farklılıklarda içerir. Ve hiç kimse de Çin ile bir Birleşik Arap Emirlikleri’ni sermaye ve egemenlik anlamında aynı kefeye koymaz. Nasıl ki ABD ile bir İsviçre’nin (en asgarisinden, askeri ve sermaye büyüklüğü bakımından) aynı kefeye konamayacağı gibi... Ama bunların karakteri ortak. Tekelci burjuvazinin yönetimi altındaki Emperyalist ülkelerdir. BP, burada demogojiye kaçmış. Eleştirdiği broşürde böyle bir yaklaşım olmadığı gibi dünyanın en büyük ve en saldırgan emperyalist ülkesi olarak ABD[16] görülür. İkinci Çin gelir vs..

Buraya, BP’nin “uyduruk emperyalist” listesi içine soktuğu G. Kore’nin ithalat ve ihracatını buraya alalım. Birinci rakam G. Kore’nin (2017 yılı için) ihracatını, ikinci rakam ise aynı yıl için ithalatını ABD doları cinsinden gösteriyor: Çin (149 – 98,1 milyar), ABD (69,4 – 48,7 milyar), Japonya (26,9 – 54,2 milyar)[17]...

Emperyalist ülkelere emperyalist demek, küçük emperyalist ülkeleri öne çıkarıp büyüklerin üstünü küllemeyi içermez. İsviçre’nin tekeli NESTLE’nin Afrika’da yaptıklarını teşhir etmek, dünya devi WALMART’ın üstünü küllemeyi getirmediği gibi. Açık bir demogoji yapıldığı açık. Küçük burjuva demogojik yaklaşımlarla doğru analiz yapılabilseydi, kapitalizm çoktan yıkılırdı.

MLPD toptancı bir biçimde BRICS ve MIST ülkeleri yanında İran, Arjantin, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar’ı ‘yeniemperyalist ülkeler’ olarak adlandırıyor. Biz, bu ülkeleri tek tek derinlemesine analiz etmedik, bu aslında söz konusu ülkelerin marksist leninist güçlerinin işi.” (BP, sf. 15)

İddia sahiplerinin eğer bir analizleri yoksa, analiz ve sentez yapmak için kendilerini ehil görmüyorlarsa ve değerlendirmeleri her ülkenin marksist-leninistlerine bırakıyorlarsa, bu eleştiriler niye? Kendi söyledikleriniyle tutarlı olmak için BP teroisyenlerine bu durumda susmak düşerdi. Bilmiyorsanız susacaksınız ve bilenleri ise eleştirme hakkınız yoktur. Tutarlılık budur.

Oysa, herkes analizler yapabilir, çözümlemelerde bulunabilir. Aynı Lenin’in Almanya ve Japonya için bulunduğu gibi. Lenin, Japon ve Alman Marksistlerin kendi ülkeleri için belirlemelerine bakmadan ve hatta Kautsky’de eleştirerek analiz ve yorumlar yapma yetkisini kendinde bulmuş. Bu yanlış değil, olması gereken bir şey. Alçak gönüllü gözükmeye çaba harcamış olan BP, yüksek perdeden S. Engel'in teorisine “uyduruk” demeyi kendinde hak bulmuş.

BP, aynı broşüründe ülkelerin farklı “niteliklerinin unutulduğunu” da yazıyor. (BP, sf.4).  Farklı nitelik dediği ne acaba? Ekonomik ve askeri güçleri mi? Bu nitelik değil, görecelidir. Nitelik fark, birisinin emperyalist olmaması diğerinin de emperyalist olması olabilir. Emperyalist ülkeler arasında nitel değil, ama göreceli farklar vardır. İsviçre ile ABD arasında nitel değil ekonomik-askeri ve pazarlara egemen olma arasında ya da paylaşımdan pay alma arasında fark vardır. Elbette ikiside emperyalist ülkelerdir. Nasıl ki, kapitalist ülkeler arasında nitel değil göreceli farklar olduğu gibi, emperyalist ülkeler arasında da nitel değil, göreceli farklar vardır.

BP, eleştirdiği broşürde geçen “süper tekeller” kavramını da eleştiriyor. Ama Lenin’i eleştirdiğinin görmezden gelerek. Çünkü aynı kavramı Lenin’de kullanıyor.

“Birincisi: ‘Süper Tekel kavramı marksist kavram değildir.” (BP, sf. 23)

BP, bu kavramın Marksist olmadığını söylemesine karşılık Leninist bir kavramdır diye karşılık verelim. Lenin, ünlü Emperyalizm kitabının, “Dünyanın Kapitalist Gruplar Arasında Paylaşılması” bölümünde, özellikle elektrik sanayinde “süper tekellerin” nasıl oluştuğunu istatistiki verilerle açıklar.

Bu süper-tekelin nasıl oluştuğunu görelim.” [18]

Kendini ML olarak adlandıran BP, yukarıda alıntı olarak aldığımız Lenin ve Stalin’in açıklamalarını görmezden gelmeyi en doğru yol bulmuş. Ki, bu da küçük burjuvazinin işine gelen yerde ML işine gelmeyen yerde ise onu pas geçme taktiği olarak öne çıkıyor. Oysa, aynı alıntıları okuyorlar, ama görmezden geliyorlar. Çünkü kendilerini doğrulamıyor, yanlışlıyor. BP’nin “yeni emperyalist ülkeler” konusundaki anlayışı, Stalin’in eleştirdiği zinovyevist-troçkist anlayışla aynı. Bu bağlamda Stalin eleştirileri BP içinde geçerli.

“Süper”, “büyük” , “dev” vb. gibi sıfatların, tekellerin ya da ülkelerin ekonomik gücüyle ilgili olarak kullanılması yanlış değil, onların diğer ülke ve tekeller karşısındaki durumunu vurgulamak için kullanılabilir.  Ayrıca, Lenin’in bir çok yerde, “süper tekeller” ve “dev tröstler”[19] dediğide bilinir. “Süper”, “dev” vb. gibi sıfatlamalara gidilmesi, diğer emperyalist tekelleri ne küçümseme ne de yoksayma ya da “dev” diye adlandırılanları nitelik olarak daha küçüklerden farklı görme anlayışından kaynaklanmaz.

Buraya Marx’ın bir sözünü aklmakta yarar var:

Preseus, avladığı devler kendisini görmesin diye sihirli bir başlık giyerdi. Biz ise devlerin varlığını görmemek için, sihirli bir başlığı gözlerimize ve kulaklarımıza kadar indiriyoruz.” (Karl Marx, 1997a)

Burada da görüldüğü gibi bazı “marksistlerimiz” gözlerini ve kulaklarını sıkı sıkıya kapatarak, kapitalist gelişmenin diyalektiğini açıklama yerine pozitivcilik oyunu oynamayı yeğliyorlar.

Küçük burjuva dogmatik düşünce tarzının en büyük özelliği; gelişmelere gözünü kapaması ve başta ne biliyorsa onun asla değişmeyeceğine, değişmez bir ilke olduğuna kendini inandırmış olmasıdır. Yani, ilkeleri koşullardan çıkarma yerine, verili koşulları ilkelere uydurma... Böylesi bir yöntem somut koşullarla uyuşmadığı için, dogmatizm gelişmelere karşı kör ve sağırdır. Bu nedenle de diyalektik materyalizm ile çatışırlar ve onun karşısında yer alırlar.


[1]              Lenin, Emperyalizm, sf. 43

[2]              Stalin, Eserler, C.9, sf. 91, İnter Yayınları

[3]              Stalin, Eserler 9, sf. 92,

[4] Lenin, Seçme Eserler,  sf. 151, C. 5, İnter Yayınları

[5] 28-29 Ekim 2017’de Almanya’nın Bottrop kentinde yapılan, ICOR tarafından düzenlenen “Ekim Devrimi’nin 100. Yılı Uluslararası Konferansı’nda, yaptığım konuşmada “yeni emepryalist ülkeler” tezini savunmuş ve Hindistanlı yoldaşların anlayışını eleştirmiştim. Bu Konferansa 1050 delege katılmıştı.

 

[6]              Stefan Engel’in adı geçen Broşürü, Türkiye’de  El Yayınları tarafından Türkçe  kitap olarak basılmıştır.

[7]              Bolşevik Partizan sayı. 180, Temmuz 2018, “2018’de Dünyadaki Gelişmeleri Belirleyen Ne?” Ayrıca, bu broşür El Yayınları tarafından Türkiye’de kitap olarak basılıp yayınlandı. Ben Türkçe Broşür’ü esas aldım.

[8]Stefan Engel, “Küreselleşme” Tanrıların Günbatımı, sf. 391-392, Umut Yayımcılık, 2011 İstanbul.

[9] 2015 yılında doruğunda olan “Doğrudan Sermaye Yatırımları”nın, 2016 yılından  itibaren”ndaki düşüşe geçmesi, emperyalist yeni ekonomik krizinde habercisidir.

[10] Yased (Uluslararası Yatırımcılar Derneği-UNCTAD 2018)

[11] Lenin,  Empeyalizm, sf. 98, Sosyalist Yayınlar

[12]             Çin ABD’den 122 milyar (2016 için)  ABD doları kadar ithalat yapıyor. Çin-ABD ticari ilişkilerinde ABD yaklaşık 300 milyar ABD doları açık veriyor.

[13]             Dünyanın 9. Büyük ekonomisine sahip Meksika, ABD’ye 307 milyar (2017  için) ABD doları ihracat yapıyor, ABD’den ithalatı ise; 181 milyar (2017) ABD doları kadar. ABD-Meksika ikili ticaretinde 116 milyar ABD doları açık veren “uyduruk” Meksika, değil, “büyük” ABD. Kaynak: The Observatory of Economic Complexity: OEC

[14]             Lenin, Emperyalizm, sf. 72, Sol Yayınları, 12. Baskı 2009 (açYK)

[15]             Bkz. Wikipedia/Vikipedi

[16]             “ABD hala tek emperyalist süper güç konumundadır.” Stefan Engel, Yeni Emperyalist Ülkelerin Ortaya Çıkışı Üzerine”, sf.30

[17]             https://atlas.media.mit.edu/tr/profile/country/kor/ OEC

[18]             Lenin, Emperyalizm, sf. 90

[19]             Lenin,  Marksizm ve Revizyonizm, sf.  15, Günce Yayınları

 

Yerel Seçimler ve İttifak Anlayışı

Burada seçimlerin işçi sınıfı açısından önemine değinmeyeceğim. Burjuvazinin iktidarı altında, eğer koşulları varsa sosyalistler seçimlere girmeli ve hatta bu olanakları zorlamalı, bu uğurda mücadele de etmelidir. Kitlelere ulaşmanın bir aracı ve sosyalistlerin kendi seslerini kitlelere duyurmanın bir yolu olarak seçimlere katılır ve burjuvaziyi tam da kendi göbeğinden teşhire yönelir.

Seçimlere ittifaklar şeklinde girilebilineceği gibi, bağımsız olarak da girilir. Sosyalistlerin kendi adayları ile seçimlere girmesinden doğal bir şey olamaz. Eğer, ittifak kurulamıyorsa ve reformizm kendini güçlü bir şekilde dayatarak, kendi istekleri doğrultusunda hareket edilmesini istiyorsa, bu tür dayatmacılığın karşısında yer alınmalıdır.

31 Mart Yerel seçimlerde öne çıkan yerlerden birisi de Dersim olacaktır. Çünkü HDP ve birleşenleri ve özellikle de Kürt Ulusal Hareketi (KUH), Dersim merkezde sadece kendi adaylarının olmasını ve diğer devrimci-demokrat güçlerin ise kendilerini desteklemesini istiyorlar. Onlar illeri istiyor. Diğer “ittifak güçleri”nin ise, sadece ve sadece “ilçeler ve beldelerde olabileceği” yaklaşımını sergiliyorlar.

HDP, Kürt il merkezlerinde kendi adaylarının desteklenmesini istiyor. Bunu açıktan söylüyorlar ve hatta “kırmızı çizgileri” olarak ifade ediyorlar. Bu aslında sosyalistlere karşı bir güç göstermesi, dayatmasıdır. Dersim’de SMF’nin (Sosyalist Meclisler Federasyonu) adayı F. Mehmet Maçoğlu’nun aday olması, HDP’yi öfkelendirdi. Ama bu öfke HDP’nin D’sinin gerçek bir demokrat değil burjuva demokrat yanının daha ağır bastığını ve aynı zamanda bu tavrı, onun demokratlığının kendi sınıfsal çıkarlarıyla sınırlı olduğunu gösterdi.

HDP, millletvekili seçimlerinde, “küçük ortaklarına” bir kaç tane milletvekili vererek “ittifakı” sağlıyordu. Bu onun için gerekliydi de. Ama iş Dersim merkezi olunca, gerçek niyetler ortaya çıktı. Ulusalcı reformist, açıktan “sosyalistlere burada yer yok” demeye başladı.

Bunu değişik şekillerde dillendirselerde, sorunun özü bu. 

Oysa HDP’nin burada, dayatıcı ve aba altında sopa göstermesi yerine daha uzlaşıcı olması beklenirdi. Çünkü, Kaypakkaya geleneğinden gelenlerin Dersim’de özel bir yeri olduğu gibi, bu gelenekten gelenlerin; HDP ve öncelleri daha bu siyaset meydanında yoklar iken, devletin ve sosyal şovenistlerin tüm hışımlarına rağmen, Kürt ulusunun kendi kaderini özgürce tayin etmesini hep savuna gelmişlerdir. Ayrıca, ezen ulus milliyetçiliğine ve sosyal şovenizme karşı uzlaşmasız mücadele vermişlerdir.

Bunlar bir yana, Dersim’de sosyalistlerin tehdit edilmesi hiç bir şekilde kabullenilemez. Kürdistan’ın bir çok ilini AKP ya da diğer partiler alıyor. Aynı tehditler o partilere yapılmıyor. Ancak, Maçoğlu’nun kişiliğinde sosyalistlere yapılıyor. Çünkü KUH, “Türk Solu” olarak adlandırdığı sosyalistlerin Kürdistan illerinde gelişmesini istemiyor. Bu modern anti-komünist anlayışın dışa vurumudur. 

HDP, geçekten demokrat ise, taviz vermesini de bilmeli ve Dersim merkezden, kendi adayını, Maçoğlu lehine çekmelidir. Bu daha “kucaklayıcı” olacağı gibi, genel anlamda destekleyicileri de artacaktır. Ancak, küçük burjuva reformist ezen ulus ulusalcılığı, “küçük” gördüğü, “güçsüz” gördüğü sol örgütlere karşı yaklaşımı, ezen ulus burjuvazisinin yaklaşımından devralınan ideolojik bir yöntem olarak pratiğe yansıyor.

HDP, kendisi taviz vermek yerine sosyalistlerden fazlasıyla ve haksız bir şekilde taviz bekliyor. Ve hatta “”kayıtsız-şartsız” desteklenmesini istiyor ya da böyle bir beklenti içinde. İşçi sınıfının dünya görüşü, ezilen ulus lehine ulusların kendi kaderini kayıtsız-şartsız destekler. Ancak, bu ilke, sosyalistlerin bağımsız hareket edemeyeceği şekilde anlaşılmamalıdırHer siyasi hareket, eylem birliklerinde “ajitasyon ve propaganda da serbestlik” hakkına sahiptir. Ve bu özgürlük, aynı şekilde bağımsız olarak kendi eylemlerini ve taktiklerini de -başkalarına bağlı olmadan- üretebilir ve yaşama geçirebilir demektir.

Kürt ulusu üzerindeki baskılar elbette kabul edilemez. Bugün, bir bütün olarak Kürt ulusu üzerindeki ezen ulus devletinin baskısı aleni bir hal almıştır. Bununla beraber yasalar çerçevesinde kurulmuş HDP’ye yönelik baskılar ve sürek avıda görülüyor ve biliniyor. Olmayan demokratik ortamda, faşist devletin her türlü baskısıyla karşı karşıya olanların ve bu baskılara karşı ortaklaşa mücadele verenlerin, kendi aralarındaki ilişkinin demokratik olması beklenir.

Her sosyalist ya da ilerici hareketin HDP ile ittifak kurması ya da HDP’nin onlarla ittifak kurması “şartır” diye bir kural yoktur. HDP nasıl kendi bağımsız tavrını alabiliyorsa, aynı şekilde devrimci ve sosyalistlerde hiç bir ittifak içine girmeden bağımsız olarak taktik belirler ve seçimlere girebilirler. “HDP var iken siz seçime giremezsiniz” demek, devrimci-demokratik bir tavır olamaz.

Elbette, sosyalistlerin bütün isteği; Dersim’de de (ve diğer yerlerde) devrimci-demokrat güçlerin anlaşıp ortak bir adayla seçime girmesiydi. Ancak, bunun gerçekleştirilemediği görülüyor. Bu durumda, isteyenin bağımsız olarak seçime girme hakkı vardır ve bu hak, “egemen ulus devletvari” tehditlerle karşı karşıya kalmamalıdır.

HDP, açıktan dillendirmesede üç büyük ilde (İstanbul, Ankara ve İzmir) büyük şehir belediye başkanlığı için Millet İttifakı (CHP-İyi Parti) lehine aday koymadı. Bunun anlamı; bu partileri “kerhen” desteklemektir. Kendi tabanlarının o illerde adı geçen partilere oy vermelerinde bir sakınaca görmüyorlar. HDP cephesinden, nedense, bu partileri “kerhen”de olsa desteklemek “özel savaş aygıtını” desteklemek (!) anlamına gelmiyor. Ancak, Dersim’de sosyalistlerin, HDP’ye rağmen aday çıkarmaları “özel savaş aygıtını” desteklemek olarak yansıtılmaya gayret ediliyor. Oysa, Kürtlere karşı “özel savaş aygıtı”nın asıl destekçilerinin başında AKP-MHP ve CHP-İP gelir. Bunu HDP’nin bilmemesi olası değil.

CHP-İP ititfakının güçlenmesi Kürtler üzerindeki baskıları azaltmayacaktır. Çünkü Türk egemen sınıfların Kürt politikası, tek tek burjuva partilerin politikası değil, bütünlük içinde bir devlet politikasıdır.

Sonuç olarak; adı geçen büyük illerde CHP-İP adına seçime girmekten feragat eden HDP, Dersim’de de SMF’nin adayı F.M. Maçoğlu lehine kendi adayını çekmelidir. İşte böylesi bir tavır, “özel savaş aygıtı”nın beklentisine karşı verilmiş “birleşik devrimci” bir cevap olacaktır. Böylesi bir tavırla, ilerici kitleler nezdinde, HDP kaybeden değil, kazanan bir parti olacaktır. 

Emperyalistler Dünya Halklarını Savaşla Tehdit Ediyor

Kapitalist sistem, burjuvazinin sıkça tekrarladığı gibi dünyaya “barış” getirmedi. Ama dünyayı; işçi ve emekçilerin karşı koymalarına karşın, kuşkuya yer bırakmayacak bir şekilde bir uçurumun eşiğine getirmeyi başardığı rahatlıkla söylenebilir.

Kapitalist sistem yeni bir ekonomik kriz beklentisi içine girdi. Bu konuda haksızda değil. Ekonomik göstergeler; borsa düşüşleri, pazar alanların daralması, borçların ulusal ekonomilerin boyutlarını aşması vs. kapitalist ekonomik sistemi yeni bir 2008 belkide daha ağır bir krizle baş başa bırakmak üzeredir. Burjuvazinin bu “kabusu”nu, burjuva ekonomik merkezlerinde yer alan bütün burjuva ekonomistler “acil koduyla” tekrarlayıp duruyorlar.

Bu kriz, elbette salt ekonomik kriz olarak kalmayacaktır ve hızlanan savaş ekonomisinin daha da hızlanmasını beraberinde getirecek ve emperyalist savaş tehlikesini bir gün öncesinden daha bir görünür kılma olasılığı güçlüdür.

15-17 Şubat 2019 tarihleri arasında Almanya’nın Münih kentinde 55.si yapılacak olan Münih Güvenlik Konferansı (MGK) ve öncesinde yayınlanan Münih Güvenlik Konferansı Raporu’da[1], yeni bir “savaş tehlikesi” olasılığının güçlendiğinin vurgulamak zorunda kalmıştır.

Bütün emperyalist tekeller ve onların hükümet temsilcileri, 2. Dünya savaşı öngününde olduğu gibi, bugünde “yeni bir savaş” tehlikesinin hızla olgunlaştığını açıktan dillendirmekten çekinmiyorlar ve hazırlıklarını buna göre yapıyorlar. Bunun açık anlamı; birbirini savaşla tehdit eder duruma gelmişlerdir.

Bu Konferans’ta, işçi sınıfı ve emekçilerin yaşam seviyelerinin yükseltilmesi ve doğanın tahribatının önlenmesi gündeme gelmeyecek, tersine, emperyalist tekellerin temsilcilerin pazarlık konusu yapacakları konu; işçilerin üzeindeki baskı ve sömürünün arttırılması ve doğanın tahribatının derinleşmesi yer alacaktır. Ve ayrıca gerçekler manipüle edilerek kamuoyuna sunulacaktır.

MGK’da kozlar yeniden paylaşılacak, oynatılan taşların yerlerinin nereye ve nasıl konacağı sert diplomatik dille sıralanacak. Ve bütün büyük emperyalist güçler, nereden ve kimden ne koparacaklarının hesabını yapacaklar. Ancak, buradan ne “barış”, ne “yumuşama” ne de halkların ve işçi sınıfının sorunlarını çözecek bir “uzlaşma” çıkmayacağı daha bugünden açık. Geçen yılda bir “uzlaşma” çıkmamış, tersine birbirlerini açıktan tehdit edici bir sonuç çıkmıştı.

Buradan çıkacak sonuç, bugünden belli: Silahlanma yarışı aratcak; egemenlik alanlarını genişletilme istemleri savaş etmenlerinin artıracak. Kutuplaşmalardaki saflaşmalar daha da belirginleşecektir. Bunun yanı sıra emperyalist güçler arasındaki çelişmenin keskinleşmesinde gerileme değil, artış olacaktır.

Emperyalist güçler için, ekonomik sorunların yanında ortada paylaşılması gereken ciddi sorunlar var. Güney Çin Denizi/Güney Asya, Ortadoğu, Afrika, Ukranya, Venezüella, uzaya egemen olma ve uzayıp giden diğer paylaşılacak alanlar...

Emperyalist güçlerin tek bir kutup içinde bileşme olasılığı kendi (kapitalizmin ekonomik) doğasına aykırıdır. Kutuplaşmalar içinde kutuplaşma, dünyayı yeniden paylaşma hırsları daha da artarak, konferans salanundan ayrılacaklardır. Burada her büyük emperyalist güç açısından denenecek olan; kendi kutuplarını güçlendirme, safları netleştirme (askeri ve ekonomik güç oranıyla doğrudan bağlantılı olarak) mücadelesi olacaktır.

ABD-Kanada-İngiltere-Japonya,  AB, ÇİN-Rusya temelindeki büyük emperyalist kutuplaşmalar, diğer katılımcı bağımlı ülkeleri ya da bölgesel emperyalist ülkeleri yanlarına çekme durumu olacak. Bu kutuplaşma bugüne kadar genel anlamda netleşimiş gözükmektedir. Ve bu emperyalist kutuplar arasındaki çelişmenin çözümü olarak yeni bir emperyalist savaş olarak karşımıza çıkarılmakta ve dayatılmaktadır.

ABD ve elbette İngiliz burjuvazisi İngiltere’y,i AB’den kopardı. AB emperyalizmi bunun bilinciyle hareket ediyor ve ABD’den bağımsız yeni bir AB Ordusu oluşturmaya çalışıyor. Silahlanmalar ise buna göre artıyor. ABD, AB’yi Çin ve Rusya ile korkutarak NATO’nun daha fazla güçlendirilmesi ve bunun maddi yardımın arttırılmasını yeniden dayatacaktır.

 Silahlanma salt emperyalist büyük güçlerle sınırlı değil, Uluslararası Araştırmaları Enstitüsü (IISS) ve SIPRI’nin (Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü) açıklamalarına öge; hemen hemen bütün ülkeler son beş yıl içinde silahlanmalarını yüzde on oranında artırmışlar.

ABD ve Avrupa ülkelerinden  Ortadoğu ülkelerine silah satışı ise 2003-2017[2] arası %109 oranında artmış. Ortadoğu’da savaşların neden eksik olmadığının sorusunun bir cevabı da burada yatmaktadır.

ABD’nin “Orta Menzilli Nükler Kuvvetler Anlaşması”nı tek taraflı olarak feshetmesi ve Rusya’nın aynı şekilde buna karşılık vermesi, dünya halkları için büyük bir tehdit oluşturuyor. Dünyada varolan silahların %74’ü ABD, Rusya, Fransa, Çin ve Almanya’nın elinde bulunuyor.  Adı geçen bu beş ülkeyle beraber Kanada, Japonya, İngiltere’nin 1997-2017 arası silahlanma harcamalarının toplamı 2016 trilyon ABD doları kadar.[3] Barışın en büyük düşmanları da bu ülkelerdir.

İşçi Sınıfının Çözümü

Her yıl olduğu gibi, bu yılda işçiler ve emekçiler MGK’ı, tüm “güvenlik (siz bunu kitlelere saldırı anlayın)  tam da kapısının önünde protesto edeceklerdir. Protestocuların istemleri ile geniş güvenlik önlemleri arkasında dünyayı bir avuç emperyalist burjuvazinin çıkarları için paylaşanların istekleri birbirinin tam zıddıdır.

Burjuvazinin kapitalist-emperyalist sistemi yeni bir savaşı dayatıyor. İşçilerin Sosyalizmi ise; insanın insanla, insanın doğayla barışını istiyor ve öngörüyor. Bütün dünyanın sosyalizme geçtiğinde; ekonomik krizler, savaşlar, tel örgülerle ya da kalın duvarlarla örülmüş duvarlar, sömürü, yoksulluk, insanların ölümü göze alarak göç yollarına düşmesi olmayacaktır.

Son yıllarda kitlelerin kapitalist düzene karşı hoşnutsuzlukları artmasına karşın, bunun reformist taleplerin üzerine çıkması ve devrimci/komünist örgütlü bir güç haline dönüşmesiyle, kapitalizmin krizi devrimci bir kriz haline dönüşebilecektir. 12.02.2019


[1]              Bkz. Münich Securty Report 2019

[2]              SIPRI 2018 Raporu

[3]              Münich Securty Report 2019, sf. 11

 

 

Kapitalizm ve doğa

Bir lise öğrencisi kızın, dünyanin hızla bozulmasına dikkat çekmek için İsveç parlementosu önünde başlattığı „Fridays for Futura“ (Gelecek İçin Cuma Günleri) eylemi; Avrupa çapında öğrencilerin sahiplenmesiyle, iklim eylemleri yaygınlaşarak büyüyor.[1]

Ortaokul, lise ve üniversiteli gençlerin „Bizim Geleceğimizi Çalıyorsunuz“  çığlıkları ve her cuma yapmaya başladıkları „İklim Grevi“ eylemlerini, kapitalistlerin ciddiye alma olasılığı yok. Ciddiye alır gibi gözükmeleri, kitlelerin tepkileri yanı sıra, dünyanın iklimsel bozulmasının geri dönüşümsüz oluşunun  bilimsel verilerinin artık inkar edilemez oluşundandır.

Gençler kendi geleceklerini karanlık gördükleri için, geleceklerinin kirlenmesine ve çalınmasına karşı mücadele etmelerinden başka çareleri yok. Bunun farkındalar. Kapitalist sistem var olduğu sürece, doğanın katledilmesi önlenemez.

Kapitalistlerin, artı-değer elde etmek ve birbirleriyle ölesiye rekabet etmeleri nedenyile, gözlerinin „kăr“dan başka bir şeyi görme olasılığı söz konusu değildir. Kapitalizm kendi kirlettiği, tahrip ettiği ve katlettiği doğayı koruyamaz. Çünkü kapitalizmin ekonomi-politiği,  doğanın aşırı tüketilmesini, tahrip edilmesini ve ekolojik dengenin geri dönüşümsüz bozulmasını koşullar. 

Kapitalizm, tüm canlıların sadece „geleceğini çalmıyor“, tersine onu yok ediyor ve öldürüyor. Kapitalist sistemin devam etmesi, her geçen gün dünya üzerinde yaşayan tüm canlıların da hızla yok olmasına neden olmaktadır. Öğrencilerin; „kapitalizm yaşatmaz öldürür“ diye meydanlarda haykırması bundandır.

Burjuvazinin en kalantorları her yıl olduğu gibi, bu yılda Davos’ta (22-25 Ocak 2019) „kapitalizmi kurtarma“nın yanında daha fazla palazlanmanın, daha fazla artı-değer elde etmenin ve elbette bununla beraber daha fazla doğayı yok etmenin planları için çokça konuştular. Gündemlerinde olan „İklim“ ise, aslında kendi ekonomi-politik iklimlerinden başkası değildi.

Kapitalizmin doğayla ilişkisi, onu daha fazla nasıl sömüreceği ve tüketeceğiyle ilgili olabilir. Doğayı korumak, ekolojik dengeleri bozacak üretimin durdurulması ve doğanın tahribatının önlenmesi konuları tekelci burjuvazinin gündemleri dışında kalır. Bu tür konuları, kamuoyunu oyalama ve aldatmak için yüksek maaşlı memurlarına basın açıklaması olarak bırakırlar. Doğayı katledenlerin, doğa koruyuculuğu, ağzında peynir olan Karga ile Tilki maslı gibidir. Burjuvazinin,  „doğayı koruma “ politikası, doğanın hala canlı kalan son kalıntılarını nasıl  yutacağı üzerindedir. Bu nedenle olacak ki, doğaya en fazla zarar verenler, doğaya en fazla karbon salan 1500 aşkın özel jetleriyle Davos’a teşrif etmişler.

BM İklim Protokolleri ve Yalanları

BM (Birleşmiş Milletler) nezdinde  11 Aralık 1997’de, Japonya’nın Kyoto kentinde çevrenin korunması için;  üçüncüsü düzenlenen, „Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi“ 2005 yılında yürürlüğe girmesi şartıyla imzalandı. Ancak, bu sözleşmeyi ABD imzalamasına karşın uymadı. Doğayı en fazla kirleten ve zarar veren ABD emperyalizmi, insanlığa adeta meydan okudu ve okumaya devam ediyor. Kanada ise önce „uyacağını“ söyledi, daha sonra ise bu protokoldan imzasını geri çekti. Çünkü Kanada tekelleri bütün ülkelerde doğaya en fazla zarar veren ve zarar verici faaliyetlerde bulunanlar olarak bilinmektedir.

Kyoto Protokolünün en önemli özelliği, atmosfere karbon salınım oranını 1990 yılının düzeyine çekmeyi öngörmesiydi. Elbette, bunun yarıya düşürülmesi bir yana, her yıl atmosfere karbon salınımı daha da arttı ve bilim insanları sıcaklığı „1,5 santigrat“[2] (endüstriyel öncesi duruma göre) ile sınırlanmasını önermek zorunda kaldılar. Eğer iki dereceye çıkarsa sıcaklık, „hepimiz batacağız“ uyarısında bulundular.

Doğanın kurtuluşu, insanın sömürü ve sınıfsal baskıdan kurtuluşundan ayrı değildir. „Bilim İnsanları“ öncelikle buna işaret etmelidir. Kapitalist ekonomi sürdükçe, dünya ısısının artışının 1,5 derce ile sınırlandırılması olası değildir.[3] Bilim insanlığı, burada, kapitalizm savunusuyla daha fazla çelişir durumundadır. Çünkü sorun, kapitalizmi kurtarmak değil, insanlığı ve onun geleceğinin kurtarmak esas olmalıdır. Ayrıca, ne yapılırsa yapılsın kapitalizmin kurtuluşu ve geleceği yoktur.

BM nezdinde her üç yılda bir yapılan „İklim Konferansları“ ne yazık ki, bir sonuca ulşamıyor ve ulaşamaz. Paris İklim Zirvesi (30 Kasım – 11 Aralık 2015) ve 2018 yılı sonunda Polonya’nın Katoviçe (Katowice) kentinde 2018 Aralık ayının başında yapılan 24. COP (İklim Değişikliği Konferansı) görüşmeleri ve sonuç, yine „iyi temenni“ dilemelerin ötesine gidememiştir ve gidemez de. Doğayı kirleten, onun canlılığını yok eden kapitalist üretim olanca hızıyla devam etmektedir. „İklim Zirveleri“nde zırvalayan burjuvazi ve onun maaşlı memurlarının, kitleleri oyalamanın ötesinde, ağızlarından tek doğru bir sözcük çıkmadı.

Kapitalizmin varlığı iklimle uyuşmamaktadır. Kapitalist üretim sistemine son verilmedikçe, doğa ve üzerinde yaşayanlarında kurtulma olasılığı ne yazık ki yoktur. BM’yi oluşturan ülkelerin bunu kabullenmesi kendi varlıklarını inkar olacağından, burjuvazi kendi kendine yok olmaz, yok edilmesi gerekiyor.

Yenlenebilir enerjinin sınırlılığı ve enerji üretiminin esas olarak fosil yakıtlarına dayanması, „bilimsel raporları“ da bilimsel olmaktan çıkarıyor.

Örneğin, Almanya’nın yenilenebilir enerji tüketimi %12 iken, %80‘i fosil yakıt, geri kalanı ise nükler enerjiden elde edilmektedir. AB ortalaması ise, yenilenebilir enerji kullanımın toplam oran içindeki payı %10 civarında. %85’ini ise fosil yakıt ve geri kalanını (%5 kadar)[4] nükler enerji kullanılıyor. Bu bilgilerin yanında Almanya’da sera gazı salınımı bir önceki yıla göre artmıştır. Almanya’da halkın çevre konusunda duyarlı olmasına karşın, dünyanın 4. Büyük kapitalist ekonomisinin durumu bu. Yani, burjuvazi kitlelere yalan söylüyor. Kapitalist sistemin doğayı tahribatının boyutu sürekli gizleniyor ya da manipüle ediliyor.

Türk egemen sınıfları doğanın talan ve tahribinde geri adım atmıyor. Toplam enerji üretimi içinde yenilenebilir enerjinin oranı yaklaşık %13 iken, geri kalanı ise fosil yakıt kullanımından tedarik ediliyor. Türkiye, Paris’te sera gazı salınımını azaltmayı vaadetmiş olmasına karşın, ancak, ekonomik veriler Türkiye’nin 2030 yılında sera gazı salımını 2015’teki seviyesine indirmesini söz konusu olmayacağı gibi, tersine, bunun iki katına çıkartacağını göstermektedir.

Kapitalizm koşullarında doğanın geridönüşümsüz tahribatı belki geciktirilebilir ama önlenemez. Öncelikle bunun bilinmesi gerekiyor. Bugün, doğa ve ekolojik dengelerin bozulmasını protesto eden kitlelerin bunu öğrenmesi ve ona göre hareket etmesi gerekiyor. Buna rağmen bütün dünya da kapitalizm tarafından doğanın tahrip edilmesine karşı protesto gösterileri artmaya devam etmektedir.

Doğanın tahribatına karşı kitlelerin duyarlılığı her geçen gün artması olumlu bir gelişme, ancak yeterli değildir. Çünkü, doğanın katili kapitalist sistemdir ve mücadelenin odağına bu sistemin yeryüzünden silinmesi ve yerine ise sosyalizm konmalıdır. 27.01.2019


[1] 26 Kasım 2018 tarihinde Almanya çapında yapılan „Fridays For Future“ eylemlerine 26 bin öğrenci katıldı. Yine 19 ve 25 Ocak 2019 tarihlerinde  55 şehirde yapılan gösterilere  30 binin üzerinde öğrenci katıldı. Yine Belçika’da 30 binin üzerinde ortaokul, lise ve üniversite öğrencileri iklim için yürüdü.

 

[2] IPCC (Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli -1988’de kurulmuştur-). „900 bilim insanı“ tarafından hazırlanan son ropar, gerçeğin tamamını ortaya koymaktan oldukça uzaktır. Karbon salımını sınırlamak, kapitalist rekabeti ve üretimi sınırlamak olacağından, sorunun özüne inme yerine, işi kısmi zararlarla yaşamaya devam edelim raporu hazırlamışlardır. Bkz. IPCC  Ekim 2018 (www.deutsches-klima-konsortuium.de/IPCC-ar6). Yine de IPCC’nin roporu dünya için SOS vermektedir.

[3] Bu konuda Marksist-Leninist Bir bakış açısıyla ele alınan, Stefan ENGEL’in  “Katastrophenalarm” (Felaketin Alarmı), sosyalist doğa anlayışını ve burjuvazinin doğayı nasıl felakate götürdüğünün bilimsel verileriyle ortaya koyan önemli bir eser.

[4] Rakamlar, Eurosat 2016’a ait.

 

“Kürtleri Vurmak”: Bitmeyen Bir Seçim Taktiği (!)

Son günlerde faşist Erdoğan’nın ağzından Türk devleti, Rojava Kürt bölgesine askeri saldırı ve işgali daha sık dillendirmeye başladı.

Bir çok yorumcu ve hatta ilerici, demokratlarda, Türk devletinin, Rojava’ya saldırıyı yeniden gündemine almasının adını; “ Mart 2019 yerel seçim” taktiğine bağladılar.

Türk devletinin Kürtleri vurması için seçim mi gerekiyor? Ya da gerçekten her seçim döneminde mi Kürtlere saldırdı, bu eli kanlı barbar devlet. Ya da TC, kurulduğu günden itibaren Kürtlere saldırmamakta mıdır?

Türk sermaye devletinin Afrin’i işgal etmesini de “seçim taktiği” olarak yorumlayanlar hiç de az olmadı. Bugünde aynı şekilde gerçeği yansıtmayan liberal-şovenist argümanlar sıralanmaktadır. Liberal burjuva kesimlerin böyle yorumlamaları normal, onların Türk devletinin bekasına bakışları gereğidir bu. Ama, bu tür yorumları, burjuva liberallerin argümanlarının peşine takılan “ilerici” kesimlerin yapması, Türk devletinin gerçek yüzünün gizlenmesi amaçlı olduğu görülememesindendir.

Türk egemen sınıfları, taktik amaçlı Kürtleri baskı altına almıyor ya da Kürtlerin topraklarını taktik olsun diye işgal etmiyor ya da sömürgeleştirmiyor. Kürdistan’ın işgali, asimilasyonu ve sürekli baskı altında tutulması Türk devletini startejik bir eylemidir. Türk devletinin kuruluş felsefesi budur. İşgalci, sömürgeci bir güç olarak devamlılığını sağlamaktadır.

Türk devletinin gündeminde hiç bir zaman Kürtlerin kendi kaderini özgürce tayin etmesi ilkesi geçici taktik olarak bile yer almamıştır. En başta Kürtlerin asimile edilmesi, asimile edilemeyenler ise silah zoruyla baskı altına alınması ve ezilemesi, ve mümkün olduğunca Kürt illerinin demografik yapısının değiştirilmesi ilkesi esas alınmıştır.

Bugün bu amaç, Suriye’deki gelişmeler nedeniyle Rojava’yı da Kuzey Kürdistan durumuna getirmek amaçlı hareket edilmektedir. Yani, Emperyalistlerin Suriye üzerindeki egemenlik paylaşımına aktif bir şekilde katılmak ve Rojava Kürdistan’ını işagal etmek Türk devletinin gündemine girmiş ve bir daha da çıkmamıştır.

Türk egemen sınıfları bunu önce İŞİD ile denemeye çalışmıştır. İŞİD’i Rojava üzerine saldırtarak oranın düşmesini ve burayı rahatlıkla işgal etmesinin önünü açmak içindi.

Türk devletinin bu taktiği Kobena’dan geri tepince, başka yöntemlere baş vurmaya, ABD ve Rusya arasındaki çekişmeden yararlanma yolunu seçti.

Şimdi de ABD’ye Rojava’nın kontrolünü kendisine bırakılmasının çeşitli taktiklerini denemektedir. Çünkü bu büyük emperyalistlerin rızasını almadan bölgede fazla bir harekat alanı yoktur.

Türk devleti, Rojava’nın bağımsızlaşması ya da özerk bir yapıya kavuşması halinde Kuzey Kürdistan’ı artık kolay kolay işagal altında tutamayacağını bildiği için, Rojava’nın doğmadan boğulmasını istiyor ve bunun için Rusya ve ABD’ye her türlü tavizi vermeye hazırdır. Ve pazarlıkları kızıştırmaya çalışıyor.

Rojava Kürdistanı'nın bağımsız ya da en asgarisinden özerk bir yapıya kavuşmasını istemeyenlerin başında Türk devleti gelmesine karşın, karşı olanların içinde İran ve Suriye devleti de gelmektedir. Bu üçlü ve Irak genel olarak her zaman Kürtlerin ezilmesi konusunda birleşmişlerdir.

Türk devleti işgalci emperyalist bir devlettir. Kıbrıs eski bir örnek olmasına karşın Afrin yeni bir örnek ve her fırsatta Kürdistan'ın tamamını kendi egemenliği altına katmak istiyor. Bugün de Rojava'nın işgalini gündeme getirmesi stratejik egemenlik amaçlıdır. Salt gelip geçici bir “seçim taktiği” olarak görülmesi, Türk devletinin uzun vadeli gerçek niyetini görememek anlamına gelir. Elbette burjuvazi, seçim dönemlerinde “işgalleri” milliyetçiliği ırkçılık düzeyinde kışkırtarak kullanacaktır. İşgalin amacı, salt “seçimleri kazanma taktiği” değildir. Bu tali bir yöndür.

Türk devleti, 7 Haziran 2015 seçimlerinin hemen arkasından “barış süreci” dediği, zaman kazanma taktiğine son verdi. Kürtlerin kazanımlarını önlemek için açıktan askeri saldırıya geçti. Kuzey Kürdistan şehirlerinin yıkılması Rojava'nın (Kobani'nin kurtuluşu) zaferi ile doğrudan bağlantılıdır. Aynı zamanda egemen sınıflar arası çatışmanın bir başka boyuta evirlimesinin de bir sonucuydu. AKP'nin Gülen'le ittifakının bitirilmesi ve Ergenekoncularla ittifaka geçmesiydi. Ancak, bu “ittifak” değişimleri Kürtlere yönelik devlet taktiğinin açıktan saldırıya dönüşmesinin esas nedeni değil, saldırı sürecini hızlandırıcı ve daha yıkıcı bir rol oynadı.

Rusya, ABD yerine Türk devletinin Rojava'da olmasından fazla bir rahatsızlık duymaz. Bu İran içinde böyledir. ABD, Türk devletinin işgaline onay verirse Rusya ve İran salt “dostlar alışverişte görsün” babında kınama mesajı yayınlamakla yetineceklerdir. Bunun anlamı “işgali onaylıyoruz” olacaktır. Aynı, Afrin işgalinde olduğu gibi. Suriye devletinin ise Rusya'nın onayına karşı çıkacak bir durumu söz konusu değil.

ABD'nin Suriye'deki esas sorunu Türkiye ile değil Rusya ve ikinci düzeyde ise İran ile. Bu bağlamda Suriye'nin Kuzeyini bir başka güce bırakmak istemiyor. ABD bu tavrını ileride Türk devleti lehine değiştirebilir de. Onun ilkesi kendi egemenliğini sağlamlaştırma ve çıkarlarını koruma ve geliştirme amaçlıdır. Emperyalistler arası çatışma ve dengeler, izlenen taktikleri de değiştirebilir. ABD için Rojava'da kalmak, bölgedeki egemenliğini (İsrail ve Suudi Arabistan'da dahil) zayıflatmamak için önemli taktiksel bir durum.

Türk devleti işgal ettiği bölgelerden kendi isteği ile çıkmayacaktır. İşgal altındaki halkların mücadelesiyle çıkarılabilir. Kıbrıs bunun en açık örneğidir. Türk devleti işgal ettiği yerlerde “barış gücü” olarak değil, egemenliğini genişletmek amaçlı silah zoruyla işgal ediyor.

Bütün bunlar göz önüne alındığında, Rojava'nın işgal edilmek istenmesi, Türk devleti için bir “seçim taktiği” değil, kalıcı olarak o bölgelerin işgal edilmesi ve egemenlik altına alınması içindir. Bu, emperyalist amaçlı bir hamledir. Kuzey Kürdistan Kürtleri üzerindeki işgalci ve sömürgeci barbarlığın her geçen gün yoğunlaştırılmasının arkasındaki gerçekte budur. Sosyal şovenizm ise bu gerçeğin üzerini örtme telaşı içine girerek “sefil Faust” rolünü oynamaktadırlar.

Kapitalist devlet, sermayesini büyütmekte ve egemenlik alanlarını genişletmekte sınr tanımaz. Kaptalizmin barbarlığı sermayenin büyüme oranıyla doğru orantılı artar. Türk devleti barbarlıkta sınır tanımıyor. O, İsrail ve Suudi Arabistan gibi bölgenin saldırgan ve egemen gücü olmak istiyor. Bağımsız ya da özerk bir Kürdistan'ı ise, bölgedeki emperyal emellerinin önünde engel görüyor. İç siyasal durumu (Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi vb.) ve toplumsal şekillenmeyi kendi emperyal hedeflerine göre dizayn etmeye çalışıyor. 19.12.2018  

Dalga Büyüyecek Bütün Sokaklar Zaptedilecek

Bütün dünyada, ezilenlerin, yoksullaştırılanların, her türlü zulüme maruz kalanların, yani işçi ve emekçilerin, burjuvazinin kapitalist sistemine ve iktidarlarına karşı öfkeleri büyüyor, eylemleri sokakları zaptediyor.

Paris Paris olalı  tarihine hiç ihanet etmedi. Yine en önde yürüyor. Sokaklar, sarıya boyanmış kırmızı isteklerle hareketlendi bu kez. Öğrenciler, işçiler ve emekçiler, Fransız burjuvazisine karşı sokakları zaptettiler. Ve bu eylem buradan tüm dünyaya yayılma eğilimini de içinde barındırıyor. Basralı emekçiler sarı yelekleri ile selamladı Parisli emekçileri.

Paris, direnişlerin şehri oldu tarihi boyunca. 1789’dan beri devrimlerin başlangıç yeri oldu. 1881 Paris Komünü’de burada doğdu. Dünya işçi sınıfının ve ezilenlerin kurtluşu Paris’ten yola çıkmıştı. Ve buradan 1917’de Rusya’da filizlenip bütün dünyayı sardı.

Emperyalist Fransız burjuvazisi Paris’i, defalarca kendi tarihine ihanet etmeye yöneltti. Yine o doğruyu bulmasını bildi. Paris, kan emici sömürücüleri, bütün eli kanlı riyakarları sokaklarda sınıf savaşımının ateşine atmasını bildi. Burjuvazi Paris’i işçilerin elinden alamadı.

O, Paris Komünü’nün öğretilerini asla unutmadı. İşçi ve emekçiler eylem biçiminde sınır ve kural tanımadı. Her seferinde yeni eylem biçimleriyle sokakları sınıfın ateşiyle ısındırarak, Paris Komünü’nün mücadele  diyalektiğini güncelleştirme bilgeliğini gösterdi.

Dibten gelen dalga adım adım büyüyor. İşçiler ve emekçiler, burjuvazinin insanlığı ve doğayı daha fazla kirletmesine sesiz kalmak istemiyor. Kapitalizmin insanı insana yabancılaştıran yükünü artık taşımak istemiyorlar.

Burjuvazinin “demokrasisi” çoktan öldü. 1789  burjuva ihtilalinin ürünü olan “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi”nden ve daha sonra 1948 yılında yine burjuvalar tarafından ele alınan “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi”nden de günümüze bir şey kalmadı.

Sermaye merkezileşip büyüdükçe burjuva demokrasisinden günümüze kalan kırıntıları da, burjuvazi tarafından işçilere ve emekçilere “lüks” görülmeye başlandı. Sermayenin büyümesi ve merkezileşmesine koşut olarak sömürü ve baskılar da ağırlaştı.

Halkın %18’i[1] yoksulluk içinde yaşan Fransa’da, yüzde beşlik en zengin kesim (burjuvazi) ülkede yaratılan toplam gelirin yaklaşık %50’sine[2] yakınına el koyuyor. Nüfusun en alt yüzde 50’si ise toplam gelirin ancak yüzde 6,2’si ile yaşamaya çalışıyor. “Sarı Yelekliler”, “Kırmızı bayraklı işçiler”, öğrenciler ve toplumun en alt kesiminde yer alanların sokakları sınıf mücadelesinin ateşiyle ısıtması ve aydınlatması, bu istatistiki verilerin, sınıfsal bölünmüşlüğün ve sosyal yaşamın ta kendisi olmasındandır.

Sadece Fransa değil. İran’ın bir çok şehirinde işçiler, öğrenciler, kadınlar Molla rejiminin tüm baskılarına rağmen kararlı bir direniş sergilenmektedir. Ahvaz’da şeker fabrikası işçilerinin günlerce süren direnişi, yine bir çok şehirdeki Belediye Otobüs işçilerinin direnişi bunlardan sadece bazılarıdır.

Avrupa’da ise, 2018 yılı sıcak geçti. Bol kitlesel eylemli bir yıl oldu. Sadece Almanya’da son altı ay içinde, Yeni Polisi Yasası’na, ırkçılığa, göçmenlerin kriminalize edilmesine, sosyal hakların budanmasına ve doğanın tahribatına karşı en az beşyüz bin kişi sokaklara çıktı.

Arnavutluk’un başkenti Tiran’da, bugün (07.12.18) binlerce öğrenci hükümetin uygulamalarını protesto için sokaklara çıktı, Parisli öğrencileri selamlarcasına...

Kapitalist sistemin kendi iç krizi, tekeller ve emperyalist ülkeler arası keskin çatışmalar, kutuplaşmalar, paylaşılmış dünyanın yeniden paylaşılmasının gündemde olması ve bunlara bir de kitlelerin birkmiş öfkelerinin sokaklarda, yani burjuvazinin egemenlik alanlarında patlaması,  burjuvazinin uykularını kaçırmaktadır.

Bundan hareketle, bütün ülkelerde burjuvazinin diken üstünde olduğunu söylemek abartı olmayacaktır.

Kapitalizmin ezdiği ve sömürdüğü işçilerin gösterileri önümüzdeki yıl daha da artacaktır. Türkiye bu gösterilerin dışında kalamayacaktır. Faşist Türk devletinin baskı ve manipülasyonlarına karşı emekçiler sokakları yine zapt edecektir.

Bu bir öngörü değil, emperyalist-kapitalist ekonomik dünyasının, artık burjuva liberal reformları dahi taşıyabilecek durumda olmamasındandır. Buna bağlı olarak emperyalist savaş tehlikesinin günbe gün artmasının yanı sıra; Avrupa ve dünyanın diğer yerlerinde ırkçılığın geliştirilmesi, kapitalist dünyanın içinde bulunduğu ekonomik-siyasi kriz ile doğrudan ilişkisi vardır.

Burjuvazi, kar oranlarındaki düşüşü ve daralan pazarı aşmak ve sermayenin büyümesi önündeki engelleri kaldırmak istiyor. Bu nedenle baskıları artırma yoluna giderek faşist rejimleri iş başına getirme politikasını öne almış durumdadır. Avrupa’nın hemen hemen bütün ülkelerinde ırkçı partilerin ya iktidar ortağı ya da ikinci-üçüncü sırada olmasının açıklaması bu olabilir.

Burjuvazinin baskıları “barışçı” olmadığı için kitlelerin sokak eylemleri de giderek daha militan bir eğlim alıyor. İşçi ve emekçilerin kapitalizm karşıtlığının içinde sömürü ve sınıf sorunun yanında çevre sorunu da eklenmiş durumdadır. Doğanın ekolojik dengesinin geri dönüşümüsüz bozulması, geniş anlamıyla çevre sorunu işçi sınıfı mücadelesinin acil eylemleri arasına girmiştir.

Kitlelerin burjuvaziye karşı savaşımı kitleşerek gelişecek ve keskinleşecektir. Önümüzdeki günlerde Paris sokaklarında olan gösterilerin benzerlerini dünyanın daha bir çok yerinde daha çok göreceğiz. Dibten gelen dalga büyümeye devam ediyor. 07.12.2018


[1] Eurostat 2016

[2] DİW (Deutsches institut für Wirtschaftsforschung)

 

Tarih Yapan Sıradışı KADINLAR

Dünyanın her yerinde kadına şiddet konuşuluyor bugünlerde. Kadına şiddeti doğuran toplumsal sistemin savunucuları da “kadına şiddeti” bir kaç gün konuşmaya devam edecek.

Kadına şiddetin, kadını ikinci sınıf yerine koyan sistemin savunucuları ve kadını bir süs eşyası, bir meta olarak ele alan sitemin savunucularının “şiddet karşıt”lığı elbette sahte. Özellikle kadına karşı şiddetin ekonomik, siyasi ve idelojik toplumsal dokusunu oluşturan kapitalist sistem savunucuların “kadına şiddeti” konuşmaları ve karşı çıkışları inandırıcı olmaktan çok çok uzak.

Tarihi sömürücü egemen sınıfların dilinden yazan bir sistem savunucuları ile tarihi yapanların ve tarihi daha ileri taşıyanların aynı yazın içinde yer almaları da olsa değildir. Tarih, sıradışı insanların (emekçi kadın ve emekçi erkeklerin, daha çok da emekçi kadınların) sırtında taşınarak bugüne ulaştırılmıştır.

Kapitalist toplumla birlikte ücretli köle olarak burjuvaziye artı-değer üreten kadın işçilerin direnişleri, tarihi yapan sıradışı insanların öyküleri olarak tarihe geçmiştir.

Kadına şiddetin temelinde ekonomik ayrıcalıklar yattığını gizliyor burjuvazi. Kapitalist ekonomik sistemin kadına şiddeti saniye saniye doğurduğunu, kadını eve hapsetmenin kadını aşağılamanın ve toplumdan dıştalamanın temel öğelerinden biri olduğunu söylemekte çekiniyorlar.

Kadına şiddetin boyutu, cinsiyetler arasındaki ücret ayrımında da açıktan sırıtıyor. Burjuvazinin siyasal temsilcileri, “eşit işe eşit ücret”ten sıkça söz etmelerine ve çoğu ülkede ise bu yasal olmasına karşın, kadın ve erkek işçi arasındaki, kadın çalışan ile erkek çalışan arasındaki ücret farklılığını özelllikle korumaya çalıştıklarıda bir gerçektir.

Her fırsatta kadın ve erkeğin “aynı olamayacağını”, (“hadi 100 metreyi erkek ve bayan beraber koşsunlar” , “Kadın ve Adalet zirvesi” nde konuşan faşist Erdoğan yine “adalet” dağıtmış”) bu nedenle de aynı ücreti alamayacağını her fırsatta tekraralıyorlar.

Buradan hareketle, kapitalist toplumda kadına şiddetin boyutu, “cinsiyetler arası ücret farklılığında” ve kadını eve hapsetmede saklıdır desek yanılmış olmayız.

1857 yılında New York kentinde polisin fabrikaya kitlediği kadın işçilerden 129 yakılarak katledildi. Bu direniş 8 Mart Emekçi Kadınlar Günün yarattı.

24 Kasım 2013 tarihinde Dakka (Bangladeş) yakınlarında bir fabrikanın (Rana Plaza tekstil fabrika Binası) yanması sonucu tam 1138 işçi yanarak öldü ve 2500 işçi ise yaralandı. Fabrikada çalışanların %80’ni kadındı. Bu fabrika, “ünlü markaların” sahibi batılı emperyalist tekeller için üretim yapıyordu ve her türlü sosyal haklardan yoksun işçilerin aylık ortalama ücreti ise 38 dolar kadardı. (İşçiler beş dakikada diktikleri elbiseyi bir ay çalışmayla alamayacak kadar artı-değer üretiyorlar.) Bu tarihin en büyük kadın cinayeti ve kadınlara karşı doğrudan uygulanan tekelci burjuvazinin şiddetinin katliam halini almış biçimiydi. Ve bunların kadına yönelik şiddeti yeni değil, yine Bangladeş ve Pakistan’da aynı emperyalist tekeller için üretim yapan çoğu kadın olan işçiler yakılarak katledilmişti.1

Bangladeş’te 2005’ten Rana Plaza yangınına (2013) kadar toplam 700 işçi yanarak ölmüştür. İşçilerin katilleri tekeller ise, daha çok sermaye birikimi için işçileri yakmaya devam ediyorlar. İngiliz tekeli Primark’ın ve diğerlerinin neden “ucuza sattığı” ürünlerin üzerinde Rana Plaza yagınında ölen işçilerin kanı vardır.

Türk giyim firması LCWaikiki’de bu yanan fabrikada üretim yapıyordu.

Giydiğimiz elbiselerde kadın işçilerin kanı var!

Çoğu kadın, Flormar işçilerin direnişi ise yedinci aynı doldurmak üzere. Flormar kadın işçileri, burjuvazinin her türlü şiddetine rağmen direnişlerini sürdürüyorlar.

Burjuvazi, kadınlara ve erkek işçilere uygulanan bu şiddetten hiç söz etmiyor. Adeta “işçi olmanın fıtratında var” demeye getiriyorlar. Kadın emekçileri kızıl değil, “mor” renge büründürmek için çaba harcayanlarda bunlardan söz etmiyor nedense. Kadınlarınn ezilmesinin ekonomi politiğini manipüle ettikleri içinde Marx’ı “çinsiyet körü” gösterecek denli burjuvazinin argüman çöplüğüne uzanıyorlar.2

Kapitalist-emperyalist ülkelerde de kısa süreli yarı zamanlı işlerde çalışanların çoğu kadınlardır. Ve bu kadının, “işe yaramazlığı” kanıtı olarak gösterilmektedir. Almanya’da iki saatlik işlerde çalışanların ezici çoğunluğunu (yaklaşık üçte ikisi kadar) kadınlar oluşturmaktadır.

Dünyada ilk defa eşit işe eşit ücret Rusya’da 1917 Ekim Sosyalist Devrimi ile hayat bulmasına karşılık, kapitalist ülkelerde ise, resmi olarak ilk defa 1963 yılında ABD’de yasallaşmıştır. Ama bu sadece kağıt üstünde kalmak şartıyla... Çünkü kadınların mücadelesi sonucu gerçekleşen bu yasa, fiiliyatta uygulanmamış ve hala uygulanmaması içinde direniyorlar. İngiltere gibi gelişmiş kapitalist-emperyalist bir ülkede ise 1970 yılında, kadın işçilerin kararlı direnişleri sonucu yasallaşmıştır.

Bütün kapitalist ülkelerde, cinsiyetler arası ücret farklılığına bakıldığında, kadınla aynı işi yapan erkeğin en az %15,46 (2014 OECD ortalaması) daha fazla aldığı görülecektir. Türkiye’de ise TÜİK’e (2015) göre %21,52. Almanya’da ise %21 civarında. AB ülkelerinde cinsel ve fiziksel şiddet ortalaması ise %33 (2014 verileri) civarında. Yani yüz kadından 33’ü cinsel ve fiziksel şiddete maruz kalıyor. Bugün ise bu veriler düne göre daha da artmıştır. Gericileşme ve iç faşistleşme kadına yönelik şiddetin boyutunu ve oranını daha da artırmaktadır. İç faşistleşmenin faturasının ağır toplumsal yükü öncelikle kadınlara çıkarılmaktadır.

Ezilenlerin ezileni olarak kadınların dışatalanması, kriminalize edilmesi, ezilmesi, aşırı sömürülmesi ve ikinci sınıf yerine konmasını aynı zamanda eşit işe eşit ücret farklılığında aramak gerekiyor. Bu tek başına yeterli olmasada, kadınların üzrlerindeki cinsiyet baskısının kalkmasını ya da en azından azalmasını da beraberinde getirecektir.

Türkiye’de kadına yönelik şiddetin boyutu, TÜİK’in istatistiklerin de üstündedir. Faşist-dinci hükümetin tepesindekiler öncelikle kadın düşmanı bir yapıya sahiptirler ve her fırsatta kadınla erkeğin eşit olamayacağını vaaz etmektedirler.

Kadına uygulanan şiddeti, kapitalist sistemin kendisi yeniden ve yeniden üretmektedir. Bu sistem var olduğu sürece kadınların toplumda ezilenlerin ezileni olması da devam edecektir. Kadının kurtuluşu kadın ve erkek işçilerin birlikte mücadelesiyle kuracakları sosyalizm ile gerçekleşebilecektir. Kadınlar sosyalizm ile gerçek özgürlüğün kapısından adımlarını içeri atmış olacaklardır. Kadının kurtuluşu insanlığın gerçek kurtuluşu olacaktır.

 1 Bilgiler, Rote Fahne News’dan alınmıştır.

2 Bkz. Yusuf Köse, KADIN ve KOMÜNİZM, El yayınları

Sayfalar