Cuma Nisan 26, 2024

Hasan Can

Hasan Can sitemizin köşe yazarıdır. Teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır.

Uluslararası Kapıtalizmin Sarmal Durumu ve covid-19

Uluslararası alanda oluşan sorunlar tüm dünya ülkelerini kapsamıştır. Öyleki, uluslararası boyut kazanan ve her geçen gün giderek derinleşen ekonomik, sosyal ve siyasal sorunlar iyice katmerli hal almıştır. Müdahale edilemeyen mevcut durumun yarattığı kısır döngü süreci kendi etrafında dönen dar bir alana sokmuştur. Bunun sonucu sistemin bağrından çıkan sorunlar silsilesi uluslararası emperyalist sistemi ve bağımlı ülkeleri iyice sarmal bir aleme sürüklemiştir. Öyleki iyice büyüyen çelişkiler yumağı büyüdükçe uluslararası sistemin girdiği ekonomik ve siyasi kriz de had safhaya tırmanmıştır. Müdahale edilemeyan ve iyice kemikleşen bu durum beraberinde daha yapısal ve daha müzmin bir krizin belirtilerini dışa vurmaya başlamıştır. Nitekim uluslararsı sistemin girdiği buhranın aldığı kronik boyut sistemin dokusunda oluşan tahribatların göstergesidir. Bunun sonucu yarattığı tahribatlar varlığını devam ettirirken, mevcut durumda yeni bir bunalım ve kriz evresine girilmiştir. Ancak bu kriz, bazı burjuva iktisatçılarının itirafına göre bile tarihi olarak gelmiş geçmiş en büyük krizdir. Bu kriz ve girdiği depresyon 2008 krizinin yarattığı tahribatları hala barındıran sistemin yapısında daha derin sorunlar yaratacaktır. Bunun sonucu uluslararası emperyalist sistem ve pazarların girdiği bu depresyonun külfeti çok ağır olacaktır. Uluslararası tekellerin ve emperyalist devletlerin bir türlü üstesinden gelemedikleri önceki krizlerin varlığını devam ettirdiği koşullarda oluşan bu depresyon ve buhran semperyalist sistemi çöküş dönemecine sokmuştur. Ve bu çöküşün tüm külfeti işçi sınıfına ve işsiz kalan yığınlara çıkarılacaktır.

Ama karşılığında işçi sınıfının kendilerine mal edilen bu külfete karşı başkaldırmaları, ayaklanmaları sözkonusuydu. Çünkü geçmişe kıyasla dünya çapında emperyalist ülkelerde ve bağımlı ülkelerde sömürenler ve ezenler açısından durum giderek vahim bir hal almıştı. Nitekim son 10 yılda Avrupa’da, Amerika’da ve bağımlı ükelerde kitleler belli aralıklarla meydanlara çıkmış, başkaldırmışlardı. Daha yakın dönemde, Cavid-19 virüsü arifesinde, sokağa dökülen kitleler Fransa, İspanya, Şili, Lübnan, Irak, İran, Cezayir, Houndras, Kolombiya, Ekvador, Bolivya, Malta, Sudan, Hindistan vb. ülkelerde yine meydanlara çıkıp ağırlaşan sömürü ve gerici düzene karşı yine ayaklanmışlardı.

Tekelci burjuvazi bu konjonktürü biliyordu... Sistemleri iyice tıkanmıştı. Oluşan ekonomik, sosyal, siyasal sorunlara kendi çıkarları doğrultusunda müdahale edemiyor, çözüm üretemiyor, bulundukları fasit daireden bir türlü çıkamıyorlardı... Hem de işçi sınıfı ve halklar ayaklanıyor, öfkelerini dile getiriyor, temelleri sarsılan sistemi ve siyasi iktidarları daha sarmal duruma itiyorlardı...

Uluslararsı finans kapital böylesi bir süreçte dijital-kapitalizme geçmeyi ve dünya çapında yürürlüğe koymayı tasarlamıştır. Uluslararası kapitalizmin belirttiğimiz sorunları ve teknolojik gelişme onları böylesi bir kulvara zorluyordu. Bu süreci yer yer uygulamaya koymuşlardı. Ama tam egemen kılınamamıştır...

İşte böylesi bir zamanda covid-19 türü virüs salgını ortaya çıktı ve dünyayı abluka altına aldı. Tüm ülkelere yayıldı. İnsanlığın sağlığını tehdit ediyor. Çin’de başlayan ve başta Avrupa ülkeleri ve

Amerika’da üst boyutlarda kendini gösteren Koronavirüs şimdiye değin iki milyonun üstünde insana bulaştı, 150 binden fazla insanın ölümüne neden oldu. Daha bir müddet varlığını devam ettirecek ve kat be kat insanın ölümüne neden olacaktır. Ve dünya bir müddet coronavirüs salgınlarıyla baş başa kalacaktır.

Burada dikkat çeken bir diğer nokta, virüsün dünya çapında beklenen ekonomik depresyon arifesinde ortaya çıkması ve uluslararsı atmosferi değiştirmesidir... Yukarıda değindiğimiz mali ve ekonomik kriz ve yaratacağı tahribatlar ile ekonomik, sosyal, siyasal sorunlar, covid-19 virüsünün ortaya çıkmasıyla kitlelerden kamufle edilmiş ve covid-19 gündemin merkezine oturmuştur. Aynı zamanda zorunlu olarak evlerine çekilen insanlarda kaos, korku, panik havası oluşurken, başta Amerika, Avrupa, Çin gibi devletler tarafından sistemin ekonomik, sosyal ve siyasal yapısıyla ilgili kararlar da alınmaktadır. Ki bu kararlar işçi sınıfı, beyaz yakalılar ve toplumun tüm ileri kesimleri üzerinde baskı unsuru oluşturmayı amaçlayan kararlardır. Bu konuya ileride daha geniş değineceğiz.

Emperyalizmin Buhranı Ve Dijital Kapitalizme Geçiş Girişimi...

Mevcut durum sorunların ve çelişkilerin giderek derinleştiği ve uç boyutlara tırmandığı bir sürece tekabül ediyor. Uluslararası finans kapitalin girdiği açmazın derinleşmesi, ekonomik, sosyal ve siyasal sorunların böylesi bir mertebeye ulaşması, sınıf çelişkilerini keskin boyutlara tırmandırmıştır. Öyleki artık oluşan sorunlar ve çelişkiler helezonik olarak sistemin en uç alanlarına kadar yayılmıştır. Bunun sonucu emperyalist burjuvazi içine girdikleri buhranın ve yarattığı sorunların faturasını işçi sınıfına ve dünya halklarına çıkartmayı planlıyor.

Emperyalist burjuvazinin girdiği sarmal durum ve devreye sokmak istediği plan nedir:

a)Emperyalist burjuvazinin 1973-74 “petrol kriz”i sonucu “neo-liberalizm” “Küreselleşme”, “yeni dünya düzeni” gibi yaftalarla girdiği süreç, oluşan sorunların üstesinden gelmediği gibi, günümüz mertebesinde iyice kronik boyutlara tırmanmıştır. Öyleki, girilen aşırı-üretim krizi ve akabinde mali kriz mevcut dönemde iyice müzmin hal almıştır. 1990’ların sonları ve 2000’lerden sonra kendisini daha hissettiren yapısal krizler süreci, bilindiği gibi 2008 “Mortgage” krizi ile doruğa çıkmıştı. Bu kriz mali piyasalarda ve üretim sürecinde ciddi tahribatlar yaratmış, sistemin temellerini iyice sarsmıştı. Mali piyasalardaki şişen balonun patlaması misali birkaç trilyona tekabül eden sanal sermaye buharlaşmış, yokolup gitmiştir. Üretim sürecinde oluşan aşırı-üretim krizi, birçok tekeli, fabrikaları, ticari vb. yerleri sarsmış, bunların bir kısmı kapanmıştır. Bankaların ve tekellerin bir kısmı iflas etmişir. Diğer Bankalar ve tekeller devletler tarafından alınan kararlar doğrultusunda kurtarılmış ve onlar lehine çıkarılan yasalar ve düzenlemeler ile önleri açılmıştır. Emperyalist devletler tarafından basılan karşılıksız paralarla ellerinde kalan hisse senetleri ve tahviller alınmış ve önleri açılmıştır. Üretim ve ticari alanda da devletler tarafından mali imkanlar tanınmış ve lehlerine yasal imkanlar oluşturulmuştur. Buna karşın krizin külfeti işçilere ve halklara çıkarılmıştır. İşsizlik çığ gibi artmış, mevcut sosyal haklar gaspedilmiş, ücretler düşürülmüş, işgünü süreleri uzatılmış, taşeron tarzı işçi çalıştırma daha öne çıkarılmış, süresiz iş sözleşmeleri zorunluluğu kaldırılmış, esnek üretim tarzı üzerinden birçok haklar ve imkanlar iyice budanmıştır. Sendikal örgütlenmelere zorluklar çıkarılmış ve sendikalı işçi sayısı azaltılmıştır.

Sermaye sıcak para olarak bağımlı ülkelere daha fazla kaydırılmış ve yüksek faizlerle sömürüden daha fazla pay almıştır. Bağımlı ülkelerin pazarları ve borsaları emperyalist tröstlerin, bankaların, tekellerin yörüngesine daha çok sokulmuştur. Kısacası 2008 Krizi’nin külfetinin önemli bölümü sömürge, yarı-sömürge halklarına yüklenmiştir.

Tüm bunlara karşın emperyalizm ve pazarlar bir türlü girdikleri girdaptan çıkabilmiş değillerdir. 2008 buhranı uluslararası emperyalist sistemde çöküş yaratmıştır. Sistemin iç yapısında oluşan çelişkiler yumağı bugün daha kronik boyutlara tırmanmıştır. Öyleki, üretim süreci dışında oluşan aşırı sermaye birikimi hala kapitalizmin genişletilmiş yeniden üretim sürecine sokulabilmiş değildir. Bunun sonucu sermaye borsalara kaydıkça sanal sermaye olmuş ve bir yerden sonra o sanal aleme yığılmıştır. Bununla beraber üretici güçler hızla gelişmiştir. Ancak üretim ilişkileri kapitalizmin işlergesi sonucu gelişmesinin önünde engel teşkil etmiştir. Ve süreci aşırı-üretim ile sınırlı tüketimin damgasını vurduğu kriz dönemi almıştır. Ama önceleri krizin yerini istikrara bıraktığı süreç artık bu dönemeçten çıkmış, krizin kalıcı hal aldığı döneme girmiştir. Elbetteki üretim sürecinde ve dolaşım sürecinde yer alan sermaye vardır. Kapitalizmin sonuna kadar varolacaktır. Ama üretim ve dolaşım süreci dışına taşan aşırı sermaye de giderek daha büyümekte ve sistemin derinliğine yansıyan sorunlar yaratmaktadır. Bir yerden sonra Marks’ın deyimiyle bu “Sermaye tekeli, kendisiyle birlikte ve kendi egemenliği altında fışkırıp boy atan üretim tarzının ayakbağı olur.”

“Kapitalist üretim tarzının ayakbağı” olan sermaye merkezileşmiş ve toplumsallaşmıştır. Bu da üretimin genişlemesini ama artık mevcut pazarların üretilen metaların tüketilmesine yetmediği dönemi beraberinde getirmiştir. Üst üste gelen kronik krizler sarmalı, üretim tarzının ayakbağı olan aşırı sermaye birikimini sanal piyasalara hapsetmiştir. Tüm bunlar beraberinde yukarıda belirttiğimiz gibi işsizliğin, sümürünün ve sosyal haklarıın gaspını, yoksulluğun had safhaya ulaşmasını beraberinde getirmiştir.

Ayrıca günümüzün emperyalist aşamadaki kapitalizmi doğayı da tahrip etmiştir. Kapitalist üretimde önlem alınmaması, doğanın tahrip edilmesi, karbondioksit gazını artırmış ve Ozon tabakasını delmiştir. Bu durum beraberinde buzulların erimesine neden olmuştur. Ayrıca oksijenin önemli bölümünü barındıran ormanları yoketmiştir. Doğayı tahrip eden kapitalizm ve emperyalistler denizi kirletmiş ve tsunami depremlerini de üst boyutlara tırmandırmışlardır. Tahrip ettikleri bu doğa, tabiat, çeşitli virüslerin üretimini ve mutasyonu artırmış dünyayı tehdit eder hale gelmiştir. Oluşan tüm doğa sorunlarını da egemen olan mevcut sistemin bizzat kendisi yaratmıştır. Uluslararası mevcut yapı sınıfsal, ekonomik ve siyasal baskı ve çelişkiler ile doğayı da fasit bir daire içine sokmuştur. Bu durumun da sorumlusu mevcut sistemin bizzat kendisidir.

b)Dijital kapitalizmin devreye sokulması:

Empeyalizmin sorunları ve içinde bulunduğu kriz furyası almış başını gidiyor. Çürüyen ve cançekişen uluslararası mali sermaye yeni bir kriz girdabına daha girmiş durumda. Hatta bu kriz sistemi en tahrip eden ve etkin çöküşe sürükleyen dönemece sokmuş durumdadır. Gerçi Cavid-19 türü virüs salgını bu durumu hızlandırmış, tahribatı daha artırmış ve kitlelerden kamufle etmiştir. Oysa bu kriz Cavid-19 olmasaydı da olacaktı. Sistemin içinde bulunduğu çelişkiler yumağı – deyim yerindeyse - çöküşe doğru başını almış gidiyordu. Girdikleri krizler yumağından bir türlü çıkamıyorlar. Teknolojinin giderek gelişmesi üretici güçlerin gelişmesidir. Üretici güçlerin bugünkü vardığı had safha üretim araçlarının merkezileşmesini ve emeğin daha toplumsallaşmasını da beraberinde getirmiştir. Üretici güçlerin ve teknolojinin gelişmesi olumlu bir şeydir. Ancak mevcut kapitalist üretim ilişkileri (üretim araçlarının kapitalist mülkiyet biçimi, üretimin bölüşüm ve dağılımı) gelişmenin önünde engel teşkil eder ve sorunlar yumağını beraberinde getirir.

Nitekim teknolojinin vardığı bu boyut artık sistemi dijital kapitalizme sokmuştur. 4.Sanayi devrimi dedikleri bu süreç kafa emeğinin daha öne çıkması, kol emeğinin geçmişe kıyasla nispi daralmasını beraberinde getirecektir. Ancak bu dijital gelişmeye karşın muhafaza edilecek kapitalist üretim ilişkisi yukarıda değindiğimiz çelişkileri bertaraf etmeyeceği gibi daha derinleştirecektir. Çünkü robotlar üzerinden yapay zekanın, otomasyon sisteminin vb. ilişkilerin daha öne çıkarılacağı dijital kapitalizm sorunları bertaraf etmeyeceği gibi daha uç boyutlara tırmandıracaktır. Bunun sonucu krize neden olan aşırı üretim ve mali kriz sorunu varlığını devam ettirecektir. Hem de daha katmerli boyutlara tırmanacaktır. Zaten vaolan işsizliği daha artıracaktır. Hatta kalıcılaştıracaktır. Bunun sonucu düşen kar haddini artırmak için daha fazla sömürüye gidilecektir. Geçmişte elde edilen birçok haklar gaspedilecektir, lağvedilecektir...

Emperyalist aşamaya ulaşmış kapitalizmin bugünkü muzdarip durumu öyle bir hal almış ki; para politikalarını bile artık kapitalizmin kurallarına göre yürütemiyorlar. Durmadan para basmak zorunda kalıyorlar. Üretim sürecinin ve dolaşım sürecinin dışında bastıkları para altın rezervi karşısında iyice değer kaybetmekte, sanal para olan dijital paraya yönelmek zorunda kalıyorlar. Bunu henüz resmileştirememişlerdir. Bunun için kripto paraya bağlı bitcoin tarzı sanal para sistemini uygulamak istiyorlar. Yani piyasada altın rezervinden kopuk, üretim, dolaşım, ücret, alım, satım vb. rezervlerden de kopuk, artık görünmeyen, ellenmeyen banka kartlarının içindeki itibari para sistemine geçmek isteniyor. Ancak bu o kadar kolay değil ve paranın alım gücünü giderek düşürecek çelişkiler yumağını daha üst boyutlara taşıyacaktır. Ayrıca daha çok, sınırsız para basmaya ihtiyaç duyan batılı emperyalistlerin ihtiyaç duyduğu bu para sistemine Çin ve Rusya gibi devletler karşı çıkıyorlar. Aralarındaki çelişkilerde öne çıkan sorunlardan birini bu dijital para sorunu oluşturuyor. Bu sorun daha detaylı ve başlıca bir sorundur, başlıbaşına ele alınması gereken sorundur. Dolayısıyla burada daha fazla açmaya gerek yoktur.

c)Kapitalist/emperyalist ülkelerin günümüzde kısmen devreye konan sanayi 4.0 sürecine tekabül eden dijital kapitalizmi hakim hale getirmeleri, beraberinde devlet erkini de faşistleşmeye

zorlayacaktır. Çünkü derinleşen ve üstesinden gelinemeyen ekonomik ve sosyal sorunlar nasıl ki sınıfsal baskıyı ve sömürüyü katmerleştiriyor, siyasal ve sosyal baskıyı da katmerli boyutlara tırmandıracaktır. Ekonomik sorunlar ve sosyal sorunların faturasının kol ve kafa emekçilerine kesilmesi, burjuvaziyi ve onların ezilen sınıflar üzerindeki baskı ve tahakküm aygıtını daha üst düzeye tırmandıracaktır. Tekelci burjuvazi, istikrarlı dönemde ve işçi sınıfını aristokratlaştırdıkları koşullarda burjuva demokrasisini uygulayabilmişlerdir. Ama yukarıda değindiğimiz gibi yapısal kriz ve depresyon süreci burjuvaziyi ekonomik ve sosyal alanda nasıl saldırgan kılıyorsa, siyasi alanda da saldırgan kılmakta ve burjuva demokrasisi giderek yerini faşizan sürece bırakmaktadır. Nitekim günümüzde Amerika’da Başkan Donald Trump’ın faşist taraftarları bir takım şehirlerde tehdit gösterileri yapmaktadır. Yine İngiltere’nin son Başbakanı da Boris Johnson’ın faşist yüzü açıkça görülmektedir. Ayrıca İtalya, Avusturya’da faşist partiler hükümetlerde yer aldılar. Ve yine Almanya, Fransa gibi ülkelerde faşist partiler ikinci, üçüncü sıralara yükselmektedir.

Dijital kapitalizmle işçilerin sosyal hakları daha kesilecek, işsizlik daha artacak, ücretler dondurulacak, iş süreleri uzatılacak ve birtakım karar ve uygulamalar daha işçilerin aleyhinde yürülüğe konulacaktır. Bu da işçi sınıfının ve demokrat kesimlerin kapitalizme karşı eylemlerini artırmalarını beraberinde getirecektir. Tüm bunlara karşı burjuvazinin devleti “önlem” olarak siyasi kararlar ve pratik uygulamalar düşünmektedir.

Cavid-19 mutasyonu tam da bu dönem ve bu şartlarda ortaya çıkıyor. Bu pandemi virüs salgınıyla dünya çapında oluşan kaos, korku, panik havası sonucu, oluşan kriz ve dijital kapitalizmin çıkarılacak yasa ve uygulamaları toplumdan kamufle ediliyor. Aynı zamanda toplumu iyice denetim ve baskı altına alacak yasa ve uygulamalar kaos ortamıyla yürürlüğe konacaktır. En basit örneğiyle, telefonlar üzerinden herkesin konuşmaları ve nereye gideceği, ne yapacağı vb. durumları takibat altına alacaktır. Bu faşist yasalar geçmişin klasik uygulamaları yerine “modern” uygulamalar olarak uygulanacaktır. Burjuvazi dijital kapitalizmle birlikte böylesi siyasi baskı ve yaptırımların da hazırlığı içinde...

Sınıf Mücadelesi Daha gelişecek

Yukarıda belirttiğimiz gibi bugünkü teknoloji ve üretici güçlerin mevcut yapısı kapitalizmin üretim ilişkilerine ters düşüyor. Bunun sonucu çelişkiler daha keskinleşecek. İşsizlik daha artacak, sömürü ve yoksulluk daha gelişecek.

Bu durum emperyalizme bağımlı ülkelerde daha üst boyutlara tırmanacak. Emperyalizmin yarattığı sorunların külfeti ve faturası daha çok ekonomik olarak ilhak ettiği ve kendine bağımlı kıldığı ülke halklarına çıkarılır. Nitekim daha yakın zamanda Asya’da, Afrika’da, Latin Amerika’da bir çok ülke halkları meydanlara dökülmüş, başkaldımış ve radikal eylemlerle tepkilerini dile getirmeye başlamıştı.

Bu tepkiler ve eylemler Avrupa’da ve Amerika’da da gündeme geliyordu. İşçiler, gençler ve işsiz kalan kesimler de kapiatalizmin yarattığı sorunlara karşı öfkelerini gösteriyorlardı.

Şimdilik bu eylemler durmuş durumda!..

Bu virüsün ilk etaplar toplumu soktuğu kaos, kargaşa, panik, vb. ruh hali toplumun bu çelişkileri görmesi ve tepkisini yansıtmasını durdurdu. Cavid-19 salgın virüsü insanlık için ciddi tehlike oluşturmaktadır. Burjuvazi böylesi kaos ortamlarından yararlanır ve tasarladıkları kararları pratikte uygulamaya koyar. Hatta bazı kaos ve panik atmosferini burjuvazi bizzat kendisi yaratır ve ihtiyaç duyduğu politikayı o zaman pratiğe indirger. Neo-liberalizm döneminde bu yönteme sık sık başvurmuştur. Nitekim Cavid-19 virüsünün de dijital kapitalizmin yürürlüğe konması için burjuvazi tarafından hazırlanıp piyasaya sürüldüğü şüpheleri söz konusudur. Bu sınıfın böyle bir kaygı yaratması çıkarları için her şeyi mübah gören sınıf karakterinden ileri gelmektedir. Dolayısıyla komünistlerin bu sınıf hakkında Marks’ın deyimiyle bilimsel kuşku duymaları doğaldır. Kaldı ki, laboratuarlarda doğrudan onlar tarafından hazırlanan bir virüs olmasa da, onların iyice tahrip ettiği doğanın virüsüdür. Dolayısıyla onların egemen olduğu mevcut sistemdir, yine sorumlusu onlardır.

Bununla birlikte uluslararası toplumların ekonomik, sosyal ve siyasal çelişkileri belli bir süre içerisinde tekrar öne çıkacak ve ezilen sınıflar mücadele alanlarında tekrar yer alacaklardır. Hatta sömürü ve baskı mekanizması onların tepki ve eylemlerini daha üst düzeylere tırmandıracaktır. Çürümüş, can çekişen emperyalizmin içinde bulunduğu mevcut duruma değindik. Tabi ki, onlar iktidardalar. Ve iktidarda var oldukları müddetçe baskı, tahakküm, saldırı, sömürü vb. tüm furyalarını sürdüreceklerdir. Ama onlar nasıl varsa, onların ezdiği proletarya ve halklar da vardır. Ezilen yığınlar eninde sonunda onları alt edecektir. Sınıf bilinçli proletarya önderliğinde nihai zafere ulaşılacaktır.

Bu Tarihsel materyalizmin yasasıdır. Eskiyen ve pörsüyen maddenin miadını tamamladığında kendi içinde girdiği çelişki evresi sonucu başka maddeye dönüşmesi, yeni maddeyi doğurması misali; tarihsel olarak miadını tamamlayan her sistemin de kendi içindeki çelişki evresi sonucu başka bir sistemi doğurması gerçeği geçerliğini korumaktadır..

Nasıl ki kapitalizm feodalizmin rahminden çıkmıştır; kapitalizmin rahminden de sosyalizm, komünizm çıkacaktır. Marks’ın benzetmesiyle bunun da ebesi “Zor, yeni bir topluma gebe her eski toplumun ebesidir. Zor, kendisi, bir ekonomik güçtür.”

Marks’ın tahlili gayet açıktır. Zor unsurundan kastedilen devrimdir. Ve devrim salt bir istek olayı değildir. Bu her zaman söz konusu olamaz. Ama ne zamanki bir toplumun artık sarmal hal aldığı, fasit daire içine girdiği, koruyan kabuğun içten giderek zorlandığı, çatırdadığı ve giderek bir sonraki toplumun nesnel ve öznel koşullarını oluşturduğu evrede, bir sonraki topluma gebe olan sistemin ebesi devrimle ancak bu doğum gerçekleşir.

Dolayısıyla böylesi bir sürece girilmiştir. Bu nesnel durum görülmeli ve girilen uluslararası süreç objektif değerlendirilmeli. Ve eksiklik de belirlenerek giderilmeli. Dayatan eksiklik, emekçi kitleleri ve tüm ezilen katmanları örgütleyecek, önderlik edecek öncü müfrezesinin daha sağlam temeller üzerinde geliştirilerek devrim perspektifiyle yığınlara önderlik etmesidir. Eksiklik buradadır. Bu eksiklik giderilmeyecek bir durum değildir. Karar, inanç ve doğru nesnel hat bunun panzehiridir. Kaldı ki, girdiğimiz süreç bu şartları daha olgunlaştırıyor...

Tabi ki bu durum birden ve aniden olacak bir olay değildir. Ve yine toptan da olacak bir olgu değildir. Bir devlet ve sistemin devrilmesi, altedilmesi günübirlik olay değildir. Ama onların mevcut durumları da, tarihsel olarak en sarsıldıkları ve en zayıfladıkları, giderek kıronik kısır döngü içine girdikleri dönemdir.

Elbetteki Ezen ve sömüren ABD, Avrupa emperyalistleri, Rusya, Çin ve bağımlı devletleri ciddiye almak gerekir. Ama onların üzerine bastıkları sistemin temellerinin nasıl da sarsıldığını da görmek gerekir!...

İçine girdiğimiz tarihsel süreç bize böyle bir görev yüklüyor!

Ermeni Soykırımı ve Sovyet Ermenistanı

Ermeni Soykırımı üzerinden 105 yıl geçti. Bu süre içerisinde soykırımı gerçekleştiren devlet resmi olarak henüz yargılanmamış, tavır alınmamış ve mahkum edilmemiştir. Ama bu devletin giderek tüm dünya çapında uluslararsı halklar nezdinde soykırım ve  soykırımın ardındaki konumu  görülmüştür. Uzun bir dönem tabu olarak gizlenen soykırım ve soykırımı yapan devlet giderek uluslararası toplum gözünde açığa çıkmıştır. Yahudi Soykırımı gibi Ermeni Soykırımı da dünya halklarınca deşifre olmuş ve kınanmıştır. Bundan dolayıdır ki, her 24 Nisan günü bu jenosit sadece Ermeniler tarafından değil, dünya halkları tarafından kınanır, soykırımı gerçekleştiren devlet   mahkum edilir.

  İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından 1915’de gerçekleştirilen ve “Kurtuluş Savaşı” döneminde sonlandırılan Ermeni Soykırımının perde arkası giderek açığa çıkmıştır. Bu soykırım 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı döneminde gerçekleştirilmiştir. O dönem soykırımı yapan devletin müttefiki olan Alman emperyalizmi, soykırımı desteklemiştir. Bu gerçek de iyice deşifre olmuştur.

   Burada diğer bir nokta; bir devletin sınırları içerisinde yer alan Ermeniler yok edildi; sosyalist bir cumhuriyet içinde yer alan Ermeniler varlıklarını devam ettirdiler. Farklı akibete uğrayan Ermeniler aynı tarihsel süreçte ve toprakları yan yana olan bir toplumdu. Soykırımla yok edilenler emperyalizmin güdümündeki Osmanlı İmparatorluğu sınırlarında yer alırken, günümüze değin varlıklarını devam ettiren Ermeniler Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği sınırları içinde yer almıştır. Bu kıyaslama burjuva bakış açısınca pek yapılmaz. Hatta 15 ortak sosyalist cumhuriyetlerin yer aldığı sosyalist toplum hep aslı astarı olmayan ideolojik ve siyasi saldırılara tutulmuştur. Uluslararası burjuvazi ve tüm gerici devletler tarafından Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği içinde yer alan Ermenistan ve Ermenilerin günümüze değin varlıklarını nasıl devam ettirdikleri görmezden gelinmiştir.

  Bu yazımızda Ermeni soykırımıyla birlikte, Sosyalist Ermenistan’ın vareden tarihsel dönemece de değineceğiz.  

    Ermeni Soykırımı

Ermeniler 1514 yılından beri Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yer almışlardır. Çaldıran Savaşı’ndan yenik çıkan Safevilerin (İran) sınırları içindeki Ermeni topraklarının önemli bir bölümü Osmanlı İmparatorluğu tarafından ilhak edilerek kendi sınırlarına dahil edilir. Ermeniler o tarihten itibaren zorla feodal fetihçi imparatorluğun sınırları içinde tutulmuş, şiddet-i cebre maruz kalmış, dini baskı altına alınmış, sömürüye ve aşırı vergi ödemesine tabi kılınmıştır.

   Ermeniler 19. yüzyılın ikinci yarısına doğru uluslaşma sürecine girmişlerdir. Henüz yeni de olsa Ermeni burjuvazisi oluşmaya ve kırsal alanda üretim tarzı gelişmeye başlamış ve köylülükte farklılaşma ve giderek işçi kesim de oluşmaya başlamıştır. Böylece saf feodalizmin doğal ekonomisi yıkıma uğramış ve birbirinden kopuk pazarlar birleşmiş ve merkezi pazar sistemi oluşmuştur. Pazar birliği ile beraber oluşan toprak birliği, dil birliği, kültürel birlik Ermenileri uluslaşma sürecine sokmuştur. Henüz bu gelişmeler kapitalizmin şafağıdır, feodalizmin  tasfiye olmadığı ama çözülme sürecine girdiği dönemdir.

  Böylece Ermenilerde ulusal yapı oluşur. Bunun sonucu dini baskıyla beraber ulusal baskı altına da alınmışlardır. Bu baskı ve tahakküme karşı Ermeni örgütlenmeleri ve Ermeni isyanları oluşur. 1887’de Hınçaklar, 1890’da Taşnak örgütleri kurulur. 1887’de başlayan Zeytun (Maraş), 1891 yılında olan Sason (Siirt, Muş), 1892-1894 yıllarında Van, Erzurum, Kilikya (Adana ve cıvarı), Bitlis, Palu, Erzincan, Dikranagerd (Amed), Bayburt, Mersin, Kayseri vb. il ve bölgelerde olan irili ufaklı ayaklanmaları Ermeni örgütleri desteklemiş ve bir kısmında aktif olarak yer almışlardır. Ancak bu ayaklanmalar 1894’de II. Abdülhamit döneminde bastırılır ve  200-300 bin Ermeni katledilir. Bir kısmı da topraklarından sürülür.

  Taşnak ve Hınçak örgütleri illegal yapılarını, 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet’le birlikte legal yapıya büründürürler. Bunun sonucu Taşnaklar 1908 Meşrutiyeti ile II. Abdülhamit’i deviren İttihat Ve Terakki Cemiyeti (İTC) ile, Hınçaklar Prens Sabahaddin ile hareket ederler.

   Bu ittifaka rağmen 1909’da Kilikya katliamı olur. 30 bin cıvarında Ermeni öldürülür. Bu katliam Taşnaklar ile İTC arasında gerginlik yaratsa da ilişki devam eder. İTC o dönemler iktidara yeni gelmiş ve Balkanlar dışında henüz geniş kitle destekleri yoktur. İç Anadolu, Karadeniz ve doğu topraklarında Türk ulusal kimliği henüz zayıftır. Bu yörelerin toplumunda dini kimlik esastır. Dolayısıyla İTC’nin o yörelerde kitle ilişkisi zayıftır. Bundan dolayı Anadolu topraklarındaki Ermenilere ihtiyaç duyarlar. Ermenilerin ulusal yapıya kavuşmaları sonucu II. Abdülhamit’e karşı tepkileri onları politik arenaya yeni çıkan İTC’ye yakınlaştırır. Doğu yöresinde kitle temeli oluşturmak isteyen İTC Ermenilerle ilşiki kurar. Amaçları Ermenileri kendi denetimleri altında tutmaktır. Bu durum devlet kademelerini iyice ele geçirene kadar devam eder. Doğu illerinde örgütlenmelerini giderek geliştirirler.

  Nitekim 1913’ün Ocak ayında yaptıkları dabeyle Abdülhamit yanlılarını, Prens Sabahaddin yanlılarını, Kürt muhaliflarini tutuklar ve cezaevlerine doldururlar. Böylece kendi çıkarları doğrultusunda devlet erkini yeniden düzenlerler. Ve devlete hakim olurlar. Ve soykırım örgütlenmesine giderler:

  1) Bunun üzerine 2. Meşrutiyet sonrası İTC tarafından batıda illegal olarak oluşturulan ve askeri saldırılar ve eylemler yapan Teşkilat-ı Mahsusa örgütünü Ermenilerin olduğu doğu bölgesine çekerler. Erzurum ili Teşkilat-ı Mahsusa’nın merkezi olur. İllegal olan bu örgüt Ermeni topraklarına çekildikten sonra 1914’de legal hale getirilir. Bu örgüte doğrudan Ermeni Soykırımını örgütleme rolü yüklenir.

   2)Teşkilat-ı Mahsusa askeri olarak Ermeni soykırımının örgütlenmesine gider. Bunun için soykırımda yer alacak askeri birimler oluşturur. Bunu  yörenin ağaları, şeyhleri, gerici aşiretleri üzerinden ve göçmenler ile cezevlerinden çıkartılan tutsaklar üzerinden yaparlar. 

    3)1914’ün Ağustos ayında seferberlik ilan edilir ve Ermeni ile Rum erkeklerini kamplarda toplarlar. 15-60 yaş grubundaki bu kesimlerin kamplarda toplanmasının nedeni olarak çıkan 1. Paylaşım Savaşı gösterilir. Oysa gerçek amaç soykırımdan evel Ermeni ve Rum asıllı erkek nüfusun mümkün mertebe etkisiz hale getirilmesidir.

   Taşnak örgütü bu gelişmelerden rahatsız olur. Ve 17 Ağustos 1913’de Cenevre’de yaptıkları VII. Kongrelerinde İTC ile bağlarını dondurma kararı alırlar. Bunun üzerine İTC, Ermenileri rahat bırakmaz. Taşnaklara Rusya’ya karşı eskisi gibi birlikte hareket etmeleri yönünde baskı ve teklifler yaparlar. Bunun üzerine Taşnak örgütü 2-14 Ağustos 1914 tarihinde bir Kongre daha yapar. Bu kongreye İTC Bahattin Şakir başkanlığında bir heyet gönderir ve Ermenilerin kendileriyle beraber hareket etmeleri halinde Ermenilere “özerklik” teklifi yapar. Tabi ki bu teklif samimi değildir. Amaç Taşnak örgütünü kandırmaktır. Tabi ki bu teklifin altında klasik tarzda “bizimle hareket etmezseniz karşınızda bizi bulursunuz” tehdidi yatmaktadır. Taşnaklar bu teklifi reddederler ve tarafsızlık politikasını savunurlar.

   İTC ve Teşkilat-ı Mahsusa 24 Nisan 1915’de Ermeni aydınlarını tutuklarlar. Oluşturulan göstermelik Divan-ı Harb mahkemelerinde “yargılanan” aydınların bir kısmını idam ederler, bir kısmını tehcir ederler. Böylece Ermeni soykırımı başlatılır. Bundan dolayı Ermeniler 24 Nisan’ı soykırım günü ilan ederler. O dönem soykırıma direnen Vanlıların direnişi kırılır ve soykırım katmerli boyutlara tırmandırılır. Önceden planlanan tehcir başlatılır. Tehcirde yer alanların çoğunluğunu kadınlar, çocuklar ve yaşlılar oluşturur. Tehcir sırasında kimileri kurşuna dizilir, kimileri uçurumlardan atılır, kimileri açlıktan ve hastalıktan katledilir. Ayrıca kadınlara tecavüz edilir. Bu tecavüzler sonucu kadınların çoğu çocuklarıyla uçurumlardan kendilerini atarak intihar ederler. Erkekler ise toplandıkları Amele Taburlarında kurşuna dizilir, uçurumlardan atılır, açlık ve susuzluktan ölüme terkedilir ve zorlandıkları tehcirde katledilirler. Böylece Ermeni Jenosidi 1915-1916 yıllarında tamamlanır...  Böylece ulus olarak yok edilirler. Topraklarına, mallarına, yarattıkları tüm değerlere el konulur...

   Bu soykırımın perde arkasında Almanya ve Avusturya-Macaristan devletleri de vardır. 1. Paylaşım Savaşı’nda birlikte yer aldıkları İTC’nin kendi içinde gerçekleştirdiği soykırımı zorunlu görürler. Osmanlı İmparatorluğu’nun önüne konulan Kuzey Afrika saferleri, Kafkasya ve Orta-Asya’ya açılmaları ve oraları ilhak etmeleri, Alman devletinin yaptığı planların ta kendisidir. Bunun için müttefikinin bunları yerine getirmesi için içteki Ermeniler, Rumları  ve Süryanileri/Asurileri yok etmesi, Alman emperyalizminin o koşullardaki çıkarlarına denk gelmiştir.

   Ayrıca Kurtuluş Savaşı’nda da Antep, Maraş, Urfa ile Kars, Ardahan ve girilen Ermeni topraklarında 200 bine yakın Ermeni katledilir. Zaten “Kurtuluş Savaşı” Ermenilerin ve Rumların katledildiği, tehcire zorlandığı bir “savaş”tır.

  105. yılında Ermeni Soykırımı’na kısaca değinmeye çalıştık. Bir kez daha bu katliamı kınıyoruz.

     Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin Kuruluşu

Ermenilerin soykırım öncesi toprakları iki fetihçi devletin ilhakı altındaydı. Biri tarafından soykırımla yok edildiler. Diğer ilhakçı devlet Rusya idi. Çarlık Rusyası  1774 yılında Osmanlılarla yaptığı savaşı kazanır ve Küçük Kaynarca Anlaşması ile Ermeni topraklarının bir bölümünü kendi sınırlarına dahil eder. Ayrıca 1828 tarihinde İran’la yaptıkları savaşı da kazanarak, İran sınırlarındaki Ermeni topraklarının önemli bölümünü de Türkmençayır Anlaşması ile kendi tahakkümleri altına alırlar. Böylece Ermeniler Osmanlı İmparatorluğu dışında, bir başka ilhakçı ve monarşist bir devletin,  Çarlık Rusyası’nın hükmü altına girerler.

   Çarlık Rusyası da Osmanlı devleti gibi birçok ülkenin topraklarını işgal etmiş ve ortaçağın karakterini taşıyan bir devlettir. Ekim Devrimi öncesi Rusya böyle bir devletti..

 20. yüzyılın başlarında bilindiği gibi Rusya’da önemli gelişmeler olur. Komünist ve devrimci hareketler oluşur ve ve Çarlık yönetimine karşı mücadele verilir. Bu mücadelede ciddi saflaşmalar ve ayrışmalar olur. Bunlar içerisinde en göze batan Bolşevik-Menşevik saflaşmasıdır. Bolşevik Partisi önderliğinde 17 Ekim Devrimi olur ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği kurulur.

 SSCB emperyalistler arası paylaşım savaşının devam ettiği koşullarda kurulur. Burjuvazi tarih sahnesine çıktığından bu yana ilk kez iktidarı kaybetmiştir. Bu durum tüm emperyalist devletleri ve onlara bağımlı gerici şüreka güçleri ürkütür. Devrimin hemen akabinde Sovyetler Birliği’ne saldırıya geçerler. İlk saldırıyı yapan 1. paylaşım Savaşı’nın  Almanya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun oluşturduğu ittifak Devletleri blokudur. 1918’in başlarında Sovyetler Birliği’ne saldırıya geçerler ve bir çok yerleri işgal ederler. Bu saldırının olduğu dönem Sovyet Devrimi yeni olmuş, sosyalizmin inşasına daha geçilememiş, önceki çökmüş sistemin yıkıntıları ve tahribatları daha giderilememiş, askeri ordu daha oluşturulamamıştır. Kısacası devrim sonrası devralınan bir enkaz  söz konusudur.

    Bunun üzerine Sovyetler Birliği yönetimi Almanya ile barış anlaşmasına gider. 1918’in Şubat ayında sonuçlanan Brest-Litovsk Anlaşması  sonucu Rusya sınırları içinde yer alan Polonya, Letonya, Estonya, Beyaz Rusya Almanya sınırlarına dahil edilir. Ukrayna ise Almanya’nın vasali olarak kabul edilir. Kafkasya’da ise Kars, Ardahan, Artvin ve Batum Osmanlı devletine verilir. Ancak bu anlaşmayla yetinmezler ve anlaşma dışında bir takım yerleri daha işgal etmek isterler. Ancak Almanya ve müttefikleri 1918’in sonlarında paylaşım savaşını kaybettiklerinde işgal ettikleri topraklar, rakipleri olan Antant devletleri ittifakı içinde yer alan İngiltere, Fransa, Japonya ve Amerika devletleri tarafından işgal edilir. Görüldüğü gibi 17 Ekim Devrimi sonrası Sovyetler Birliği tüm emperyalist haydutların saldırısına uğramıştır. Ki bu duruma ilgili, Ermeni sorununa daha ileride değineceğiz. Ancak şu kadarını belirtelim: Kuzey tarafında Polonya dışında işgal edilen ülkeler verilen mücadele sonucu Sovyetler Birliği sınırları içinde kalacaktır. Kafkasya’da Kars, Ardahan, Artvin Türkiye sınırları içinde kalırken, işgal edilen diğer Ermeni toprakları, Azerbaycan ve Gürcistan toprakları Sovyetler Birliği içinde kalacaktır. Kısacası Brest-Litovsk “soluk alma molası” olmuştur.  Kafkaslarla ve özellikle Ermenistan’la ilgili bölümlere daha detaylı değineceğiz.

                                              X           X         X          X

Almanya’nın müttefiki Osmanlı Devleti Brest-Litovsk Anlaşmasıyla yetinmez. İmza attıkları anlaşmayı ihlal ederler. Amaçları Balkanlarda ve Afrika’da kaybettikleri toprakların boşluğunu, Kafkasya ve Orta-Asya  işgalleriyle doldurmaktır. Bu Pan-Turanizm (Pan-Türkizm, Pan-İslamizm) doktrinidir. Müttefikleri Almanya’nın direktifiyle ve desteğiyle  hareket ederler ve Kafkasya’ya asker çıkarırlar. Bunu Azerbaycan ve Gürcistan işgalleriyle gerçekleştirirler. Amaçları Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan’ı Sovyetler Birliği’nden çıkarmak ve kendi güdümleri altına almaktır. 

 “Trans-Kafkasya’yı Sovyet-Rusya’dan kopardılar; Gürcü ve Azeri milliyetçiliğinin isteği üzerine buraya Alman ve Türk birlikleri gönderdiler ve Bakü ile Tiflis’te istedikleri gibi at koşturmaya başladılar. Dona boyunda Sovyet iktidarıne karşı bir isyan çıkartmış olan General Kraznov’a açıkça olmamakla birlikte, bol miktarda silah ve erzak sağladılar.” (Stalin, Eserler cilt 15, sf.260)

   Ayrıca anti-Ermeni yapıları Kafkasya’daki Ermenistan’a saldırtmak ve kendi tahakkümleri altına almak için bir diğer nedendir. Ve Turanizm ütopyalarının ana hedeflerinden biriydi bu. Ancak Taşnaklar ile ilk başlarda ilişki kuramazlar. Taşnaklar 1915 soykırımı nedeniyle Azeri Musavatlar ve Gürcü Menşevikler ve Sosyalist Devrimciler gibi Türk  devletine yanaşmaz. Gerçi Taşnaklar o dönem siyasi arenaya ilk çıktıklarındaki gibi ulusal devrimci vasıflara sahip değillerdir. Uzlaşmacı, teslimiyetci ve anti-komünist bir yapıya bürünmüşlerdir.

 Azerbaycan’da Batum Anlaşmasıyla Musavatlar üzerinden “Azerbaycan Cumhuriyeti” ve Menşevikler üzerinden “Gürcistan Cumhuriyeti” ilan edilir. Bu  cumhuriyetler Sovyetler Birliği dışında kurulan ve Osmanlı Devleti’ne bağlı vassal cumhuriyetlerdir. İTC, Kafkas Ermenilerine de kendi yörüngelerinde “cumhuriyet” ilan etmeleri direktifi verir. Bunun için 29 Mayıs 1918 tarihine kadar süre tanır. Bu bir tehditdir. Bu teklif Taşnaklara yapılmıştır. Bolşevik Ermenilerin tavrı bellidir. Yapılan anlaşmayı ihlal eden ve gerici emellere sahip bir devlet ile Bolşeviklerin hiçbir ortak paydası yoktur. Nitekim Bolşevik Ermeniler, Almanya’nın ve Osmanlı Devleti’nin Brest-Litovsk Anlaşmasını ihlal eden bu saldırılarını kabul etmediklerini belirtirler.

 Taşnaklar İTC tehditlerine tavır alamazlar. Bunun sonucu “Ermenistan Cumhuriyeti” ilan edilir. Bu “cumhuriyet” Türk ve Alman devletinin ültimatomu sonucudur ve Batum Anlaşmasıyla kabul edilir. Bu anlaşmaya göre 29 bin 500 kilometrekare olan Ermenistan topraklarının 9 bin kilometrekaresi “bağımsız”dır, geri kalan topraklar doğrudan Osmanlı sınırlarına dahil edilmektedir. 9 bin kilometrekare de İTC denetiminde olacaktır. Taşnak delegeleri 28 Mayıs 1918’de gittikleri Batum’da bu anlaşmayı imzalarlar.

  Ancak Erivan’da toplanan halk bu karara karşı tavır alır. Sardarabad, Karakilise, Baş-Abaran’a yapılan saldırılara karşı halk bir araya gelir ve direniş kararı alırlar:

    “Halk Erivan tiyatrosunu hınca hınç doldurmuştu. (Sonraları parlamento oldu) Bunların yüzde doksanını kadınlar oluşturuyordu. Bazıları ümitsizliğe kapılıp ağlamaktadır. İşte o sırada hatiplik yeteneğinden yoksun fakat çelikten yüreğiyle güçlü Aram sahneye çıkar ve elini masaya vurarak bağırır; ‘bir adım geri çekilmek yok.’ Aslan başını sallayarak ve kararlı adımlarla küçük sahnede hareket ederek sözünü Ermeni analarına yöneltir. ‘Eğer Ermeni anaları kendi çocuklarını feda etmezlerse hepimizin hem hayatı hem de onuru yok olacaktır. Ermeni kadının kendi anlamının büyüklüğünü farkedip kendi kutsal görevini yerine getirme zamanı gelmiştir.’ Sahneye birbirine karışmış saçlarıyla bir ihtiyar kadın çıkar ve sözünü Aram’a yönelterek; ‘Üç oğlum var, üçü de vatan için kurban olsun. Daha fazlasına sahip olmadığım için üzgünüm.’ diye konuşmada bulunur.” (Antranik Çelebyan, Antranik Paşa, sf.268)

   Ermeniler 24-29 Mayıs terihlerinde general Silikyan komutasında Sardarabad’da İTC kuvvetlerini yenilgiye uğratır, Gümrü tepelerine kadar püskürtürler. Onların Ermenistan’ın daha iç alanlarına girme emellerini boşa çıkarırlar. Böylece  Sardarabad Direnişi ile Ermenistan’ın tümden işgali ve Osmanlı sınırlarına dahil etme hedeflerini içeren Batum Anlaşması yenilgiye uğratılır. Burada iki tavır var: Biri Ermenistan’ın ilhakı ve Ermenilerin tümden yok edilmesini hedefleyen Batum Anlaşmasına karşı teslimiyetçi tavır... Diğeri ise bu ilhak ve saldırıya karşı direniş, düşmanı geri püskürtme ve yenilgiye uğratma... Osmanlı Devletinin bu saldırısı yenilgiye uğratılır.

    Bu arada Türk devleti 1918’in Nisan ayının sonlarında Bakü’ye saldırır. Bakü’de bulunan  Bolşevikler, Menşevikler, Sosyalist Devrimciler, Sol Taşnaklar tarafından oluşan Istepan Şahumyan önderliğindeki Komün bu saldırıları direnişle karşılar. Bu direniş  üç ay sürer. Ağustos ayında İngiltere’nin de Kafkaslara girmesi ve Bakü’ye gelmesi üzerine Komün dağılır. Bolşevikler dışındaki güçler artık İngiltere yanında yer alırlar.

 Osmanlı Devleti Kafkasya’da bulunduğu süre içerisinde 30 bin Ermeni’yi katlederler. 1918’in Ekim Ayında İttifak Devletleri’nin 1. Paylaşım Savaşı’nı kaybetmesi sonucu, Almanya, Avusturya, Osmanlı imparatorluğu Rusya’yı terkederler. Bunun üzerine Sovyetler Brest-litovsk Anlaşmasını feshederler ve alınan kararları iptal ederler. Ancak onların yerini Sovyetler Birliği topraklarına giren Antant devletleri kampında yer alan İngiltere, Fransa, Amerika, Japonya devletleri alır.

    Antant Devletleri tüm Rusya’ya asker çıkattılar, işgal ettiler, gerici ve anti-komünist Beyaz Muhafız birlikleriyle ilişkiye geçerek onların ayaklanmalarını desteklediler, gerici hükümetler kurdular, kulakların ve burjuva unsurların desteğini de alarak, çarlık döneminin gerici generalleri ile askeri güçler oluşturdular. Sovyetlere karşı topyekün savaş açtılar.

   “Kuzey Kafkasya’da General Kornilov, general Alekseyev ve General Denikin,  İngiliz ve Fransızların desteği ile Beyaz Muhafız “Gönüllü Ordusu”nu kurdular,  Kazak üst sınıflarını ayaklandırdılar ve Sovyetlere karşı sefer açtılar.”(Stalin, Eserler cilt 15, sf.259)

    Bunun sonucu Kafkasya’da – aynen Almanlar ve Osmanlılar gibi - taşeron hükümetler kurdular. Onlar da Gürcistan’da Menşevikleri, Azerbaycan’da Musavatları, Ermenistan’da Taşnakları iş başına getirdiler. Bu arada Karşı- devrimin içte ve dıştan saldırısı sonucu Kafkasya’da da Sovyet iktidarını devirdiler. Ve Sovyet kadrolarını etkisiz kılmak için saldırı furyası başlattılar. Amaç Bolşevikleri tam yıkmak ve etkisiz hale getirmekti...

  Bunun sonucu Sovyet kadroları illegal konuma düşmüşlerdir. 17 Ekim Devrimi’nde aktif rol alan Kafkasya sorumlusu Istapan Şahumyan ve yoldaşları, İngiliz Albay komutasında hareket eden Musavatlar tarafından 16 Eylül 1918 tarihinde tutsak alınırlar. Azeri, Gürcü ve Ermeni milliyetine mensup 26 komünist idam edilirler.     

   1915 Ermeni soykırımı sonrası Ermenistan’a giden ve Bolşvik-Taşnak  saflaşmasında Istepan Şahumyan ile kurduğu ilişki sonucu Bolşevikler yanında yer alan Antranik Paşa da İngilizler tarafından tehdit edilir ve Ermenistan’ı terke zorlanır.

    Kısacası yerli ve yabancı karşı-devrim güçleri Sovyet Devrimi’ni hedef alan topyekün bir saldırı furyası yürütürler.

   Ama Bolşevikler bu karşı-devrim saldırısına boyun eğmezler. Tüm Rusya’da  yeniden örgütlenmeye gidilir. Lenin ve Sovyet Hükümeti “Sosyalist anavatan tehlikede!” ve “Herşey cephe için!” şiarıyla halkı savunmaya ve verilecek savaşta yer almaya çağırdı. Bu doğrultuda örgütlenmeye gidildi. Bunun sonucu bir milyondan fazla işçi ve köylü kızıl ordu saflarına katıldı. Bu örgütlenmeye Kafkasya ve Ermenistan’da da gidilir. Kafkasya’da Istepan Şahumyan’dan boşalan sorumluluğa Gürcü komünist Orjonikidze atanır. Kafkasya ve Ermenistan örgütlenmesi yeniden oluşturulur. Kızıl ordu örgütlenmesine Kafkasya’da da gidilir. Yoksul Ermeni köylüleri ve işçilerin devrim saflarında örgütlenmesine önem verilir.

   Tabi ki, Menşevikler, Sosyalist Devrimciler, Musavatlar ve Taşnaklar da Kafkasya’da örgütlenmeye gitmişlerlerdir. Arkalarında emperyalistler vardır.

    1918’in sonlarına doğru İngilizler bazı Ermeni topraklarını Gürcistan sınırlarına dahil eden bir uygulamaya giderler. Lori yöresindeki Ermeni köyleri buna karşı çıkarlar. Buna karşın karşılarında Menşevikleri bulurlar. Ancak Lori köylüleri direnişlerinde kararlıdırlar. Bu işgale ilk başlarda Taşnaklar da karşı çıkarlar. Bunun sonucu  bir ara Menşevikler ile Taşnaklar arasında çatışmalar yaşanır. İki müttefik gücü karşı karşya getiren pazar sorunudur. Ancak araya giren İngilizler çatışmayıyı durdurur. Ve bu güçleri kendi kulvarında tutar ve kendi minvalinde kullanır. Ancak Ermeni Bolşevikler Ermeni köylülerine yapılan haksızlığı ve saldırılara karşı tavır alırlar. Emperyalistleri ve sömürüye dayalı emellerini mahkum ederek köylülerin mücadelesine önderlik ederler. Bu önderliği sınıf perspektifiyle yaparlar. Ermeni ve Gürcü köylülerinin ve proletaryanın ortak çıkarlarını savunurlar.

    Lori köylülerinin direnişi üzerine Antant devletleri barış konferansı kararı alır. 1919 yılının Ocak ayında ypılan bu konferans ile Lori yöresi “tarafsız” bölge ilan edilir. Lori yöresi ve Borçalu, Alaverdi, Uzunlar, Vorontsov bölgelerindeki 41 köy “tarafsız” bölgeye dahil edilir. Borçalu bölgesinin sanayi alanları da bu bölgeye yerleştirilir. Bölgeye sorumlu vali olarak İngiliz generali atanır. Ayrıca bölge görevlileri de Menşevik ve Taşnaklar tarafından atanan komiserler olacaktır. Ancak yönetim İngiliz valisi üzerinden yapılacaktır.

   Ancak Lori köylüleri Ermenistan Komünist Partisi(Bolşevik) önderliğinde direnişi devam ettirirler. 1920 sonlarında iyice gelişen bu direniş, 1921’in Şubat ayında tam bir patlamaya dönüşür ve onların zaferleriyle sönuçlanır. Bunun sonucu Menşevikler ve İngilizler yenilgiye uğratıldı. Ve Lori bölgesi Ermenistan Cumhuriyeti içinde yer almıştır. Bu yöredeki ayaklanmaya değinen Lenin şunları söylemiştir:

    “Ayaklanmanın, Gürcistan’la Ermenistan arasında bulunan ve Ermenistan’a ait olan, ancak Antant emperyalistlerinin rızasıyla Gürcistan tarafından işgal edilen nötr bölgede olduğunu biliyoruz” diyen Lenin sözlerinin devamında:; “Ne var ki, Ermeni köylüler, anlaşma sorununu böyle görmediler ve işler korkunç bir ayaklanmaya dönüştü. Ayaklanma Şubat başlarında patlak verdi, hayret verici bir çabuklukla yayıldı, Yalnızca Ermeniler değil Gürcüler de katıldılar ayaklanmaya. ” (Lenin, Ulusal Sorun Ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, sf.358-359)

   Ayaklanma Gürcü ve Ermeni Boşevikler önderliğinde hızla yayılmış ve devrim nihai zaferle sonuçlanmıştır. Azerbaycan’da da gerici Musavatlar alaşağı edilir ve orada da Sovyet iktidarı yeniden tesis edilir. Böylece kızılordu tüm Sovyet topraklarında nasıl ki emperyalistleri, Beyaz Muhafız Hükümetlerini, Kazakları, kulakları ve gerici Rus generallerini yenilgiye uğrattı; Kafkasya’da da Koministler ve önderliğindeki Kızılordu, Antant emperyalistlerini ve taşeron hükümetleri yenilgiye uğratmışdır. Bu zaferler sonucu Sovyetler’de ve dünyada geo-politika ve uluslararası konjonktür değişir.

   Öyle ki, önceki konjonktürde Kemalistlerle kurulan taktik ilişkiler de sonlandırılmıştır. İngiltere   ve Fransa ile kurduğu ilişki ve onların desteği ile Kafkasya’ya giren Kemalistler, girdikleri Ermenistan sınırlarındaki Gümrü ve Zangezur şehirlerinden çıkartılır. Ve bu şehirler fiili ve resmi olarak Ermenistan sınırlarına dahil edilir. Ayrıca Kemalistler Gürcistan sınırlarındaki Batum şehri ve Ahıska, Ahılkalık bölgelerinden de çıkartılır. Böylece Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği sınırları netleştirilir.

  Yanı başlarındaki Osmanlı devleti ve Kemalist TC sınırlarındaki Ermeniler yok olurken; Sovyet Ermenistanı ve Ermeniler varlıklarını devam ettirirler.

    105. yılında Ermeni Jenosidini bir kez daha kınıyoruz!

    Sovyet Ermenistanı’nı selamlıyoruz!

Köhnemiş sistemin külfeti ve sınıf çelişkilerinin daha öne çıkması

Türkiye tarihinin en büyük bunalımını yaşıyor. Ülke oluşan sorunların ve çelişkilerin üstesineden gelemiyor. Mevcut durum ve yarattığı çelişkiler geçmişi aratacak boyutlara tırmanmış. Elbetteki bu geçmişin günümüze alternatif olduğu anlamına gelmemeli. Ama günümüz Türkiye’sinin ekonomik, siyasi, sosyal sorunları öyle müzmin bir hal almış ki, artık sistem ve devlet sömürü ve zor unsurunu daha katmerli boyutlara tırmandırmadan varlığını devam ettiremiyor. Yasama, yargı ve yürütme organlarını tümden fesheden ve çıkardığı en geri anayasayı bile ihlal eden AKP-MHP-Ordu klikleri nezdinde, devlet ve sistem girdiği çetrefilli ve kaotik süreçten bir türlü çıkamıyor. Başbakanlığı olmayan atıl hükümetin direk cumhurbaşkanlığına bağlı olması yönetimin nasıl bir hal aldığını gösteriyor. Elbetteki bu durum devlettin salt cumhurbaşkanından ibaret olduğu anlamına gelmez. Ama geçmişin parlamenter maskesi pörsümüş ve düşmüştür. Devletin sorunlarının kemikleştiği dönemlerde devlet erki daralır, bazı kurumlar lağvolur ve baskı unsuru daha öne çıkar. Nitekim ülkemizde de temelleri iyice sarsılan devlet çığrından iyice çıkmıştır. Saldırı furyasını günümüz boyutlarına tırmandırmıştır.

Bu durum sonucu şuurunu iyice kaybeden faşist diktatörlük Tayyip Erdoğan üzerinden baskı ve saldırı mekanizmasını cunta boyutlarına tırmandırmıştır. Ama artık giderek teşhir olan ve geçmişe kıyasla otoritesi iyice sarsılan ve zayıflayan Tayyip Erdoğan’ın ilk seçimlerde düşme olasılığı var. Düşmesi durumunda başka birisi yerini alacaktır. Seçimleri kaybetmesi durumunda Erdoğan’ın mevkisini terkedip-etmeyeceği ayrı tartışma konusudur. Ancak sistem ve devlet yönetimi oluşan sorunların üstesinden gelemediği gibi daha agresif hal almakta ve sorunların giderek kabarmasına zemin teşkil etmektedir. Bunun sonucu cılkı çıkan faşizmin cenderesi had safhaya tırmandırılmıştır.

Ancak sistemin ekonomik, sosyal ve siyasal temellerinin bu denli çatırdaması ve sömürü ve siyasal baskılarının çığrından bu denli çıkması, ülkemizin çok daha keskin bir sürece gireceğinin göstergesidir. Ülkemizin içine girdiği bu konjonktür mevcut devlet erkinin kitleler nezdinde otoritesini daha sarsacaktır. Çünkü mevcut düzen alt ve üst yapısıyla girdiği sarsıntıya müdahale edecek durumda değil. Sistemin içine girdiği girdap daha derinleşiyor. Sorun yönetimde kimin olup olmamasında değil; sorun sistemin ekonomik, siyasi, sosyal, hukuki ve tüm alanlarda oluşturduğu yumağın giderek büyümesindedir. Bu da halkın tepki ve hoşnutsuzluğunu giderek had safhaya ulaştırıyor. Geçmişe kıyasla kitlelerin ruh haletinde oluşan öfke artık daha üst boyutlarda dışa vuruyor. Kürt, Alevi, kadın vb. sorunlar tüm şiddetiyle devam ederken, hızla artan yoksullaşma, açlık, işsizlik kulvarı toplumun yarıdan fazlasını içine almıştır... Bu kulvar daha da büyüyecek Ve bu durum girdiğimiz yeni yılda daha müzmin hal alacağını gösteriyor...

Düşük Asgari Ücret, İşsizlik, Yoksulluk, Açlık vb. Büyüyen Sorunlar Yumağı

Egemen sınıfların hükümetleri ve devletlerinin her alanda aldıkları kararlar ve uygulamalar sömüren sınıflara hizmet eder. Düzenin yarattığı sorunlara müdahele egemen sınıfların çıkarına tekabül eder. Hele içinde bulunduğumuz dünya çapındaki kronik sorunlar tüm gerici ve faşist devletleri daha sık buna zorlamaktadır.

Bu durum ülkemiz için de geçerlidir. Nitekim Kürt sorununda, Alevi sorununda, kadın sorununda vb. sorunlarda devletin baskı ve tahakkümmü tüm şiddetiyle nasıl devam ediyorsa; emekçi sınıflara yönelik sömürü ve baskı unsuru da had safhaya çıkarılarak devam ediyor. Uluslararası emperyalist sistemin ve bağımlı pazarların mevcut durumları, sorunların ve çelişkilerin nasıl daha derinleştiğini gösteriyor. Bunun sonucu krizin ve yarattığı tüm sorunların külfeti de işçi sınıfına ve emekçi halklara mal ediliyor. Bu sömürü mekanizmasının nasıl keskin boyutlara tırmandığı net bir şekilde görülüyor.

Ülkemizdeki durum aşikardır. Uluslararası mali sermayenin sıcak para üzerinden elde ettiği rantın faturası hep halkımıza kesilmiştir. Kompradorlar ve yerli bankalar da sömürüden paylarını almışlardır. Ancak ülke halkının durumu iyice kötüleşmiştir. Nitekim son alınan 2020 asgari ücret kararları yine ülkenin ekonomik ve mali durumunun çok altında kalıyor. Cumhurbaşkanlığı Hükümeti tarafından belirlenen asgari ücret brüt 2 bin 943 lira, net 2 bin 324 liradır. Bu miktar enflasyon oranının çok altındadır. TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) tarafından açıklanan enflasyon rakamları baz alınarak asgari ücretin belirlendiği ileri sürülse de, gerçekte durum hiçte öyle değildir. Kaldı ki, hükümet tarafından enflasyon oranları düşük gösterilmektedir. Buna rağmen belirlenen asgari ücret, düşük gösterilen resmi enflasyon rakamlarının yine de hayli altındadır. Halkın günlük yaşamında en çok yapılan harcamalar devletin lanse ettiği enflasyon rakamından hayli yüksektir. Nitekim gıda harcamalarına yüzde 54, elektiriğe yüzde 71, doğal gaza yüzde 58, kuru yemişe yüzde 90, konut fiyatlarına yüzde 32 zam yapılmıştır. Görüldüğü gibi asgari ücret piyasa fiyatlarının hayli altındadır. Kaldı ki, asgari ücrete senede bir artış yapılırken, ürün fiyatlarına ve diğer harcamalara senede müteakip defalar zam yapılmaktadır. Nitekim yakın zamanda yeni zamlar uygulamaya konacak, ücret fiyatlarına yapılan artışlar gasp edilecektir.

Sistemin çarkı böyle işlemektedir. Bu çark sömürü mekanizmasının giderek daha hızlandırılmasıdır. Köhnemiş düzenin külfeti tümden emekçi sınıflara çıkartılmaktadır. Ücret fiyatlarına yapılan artışlar tepkiyi engellemek için düşük olan ve kerhen yapılan artışlardır. Nitekim 10 milyon cıvarında emekçi asgari ücretle çalışıyor. Ayrıca bu işçilerin aile efradları da var. Dolayısıyla asgari ücretten olumsuz etkileneceklerin sayısı kat be kat fazladır. Ayrıca kamu emekçilerinin sayısı 3,5 milyon cıvarındadır. Onların da aile yakınları var. Ayrıca emeklilerin ezici çoğunluğunun aldığı maaşlar da asgari ücretin altındadır. Ayrıca kırsal alanda yaşayan köylüler ve küçük üreticilerin çoğu da ekonomik ve sosyal konumları itibariyle aynı durumdadır. Kısacası nüfusun ezici çoğunluğu yoksulluğun ve açlığın hızla büyüdüğü böylesi bir kulvar içine sürüklenmiştir...

Böylesi bir dönem işsizliğin de hızla artığı dönemdir. İşsiz sayısı geçen yılın son ayında resmi kurum TÜİK rakamlarına göre 4 milyon 650 bin çıvarındadır. İşsizlik oranı ise yüzde 14’dür. Ki bu sayı ve rakamlar düşük gösterilen resmi rakamlardır. Ayrıca iş aramayanlar kaale alınmamaktadır. Onlarla birlikte işsizlike ilgili rakamlar yüzde 25’in üzerine çıkmaktadır. İşsizlik artık muzdarip bir sorun olmuştur. Ve mevcut süreçte giderek daha artacaktır.

Türkiye’nin ekonomik ve sosyal yapısı toplumun daha yoksullaştığı ve açlık sayısının daha yükseklere tırmandığı bir dönemece girmiştir. Tüketici Hakları Derneği’nin (THD) yaptığı araştırmaya göre ülke nüfusunun yüzde 20’sini oluşturan 16 milyon kişi açlık sınırındadır. Nüfusun yüzde 60’ını oluşturan 48 milyon da yoksulluk sınırı altında yaşıyor. Açlık ve yoksulluk sınırı içinde yaşayanların toplamını oluşturan 64 milyon vatandaşın aylık gelirleri geçen yılın belirlenen asgari ücreti olan 2020 TL’nin altındadır. Yani nüfusun ezici çoğunluğu devlet tarafından belirlenen asgari ücretin altındaki gelire mahkum edilmişlerdir. Bu korkunç bir rakamdır. Çünkü bu kitleler aldıkları ücretle yeterli, sağlıklı, dengeli beslenecek bir gelire sahip değildirler. Bu kesimler insanın alması gereken normal gıdadan yoksun tutulacaklar. Ayrıca açlık ve yoksulluk halk kesimlerinin giyecek, ev sorunu, yakıt, vb. sorunlarını da daha üst düzeye tırmandıracaktır. Ayrıca sosyal yaşamları da giderek bozulacaktır. Beraberinde zam, yeni ve artırılan vergiler dayatılacak, kesintilere gidilecektir. Daha 2020’nin ikinci gününde, Genel Sağlık Sigortası (GSS) ve Bağ-Kur prim borçlarını ödeyemeyenler hakkında aleyhte kararlar alınmıştır. Bu karara göre prim borçlarını ödeyemeyen 5 milyon cıvarında vatandaş ücretsiz sağlık hizmetlerinden yoksun tutulacaklardır. Sağlık sorunlarını gideremeyecekler.

Nitekim bunun sonucu içci sınıfının, kafa emekçilerinin ve memurların aldıkları ücretlerin toplamı ulusal gelirin 3’de 1’ne kadar düşmüştür. 10 milyonlara ödenen ücretin bu denli düşmesi sömürünün nasıl da tırmandığının göstergesidir. Ayrıca nüfusun en düşük gelirli kesimin yüzde 20’sinin aldığı miktar yüzde 15’ten, yüzde 6’ya kadar düşmüştür. Kısacası ekonomide kara delik giderek büyüyor. İçinde derin sorunlar yumağı oluşuyor. Ve bedeli çeşitli milliyetlerden ülke halkımıza kesiliyor...

Kaosa Rağmen Mücadele İvme Kazanacaktır

Ülkemiz tarihinin en karmaşık ve çelişkilerin en derinleştiği dönemi yaşıyor. Sorunların daha üst boyutlara tırmandığı bir minvale girilmiş. Fatura tümden halka çıkarılıyor. Ancak emekçilerin geçinme koşulları iyice zorlanmış. Bunun sonucu geçinemedikleri, işsiz kaldıkları için intihar edenlerin sayısı giderek artmıştır. Öyleki intihar olayları artık münferid sorun olmaktan çıkmış, toplumsal sorun halini almıştır. Türkiye halkı geçmişe kıyasla günümüz koşullarında en zorlandığı ve sömürünün, işsizliğin, kazanılan hakların gaspının hızla en üst mertebeye tırmandırıldığı sürece sokulmuştur. Artı-emek sömürüsünün böylesi boyutlara tırmanması geçmişe kıyasla tepkiyi de giderek artırmaya başlamıştır.

Erdoğan ve devletin tüm şürekası kitlelerin tepkisinden çekiniyorlar. Hele hele günümüzde dünyanın bir çok ülkesinde halkların sokaklara çıkması onları daha ürkütüyor. Çünkü tüm dünya çapında artan sömürü, baskı ve saldırı halkları hızla sokaklara döküyor. Diğer taraftan günümüz koşulları da halkları birbirlerine daha yakınlaştırarak peşi sıra birlikte meydanlarda yer almalarına zemin yaratıyor. Türkiye halkının da Gezi’de olduğu gibi tekrar meydanlara çıkma ihtimalinden çekiniyorlar. Onun için halkı sindirmek ve pasifize etmek için durmadan baskı ve saldırıyı daha faşist boyutlara tırmandırıyorlar. Olası gösterilere, eylemlere anında müdahale, saldırı ve korku furyası yaratarak müdahale ediyorlar.

Ancak diğer taraftan ürküyorlar. Bir taraftan sistem ve devlet çarkı geçmişe kıyasla daha sarsıntılı bir güzergaha girmiş durumdadır. Mevcut düzenin üzerinde yükseldiği temeller çatırdıyor. Bunun önünü alamıyorlar. Bununla beraber geçmişe kıyasla kitlelerde tepki ve öfke oluşuyor. Bunu da önleyemiyorlar. İşçiler, öğrenciler, Kürtler, Aleviler, emekçi kadınlar oluşan öfke ve hoşnutsuzlukları daha belirgin bir tarzda yansıtıyorlar. Düzenin ve devletin kitleler üzerindeki otoritesi giderek sarsılıyor. Kısacası sınıf çelişkileri ve baskı unsuru arttıkça devletin temellerinin çatırdağı bir hatta girilmiş durumdadır.

Diğer taraftan devletin sömürü ve baskısını perdelemek için dincilik-milliyetçilik-devlet bekası hep gündemde tutuluyor. Bu gerici doktrinlerini devamlı kılarak onlar üzerinde tahakkümlerini sürdürmeye çalışıyorlar. Kitleler üzerindeki baskı unsuru bu sanal alemlere çekilerek gerçekler kamufle edilmeye çalışılıyor. Kitlelerin gerçekleri görmesini engellemeye çalışıyorlar... Böylece emekçi yığınlar üzerinde yapılan manipülasyonla kitleleri kendi manyetik alanlarında tutmaya çalışıyorlar. Kitlelerden gerçekleri çarpıtmak ve gizlemek için dezenformasyona gidiyorlar. Sömürüyü, siyasi baskıyı, Kürtler, Aleviler üzerindeki zulmü, kadınlar üzerinde ataerkil baskıyı pratikte uygulamak için baskı ve zor unsuruyla birlikte, yukarıdaki sanal yöntemlere günümüz konjonktüründe daha fazla ihtiyaç duyuyorlar. Bunun için de devamlı kaos yaratarak faşizmi daha tırmandırarak iktidarlarını devam ettirmeye çalışıyorlar...

Ancak diğer taraftan çelişkiler geliştikçe ve nesnel durum öne çıktıkça işçilerin, köylülerin ve Kürtlerin öfkeleri öne çıkıyor. Nitekim işçiler geçmişe kıyasla daha çok grev kararı almışlardır. Oysa 15 Temmuz darbe girişimi gerekçe gösterlerek 20 Temmuz 2016’da ilan edilen Olağanüstü Hal ve KHK (Kanun Kükmü Kararnameleri) ile tüm yetkilerin Cumhurbaşkanlığında toplanması sonucu kitle eylemleri, grevler vb. eylemler iyice etkisiz hale getirilmişti. Grevler ve benzeri eylemler yasaklanmış, izine tabi tutulmuş, yaratılan darbe, olağanüstü hal, KHK atmosferi ile bir süre emekçilerin ve tüm muhalif güçlerin eylemleri pasifize edilmişti. Bunun sonucu kitlesel işten çıkarmalar, kamu görevlilerin tasfiyesi, gazeteci, yazarların tutuklanması, basın, yayın ve televizyon gibi kurumların kapatılmasına gidilmişti. Böylece toplum üzerinde darbeler ve sıkyönetimlere has baskı ve yaptırımlar üzerinden yaratılan atmosfer ile kitlelerin ruh hali düşürülmüştü.

Ancak son dönemlerde emekçi kitlelerin sisteme ve düzene karşı ruh halinin yükselişe geçtiği politik atmosfere girilmiştir. Girdiğimiz süreçle birlikte ekonomik ve politik krizin giderek ülkemizde derinleşmesi sonucu yaratılan tahribatın başta işçi sınıfı olmak üzere tüm emekçi sınıflara çıkartılması, sınıf çelişkilerini keskin bir hatta çıkarmış ve emekçi kitlelerin düzene karşı tepki ve hoşnutsuzluğunu üst boyutlara tırmandırmıştır. İşsizlik müzmin bir hal alarak en yüksek düzeye çıkmış, dolara endekslenen TL’nin değeri iyice düşüşe geçmiş, bu da beraberinde enflasyonu yükseltmiş, yiyecek ve tüm mallara zamları beraberinde getirmiş, ücretlerin alım gücünü düşürmüş, bunların sonucu krizin tüm faturası işçilere ve diğer halk katmanlarına mal edilmiştir. Bu durum halkın tepkisi ve hoşnutsuzluğunu artırmıştır. 15-20 Temmuz 2016 Darbesinin baskıları karşısında pasifize edilen emekçi sınıflar artık öfkelerini dışarıya yansıtmaya başlamışlardır. AKP Hükümeti’nin otoritesi emekçi sınıflar nezdine sarsılmıştır. Artık emekçiler ve tüm muhalif kesimler AKP Hükümetine olan öfkelerini yansıtmaya başlamışlardır. Bunun sonucu bir ara duran grevler tekrar ivme kazanmıştır.

Nitekim işçiler özellikle 2019 yılında bir çok işyerinde grev kararı almışlardır. 2018 tarihinde Tek Gıda-İş Sendikası tarafından başlatılan Cargill grevi ve Kocaeli Flormar fabrikasında Petrol-İş sendikası tarafından başlatılan grev, tüm zorlamalara ve baskılara karşın gösterdikleri direnişle diğer işçiler için örnek oluşturmuştur. Ve 2019 tarihinde bir çok iş kolunda işçiler greve gitmiş, tepkilerini ve uyarılarını patronlara ve Tayyip Erdoğan yönetimindeki devlete iletmişlerdir. Grevlerle beraber ayrıca bazı işyerlerinde belli bir süre iş bırakma, uyarı iletme eylemleri yapılmıştır. DİSK’e bağlı Nakliyat-İş Sendikası üyesi işçiler örgütlü oldukları illerde meydanlara çıkarak basın açıklaması yapmışlardır. 3 Ocak tarihinde bir çok ilde kamyon şöförleri kontak kapattı. Bir çok ilde inşaat işçileri grev ve eylem kararları almışlardır. Ve daha birçok iş yerinde lokal direnişler ve eylemler yapılmıştır. Bu grevler, eylemler, mitingler, yürüyüşler girdiğimiz 2020 yılında artacaktır. Egemenlerin yarattığı kaos ortamı bunu engelleyemiyecektir. Mevcut durum bunu gösteriyor. Ayrıca işçilerin kıdem tazminatı sorunu, ağır vegiye zorlanmaları, kamu kaynaklarının çarçur edilmesi gibi sorunları da yukarıda değinilen sorunların bir parçasıdır.

İşçi sınıfı ülkemizin içinde bulunduğu bu durumda mücadele ivmesini yükseltecektir. Çünkü AKP-MHP-Ordu yönetimi çığrından çıkardıkları ülkeyi daha zorlu bir sürece sokacaklar. Durum ve gelişmeler bunu gösteriyor. İç durumla birlikte, uluslararası durum bunun emarelerini şimdiden vermektedir. Rojava sorunu, Libya sorunu, ABD’nin İran’ın Ortadoğu askeri gücü liderlerini öldürmesi vb. sorunlar bunu gösteriyor. Ancak unutulmasın ki, ezilenlerin mücadelesi baskının, zulmün, sömürünün artırılmasıyla ivme kazanır. Nitekim yukarıda belirttiğimiz koşullar böylesi bir mücadelenin zeminini geliştiriyor. Ezen ve ezilenlerin arasındaki çelişkiler yumağı derinleştikçe, mücadele de gelişir. Tarihsel materyalizmin yasasıdır bu...

Miadını Tamamlayan Sisteme Karşı Halklar Ayaklanıyor

Dünya çapında ülkeler yeni bir sürece giriyor. Halklar kitlesel olarak sokaklara dökülüyor. Yaşadıkları koşullara olan tepkilerini mevcut yönetimlere başkaldırarak dile getiriyorlar. Çünkü halklar eskiye kıyasla daha yoksullaşmış, daha çok sömürüye tabi tutulmuş, aldıkları ücretlerin alım gücü iyice düşürülmüş, işsizlik çığ gibi büyümüş, yaşam şartları iyice zorlaştırılmıştır. Tüm bunlar yetmediği gibi ürünlere sık sık yapılan zamlar, artırılan vergiler, artan kesintiler, gaspedilen haklar vb. gasplar ile sistemin yarattığı külfet halklara çıkarılıyor.

Beraberinde devletin baskı ve yaptırımları da giderek artıyor. Çıkarılan yasalarla ve uygulamalarla bu baskı ve saldırılar egemen sınıfların baskı ve tahakküm aygıtı üzerinden daha katmerli boyutlara tırmandırılıyor. Talebini dile getirmek için sokaklara çıkan halklara acımasızca saldırılıyor. Ve yığınlar halinde halklar katlediliyor, yaralanıyor... sindirilmek ve etkisiz hale getirilmek isteniyor...

Ayrıca bölgelerde çıkarılan savaşların ve halklara yönelik askeri saldırıların geçmişe kıyasla daha üst boyutlara tırmandırıldığı bir süreç yaşanıyor. Tüm bunlar sonucu askeri saldırıların, siyasi ve sınıfsal baskıların daha keskinleştiği bir döneme tekabül ediyor.

Tüm bunlar uluslararsı emperyalist güçler ve pazarlardaki dayanaklarını oluşturan gerici devletler üzerinden yerine getiriliyor. Köhnemiş ve miadını tamamlamış sistem ve devletler ömürlerini uzatabilmek için, sömürü ve baskılara karşı başkaldıran emekçilere ve tüm ezilen yığınlara hunharca saldırıyorlar. Buna karşın ezilen ve sömürülen yığınların başkaldırıları giderek daha artıyor. Mevcut devletler bu isyanları sindirmek istiyorlar. Sokaklara çıkan emekçilere bunun için saldırıyorlar... Yığınlar halinde katlediyorlar.

Ama nafile! Çünkü uluslararası emperyalizm ve hükmü altındaki ülkelerin temelleri sarsılıyor. Girdikleri krizden bir türlü çıkıp istikrarlı sürece giremiyorlar. Sistemin üzerinde yükseldiği üretim tarzı kendi iç yapısındaki çatlakları onaramıyor. Bunun sonucu girdikleri kronik kriz sistemin mayasındaki çatlakları daha derinleştiriyor. İşçiler, köylüler ve tüm emekçi sınıflar bunun sonucu başkaldırıyorlar.

Mevcut Durumun Oluşmasının Nedeni

Uluslararası finans kapital artık kendi iç yapısında oluşan sorunlara pörsük sistem içerisinde müdahale edemiyor. Öyleki bu sorunlar giderek derinleşmiş, müzmin bir hal almış ve girdiği girdabtan çıkamaz duruma gelmiştir. Sistemin doğasında varolan kriz yerini istikrarın sağlandığı yeni bir devrevi sürece bırakmıyor. Bunun sonucu, -alt-yapısıyla, üst-yapısıyla- mevcut yapının ürettiği sorunların üstesinden gelinemiyor. Ve düzen daha tahrip oluyor ve üzerinde yükseldiği temeller sarsılıyor. Finans kapitalin ve bağımlı ülkelerin günümüzdeki mevcut durumu tarihinde ilk kez yaşanıyor. Kriz yerini bir türlü istikrarın sağlandığı sürece devretmiyor. Öyleki oluşan kriz göreli kriz olmaktan çıkmış yapısal bir kriz halini almıştır. Bunun sonucu mevcut kriz helezonik hal alarak kendi içinde yeni krizler oluşturuyor, mevcut çelişkiler ve sorunlar yumağını giderek büyütüyor... Oluşan fatura da işçi sınıfına ve emekçi sınıflara mal ediliyor...

Günümüzün mevcut durumuna zemin teşkil eden yapı sistemin mayasında vardır. Bugünkü boyut elbetteki her tarihsel süreçte aynı düzeyde değildir. Sistemin sorunları kendi evrimi içerisinde inişler-çıkışlar göstermiştir. Ama kapitalizmin bağrında bugünkü sorunların mayasını devamlı barındırmıştır. Ve tarihsel materyalizm yasası sonucu sınıflar arası çelişkinin uç boyutlara tırmanması, beraberinde ezilenlerin gösterdiği antagonizmayı bugünkü düzeye çıkartmıştır.

Günümüzün somut durumuna değinmeden önce o sorunları ve çelişkileri oluşturan sistemin sömürü mekanizmasının işleyişine ve nasıl ivme kazandığına kısaca bakmakta yarar var:

1)Günümüz koşullarında uluslararası kapitalizmin ulaştığı durum sonucu teknoloji ve emek üretkenliği (üretimin toplumsallaşması) geçmişe kıyasla iyice gelişmiştir. Teknolojinin gelişmesi üretici güçlerin (üretim araçları ve emeğin üretkenliğinin) gelişmesidir. Ancak emperyalist ülkelerde ve pazarlardaki üretim ilişkileri (mülkiyet biçimi) egemen sınıflarca muhafaza edilmiştir ve edilmektedir. Bunun sonucu muhafaza edilen üretim ilişkileriyle, günümüz üretici güçleri arasındaki çelişki iyice derinleşmiş ve sarmal bir hal almıştır. Üretim tarzındaki bu çelişki beraberinde sistemin çelişkiler yumağını daha büyütmüştür.

2)Emeğin ve üretim araçlarının daha üretken olması meta üretim kapasitesini daha artırmış ve daha toplumsallaşmıştır. Yani teknoloji geliştikçe işgücünü daha üretken kılar. Emek daha fazla mal üretir. Ama emek gücünün üretim kapasitesi artıkça, üretilen metanın işçiye ödenen gerekli-emek payı giderek azalırken, kapitaliste kalan artı-emek payı (artı-değer) giderek artmıştır. Bu işleyiş kapitalizmin üretim tarzında nispi artı-değer sömürüsünün artışıdır. Bununla beraber iş saatlerinin uzatılması ile mutlak artı-değer sömürüsüne de gidilmiştir. Son dönemlerde bazı iş kollarında iş saatlerinin kısaltılması ve ücretlerin düşürülmesi de uygulamaya konmuştur. Böylece her türden devreye konan sömürü mekanizması giderek üst düzeye tırmanmıştır. Sömürü mekanizması arttıkça işçilerin ve tüm emekçi kesimlerin alım gücü düşmüştür.

3)Ayrıca işyerlerine, üretim aletlerine, hammade ve doğal kaynaklara yatırılan sermaye kesimini oluşturan değişmeyen sermaye ile işgücüne yatırılan değişen sermeye kesiminin bileşimini oluşturan sermayenin organik bileşimi giderek büyür. Üretim aletleri, teknoloji, kullanılan hammadde ve doğal kaynakların tedariki ve kullanımı geliştirilerek emek gücü üzerinden daha fazla ve daha gelişmiş meta üretilir ve pazara sürülür. Ancak her genişletilmiş yeniden üretim sürecinde artı-değeri getiren değişen sermaye kesimi de büyümesine karşın, değişmeyen sermaye kesimi daha hızlı büyür. Sermayenin organik bileşimi büyüdükçe artı-değerin toplam sermaye miktarı içerisindeki oranını oluşturan kar oranında da düşme eğilimini beraberinde getirir. Bu durum aşırı birikimin oluşmasıdır. Bunun sonucu düşen kar oranını yükseltmek için ücretlerin düşürülmesi ve sömürünün artırılmasına gidilir. Ancak bu durum kitlelerin alım gücünü düşürür. Sistemin bu işlevi kapitalizmin yarattığı tahribatın işçilere mal edilmesidir. Bu da sınıf çelişkilerini, sömürü ve baskı mekanizmasını keskin boyutlara tırmandırır, işçilerin alım gücünü düşürür, üretimi yavaşlatır, işsizlik, kriz vb. kapitalizmin tahribatları için ön koşul oluşturur.

4)Kar oranındaki düşüşle beraber günümüz konjonktüründe mevcut gelişmeler üretici güçler ile üretim ilişkileri bileşimini oluşturan hakim üretim tarzının kendi iç yapısında derin çelişkiler ve çatlaklar yaratmıştır. Üretim araçlarının günümüz teknolojik yapısı geliştikçe, emek-gücü daha üretken oluyor, artı-değer sömürüsü artıyor, ama çalışan işçi sayısında nispi azalma oluyor. Giderek işsizlik gelişiyor ve işsizler ordusu oluşuyor. Hem artan sömürü, hem artan işsizlik sonucu üretilen meta üretildiği miktarda satılmıyor elde kalıyor. Marks’ın tahliliyle, üretim sürecindeki meta sermaye, dolaşım sürecinde para sermayeye tümden dönüşmüyor. Bunun sonucu artı-değer tümden realize olmuyor, gerçekleşmiyor. Çünkü üretilen toplam meta miktarı emekçi kitlelerin alım gücünden fazla oluyor ve pazarlarda yer bulamıyor. Pazara sürülemeyen metalar depolara yükleniyor.

5)Bu durum krizi beraberinde getirir. Pazara sürülemeyen ve elde kalan meta miktarı aşırı üretim krizini oluşturur. Üretimde daralma ve kısıtlama olur. Metalar elde kaldığından fabrikalar, ticari işyerleri ve birçok işletmeler iflas eder, kapanır. Bunun sonucu hızla işsizlik de oluşur. Burjuvazinin reel kriz dediği aşırı-üretim krizi beraberinde mali krizi de getirir. Krizden etkilenen ve iflas eden fabrikalar ve işletmeler bankalardan faiz karşılığı aldıkları kredileri ödeyemezler. Bu da beraberinde mali krizi getirir. Çünkü bir çok banka verdiği krediyi alamaz. Mali kriz sonucu bankalar içerisinde de birçok banka kapanır. Faiz oranları sıfır düzeyine kadar düşer. Ayrıca borsa krizi de yaşanır. Hatta son yıllarda sanal sermaye olan borsaya yatırılan hisse senetleri ile tahviller, bonolar gibi menkul kıymetlerin kurlarında yaşanan düşüşler üretim sürecinden kopuk mali krizleri beraberinde getirmiştir.

6)Krizin faturası emekçi sınıflara çıkarılır. Fabrikalardan ve diğer iş yerlerinden kitlesel işten çıkarmalara gidilir. Yığınlarca işçi işsiz kalır. Ayrıca maaşlar düşürülür, elde edilen sosyal haklar gaspedilir, kesintilere gidilir. İşsizlik parası düşürülür, sosyal yardımda kısıtlamalar yapılır. İş koşulları kapitalistlerin lehine yeniden düzenlenir. Böylece krizin yarattığı tahribat ve bedeli mavi yakalı ve beyaz yakalı emekçi katmanlara mal edilir.

Genel hatlarıyla değinmeye çalıştığımız durum bugün çok daha katmerli boyutlara tırmanmıştır. Mevcut durum gelişmiş kapitalist-emperyalist ülkelerle sınırlı değil. Beraberinde mevcut sorunlar ve kriz furyası daha geri sosyo-ekonomik yapıya sahip pazarlarda da sözkonusudur. Hatta uluslararası finans kapitalin yarattığı sorunların külfeti bağımlı ve pazar durumundaki ülkelerde çok daha üst boyutlardadır. Nitekim mevcut süreçte bu durum net bir şekilde kendisini göstermektedir. Buna daha net olarak aşağıda değineceğiz.

Çürümüş, Cançekişen Emperyalizm Ve Pazarları Miadını Tamamlıyor

Günümüzün mevcut durumu oluşan sorunların üstesinden gelinemeyen bir zamana tekabül ediyor. Öyleki içinde bulunduğumuz dönemde sorunlar kulvarından ve girilen girdabtan çıkılamıyor. Devletler ve politik iktidarların yer aldıkları sistem sanki labirenti andırıyor. Çıkış yolu bulunamıyor. Emperyalist ülkelerden, geri kalmış ülkelere kadar, girilen sorunlar yumağı bir türlü daralmıyor, tersine giderek büyüyor. İşçiler ve emekçi halklara her geçen gün ağır yükler yükleniyor. Ücretlerin düşürülmesi, sosyal hakların kesintiye uğraması, maaşların alım gücünün düşürülmesi, yeni ek vergiler getirilmesi, taşeron ve güvencesiz çalışma tarzının öne çıkarılması, işsizliğin çığ gibi artması, gençlik kesiminin giderek üretim dışında kalması gibi sorunlar giderek daha üst boyutlara tırmanıyor.

Elbetteki bu durum sınıf çelişkilerinin keskinleşmesini beraberinde getiriyor. Öyleki uluslararası işçi sınıfı ve dünya halkları artık kendilerine yüklenen yükün ağırlığına karşı yığınlar halinde meydanlara dökülerek tepkilerini ve öfkelerini daha açıktan dile getiriyorlar. Bunun sonucu köhnemiş ve çürümüş düzenin külfetine karşı artık başkaldırıyorlar. Böylece mevcut konjontör gelişen sınıf sömürüsüne ve politik baskılara karşı halkları sistem karşıtı isyana itiyor... Başta Latin Amerika ve Ortadoğu olmak üzere dünyanın birçok yöresinde emekçiler ve tüm halk katmanları ayaklanıyorlar...

Günümüzün bu mevcut durumuna geçmeden evel sorunun daha iyi anlaşılabilmesi açısından geçmişin istikrarlı döneminden günümüzün külfetli ve müzmin dönemine nasıl gelindiğine kısaca değinmekte yarar vardır.

Uluslararası kapitalizmin geçmişinde istikrarla krizin iç içe olduğunu vurgulamıştık. 2. Paylaşım Savaşı bittikten sonra Amerika dışında Başta Avrupa olmak üzere uluslararası emperyalist sistem tahrip olmuştu. Sistemin iç yapısı ve işlerliği adeta yıkıma uğramıştı. Dolayısıyla savaş sonrası Almanya, İtalya, Japonya gibi mağlup emperyalist devlerlerle beraber, İngiltere, Fransa gibi galip devletlerin yapıları bile harap olmuştu. Fabrikalar, işletmeler, bankalar ve diğer işyerleriyle birlikte uluslararası tekeller, karteller, tröstler iflas etmişlerdi. Ayrıca evler, okullar, yollar, vb. kamusal yerler de yerle bir olmuştu. Ekonomik, mali ve sosyal yapı büyük bir darbe almış, sermaye buharlaşmıştı. Dolayısıyla böylesi bir durumda kendi iç yapılarının yeniden inşasına ve onarımına giden bu devletler geçmişte sahip oldukları pazarların önemli bölümünü ABD emperyalizmine devrederler. Böylece ABD dünyaya hükmeden devlet olur.

Kapitalizmin onarımı beraberinde istikrarlı ve üretken bir süreci beraberinde getirdi. Genişletilmiş yeniden üretim süreci hızlı bir şekilde işletildi ve hızla sermaye birikimi oluşturuldu. İşçi sınıfı aktif olarak üretimde yer aldı. İşsizlik hemen hemen yok gibiydi. Hatta işçi boşluğunu gidermek için Avrupa ülkelerine geri kalmış ülkelerden yabancı işçi getirdiler. Bu istikrarlı süreçte işçiler sosyal haklara sahip olurlar. Ücretlerin alım gücü günümüze kıyasla yüksektir. Kısacası emperyalizmin ekonomik yapısının yeniden onarıldığı bu süreç kapitalizmin en uzun süreli istikrarlı süreciydi. Bu dönemde uygulamaya konan ünlü ekonomist Keynes’in ekonomi-politikasıydı. İthal ikameci model olarak adlandırdıkları istikrarlı bu süreç 30 yıl kadar sürdü. Diğer bir deyimle kapitalizmin onarımı 30 yılı aldı ve tarihinin en uzun istihdamlı ve düzenli dönemini yaşadı. Genelde ve ortalama olarak tarihinde 6, 7, 8, 9, 10 sene süren istikrar döneminin böylesine uzun sürmesi, 2. Paylaşım Savaşı’nda sistemin yerle bir olması ve sermayenin buharlaşmasının sonucuydu. Nitekim 1929-1933 krizi sonrası Keynes’in ekonomi politikası 6 yıl uygulanmıştı. Yani kısa sürmüş ve 1939 ekonomik ve siyasi krizini ve 2.Paylaşım Savaşı’nı önleyememişti. Savaş sonrası aynı modelin uygulandığı koşullar – Amerika dışında- uluslararası sistemin yerle bir olduğu ve yeniden inşa edildiği koşullardır. Keynes Politikası’nın pazarlar üzerinde uygulamaya soktuğu ithal ikameci modelin uzun sürmesi bunun sonucuydu.

Ancak kapitalizmin yapısında istikrarlı dönemle beraber kriz dönemi de vardır. Sistemin bu iki unsuru iç içedir. Nitekim 1970’lerin ortalarına kadar uluslararası kapitalizmde nispi artı-değer sömürüsü giderek artmış, ama, bir yerden sonra üretilen meta-sermayenin, dolaşım sürecindeki para sermayeye dönüşmesi ve artı-değerin gerçekleşmesi önünde engel teşkil etmeye başlamış ve bu döngü içerisinde giderek büyüyen sermayenin organik bileşiminde oluşan kar oranında düşüş, beraberinde aşırı üretim krizini ve aşırı sermaye birikimini beraberinde getirmiştir. Bu döngü içerisinde oluşan 1973-1974 krizi baş göstermiştir.

Kapitalizm Krizine Çözüm:Neoliberal Politikalar

Petrol krizi denilen bu süreçle kapanan fabrikalar, ticari yerler, bankalar olur. Diğer taraftan işsizlik başgösterir. Genişletilmiş yeniden üretimde durgunluk olur. Tüm bunların sonucu bir çok tekellere ait fabrikalar ve bankalar ülkeleri dışında, başka ülkelere, uluslararası piyasalara taşınır ve yeni kazanç alanları yaratırlar. Ancak bu kriz aşırı-üretim kriziyle (reel kriz) sınırlı kalmamıştır. Mali kriz de oluşur. Ellerinde üretim süreci dışına taşan atıl sermaye vardır. Bunun sonucu kapitalizm tarihinde ilk kez emperyalist ülkeler dışında, bağmlı yarı-sömürge ülkelerde de borsa açılması ve ellerindeki spekülatif sermayeyi bu borsalara taşıma kararı alınır. Nitekim 12 Eylül 1980 darbesi sonrası, Türkiye Olağanüstü Genel Kurul Toplantıları kararlarıyla alınan borsa kararı 1985 sonunda yerine getirilmiştir. İstanbul Menkul Kıymetler Borsası 1985’in Aralık ayında kurulmuştur. Birçok ülkelerde de borsa üzerinden spekülatif piyasalar açılır. Emperyalist ülkeler ellerinde kalan hisse senetlerini, tahvilleri, bonoları bu yeni açılan borsalara, spekülatif piyasalara sürerler.

Bu kararlar Neo-Liberalizm kisvesiyle ABD-İngiltere öncülüğünde alınır ve genel olarak dünya çapında uygulamaya konur. Bilindiği gibi Türkiye’de 12 Eylül Darbesi gerçekleştirilmiştir. Darbenin bir amacı 12 Eylül öncesi Türkiye’de devrimci mücadeleyi yenilgiye uğratmak, devrimci durumu aşağı çekmek, ve kısmi de olsa istikrar sağlamaktı; nitekim bunda hedeflerine ulaşmışlardır. Buna bağlı olarak da diğer hedef neo-liberalizm kararını Türkiye somutunda uygulamaya sokmaktı. Nitekim 24 Ocak 1980’de alınan karar 12 Eylül 1980 darbesiyle yerine getirilebilmiştir. Bu uluslararası emperyalist neo-liberalizm kararı Latin-Amerika, Asya, Afrika gibi ülkelerde de darbeler yapılarak uygulamaya konmuştur.

Nitekim uluslararası alınan kararlar ekonomik, siyasi, sosyal, kültürel vb. alanlarda giderek ağırlaştırılmıştır. Amaçları düşen kar oranlarını tekrar yükseltmek, sermayenin dolaşım hızı ve hareketi önündeki geçmişteki kısıtlamaları tümden kaldırmak ve bulundukları ülkelerin zenginliklerini tümden sermayeye peşkeş çekmek, süresiz iş sözleşmesi zorunluluğunu kaldırmak ve geçmişte verilen haklara el koymak, işçilere ve sermaye ihraç ettikleri ülke halkları üzerindeki sömürüyü artırmak, işçilerin haklarını arama ve pazarlık yapma imkanlarını iyice zayıflatmak, sendikal örgütlenmeyi zorlaştırmak ve mümkün mertebe kendi denetimlerine almak, geri ülkeleri daha bağımlı kılmak, onların zenginliklerini daha yağmalamak, emekçi sınıflar lehine olan tüm hakları gaspetmek gibi amaçlarla saldırı furyası başlatmışlardır. Hem emperyalist ülkelerde, hem de bağımlı ülkelerde neo-liberalizm döneminde alınan esnek-üretim tarzı ve esnek-para politikası kararları ile sömürü, gasp ve talan daha hızlandırılmıştır. İşçiler birbirinden kopuk çalıştırılmış, ücretler düşürülmüş ve giderek taşeron çalışma tarzı öne çıkarılmıştır. Yeni işe girenlerin geçmişte kazandıkları sosyal haklar ve iş güvencesi iyice törpülenmiştir. Esnek para politikası ile geri kalmış ülkelere çok daha çabuk girip-çıkmışlardır. Her türlü piyasadan gelen karların aslan payını esnek para politikası ile almışlardır. Kısacası sermaye ihracında rantiye unsurunu daha öne çıkarmış, pazarların borsalarına da hakim olmuş, sıcak para ile girdikleri bağımlı ülkeleri daha katmerli sömürüye tabi kılmışlardır.

Tüm bunlar işçi sınıfının ve halkların sömürüsünün daha artırılması, işsizliğin daha tırmanması, elde edilen hakların lağvedilmes, işçiyi güvencesiz bırakma pahasına yapılır. Nitekim neo-liberalizm sorunlara çözüm getirmediği gibi işçi sınıfı ve halklar üzerindeki külfeti daha katmerli boyutlara tırmandırır.

Sömürü mekanizmasının giderek tırmandırılması belki tekellerin, holdinglerin, bankaların, pazarlardaki kompradorların kar hadlerini yükseltmiştir. Ama ne pahasına!.. İşçilerin ve tüm dünya halklarının daha sömürülmesi, geçmişteki haklarından men edilmesi, işsiz kalması, daha yoksullaşması, giderek evsiz barksız kalmaları, bağımlı ülkelerde açlığın giderek kitleselleşmesi pahasına... Bu durum emekçilerin, halkların alım gücünü iyice düşürmüştür. Burjuvazinin devleti bu minvalde aldığı kararlarla sorunlara kapitalizmin kendi sınırları içinde çözüm getiremediği gibi, sorunlara sebep teşkil etmiştir.

Kapitalizm Krizini Aşamıyor, Halklar İsyan Ediyor!

Baş gösteren bu sorunlar giderek yapısal boyutlar almıştır. Sistemin ekonomik, mali, siyasi alanlarında oluşan çatlaklar onarılamadığı gibi derin bir krizin maddi koşullarını oluşturur. Nitekim bunun sonucu 2007-2008 Krizi patlak verir. Amerika’nın Mortgage piyasalarında patlak veren mali kriz hızla tüm dünyaya yansır. Beraberinde reel kriz de derinleşir. Avrupa’da Fransa, İngiltere, Almanya, İtalya gibi ülkelerle, Asya’daki Japonya, Çin, Rusya gibi emperyalist ülkelere kadar yayılır. Bağımlı ülkeleri de derinden etkileyen Mortgage Krizi, geçen yüzyılın 1929 Şikago krizinden sonra patlak veren en büyük krizdir.

Kriz varlığını devam ettirmektedir. Sistem ve egemen güçler krizin üstesineden gelememişlerdir. Aşırı-üretim ve mali-kriz tüm belirtileriyle ve tahribatlarıyla devam etmektedir. Emperyalist ülkelerde ve bağımlı ülkelerde krizin furyası açıkça ortadır. Öyleki emperyalist ülkelerde işsizlik, yoksulluk, açlık, düşük ücretler, kesintiler, getirilen ek vergiler vb. kriz faturaları günbegün artmaktadır. Güvencesiz ve taşeron çalışma tarzı giderek öne çıkarılmaktadır. Toplumun en enerjik, en dinamik kesimini oluşturan gençlik kapitalizmin günümüzdeki mevcut sorunlarıdan en etkilenen kesimi oluştururyor. Ayrıca kadın emekçiler de bu tahribattan aynı düzede etkileniyor. Artık Amerika, Fransa, İngiltere, Almanya, İtalya başta olmak üzere, bu emperyalist ülkelerde geçmişte oluşturulan işçi aristokrasisi katmanı iyice zayıflamıştır. Artık bu emperyalist ülkelerdeki mevcut devletler ülkeleri eskisi gibi yönetemiyorlar. Giderek faşizan yasalar çıkarılıyor, sorunun nedeni göçmen işçiler gösterilerek gerçekler çarpıtılıyor. Her şeye karşın bu ülkenin işçileri, gençleri, kadınları mevcut yönetimlere karşı güvensizliklerini, öfkelerini ve tepkilerini yansıtmaktan geri kalmamışlardır.

Nitekim son yıllarda Fransa, Amerika, İngiltere, İtalya, Almanya, Avusturya gibi dünyanın en zengin ülkeleriyle, İspanya, Yunanistan, Portekiz, Polonya, vb. Avrupa ülkelerinde sık sık olan kitle gösterileri ve başkaldırıların önümüzdeki dönemlerde de olacağını ve giderek daha ivme kazanacağını gösteriyor.

Bu ülkelerle birlikte bağımlı ülke halkları da ayaklanıyorlar. Bağımlı ülke halklarının durumu emperyalist metropollere oranla daha kötü durumdadır. Öyleki kendilerine dayatılan koşullarda yaşamaları söz konusu değildir. Neo liberalizmle köylerden şehirlere göç ettirilen bu ülke halklarının mevcut konjonktürde şehirlerde yaşamaları onlar için hiçte kolay değildir. Sistemin yarattığı tahribatın önemli bölümü emperyalizme bağımlı ülke halklarına mal ediliyor. Sömüren, zulmeden, katleden devletlerin giderek artan baskı ve tahakkümü halkları sokaklara döküyor. Bunun sonucu Şili’de, Bolivya’da, Kolombiya’da, Uruguay’da, Haiti’de, Ekvador’da ezilen, sömürülen ve zulmedilen halk yığınları sokaklara çıkarak devlete karşı başkaldırmışlardır. Yüzlerce kişi devletler tarafından katledilmişlerdir.

Ve yine Ortadoğu’da da Rojava, İran, Irak, Lübnan, Azerbaycan’da ezilen halklar da artan baskı ve tahakkümlere, doruğa çıkarılan sömürüye ve saldırılara karşı ayaklanmışlardır. Öyleki topraklarından petrol çıkarılan bu ülke halkları giderek yoksullaşıyor, düşük üçretlerle çalıştırılıyor, hatta bazı halk katmanlarına maaşları ödenmiyor, köylüler de bu sömürüden nasiplerini alıyorlar. Gözü dönmüş emperyalistlerin ve uşaklarının yağmaları, zulümleri, katliamları ve soykırım saldırıları karşısında bu yöre halkları boyun eğmemiş ve ayaklanmalarla yanıt vermişler.

Daha yakın dönemlerde Mısır’da, Tunus’ta, Türkiye’de, Brezilya’da, Sudan’da, Endonezya’da vb. halkların başkaldırılarını takiben peşi sıra gelen son isyanlar emperyalizmin ve bağımlı kıldığı pazarların temellerinin nasıl bir sarsıntı içinde olduğunun da göstergesidir. Çürümüş emperyalizm can çekişiyor. Bağımlı yarı-sömürgelerin bağırlarındaki çatlaklar giderek daha büyüyor. Ezenler, sömürenler, katledenler tarihlerinde böylesine peşi sıra ve topluca, ardardarda ayaklanmalarla karşılaşmaşlılar... Bunun sonucu dünyayı sömüren, baskı ve tahakküm altında tutan güçler şoke olmuş durumdalar.

Ezen, sömüren, katleden sistemin temelleri sarsılıyor, miadını tamamlıyor. Bu nesnel durum içinde bulunduğumuz bu durumu gösteriyor.

Lakin bu nesnel koşullara karşın eksiklik öznel koşulların boşluğudur. Sorun burdadır. Her ne kadar Hindistan, Filipinler vb. bazı ülkelerde oluşturulan öncü müfrezeler önderlik misyonunu oynayarak devrimin öznel koşullarını oluşturuyorlarsa da; ülkelerin çoğunluğunda bu rolü oynayacak gücün eksikliği ve varolan güçlerin henüz tarihsel görevlerini yeterince oynayamadıkları gerçeği de görmezden gelinemez. Devrimin nesnel koşulları belirleyici olsa da, öznel koşullar oluşturulmadan devrim gerçekleştirilemez. Ancak objektif koşulların gelişmesi de öznel gücün koşullarını olgunlaştırır. Diyalektiğin bu yasası da görmezden gelinmemelidir. Olmayan alanlarda eninde sonunda öncü müfrezeler oluşacak, zayıf olduğu alanlarda daha gelişecek ve görevini yerine getirecektir.

Bundan kimsenin kuşkusu olmasın! Çünkü “Tarih sınıf mücadeleleri tarihidir!”

Ülkede durum ve devrimci hareketin önündeki asli görevler

Uluslararası alanda köhneyen ve tahrip olan sistemin yarattığı sorunlar her geçen üst boyutlara tırmanıyor. Yarattığı sorunlara müdahale edilemediği gibi çıkan fatura emekçilere ve mazlum halklara mal ediliyor.

Sömürü daha artırılıyor ve halklar üzerindeki baskı unsuru daha üst boyutlara çıkarılıyor. Bu durum en gelişmiş emperyalist ülkelerde bile kendisini gösteriyor. Öyle ki bir dönemin en istikrarlı ve sosyal hakların daha fazla olduğu bu ülkelerde artık durum eskisi gibi değildir. Kapitalizmin külfeti her geçen gün giderek daha çok emekçilere, işsizlere ve gençlere çıkarılmış, mevcut sistem tıkanmıştır. Öyle ki, uluslararası mali sermayenin girdiği resesyon ve depresyon süreci sömürü ve baskı unsurunu daha katmerli bir hatta sokmuştur.

Bu durum bağımlı ve pazar durumundaki ülkelerde de kendisini göstermektedir. Hem de daha katmerli boyutlarda… Nitekim emperyalizme bağımlılığın sonucu krizin tahribatları Türkiye’de daha sarsıntılı boyutlarda kendisini hissettirmiştir. Bunun sonucu Türkiye en zorlu sürecine girmiş durumdadır. Sorunların üstesinden gelmek bir yana, ülke daha meşakkatli bir dönemece sokulmuş durumdadır. Öyle ki yoksulluğun, işsizliğin, açlığın, her türlü baskı ve tahakkümün doruğa tırmandığı bir döneme girilmiştir. Mevcut sorunların yarattığı külfet tümden işçi sınıfı ve diğer halk katmanlarına yüklenmiştir…

Çelişkilerin Derinleşmesi…

Emperyalizme bağımlı olan Türkiye tarihsel olarak sömürünün, zulmün ve bağımlılığın katbekat tırmandırıldığı bir ülkedir. Bunun sonucu ABD’de faizlerin yükselmesi ve Türkiye’deki sıcak paranın önemli bir kısmının yurt dışına çıkması beraberinde mevcut sorunları daha katmerli boyutlara taşımıştır.

Bunun sonucu bağımlı ve dolara endeksli Türkiye’nin mali ve ekonomik durumu iyice kötüleşir ve çok daha ağır sorunların oluştuğu bir sürece yol alınır. Öyle ki çıkan sıcak para Türk lirasını dolar ve Euro karşısında devalüe eder ve enflasyonu hızla artırır. Resmi rakamlara göre 2019 Ocak ayı enflasyonu TÜFE’de (Tüketici Fiyat Endeksi) yüzde 20’nin, ÜFE’de (Üretici Fiyat Endeksi) yüzde 33’ün üstündedir. Ki bu resmi rakamlardır. Gerçek enflasyon oranı hayli yüksektir. Düşük gösterilen enflasyon bile hayli yüksektir.

Devalüasyon ve artan enflasyon firmaların kapanmasına ve işsizliğin artmasına ivme kazandırır. Resmi rakamlara göre geçen yılın son 3 ayında işsizlik oranı yüzde 11,1’e çıkar.

DİSK araştırmasına göre ise işsizlik oranı yüzde 18’e, kadar çıkmıştır. Bu oran kadınlarda ve gençlerde yüzde 20’leri geçmiştir. Ki bu rakamlar resmi makamlara başvurarak iş arayanlarla sınırlıdır. İş bulma umudunu yitirdiği için resmi kurumlara başvurmayanlar bu rakamların dışındadır. Dolayısıyla işsizlerin oranı çok daha fazladır… Öyle ki iş arayanların iş kuyrukları giderek artmaktadır. Birçok ilde işsizlerin başvuruları ve oluşturdukları kuyruklar binleri, on binleri bulmaktadır…

Hızla yükselen enflasyon ve işsizlik yoksullaşmayı da üst boyutlara tırmandırır. Öyle ki önceleri kamufle edilmek istenen işsizlik ve yoksulluk artık çok daha belirgin bir şekilde deşifre olmuş durumdadır. Sorun net bir şekilde kendisini göstermektedir. İşsizliğin, yoksulluğun, sömürünün hızla artan seviyelere yükselmesi, gerçekte sınıf çelişkilerinin nasıl derinleştiğinin göstergesidir.

Öyle ki ulusal gelirden bir avuç burjuvazinin, bankaların, ticaret ve inşaat sermayesinin aldığı pay toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan emekçilerin ve köylülerin aldığı paydan katbekat fazladır. Ayrıca dışarıdan giren sıcak para yoğunlaştıkça rant usulü sömürü mekanizması daha öne çıkmıştır. Daha açık bir deyimle, tüm bunların sonucu ezen ve ezilen sınıflar arasındaki sınıfsal farklılaşma makasın kulpları gibi giderek daha açılan bir dönemece girer. Mevcut bu durum bir avuç komprador burjuvazi, bankalar ve sıcak paranın arkasındaki emperyalist tekeller tarafından sömürü mekanizmasının çok daha katmerli boyutlara tırmandırılmasının sonuçlarıdır. Sömürü, baskı ve tahakküm unsurunun nasıl daha acımasız ve keskin bir hatta girildiğinin göstergesidir. Sömüren rantiye sınıflar sıcak para üzerinden halkın sırtından elde ettikleri rantın hacmini iyice büyütmüşlerdir…

Sömürü ve işsizlikle beraber 457 milyar dolara çıkan dış borcun faturası da emekçi halka çıkarılacaktır. Sadece 2019’un Ekim ayına kadar faizleriyle birlikte 226 milyar dolar ödenmesi gerekiyor. Bu da emekçi yığınlara mal edilecektir.

Türkiye böylesi bir dönemece sürüklenmiştir. Seçimlerin arifesinde uygulamaya konan tanzim satışları sömürü ve baskı unsurunu kamufle etmeyi amaçlıyor. Bu tanzim satışları AKP tarafından seçimleri kazanmak için uygulamaya konmuştur. Ancak seçimler sonrası bu satışlar kalkacaktır. Amaç seçimleri AKP’nin kazanmasıdır.

Bir partinin çıkarı ülke çıkarlarının üstünde görüldüğü için tanzim satışları devreye sokulmuştur. Tanzim satışların faturası ilk etapta üreticilere ve manavlara çıkarılıyor. Seçim sonrası bunun sonuçları tüm kitlelere mal edilecektir. İyice kontrolden çıkan Türkiye ekonomisi seçim histerisiyle devreye konan tanzim satışlarıyla seçin sonrası daha çetrefilli hal alacaktır. AKP hükümeti tanzim satışlarını salt seçimler için uyguluyor. Tayip Erdoğan ve partisi kendi kariyerleri ve çıkarları uğruna ülkenin ekonomik ve sosyal yapısını tarumar ediyor. Ülke böylesi bir döneme sokuluyor.

Tanzim satışları ve oluşturduğu kuyruklar aslında trajik görüntüler sergilemektedir. Bir taraftan uzun tanzim satış kuyrukları; diğer taraftan iş arayanların oluşturduğu iş kuyrukları… Kitlelerin kuyruklara sürüklendiği bu görüntüler mevcut durumun içler acısını gösteriyor. Ülke böylesi trajik bir duruma düşürülmüştür…

Bu ekonomik durum ve sosyal sorunlarla birlikte siyasal baskılar da had safhaya ulaştırılmıştır. 2016’daki 15-20 Temmuz darbesi sonrası ilan edilen OHAL ve KHK yürürlüğe konur. Darbenin hemen akabinde 11 bini aşkın HDP’li gözaltına alınır, 4 bini tutuklanır. Seçimlerde seçilen HDP’li belediye başkanlarının hemen hemen hepsi de tutuklanır ve cezaevine konur. Yerlerine kayyumlar atanır. Ayrıca 11 HDP’li milletvekili de tutuklanır.

Ayrıca darbenin hemen ardından ilan edilen KHK’ler üzerinden binlerce akademisyen, öğretim görevlisi de görevlerinden menedilir. Birçok gazeteci, yazar, öğretim görevlisi vb. kişi tutuklanır ve cezaevine konur. 115 bin kamu görevlisi de işlerinden ve görevlerinden ihraç edilirler. Dernekler, televizyonlar, gazeteler kapatılır. Tek taraflı haber sistemi iyice öne çıkarılır, toplum yanlış bilgilerle kanalize edilir. Operasyonlar durmadan devam ettirilir, yapılan baskın ve saldırılarla toplum pasifize edilmeye çalışılır. Dini ve milliyetçi kisveyle faşist saldırılar had safhaya çıkarılır.  Bu baskılar günümüzde devam ettirilir…

Bu durum sonucu sömürünün, zulmün, katliamın, Kürtler üzerindeki baskının daha had safhaya yükseltildiği bir sürece yol alındığı şimdiden görülüyor. Bunun daha iyi görülmesi ve tavır alınması gerekir.

Bu durum devrimin objektif koşullarının daha keskinleşmesi demektir. Objektif durum sınıf çelişkilerinin ve ezen ve ezilenler arasındaki çelişkilerin daha keskin bir hatta yöneleceğini gösteriyor. Bu gerçeklik göz ardı edilemez. Öyle ki, bu mevcut durum aynı zamanda bir sonraki sistemin ön koşullarını bağrında oluşturuyor. Mevcut objektif (nesnel) durum düzenin, sistemin, politik yapının iyice köhnediği ve çatırdadığı gerçek ülke yapımızın rahminde sosyalizmin koşullarını yaratıyor. Bu gerçeklik de görülmelidir. Gelişen objektif koşullara karşın örgütlenmeye tekabül eden subjektif (öznel) koşulların da daha geliştirilmesini zorunlu kılıyor… Ve bu doğrultuda ve bu perspektifle hareket edilmelidir…

Örgütlenme Sorunu… 

Ülkenin içinde bulunduğu bu nesnel (objektif) gerçeklik salt tahlil ve belirlemelerle yetinilmemeli. Beraberinde oluşan sorunlara ve çelişkilere müdahale etme görevi üstlenilmelidir. Hedef olarak eskiyen, çatırdayan ve gericilikte had safhaya varan eski sistemin yerine, tarihsel olarak yeniyi ve geleceği temsil eden yapıyı geçirme rolü konmalıdır.

Çürüyen ve daha saldırganlaşan sistem ve devletin sömürüsüne ve saldırılarına karşı kitlelerin düzenden memnun olmayan ileri ve orta kesimlerinde ciddi bir hoşnutsuzluk vardır. Kitlelerin emekçi kesimleri oluşturmaları sonucu krizin külfeti onlara yüklendikçe, onlarda daha fazla rahatsızlık ve hoşnutsuzluk yaratıyor.

Sömürünün doruğa çıkarılması işçi sınıfı ve diğer emekçi sınıfların tepkisini de daha artırıyor. Öyle ki yoksulluk iyice artmış, işsizlik en üst seviyelere çıkmış, çalışanların maaşları ve alım gücü iyice düşmüştür. Ayrıca son dönemlerde dolara endeksli Türk parasının iyice düşmesi, fabrikaların ve işyerlerinin birçoğunun kapanması, enflasyonun belirgin bir şekilde artması mevcut sorunları doruğa çıkarmıştır. Daha açık bir deyimle sınıf çelişkileri daha katmerli boyutlara tırmanmış ve daha müzmin safhaya varmıştır.

Sınıf çelişkilerinin dışında Kürtlerin gördüğü ulusal baskı ve tahakküm de üst boyutlara tırmanmıştır. Kürtler devletin saldırılarıyla yaşadıkları topraklardan zoraki göçe maruz bırakılıyor.

Ve Kürtler üzerindeki katliamlar ve siyasi soykırım da had safhaya varmış durumdadır… Kürtler ulusal hareket önderliğinde hareket ediyorlar. Ancak ulusal hareketin örgütlenmesi yeterli değildir. Salt Kürt sorunuyla sınırlı örgütlenmedir. Sınıf perspektifinden yoksundur. Dolayısıyla sınıf çelişkisine müdahale etmiyor. Kürt sorununu, sınıf çelişkisiyle birleştirmiyor. Dolayısıyla tüm ulus ve milliyetlere mensup emekçi kesimlerin sınıfsal perspektifiyle birlikte örgütlenmesi ve mücadelesi rolünü oynamıyor.

Ayrıca Aleviler üzerinde de mevcut baskı varlığını devam ettirmektedir… Alevi sorununun da özgün örgütlenmesi olmalıdır, ama, sınıf mücadelesinden kopuk olmamalıdır. Tersine sınıf mücadelesine tabi kılınmalıdır… Bu durum kadın sorunun ve benzeri tüm sorun ve çelişkiler için de geçerlidir…

Kısacası bu faşist baskı ve diktatörlüğe karşı tüm ezilen ve baskı ve tahakküm altında tutulan yığınların mevcut sisteme ve devlet erkine karşı hoşnutsuzluğu söz konusudur. Nitekim toplumun en geri ve en atıl kesimleri dışındaki kitlelerin hoşnutsuzluğu ve tepkileri onların ruh haletinde kendisini göstermektedir.

Artan sömürü, yoksullaşma, işsizlik, faşist baskı ve yaptırımlar yığınların ileri ve hassas kesimlerinde tepki oluşturuyor. Gezi ayaklanması bunun göstergesidir. Bunu devlet de görüyor. Bunun için AKP/MHP/Ordu klikleriyle tüm devlet erki tüm ezilen yığınlara, Kürtlere tüm şiddetiyle saldırıyor, onları pasifize etmeye, etkisiz kılmaya ve radikal örgütlenmelerden kopuk tutmaya çalışıyor. Ancak böylece kitlelerin tepkilerini frenlemeye ve hoşnutsuzluklarını etkili bir şekilde bastırmaya ve sosyal pratiğe yansıtmalarını engelleyebileceğini sanıyor. Onun için durmadan baskınlar, katliamlar, saldırılar, tutuklamalar, mahkemeler, yasaklar ile faşizmi en azgın boyutlara tırmandırıyor.

Yaşanılan bu ülke gerçekliği kitlelerin ruh haletinde kendisini yansıtmaktadır.  Onların moral bozukluğunda, dile getirdikleri şikayetlerde, duydukları tepkide, düzene umutsuzlukta, karamsarlıkta kendisini göstermektedir. Ancak bu tepki ve hoşnutsuzluklarını pratiğe yansıtamıyorlar. Çünkü bu tepki ve hoşnutsuzluğu örgütleyen yapılar zayıftır. Dolayısıyla ezilen yığınlar örgütlü bir hattan kopuktur. Onlarda tepkisel ruh halini oluşturan sömürüyü ve baskı mekanizmasını doruğa çıkaran ülkenin ekonomik, sosyal ve siyasal yapısıdır. Sorun bu çelişkileri yaratan yapıyı hedef alan örgütlenme eksikliğidir. Kitlelerin tepki ve hoşnutsuzluğunu nesnel gerçeklik üzerinde örgütleme sorunudur.

Bu nesnel yapıya uygun olarak sağlam temeller üzerinde öznel koşulların oluşturulması, geliştirilmesi sorunudur. Ve buna bağlı olarak geliştirilen öncü müfreze üzerinden kitlelerin ruh halinin belirlenmesi, tahlil edilmesi ve bu doğrultuda örgütlenmesi sorunudur. Sorun tepkilerini dışa yansıtamama, örgütlü olarak harekete geçirilememe sorunudur.

Bunun için de kitlelerle bağ kuran ve onları iktidar perspektifiyle örgütleyen güçlü öncü müfrezeye ihtiyaç vardır. Ancak önderliğin böyle bir misyonu yerine getirmesiyle örgütsüz kitleler örgütlenebilir, sevk ve idare edilebilir, devrim ve iktidar perspektifiyle harekete geçirilebilir. Proleter hareket bu duruma geldiğinde kitleler üzerinde irade birliği oluşturabilir.

Gönümüz koşulları ülkemiz öncü müfrezesine böyle tarihsel bir görev yüklüyor. Ancak mevcut yapının bu tarihsel rolünü oynayabilmesi için kendi iç yapısında oluşan birtakım sorunları halletmesi gerekir. Gelişmesinin önünde engel teşkil eden tasfiyeci, hizipçi, liberalizm gibi anti akımların üzerine gitmelidir. Kendi iç yapısında yarattığı tahribatların izlerini silmelidir. MLM kriteriyle kendini onarmalıdır. O hatta kararlı ve inatçı bir perspektifle kendi hatalarını görmeli ve mahkum etmelidir.

Edecektir de… Önünde duran asli görev şimdilik budur…  Objektif (nesnel) durum iyidir. Sorun öznel duruma müdahale sorunudur… Bunun başardığında -ki başaracaktır- öznel güç olarak gelişecek ve kitlelerle kurduğu bağla giderek nesnel sürece müdahalede üstlendiği görevi yerine getirecektir!

Bundan kimsenin kuşkusu olmasın!

Kriz ve sistemin ıflası,,

Mevcut sorunlar çözüme kavuşmadığı gibi giderek daha uç boyutlara tırmanıyor. Bunun sonucu  müzmin bir  süreç içerisinde bulunan Türkiye daha katmerli bir dönemece giriyor. Yapılan devalüasyon sonucu TL'nın değeri dolar ve euro karşısında hızla düşüşe geçiyor. Dolara endeksli TL'nin uluslararası rezerv para olan dolar ve euro karşısında tarihinin en büyük düşüşüdür bu. Devalüasyon  beraberinde enflasyon oranını da son 18 yılın en üst düzeyine yükseltiyor. Daha açık bir ifadeyle mevcut ekonomi-politika çökmüştür. Bu ekonomi politika salt Türkiye'yle sınırlı değildir. Uluslararası alanda yürürlüğe konan ekonomik, mali, sosyal, siyasal bir sürecin kendisidir. Dolayısıyla Türkiyenin mevcut durumu uluslararası kapitalizmden kopuk değildir.

 Bu durum 20. yüzyılın sonlarında uluslararası alanda uygulamaya konan neo liberalizmin iflasıdır. Uluslararası mali sermayenin ve devletlerinin yürürlüğe koyduğu esnek para politikası ve esnek üretim tarzının kesintiye uğramasıdır. Dolayısıyla Türkiye'nin içine girdiği durum bu minvalde ele alınmalıdır. Daha açık bir deyimle uluslararası emperyalist yapının içine bulunduğu konumdan soyut ele alınmamalıdır.

   Bu nedenle bu günkü sonucun daha iyi kavaranılabilmesi için yakın bir geçmişe, 2008 krizine ve sonrasına göz atmakta yarar vardır...

    2008 Krizi Ve Piyasaya Sürülen Sıcak Para

Bilindiği gibi 2007-2008 döneminde dünya çapında bir kriz yaşandı. Amerika'da patlak veren Mortgage Krizi başta Avrupa olmak üzere hızla tüm dünyaya yayılır. Bu kriz 1929-32 Krizi'nden sonra uluslararası alanda yaşanan en büyük krizdir. Dünya çapında en katmerli tahribatların oluştuğu kriz furyasıdır. Nitekim yarattığı olumsuz etkiler belirgin bir şekilde kendisini hala hissettirmektedir.

   Aslında 2008 krizinden evel Amerika ekonomisi ciddi sarsıntı geçirir. Bunun sonucu daha 1999, 2000, 2001 yıllarında Amerika'nın ekonomik ve mali durumu kendi iç yapısında sendeler ve üç kez darbe alır. Sistem iyice tıkanmış, ekonomik ve mali piyasaların işlerliği tahrip olmuştur. Yeniden üretim sürecinde meta sermaye tümden para sermayeye dönüşmekte daha zorlanır duruma gelmiş ve bunun sonucu mali piyasalara kayan sanal sermayenin likidite (hisse senetlerinin para sermayeye dönüşmesi) sorunu yaşaması ve kapitalizmin en geliştiği ülkede doruğa çıkması böylesi bir durum yaratmıştır. Bu durum mümkün mertebe kamuoyundan gizlenir ve emperyalist aşamasına ulaşmış kapitalizmin sınırları içerisinde duruma müdahale edilmek istenir.

   Bunun sonucu 1999 ve 2000'de tökezleyen ABD ekonomisine ve mali piyasasına destek için  FED (Amerika Merkez Bankası) faiz indirimine gider. Ancak Amerikan ekonomisindeki sendelemenin 2001'de de devam etmesi üzerine FED müdahalesini devam ettirir. 2001'in başında yüzde 6 olan faizler, Ocak-Ağustos ayında FED tarafından 7 kez düşürülür ve 3.50'ye çekilir. 2001'in Eylül-Aralık aylarında da dört kez faizler düşürülür ve 1.75'e çekilir. Ancak ABD sarsıntıyı tümüyle atlatamadığı gibi hem içte, hem dışta yeniden müdahale ve düzenlemeye ihtiyaç duyar.

   Tam da bu dönemde 11 Eylül 2001 tarihinde Amerika'nın dört bölgesine saldırı yapılır. El Kaide adıyla üstlenilen bu şaibeli saldırı oluşan Amerika ve dünya konjonktüründe katalizör rol oynar. Ve uluslararası alanda yeni bir dünya konjonktürüne girilir. Bunun sonucu ABD 11 Eylül saldırısını gerekçe göstererek içte yeni düzenlemelere gider ve uluslararası alanda daha saldırgan bir sürece yönelir. Dünyayı tek başına hakim olmak dürtüsüyle tehdit eder. Ve saldırgan bir hatta yönelir. Ve sendeleyen iç yapısının ekonomik, mali, siyasi durumuna müdahaleyi de sürdürür. 11 Eylül  akabinde Afganistan ve Irak işgalleriyle birlikte içte de sendeleyen ekonomik yapısını kısmen kontrol altına alır. Ancak 2002 ve 2003'de birer kez yapılan indirimlerle faiz hadleri yüzde 1'e kadar düşürülür.  Faiz hadleri iyice düşürülmesine rağmen bankalar yine de kredi vermekte zorlanıyorlardı. Likidite öyle boldu ki kredi verecek müşteri arıyorlardı.

    Bunun üzerine bankalar ilk başlarda düşük faizle ve taksitle konut kredilerini satışa çıkarırlar.   Kredi verilenlerin kredi standartları da düşürülür. İlk başlarda kredi veren bankalar ve kredi alanlar memnundur. Kredi alanlar giderek artar. Böylece daha düşük gelire sahip olanlara verilen krediler daha artırılır. Kredi alarak konut satın alanların sayısı giderek artar. 1999-2001'den itibaren hızla düşüşe geçen kredi faizleri, konut satın alanların sayısının hızla artması üzerine 2004 sonlarında 25 baz puan artışıyla 1.25'e yükselir. Ancak faiz artışları bu bazla sınırlı kalmaz ve hızla artışa geçerek 2004'ün Aralık ayında 2.25'e kadar çıkar.

  Konut satışları 2005 yılında da artmaya devam eder. Bunun sonucu kredi alanların sayısı arttıkça 2005 yılında faiz bazları 8 kez artar ve 4.25'e çıkar. Faizdeki bu yükselme 2006'da da devam ederek yüzde 5.25'e kadar çıkar.

  Görüldüğü gibi 1999-2001 sonrasında hızla düşüşe geçen mali piyasalardaki faiz, 2004-2006 yılları arasında tekrar yükselmiştir. Kapitalizmin işleyişi sonucu artan talep faizle birlikte konut fiyatlarını da artırır. Öyleki bazı kredilere duyulan ilgi giderek öne çıkar. Mortgage konut kredileri bunlardan biridir. Öyleki Mortgage konut kredilerinin payı hızla yükselerek toplam konut kredileri içindeki payı yüzde 20'ye kadar çıkar. Artan konut fiyatları ve  artan faiz oranları alınan kredilerde sub-prime(ödeme gücü) riskini giderek artırır. Kredi alanların önemli bir bölümü artan faizler ve artırılan konut fiyatları sonucu ödeme zorluğu çekerler. Artan faizlerle beraber işsizliğin de giderek artması yükselen ve artan faizlerin  ödenmesinde oluşan zorlukları daha artırır.  Bunun sonucu 2007 yılında faizler 3 kez, 2008 yılında 8 kez düşürülür. Ve 0.-0.25 puana kadar iner. Böylece bir dönem şişen emlak balonu Mortgage'de patlar ve tüm dünyaya yayılır. Bu kriz uluslararası kapitalizmin en büyük krizlerinden biridir. Öyleki elde kalan kredileri alamayan bankalar iflasın eşiğine gelmiştir.

   Bunun üzerine ABD, Japonya ve Avrupalı emperyalist devletler kurtarma ve canlandırma paketlerini açıklarlar. Bankaların ve tekellerin ellerinde kalan tahvilleri bastıkları 20 trilyon dolara alarak önlerini açarlar. Bu sanal sermayeyle merkez (emperyalist) ülkelerin bankaları ve tekelleri Türkiye'nin de içinde bulunduğu kenar (yarı sömürge) ülkelere yönelirler. Faiz hadleri 0.-0.25 puana dek düşen emperyalist ülkelerin finans kapitali, böylece 2008 krizinin müzmin faturasını faiz hadlerinin yüksek olduğu bağımlı ülkelere kesmeyi hedeflerler. Faiz hadleri 0.-0.25 puana düşen ABD, Avrupa ve Japonya gibi ülkelerdeki sıcak sermayenin Türkiye'ye geldiği 2008'de Türkiye'deki faiz oranı yüzde 16'ının üstündeydi. İMF ve Dünya Bankası'nın rantçı sermayesi yerini daha kısa vadeli sürelerle giren-çıkan rantiye sermayesine -burjuvazinin deyimiyle- sıcak paraya bırakmıştı...

   Türkiye'ye Giren Sıcak Para..

Uluslararası kapitalizmin girdiği kriz ve yarattığı erozyon sistemi tahrip etmiştir. Ayrıca bankaların ve tekellerin ellerinde kalan sermaye sıcak ve rant sermayedir. Bundan dolayı burjuvazinin bankalarındaki sermayesinin bağımlı ülkelere ihracını daha hızlandırır. Geçen yüzyılın başlarından beri var olan sermaye ihracı mevcut süreçte daha üst boyutlara tırmanmıştır. Uluslararası finans kapitalin girdiği aşırı-üretim ve mali kriz sarmalı ve yarattığı tahribatlar kronik boyutlara ulaştıkça, sömürü, talan, rant mekanizması daha keskin bir hatta sokulur. Bunun sonucudur ki, sıcak para kisvesiyle neo-liberalizm döneminde sermaye ihracının giriş-çıkışı daha hızlandırılır ve daha artırılır. Türkiye'ye de yüksek faiz,                          düşük kur uygulamasıyla dolar, euro gibi emperyalistlerin rezerv paraları geçmişe kıyasla daha serbestçe ve daha hızlı girip-çıkarak, Türk lirasını iyice kendilerine tabi kılarlar. Faizin yüksek olması dolar ve euro gibi sıcak paraya cazip gelir. Türkiye'ye girdiğinde dolar TL'ye çevrilir göreli olarak kur düşük gösterilir, ancak çıktığında tekrar dolara ve euroya çevrilen  TL rezerv para karşısında değer kaybeder. Giderek cari açığı büyüten ve istihdam yaratmayan büyümeyi beraberinde getirir. Bu ekonomi-politika sonucu lira dolara karşı iyice endeksli hal almıştır.

   İMF ve DB üzerinden orta ve uzun vadeli sürelerle giren sermaye, yerini sıcak para tanımıyla kısa vadeli sürelerle giren-çıkan sermayeye bırakır. Bunun sonucu giren sermaye liraya çevriliyor ve Türkiye dahilinde -gelir getiren- bir araca (bir kompradora, bir bankaya, borsaya vb.) yatırılıyor; kısa bir süre sonra - ortalama 1 yıla kadar- elindeki aracı satıyor... Elde ettiği parayı tekrar dolar veya Euroya çevirip çıkyor... Nasıl ki, Dolar ülkeye girdiği oranda çevrildiği lira yükseliyosa, çıktığı oranda da liranın değeri düşüyor. Bu neo liberalizm döneminde sıcak para uygulamasıyla daha üst düzeylere tırmanmıştır.  

   Türkiye'ye giren sıcak para başlıca 3 piyasada kullanılır:

   1)Komprador kapitalizmde kullanılan para:

Dünya krizinin emarelerinin oluşması sonucu DB ve İMF programları 2007'de sona erdirilir.  Yerini sıcak para alır. Sıcak para nakit olarak dolaşıma giren sermayenin, kısa sürede -ortalama bir senede- dolaşımdan çıkması durumudur. Bunun sonucu 2007'den itibaren dışa bağımlı komprador kapitalizmin üretiminde kullanılır. Dolayısıyla komprador burjuvazinin borçlanışı sıcak para üzerinden olur. Kompradorlar verdikleri tahvil ve bono senetleri üzerinden rantiyelerden aldıkları sıcak parayı yatırımda kullanırlar. Karşılığında sıcak para sömürüden rant alır. Bunun sonucu ağır sanayisi olmayan komprador kapitalizm üzerinden dışarıdan ithal edilen mamül malların içte montajı yapılarak dolaşıma sokulur ve ihraç edilir. Kullanılan hammaddeler ve doğal kaynaklar da genelde dışarıdan ihraç edilir. Her yeniden üretim sürecindeki bu işlerlik, beraberinde dış açığı getirir. Çünkü komprador kapitalizmin ithalat gideri, ihracat gelirinden fazladır. Bu da kaçınılmaz olarak cari açık yaratır. Sonraki yeniden üretimde cari açık alınan borçla giderilmeye çalışılır. Ama borç miktarı giderek artar. Çünkü alınan borç mamül metaların hem ithalatında, hem de montajında kullanılır ve sonrasında alınana borç ve faizi ödenir. Komprador kapitalizmin devranı hep böyle döner. Külfeti de üretim sürecindeki işçi sınıfına çıkarılır.  Son dönemlerin bu borçlanması 2008'den sonra sıcak para uygulamasıyla yürürlüğe  konmuştur. Ve bu sürede Türkiye'nin borçları azalmadığı gibi hızla yükselerek 467 milyar dolara ulaşır. Bu borç tarihi olarak oluşan  en yüksek borç miktarıdır.

  2)İnşaat sektöründe kullanılan sermaye:

  İnşaat sektöründeki sermayenin önemli bölümü de sıcak paraya bağımlı sermayedir. İMF programının 2007'de sona ermesinden sonra inşaat sektöründe de sıcak para öne çıkmıştır.  2008'den itibaren devletin desteğini daha fazla almıştır. Kentsel Dönüşüm Projesi yaftasıyla yerli yersiz alanlarda inşaat ve yol yapımı iyice yaygınlaşmıştır. Ülkenin çeşitli yerleşim yerlerindeki  halk katmanlarıyla problemleri olmuştur. Bu sektörün palazlanan kesimi AKP hükümetinden aldıkları destekle halkın arazilerini işgal etmek, evlerini yıkmak, köylülerin ürün ürettikleri ve hayvanlarını otlattıkları arazilerini gasp etmek girişiminde bulunmuştur. Bu sektörde sömürü, baskı ve katliam doruğa çıkmıştır. Ücretlerin en düşük olduğu sektördür. Çalıştırılan işçilerin ezici çoğunluğu taşeron olarak en ilkel, en korumasız ve en riskli şartlarda çalıştırılmıştır. Bu sektörde istihdam edilenlerin ezici çoğunluğu sigortasız, güvencesiz, taşeron işçilerdir. Öyleki işçilerin en çok öldürüldüğü katil sektör inşaat sektörü olmuştur. Son on yılda üretimde katledilen işçi sayısı 11-12 bini bulmuştur. İşçilerin böylesi

                                                                        

koşullarda çalıştırıldığı hep gizli tutulmuştur. Nitekim 3. Havalimanında çalıştırılan işçilerin eylemleri çalışma koşullarının ne kadar acımasız olduğunu açığa çıkarmıştır. Baskı ve sömürü mekanizmasının ne kadar ilkel boyutlara tırmandırıldığını göstermiştir. Nitekim 3. Havalinı'nda çalıştırılan işçilerin yüzlercesi bizzat katledilmiştir. İnşaat sektörünün GSYİH içindeki payı geçen yıl yüzde dokuza çıkarken, bu sektörün diğer branşlarıyla elde ettiği pay yüzde 30'u geçmiştir. İnşaat sektörü finans sektörüyle iç içe geçmiştir. Tahvil  ve bono senetleri üzerinden bankalardan epeyi kredi çekmiş ve gelirlerini paylaşmışlardır. İnşaat sektörü geçmişe kıyasla daha merkezileşmiş ve dışa daha bağımlıdır. Bunun sonucu sıcak paranın rant aldığı sektörlerden biridir. Gayri menkul statüsündeki inşaat sektörü artı-değer üretmez. Üretim sürecinde gaspedilen artı-değerden pay alır. Ancak bu yılın ikinci yarısında girilen ve giderek derinleşen krizin en çok etkilediği sektörlerin de başında gelmektedir. Nitekim krizle birlikte iflas eden şirketler içerisinde  başı çekmektedir. Diğer sektörler gibi inşaat sektörü de krizin faturasını emekçilere ve topluma çıkartmıştır.

  3)borsa, faiz, bono, tahvil gibi spekülatif piyasalara giren para:

  Sıcak paranın cirit attığı piyasalardan biri de borsa, faiz, bono ve tahvil gibi rantiye piyasalardır. Sıcak para üretim süreci dışındaki bu piyasalardan ciddi rantlar elde etmiştir. Sıcak para rantiye sınıfın geliridir. Dolayısıyla sıcak para aynı zamanda spekülatif sermayedir. Dışarıdan gelen rantiye sınıfı içteki rantiyelerle beraber spekülatif piyasalarda at oynatmışlardır. Onlara her türlü imkan ve olanaklar tanınmıştır. Sıcak para borsalardan, faiz piyasalarından, bono ve tahvil piyasalarından rant elde etmek için bu piyasalara istedikleri an girer ve istedikleri an çıkarlar. Sıcak para spekülatif piyasalara kısa vadeli sürelerle girer.  Dolar, Euro olarak Türkiye'nin borsalarına, bono ve tahvil piyasalarına girdiğinde yerli paraya çevrilir. Ve yüksek faizlerle bankalar ve kamu sektörleri üzerinden rant piyasalarına yatırılır. Çıktığında ise tekrar dolar olarak çıkar. O ülkenin gelirinin önemli bölümünü alır götürür. Vergiden muaf tutulur. Ulusal gelirden -daha açık deyimle sömürüden- pay alır. Dolayısıyla sıcak para aldığı rantla girdiği ülkede yaratılan değerin önemli bölümünü talan eder. Girdiği ülkenin ihracat ve diğer gelirleri ile ithalat ve diğer giderleri arasındaki cari açığı büyütür. Tüm bunlar ülkemiz için de geçerlidir. Sıcak para Türkiye'ye de bu minvalde girmiştir. Düşük kurla ama yüksek faizle Türkiye'nin spekülatif piyasalarına girmiştir. Bankalar, komprador kapitalizm, borsalar, ticari, inşaat sektörü vb. piyasalar  üzerinden girmiştir. Tüm bu sektörler de sıcak paranın sömürüsünden paylarını almışlardır. Halk katmanları giderek yoksullaşmış, onlara daha bağımlı kılınmış ve düzenin tüm külfeti emekçi sınıflara yüklenmiştir.

    Kronik Ve yapısal Krizin Külfeti

 2008 Krizi sonrası FED tarafından alınan karar üzerine sıcak para kisvesi altında bağımlı ülkelere giden spekülatif sermayenin günümüzde tekrar geri çekilmesi kararı alınır. ABD bunun için  ülkesinde faiz oranlarını artırmaya başlamıştır. ABD Merkez Bankası (FED) 2016'da aldığı kararı 2017'de uygulamaya koymuştur. Bunun sonucu yüzde 0.00-0.25 bandında olan faiz oranı, 25 baz puan artırımıyla 0.25-0.50'ye çekilir. Daha sonra yükseltilen faiz oranları 2018'in Eylül ayına kadar 2.00-2.25 bandına yükseltilir. Bu yıl sonuna doğru bir kez daha faiz artırımına gidilmesi bekleniyor. Ayrıca 2019 yılında da faiz bandında yükselişin devamı hedefleniyor. Böylece 2008 Krizi sonrası Amerika'da düşen faiz hadlerinin FED tarafından alınan kararla yükseltilmesi hedefleniyor. Ancak bunun düşünüldüğü gibi yerine getirirlip-getirlemeyeceği endişeleri de var. Bu endişelere rağmen şimdilik yürürlüğe konan işlem faizlerin yükseltilerek dış ülkelere sürülen sanal doların geri çekilmesidir. Peki neden faizler yükseltilerek geri ülkelere gönderilen sıcak para geri çekilmek isteniyor?..

                                                                       

2008'de patlak veren mali kriz ve aşırı üretim kriziyle birlikte tekeller ve bankalar iflasın eşiğine gelmiştir. Hatta batan ve iflas eden bankalar ve tekeller olmuştur. Bunun üzerine ABD devleti finans kapitali kurtarmak için karşılıksız para basar. Ve bu sanal parayla iflasın eşiğine gelen bankaların ve tekellerin ellerinde kalan ve hiçbir değeri olmayan hisse senetleri ve tahvilleri alır. Bunun için 4 trilyon dolar basılır (Quantitative Easing-QE) ve finans kapitalin hizmetine sunulur. Bu sermayenin önemli bölümü faiz hadlerinin yüksek olduğu bağımlı ülkelerin piyasalarına akın eder. Örneğin Amerika'da 2008 krizi patlak verdiğinde faiz 0.25 iken, Türkiye'de 16.75'dir. Sıcak para bunun sonucu Amerika ve Avrupa'dan Türkiye ve bağımlı ülkelere yönelir.

   Ancak ABD tarafından basılan ve piyasaya sürülen 4 trilyon dolar sıcak para Amerikan'ın 200 yıllık tarihinde basılan toplam 870 milyar doları bulan sıcak paranın 4 katından fazladır. Böylesine kısa bir sürede bu denli yüksek miktarda basılan ve banka ve tekellerin hizmetinde piyasaya sürülen bu sıcak para, üretim ve dolaşım sürecinde yer almayan, değer içermeyen ve temsil etmeyen sanal paradır. Üretilmeden piyasaya sürülen iradi paradır. Doların günümüzde bu denli iradi ve sıcak para olarak piyasaya sürülmesi altın rezervinden iyice kopması demektir. Öyleki 1971'den itibaren altın rezervini reddederek doları rezerv para ilan eden ABD parasının değeri altın karşısında düşüş yaşamıştır. Öyleki o dönem 1 ons (31,1 gram) altın fiyatı 35 dolar iken; günümüzde 1 ons altın 1200 doları geçmiştir. Belli dönemler dolar altın karşısında yükseliş göstermişse de, tarihsel olarak yükselişte olan altın olmuştur. Bunun sonucu 2. Paylaşım Savaşı'ndan en karlı devlet olarak çıkan ve diğer ülkelerin altınlarını kendi bünyesinde toplayan ABD'ye olan güven günümüzde giderek sarsılmış ve  diğer ülkelerin Merkez bankaları dolar karşılığında Amerika'daki altınlarını çekmeye ve ABD'nin altın rezervinin eskiye kıyasla azalmasına neden olmuştur. Doların altın karşısında bu denli devalüasyona uğraması yetmezmiş gibi, günümüzde basılan sıcak paranın trilyonlara ulaşması, doları daha sarsıntılı bir duruma sokmuştur. Böylece paranın değer üretiminden yoksun menkul ve gayri menkul piyasalarda yoğunlaşması sistemin sorunlarının kronik boyutlara ulaşmasının göstergesidir. Bunun sonucu üretici güçler ile kapitalizmin mülkiyet biçimi arasındaki çelişki artık istikrarlı dönemeçlere kapalı bir sürece girer.

   Amerika dışında Avrupa devletleri, Japonya, Kanada, Rusya gibi devletler de değerden yoksun karşılıksız para basmışlardır. Çin onlara kıyasla karşılıksız para basmaya fazla ihtiyaç duymamıştır.  Tüm emperyalistlerin bastığı ve rant piyasalarına sürdükleri toplam para miktarı 20 trilyon doları bulmuştur. Ve bu miktar tüm dünya çapında piyasadaki toplam para miktarını oluşturan 80 trilyon cıvarındaki doların dörtte birini oluşturur. Uluslararası kapitalizmin bu mevcut durumu doların değerini azaltıyor ve devalüasyon ve enflasyon olasılığını güçlendiriyor. Ayrıca fabrikaların ve işyerlerinin kapanması, işsizliğin artması, evsiz-barksız kesimlerin oluşması gibi sorunları beraberinde getiriyor. Para basımı ve devalüasyonla Amerika'da geçen yılın borç miktarı hızla artmış ve ulusal gelirden (GSYİH) fazla olmuştur. Tüm bu gelişmeler sonucu doların rezerv konumu bile tartışılmaya başlanmıştır. Çin “Yeni Dünya Merkez Bankası” veya “yeni para birimi” teklifi getirirken, Rusya'nın da desteğiyle doların tek başına rezerv para olmasına itiraz etmektedir. Ayrıca ekonomisi ve ticareti gelişen Çin parası da uluslararası piyasalara sürülerek rezerv para işlevi görmeye başlar. Tüm bu gelişmeler ABD'yi yeni adımlar atmaya zorlar. Amerika devleti ve FED artık yeni bono ve tahvil alımını durdurup, faizleri artırma kararı alır. Kendi içindeki spekülatif piyasalara ve geri kalmış ülkelere sürülen sanal sıcak paranın -en azından- bir miktarının faiz artırımı ile piyasadan çekilmesi hedeflenmektedir. 2008 Kriziy'le doruğa çıkan para basma (QE) kararı, günümüzde geri çekilen parayı

                                                                  

QT(Quantative Tightening) kararı ile parayı sınırlama, yani yok etme ve yakma kararını da beraberinde getirir. Bunun sonucu 2017 ve 2018'in Ekim ayına kadar geri çekilen 300 milyar dolar yakılmıştır. Plana göre 2019'da 1 trilyon dolar daha yakılacaktır. Böylece piyasaya sürülen sanal sıcak paranın  miktarı ve hacminin daraltılması hedefleniyor.  Dünya pazarlarına yerli-yersiz sürülen paranın hacmi genişledikçe artık yapısal ve kronik sorunları da beraberinde getirmektedir. Bir zamanlar durmadan para olarak basılan kağıt parçaları gerçekte para olmaktan çıkmıştır. Sistemde tahribatlar yaratır duruma gelmiştir. Onun için finans kapitalin devleti “çare” olarak parayı yakma, yoketme kararı alır. ABD'nin aldığı ve uygulamaya koyduğu bu karar henüz diğer emperyalist devletler tarafından alınmamıştır. Ama artık iyica laçkalaşan sistemin diğer devletleri de aynı minvaldedirler. Mevcut konumları sonucu Fransa. İngiltere, İtalya, Almanya, Japonya gibi devletler de üretimden kopuk değer içermeyen para basımına gitmişlerdir. Altın rezervinden ve emeğin yarattığı değerden kopuk rant sermayeyi yakma kararını bu devletlerin de alması kimseyi şaşırtmamalıdır.  

   Bu duruma karşın sanal paranın çekilmesinin yaratacağı sorunlar da tartışma konusu olmaktadır. Ulusal giderleri ulusal gelirlerinden fazla olmuştur ve değerden yoksun da olsa sanal sıcak paraya da ihtiyaç duyulmaktadır. Bu nedenle piyasadan çekilmesine, yokedilmesine karşı çıkanlar da vardır. Lakin karşılıksız basılan sanal para piyasaya sürüldükçe ödeme gücü (sub-prime) düşmektedir. Bir taraftan sanal para basımıyla şişen balonun patlama riski, diğer taraftan sanal paraya duyulan ihtiyaç... Aslında uluslararası bankaların, tekellerin, rantiyelerin bu mevcut durumu “iki ucu boklu değnek” misali, her attıkları adım yeni sorunlara gebedir. İhtiyaç duyulan ve uygulamaya konulan karar beraberinde başka sorunları getirmektedir. Mevcut sistem böylesi bir helezonik sorunlar kulvarı içerisine girmiştir.

  Uluslararası kapitalizmin ilan ettiği neo liberalizm süreci, oluşan sorunların üstesinden gelemediği gibi giderek daha müzmin bir hatta sokar. Küreselleşme yaftasıyla ve sınıflarüstü tahlillerle mevcut durumu gizlenen pörsümüş ve can çekişen uluslararası kapitalizmin aslı günbegün daha açığa çıkmıştır.

    Mevcut emperyalist sistemin bu durumu bağımlı kıldığı yarı-sömürgeler üzerinde de ciddi sorunlar yaratmıştır. Zaten Türkiye ve benzeri bağımlı ve pazar durumundaki ülkelerin ekonomik, siyasi, sosyal durumları emperyalizmden soyutlanamaz. Bağımlı ülkeler ekonomik ve mali olarak ilhak edilmiş ve siyasi olarak bağımlı kılınmışlardır. Mevcut konjonktürde bu gerçeklik bir takım sol hareketler tarafından yeterince görülmüyor, ya da gözardı ediliyor. Bunun sonucu emperyalizmden medet umuluyor. Elbetteki tüm olumsuzluklarda bağımlı ülkelerin uşakları olan komprador burjuvazi ve hükümetlerinin de bunda payı vardır. Emekçilere ve Kürtlere yapılan saldırı, katliam ve katbekat artan sömürü Türk hakim sınıfları ve onların baskı aygıtlarınca yerine getiriliyor. Ama bu gerçeklik emperyalist sistemden kopuk ele alınamaz. ABD, Almanya, Fransa, Rusya, Çin gibi emperyalist devletlerin sömürüsünden pay alıyorlar. Ama son tahlilde bizim gibi ülkelerdeki sömürü, baskı, katliam, soykırımların perde arkasında emperyalistlerin varlığı gözardı edilemez.

   Nitekim ABD'nin aldığı faizleri artırma ve sıcak parayı kademeli olarak kendi ülkelerine çekme kararı, daha önce ABD önderliğinde alınan neo liberalizm, esnek-para ve esnek-üretim, yüksek faiz,  düşük kur politikalarının iflasının sonucudur. Aldıkları kararlar bağımlı ülkelerin burjuvazileri ve yönetimleri üzerinden uygulamaya konmuştur. Bunun sonucu günümüzde sistemin yarattığı kronik krizin giderek ağırlaşan külfeti çeşitli milliyetlerden Türkiye emekçilerine çıkarılır. 

                                                                       

           Türkiye Tarihinin En Büyük Krizi

2007-2008 Krizi'nin tüm dünya çapında yarattığı tahribat kendisini Türkiye'de de hissettirir. Gelen sıcak paranın muhtevası ve oynadığı rol gerçeklerden gizlenir. Gerçekte ise gelen para emperyalistler tarafından karşılıksız  basılan ve rant piyasasında cirit atan sanal sıcak paradır. Amaç geri ülkelerin spekülatif piyasalarına girerek ülkeyi yağmalmaktır. Bunun sonucu sömürü, talan, rant katbekat artırılır ve ülke daha bağımlı hale getirilir. Nitekim yukarıda anlattığımız gelişmeler ve nedenler sonucu ülkemizin girdiği dönemeç ile  mevcut durum daha net açığa çıkar.  Ancak sıcak para istediği an girdiği gibi istediği an da çıkan paradır. Kapitalizmin spekülatif işleyişi sonucu dolar vb. paraların -girdiği ülkedeki- çıktısı girdisinden fazla olunca, kur yükselir, yerli para düşüşe geçer. Nitekim ABD tarafından alınan Amarika'da faizlerin artırılması kararı Türkiye'den çıkan doları günbe gün artırır.  Bir dönemler Amerika'da faizlerin düşmesiyle Türkiye vb. ülkelere akan sıcak para, ne zaman ki Amerika'da faizler yükseltildi hızla Türkiye'yi terketmeye başladı... Bunun sonucu lira da hızla değer kaybetmeye başladı...

   Bundan dolayı doların 2017 ve 2018'den itibaren Türkiye'de yükselişe geçmesi kendisini daha hissedilir düzeylerde gösterir. 2017'nin Eylül ayında 3.40'lardan yükselişe geçen dolar kuru yıl sonunu dalgalı iniş çıkışlarla 3.81'de kapatır. 2018'in Ocak ayına 3.77 TL olarak giren dolar Nisan ayından itibaren  yerini hızlı yükselişe bırakır. Bu yükseliş kendisini hissettirir şekilde hızla devam eder ve 14/08/2018 tarihinde 6,87'ye tırmanarak en yüksek kura ulaşır. Euro da 2018'in 14 Ağustos'unda 7.84'e çıkar. 

  Tüm bunlar dolar ve euro bandında ani ve hızlı yükselişlerdir. Her ne kadar günümüzde Dolar 5 TL üstünde, euro 6 TL cıvarında dalgalı kur uygulamasına girmişse de, bu Merkez Bankası tarafından  politika faiz oranının yükseltilmesi sonucu olmuştur. 2018'in Haziran ayında 16,25'ten yüzde 17,75'e yükseltilen politika faizi, yüzde 6,25 puan artırımı ile Eylül ayında yüzde 24'e çıkarılır. Sıcak parayı kısmen tutabilmek için faiz oranı bu denli yükseğe çekilmiştir. Bunun bedeli de giderek yoksullaşan emekçi halka çıkarılacaktır. Nitekim yapılan zamlar ve kesintiler 2019 tarihinde daha tırmandırılarak halka mal edilecektir. Buna karşın 2018'in başlarında 4 TL'nin altında olan dolar eski kura çekilememiştir. Faiz daha yükseltilmiş, kurun yükselişi önlenememiştir.  Yüksek faiz, düşük kur uygulaması tabiri caizse yerini “daha yüksek faiz, daha yüksek kur,” uygulamasına bırakmıştır. 

    Emperyalistler ve Türk hakim sınıflarının icraatçısı AKP Hükümetinin bu uygulamaları artık daha belirgin bir şekilde kendisini gösterir.

    Öyleki TL hızla ve hissedilir bir şekilde dolar karşısında devalüasyona uğrar. Amerika'da 2016'dan sonra 0.-0,25 arasındaki politika faizleri, FED (Amerika Merkez bankası) tarafıdan 2017-2018 tarihlerinde 2.00-2.25  bandına kadar yükseltilir. FED'in kararına göre bu artış önümüzdeki dönem de sürdürülecektir. Amerika'da faizlerin yükselmesi sonucu Türkiye vb. ülkelerde sıcak para  hızla terk etmeye başlar. Bunun sonucu Dolar, Euro gibi döviz kurları yükselirken TL'nin düşüşünü beraberinde getirir. Ve Türkiye'den  çıkan döviz miktarı artışa geçer.  Devalüasyon TL'nin dolar ve diğer dövizler karşısında düşüşe geçmesi sonucudur. Dolayısıyla Türkiye gibi dolara, euroya vb. dövizlere endeksli bağımlı bir ülke parasındaki devalüasyon beraberinde, üretilen ve piyasaya sürülen metaların fiyatlarında artışı da beraberinde getirir. Bu da ülkedeki enflasyonu yükseltir.  Devalüsayon ve enflasyon arasındaki bu ilişki kapitalizmin ekonomi-politik ilişkisinin sonucudur. Nitekim ülkemizde üretilen ve dolaşım sürecine sokulan meta fiyatlarının ve tüm sosyal harcamaların TL olarak yükselişe geçmesi, devalüasyon ve enflasyonun içiçe geçmesinin ve nasıl sarmal bir hal aldığının göstergesidir. Tüm bunlar ABD'nin FED faizlerinde artış kararı alması   sonucudur. Bu karar gelen sıcak paranın önemli kısmının Türkiye'yi terketmesini beraberinde getirir.

                                                                    

   Çeşitli milliyetlerden emekçi halkımıza kesilecek diğer bir fatura TC devleti ve komprador burjuvazinin borcudur. Devletin borcu 2018'in Haziran ayına kadar 466,7 milyar doları bulmuştur. TC tarihi borç tarihidir. Emperyalizme bağımlılık beraberinde borçlanmayı getirmiştir. Yapılan sermaye ihracı ülkeyi borç kulvarı altına almıştır. Ancak şu anki borc TC'nin en yüksek miktarını oluşturuyor. AKP işbaşına geldiği 2002 tarihinde devletin borcu 129,6 milyar dolardır. Ancak bu borç hayli artarak günümüzde 466 milyar doları aşmıştır. TC'nin en yüksek borcunu oluşturan bu meblağ İMF ve DB'na olan orta ve uzun vadeli borç da değildir.  Bu borç daha kısa vadelerle alınmıştır. Sıcak paranın cirit attığı koşullarda kısa vadeli tahvil ve bonolar üzerinden alınan borçtur. Dolayısıyla bu borcun faturası ve külfeti çok daha ağırdır. Ve bu ağırlık halk katmanlarının sırtına yüklenmektedir.

   Bir yıl içerisinde ödenecek borç miktarı 180 milyar doların üstündedir. Ayrıca borca ilaveten 51 milyar dolar da cari açık finansmanı var. Görüldüğü gibi bir yılda ödenmesi gereken 231 milyar dolar, toplam borcun yarısına yakın bir meblağ oluşturuyor. Devlet bu miktarı ödemede hayli zorlanacaktır. Borç tutarı epeyi yüksek olduğu gibi ödeme koşulları ve içinde bulunulan mevcut süreç ödemede ayrıca sorun oluşturuyor. ABD'de artan faizler sonucu ivme kazanan doların çıkışı; borcun hayli yüksek meblağ oluşturması, ödeme zorluğu, girilen devalüasyon, enflasyon, derinleşen kriz, AKP'ye güvenin iyice sarsılması vb. faktörlerle daha hız kazanmıştır. Mevcut bu ekonomik-politik atmosfer Türkiye'deki döviz çıkışını, kriz sürecini ve oluşan katmerli sorunları daha uç boyutlara tırmandırır. 

   Bu ekonomik ve sosyal sorunlarla beraber mevcut politik konjonktür de krizin derinleşmesinde rol oynar. ABD-TC ilişkileri geçmişe kıyasla çetrefilli bir sürece girmiştir. Özellikle Ortadoğu ve Kürt politikasında AKP ile ABD arasında ciddi sorunlar oluşmuştur. ABD-Rusya Ortadoğu kapışmasında geçen yüzyılın ikinci yarısından beri müttefiki olduğu ABD'den çok, Rusya saflarında  yer almıştır. Suriye, Rojava, Kürt sorunu gibi alanlarda daha çok Rusya'nın güdümünde hareket eder.  Bu da ABD ile TC arasında çelişkiler yaratır. Bu durum belli ölçülerde ABD-TC arasındaki ekonomik  ilişkilere de yansır. Nitekim bu durum en çok borcu olduğu ABD'yle olan ilişkisinde kendini gösterir. Sıcak parayı hızla çeken ve ekonomik ve mali sorunlar yaratan ABD'dir. Devalüasyonda ve enflasyonda başat rolü oynayan güçtür ABD. Hatta ABD bu sorunları aralarındaki çelişkilerde yaptırım unsuru olarak da kullanır.

  Ekonomideki tüm bu gelişmeler ve yarattığı olumsuz etkiler ortadadır. Bunun nedenleri çarpıtılmak istense de gerçek durum aşikardır. Nitekim devalüasyon ve enflasyon kendisini hemen göstermiştir. TÜİK(Türkiye İstatisk Kurumu) rakamlarına göre Ağustos ayında TÜFE(Tüketici Fiyat Endeksi) yüzde 17,90'a çıkan enflasyon sonraki aylarda daha artmış, Eylül ayında yüzde 24,52'ye, Ekim ayında % 25,24'e çıkmıştır. Yİ-ÜFE (Yurt İçi-Üretici Fiyat Endeksi) ise Ekim ayında % 45,01'e kadar çıkar. Kasım ayındaki enflasyonun resmi rakamları TÜFE'de %21,62'ye, Yİ-ÜFE'de %38,54'e düşmüştür. Bu rakamlar hükümetin resmi rakamlarıdır. Rakamlarda manipülasyona gidilmiş ve çarpıtılarak lanse edilmiştir. İnandırıcı olmayan hükümet tarafından çarpıtılan popülist rakamlardır. Oysa halkın alışverişte yaptığı ödemeler gösterilen resmi rakamların hayli üstündedir. Kaldı ki resmi rakamlar ve enflasyon oranları bile AKP döneminin en yüksek oranlarıdır. Burjuvazinin klasik tavrını AKP'de göstererek durumu ehven-i şer gösteriyor. Ama gerçek durum ortadadır. Dolayısıyla mevcut durum 2019'da daha sancılı bir sürece girileceğinin göstergesidir.

   Nitekim TÜİK tarafından 2018'in 3. çeyreğinde büyüme oranı yüzde 1,6 olarak açıklanır. Aynı yılın birinci çeyreğinde büyüme yüzde 7,4, ikinci çeyreğinde yüzde 5.2 olarak belirlenmişti. Resmi rakamlara göre 3. çeyrekte büyüme bir hayli düşmüştür. Bunun sonucu sermaye yatırımları yüzde 3,8 oranında daralmıştır. Yine resmi rakamlara göre ekonomideki bu gerileme ve daralma 3. çeyrekte GSYH'da yüzde 1.1 düşüş gösteriyor. Ayrıca Erdoğan'ın ısrarla vatandaşlara hitaben yaptığı çağrıda eledki dövizin hızla Türk lirasına çevrilmesi çağrısı pek tutmamıştır. Nitekim bunun sonucu mümkün mertebe dövizi elde tutmak için devlet tarafından döviz endeksli tahvil çıkarılmış ve piyasaya sürülmüştür. Tüm bunlar ülkenin mevcut durumunun nasıl bir hatta sokulduğunu gösteriyor.

   Görüldüğü gibi mevcut durum 2019 Türkiye'sinde çelişkilerin daha derinleşeceği, yoksulluğun daha üst düzeylere tırmanacağı, katmerli baskıların daha artacağı bir sürece girileceğini gösteriyor. 

   Nitekim doları, euroyu kısmen tutabilmek için dövize ödenen politik faiz oranı yüzde 24'e çıkarılmıştır. Bu AKP'nin ve burjuvazinin ne kadar dolara bağımlı olduklarının göstergesidir. Böylece yerel seçimler arifesinde kendi politik çıkarlarını da düşünerek yükseltilen faiz oranı ile döviz fiyatlarını çekebildikleri ölçüde aşağıya çekmeyi planlıyorlar. Bunun da faturası yapılan ve daha da yapılacak zamlarla, artırılan vergiler ve gidilen ve daha da gidilecek kesintilerle emekçi halk kesimlerine mal ediliyor. Tüm bu yükler ileriki dönemlerde daha ağırlaştırılacaktır. Halkın alım gücü iyice düşürülecektir. Nitekim bunların etkisi halk yığınlarında kendisini hissettirmeye başlamıştır. Bunun sonucu yoksullaşma halk nezdinde hızla üst boyutlara tırmanmış ve yoksullaşan kesimlerin sayısı katbekat artmaya başlamıştır.

  Fabrikalar ve işyerlerinin önemli bölümü kapanıyor. 30 binden fazla işyeri kapanmıştır. Bunlar içinde 3 binden fazla işyeri konkordato ilan etmiştir. Ve birçok işyeri borcunu ödeyemez durumdadır. Tüm bunların sonucu işsizlik de hızla artmıştır. Zaten Türkiye'nin müzmin bir sorunu olan işsizliğin mevcut süreçte katbekat daha artması kaçınılmazdır.

    Kaldı ki, çalışan işçilerin bile hiçbir güvencesi yoktur. En ilkel şartlarda çalıştırılıyorlar. Maden ocaklarında, inşaatlarda, metal işkollarında, taşımacılık vb. iş kollarında çalıştırılan işçilerin iş ve can güvenliği sağlanmamıştır. Bunun sonucu  AKP'nin işbaşında olduğu 15 yılda ölen işçi sayısı 20 bini geçmiştir. Ayrıca çalıştığı işkollarında iş hastalıkları sonucu ölen işçi sayısı çok daha fazladır. Uluslararası Çalışma Örgütü ISO(İnternational Labour Organization) raporuna göre sadece 2017 yılında işle ilgili hastalıklar sonucu ölen işçi sayısı 12 bin cıvarındadır. ISO raporuna göre “Meslek hastalıkları buz dağının görünmeyen yüzüdür.” Ayrıca ölen işçilerin yüzde 98'i sendikasız işçilerdir.   Bu ölümlerden toplum bihaber tutulmuştur. Kısacası Türkiye koşullarında onbinlerce işçi çalışmaya zorlandıkları ilkel koşullarda katledilmişlerdir. Yine on binlerce işçi sakat ve hastalığa maruz bırakılmıştır.

   Ayrıca çok ucuza çalıştırılmışlardır. Giderek taşeron firmalar tarafından çalıştırılarak çifte sömürüye tabi kılınmışlardır. Sömürü mekanizması, baskı ve yaptırımlar tırmandırılmıştır. Son yıllarda OHAL ve KHK uygulamaları ile katmerli sömürü ve baskı doruğa çıkarılmıştır. İşten çıkarmalar hızlandırılmış, işsizlik körüklenmiştir.  

  Tüm bunlar emperyalistlerin ve komprador kapitalistlerin neo liberalizm kisvesiyle devreye soktukları sürecin sonuçlarıdır. Esnek para politikası ve esnek üretim tarzı adı altında, sömürünün artırıldığı, zenginlik ve yoksulluk arasındaki makasın iyice açıldığı bir dönemin sonuçlarıdır. Ve    oluşan aşırı üretim ve mali krizin her geçen gün daha derinleşerek sistemin temellerinin iyice sarsıldığı bir dönemdir. Türkiye tarihinin yaşadığı en büyük krizdir. Ve sıcak paranın cirit attığı ve rantın doruğa çıktığı bir sürecin sonucudur bu kriz...  Yüksek faiz, düşük kur ekonomi-politikasının sonucu oluşan krizdir...

     Kriz İle Sınıf Çelişkilerinin Daha Derinleşmesi...

Aslında bizim gibi emperyalizme bağımlı ülkelerde ekonomik ve siyasi istikrar hiç oluşmamıştır. Kriz atmosferi bizim gibi zayıf halkalarda dönemine göre inişler-çıkışlar göstererek devamlı yaşanmıştır. Ekonomik, sosyal ve siyasal yapıda belli dönemler emperyalist ülkelerde oluşan istikrar dönemi, bizim gibi ülkelerde yaşanmamıştır. Ve krizin daha derinleştiği günümüzde yarattığı tahribat daha sarsıntılı olmuştur.

   Emperyalizme bağımlılık arttıkça, köhneyen ve sarsılan uluslararası sistemin tahribatları Türkiye vb. ülkelerde daha keskin biçimde kendisini gösterir. Sistemin sorunları bizim gibi ülkelerde daha derin ve çetrefilli düzeylere tırmanır. Nitekim emperyalist burjuvazi ve Türk komprador burjuvazisi ülkemiz işçi sınıfı ve emekçi halk katmanlarını en üst düzeyde sömürerek, onları daha yoksullaştıkları bir döneme sürüklerler. Mevcut kriz, 15-20 Temmuz darbesi, olağanüstü hal, KHK kararnameleri, sömürü, baskı, katliamlar, Kürtler üzerindeki baskı ve saldırılar içinde bulunduğumuz dönemin nasıl bir dönemeçte olduğumuzun göstergesi olsa gerek... Tüm bu sömürü, baskı ve saldırıların tırmandığı üst boyut sınıf çelişkilerinin daha derinleşeceğinin şimdiden habercisidir. Bunun sınıf bilinçli proletarya ve öncü müfreze tarafından şimdiden görülmesi ve örgütsel boşluğa müdahale edilmesi gerekir. Aslında bu durum devrimin nesnel koşullarını daha olgunlaştırıyor. Sorun zayıf olan öznel koşulları güçlendirmek, geliştirmek ve ezilen sınıfların ileri kesimlerini örgütsel saflara çekmek ve onlara devrim güzergahında önderlik etmektir...  

   Kaldıki sorun salt ülkemizle sınırlı değil. Sorun ülkemiz dışında tüm ülkelerin de sorunudur. Tüm bağımlı ülkelerde çelişkiler daha derinleşmiş, baskı ve saldırılar daha daha tırmandırılmıştır.  Hatta yakın döneme kadar Avrupa, Amerika, Japonya, Çin Rusya gibi nispetetn daha istikrarlı ülkelerde bile durum giderek daha zorlu bir döneme gidiyor. Dünyayı sömüren bu emperyalist ülkelerde  de sınıf sömürüsü ve baskı ve tahakküm mekanizması daha daha sertleştiriliyor. Önceleri düzen içi de olsa sorunlarına çözüm getiren bu ülkeler sorunlara artık aynı minvalde müdahale edemiyorlar. İşçi sınıfı ve diğer emekçi sınıflar artan sömürüye karşı daha keskin mücadeleye yöneliyorlar. Burjuvazi  bu gelişmiş kapitalist ülkeleri artık eskisi gibi yönetemiyor. Fransa, İngiltere, Almanya. İtalya, Avusturya, Yunanistan, İspanya, Amerika vb. gelişmiş ülkelerde sık sık irili ufaklı eylemlerle emekçiler ve gençler sokağa dökülüyor, tepkilerini, hoşnutsuzluklarını dile getiriyorlar.

  En son bu durum Fransa'da kendisini gösterdi. Artan sömürü, sosyal hakların giderek gaspedilmesi, vergilerin artırılması, işsizliğin artması, iş koşullarının ağırlaştırılması, fakirliğin gelişmesi sonucu Fransız emekçileri başkaldırdı. Giydikleri sarı yelek nedeniyle “sarı yelek” eylemi olarak adlandırılan başkaldırılarıyla  tarihe mal oldular. Diğer ülke emekçilerinin desteğini aldılar. Hatta başka ülke emekçilerini ve gençliğini teşvik ettiler. Öyleki sarı yelek eylemleri başka ülkelerde de gündeme geldi. Eylem önderlikten yoksun, kendiliğinden bir hareketti. Kendiliğinden hareket iktidarı hedef alan ve devrime önderlik eden hareketten kopuk ve yoksun oluşudur. Zaten içinde bulunduğumuz ana sorun bu sorundur. Ancak içinde bulunduğumuz kapitalizmin kronik sorunları işçi sınıfının ve kafa emekçilerinin tepkisini daha üst boyutlara tırmandıracaktır. Bu mücadeleler gelişmiş kapitalist ülkelerde daha gelişecektir. Önceleri önderlikten yoksun bu hareketler sınıf mücadelesinin dayatmasıyla ve emekçilerin deney ve tecrübeleriyle ileride öncü güçleri yaratacak ve devreye sokacaktır. Unutulmasın ki, tarih sınıf mücadelelri tarihidir.

   Sarı yeleklerin eylemi bu gelişmelerin belirtisidir. Nitekim önderlikten yoksun olmasına rağmen Fransız burjuvazisinin devlet unsuru hareketi durdurmakta zorlanmıştır. Hatta Strasbourg'ta islamcı örgüt kisvesiyle yapılan ve üç kişinin öldürüldüğü şaibeli saldırı sonucu gündem ve politik atmosfer değiştirilmek istenmiştir.

                                                                    

 

Böylece sarı yelek eyleminin pasifize edilmesi ve dağıtılması hedeflenmiştir.

      Her şeye rağmen mücadele durdurulsa ve pasifize edilse dahi, ileride tekrar Fransa'da ve emperyalist-kapitalist ülkelerde daha gelişecektir. Gelişen teknoloji ile üretici güçler ve mülkiyet biçimi arasındaki çelişkinin artık iyice gelişmesi,   mevcut uluslararası yapısal krizin bir türlü yerini istikrarlı sürece bırakmaması, süreci sınıf çelişkilerinin ve mücadelenin daha gelişeceği bir güzergaha sürükleyecektir.

   Tüm bu gelşmeler zayıf halka konumundaki ülkemiz ve benzeri bağımlı ülkelerle beraber, dünya devrim zincirinin kalın halkalarının giderek çatırdadığı ve zayıfladığı emperyalist ülkeler için de geçerlidir. Bunun beliritileri bizzat yaşanarak daha belirgin bir şekilde kendisini gösteriyor. Bu gerçekliğe yukarıdaki bölümlerde kısaca değinmeye çelıştık. Burada önemli olan sınıf bilinçli proletaryanın bu gerçekliği görerek kararla ve inatla hareket ederek, örgütsel boşluğa müdahale ederek sınıf mücadelesinin yüklediği tarihsel rolü oynamasıdır.  

 

Nubar yoldaş devrettiğin bayrak eninde sonunda göndere çekilecektir..

Sınıf çelişkileri ve ürettiği tüm baskı ve zulümler beraberinde mücadeleyi ve başkaldırıyı kaçınılmaz kılmıştır. Tarihsel materyalizmin bu nesnel olgusu günümüz tarihinde geçerliliğini devam ettirmektedir. Sömürüyü, zulmü, baskı ve katliamları vareden maddi koşullar yok olana kadar sömüren-sömürülen, ezen-ezilen arasındaki çelişki ve mücadele de varolacaktır.

Bu mücadele belki devamlı aynı minvalde seyretmemiştir… İnişler-çıkışlar göstermiştir… Hatta mücadelenin öznel gücünü oluşturan örgütlenme devamlı oluşturulamamıştır… Ama nesnel gerçekliğe tekabül eden sömürü, baskı ve tahakküm devamlı varolmuştur.

Bu materyalist gerçeklik bizim ülkemizde de kendisini devamlı kılan bir olgudur…

Bunun sonucu mücadeleler verilmiş ve yeri geldiğinde örgütlenmelere gidilmiştir. Baskının ve zulmün tahakkümüne secde edilmemiştir. Ve verilen mücadele uğruna devrim şehitleri verilmiştir. Bu şehitler, uğruna mücadele ettikleri bu kavganın eninde sonunda zafere ulaşacağına inanarak tereddütsüz saflarında yer almışlardır.

Nubar Ozanyan Yoldaş da bu inançla bu minvalde yer almıştır. Savaştığı topraklarda Rojava Halkına yapılan saldırıya karşı verilen görkemli mücadeleye aktif olarak katılmıştır.

Emperyalistlerin ve TC, İsrail, Sudi Arabistan, Ürdün vd. gerici devletlerin desteğiyle Rojava’ya saldıran DAİŞ, El Kaide, El Nusra, ÖSO, El Aksa gibi islami-gerici taşeron örgütlerin saldırısına karşı verilen haklı mücadele içerisinde yer almıştır.

Nubar Yoldaş Enternasyonalizmle

Donanmış Bir Yoldaştı…

Rojava’da verilen haklı ve meşru mücadele giderek uluslararası alanda dünya kamuoyunun sempatisini ve desteğini kazanan bir direnişti. Kürtlerin başını çektiği bu savaşa Araplar, Süryaniler, Türkmenler, Ermeniler ve başka milliyetler de katılmıştır. Bu savaş İslami çetelerin saldırısına karşı verilen bir savaş olduğu gibi; bölge halklarını birbiriyle birleştiren, birbiriyle kaynaştıran, tarihsel olarak bölge halklarında oluşturulan gerici önyargıları yıkan bir savaştır. Dolayısıyla PYD önderliğinde YPG-YPJ tarafından yürütülen bu savaş aynı zamanda halklar arasında böylesi misyon oynayan bir direniştir.

Bunun sonucu uluslararası alanda kitleler nezdinde desteklenen Rojava Direnişine dünyanın birçok ülkesinden aktif katılımlar olmuştur.

Nubar Ozanyan da enternasyonalizmle donanmış bir yoldaştı… Onda oluşan enternasyonalizm sınıf bilinçli proletaryanın karakterine tekabül ederdi. O nedenle sınıf çelişkileri ve sınıfsal baskılarla beraber tüm baskılara ve tahakkümlere karşı tavır alan bir kişiliğe sahipti.

Bundan dolayı Rojava’da verilen mücadele içerisinde bu ideolojik-politik yapısı nedeniyle aktif olarak yerini alır… Üstlendiği Enternasyonal Tabur’un Komutanlığı’nı layıkıyla yerine getirir. Bir taraftan askeri vasıflarıyla yüzlerce savaşçı eğitir. Diğer taraftan aktif olarak savaşta yer alır. O komünist bir eğitmen ve askeri bir komutandı. Bu vasıflarla -özellikle Serekani, Kobani, Rakka gibi bölgelerde- çetelere karşı verilen savaşa aktif olarak katılır.

Sonuçta şehit düşer, ama, verilen haklı ve meşru bir savaşta bir komünist olarak Rojava tarihinin belleğine yazılır…

Nubar Yoldaş Rojava’ya

Öncü Müfreze Saflarında Katılır

Rojava’da verilen savaşa Yoldaş Nubar Ozanyan onyıllardır saflarında yer aldığı hareketin temsilcisi olarak katılır. Kendisini temsil ettiği öznel gücün ideolojik-politik doktriniyle donatmıştır. Rojava’daki saflarda O doktrinin komutasında yerini alır.

Dolayısıyla Nubar Yoldaş partiye ve örgütlenmeye inanmıştır. Verilen mücadeleye öncü bir müfrezenin kaçınılmaz önderliğini savunmuş ve devamlı o bilinçle hareket etmiştir.

Daha genç yaşlarda o hareketle tanışır ve o mevzide yer alır. Her geçen dönem kendisini daha geliştirir. Kendisini geliştirdikçe o hareketin içinde giderek daha aktif olarak yer alır. Türkiye topraklarıyla birlikte, Filistin, Karabağ, Kürdistan ve Rojava topraklarında aktif olarak yer alır.

Bu aktif mücadelesine kumanda eden bir çizgi, bir program, bir stratejik-taktik hat vardır. Nubar Yoldaş sosyal pratiğini en ileri doktrinle birleştirmiş ve devamlı o minvalde hareket etmiştir. Yoldaşın tüm mücadele tarihine diyalektik-materyalizmin bu yöntemi damgasını vurmuştur…

Yoldaş Rojava saflarında verilen mücadeleye bu perspektifle katılmıştır. Bu perspektifle, Kürt Ulusal Hareketi’nin önderliğinde verilen mücadele saflarında yer alır. Ve şehitlik mertebesine ulaşır…

Belki bedenen aramızdan ayrılır, ama, yoldaşlarının, devrimcilerin ve -başta Rojava olmak üzere- ileri halk katmanlarının dağarcığında yer edinir.

Bu vesileyle bir kez daha Nubar Ozanyan Yoldaşı selamlıyor ve mücadelesini rehber ediniyoruz!

-Yoldaş Nubar Ozanyan Ölümsüzdür! 

AKP/MHP Ordu kliği 24 haziran seçimi ile 20 Temmuz 2016 darbesini pekiştirmek istiyor

24 Haziran cumhurbaşkanı seçim tarihi yaklaştıkça politik atmosfer daha üst düzeylere tırmanıyor. Başını Recep Tayip Erdoğan’ın çektiği AKP/MHP/Ordu kliği devlet aygıtını kendi lehlerinde daha sağlam temeller üzerine oturtmak istiyor. Bünyesinde yer aldıkları iktidar mekanizmalarını iyice kendi güdümlerine almayı amaçlıyorlar. Cumhurbaşkalığı kisvesiyle Kürtler, ezilen sınıflar ve devrimci, demokrat kesimler üzerindeki faşist baskı ve katliamları çok daha katmerli boyutlara tırmandırmayı hedefliyorlar. Varolan kısmi demokratik hakları tümden lağvediyorlar ve devlet mekanizmasını daha faşist bir yapıya büründürüyorlar. Bunun için de 20 Temmuz 2016 darbesiyle girdikleri süreci, 24 Haziran Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile kendi lehlerinde daha pekiştirmeyi amaçlıyorlar…

20 Temmuz 2016 Darbesi..

15 Temmuz 2016 tarihindeki şaibeli darbe girişimi ile Tayip Erdoğan ve çevresinin hedef alındığı imajı yaratıldı. Bu darbe ile Tayip Erdoğan ve çevresinin devrilmesi ve devlet erkinden dışlanması hedef gösterildi. Ancak 15 Ağustos darbesi başarıya ulaşamadı. Bunun sonucu 15 Ağustos darbe girişimi bahane edilerek Tayip Erdoğan ve ordunun merkezi şürekası tarafından 20 Temmuz darbesi gerçekleştirildi. Bunun sonucu devlet erkinin yürüttüğü baskı ve saldırı furyası çok daha üst boyutlara tırmandırıldı. Çok daha katmerli baskı, saldırı ve tahakkümle başta Kürtler olmak üzere ezilen yığınlar ve devrimci, demokrat kesimler sindirilmek ve etkisiz hale getirilmek istendi.

Bunun sonucu darbe sonrası olağanüstü hal (OHAL) ilan edildi ve KHK(Kanun Hükmü Kararnameleri) uygulamasına geçildi,

Böylece ilan edilen OHAL ile –eskiye kıyasla- kısmen varolan yargı, yasama ve yürütme organlarının kısmi “özerkliği” tümden feshedildi. Meclisin, yargının ve yürütme organlarının hiçbir fonksiyonu kalmadı. Varolan hükümetin hiçbir rolü kalmadı. Formalite bir hükümetten öteye gidemedi. Alınan kararlar ve çıkarılan yasalar doğrudan cumhurbaşkanı tarafından alındı. Parlamenter görünümlü faşist diktatörlük yerini tek kişi nezdinde daha katı ve daha saldırgan faşist diktatörlüğe bıraktı. Cumhurbaşkanınca alınan kararlar ve verdiği talimatlar KHK yaftası altında anında yürürlüğe kondu. Ve baskı, saldırı ve katliamlar katbekat artırıldı.

20 Temmuz darbesiyle AKP/MHP/Ordu/polis kurumları baskı ve tahakküm mekanizmasını üst boyutlara tırmandırdı.

Bunun sonucu Kürtlerin olduğu illere, ilçelere ve köylere yapılan saldırılar giderek tırmandırıldı. Kitlesel tutuklamalara ve katliamlara gidildi. Yasal HDP partisine karşı saldırı doruğa çıkarıldı. Kadın ve erkek eşbaşkanları, ile milletvekilleri ve birçok HDP’li tutuklandı. Ayrıca Kürt illeri ve ilçelerindeki belediye başkanlarının hemen hemen hepsi tutuklandı ve cezaevine kondu.

Yerlerine atanan kayyımlar üzerinden faşizmin baskıları daha üst düzeylere tırmandırıldı.

Ayrıca Kürt illeri dışında diğer illerde de saldırı furyasına gidildi ve devrimci, demokrat, gazeteci, yazar, öğretim görevlisi kişiler tutuklandı. Görevlerinden alındı. Üniversitelerdeki öğrencilere de baskılar yapıldı.

Ayrıca OHAL’le birlikte 112 bin 863 kamu emekçisi işlerinden ihraç edildi. Ve çalışma izni iptal edilen özel öğretim kurumlarında çalışanlarla beraber işlerinden men edilenlerin sayısı 135 bini geçmiştir. İşçilerin ve emekçilerin grevlerine müsaade edilmedi. Buna rağmen bazı iş yerlerinde işçiler greve gitti.

Gösterilere, yürüyüşlere. mitinglere ve benzeri eylemlere müsaade edilmedi. Ülkenin dört bir yanında yapılan saldırılarla onbinlerce kişi tutuklandı ve yapılan saldırılarla bir çok kişi katledildi. Tüm bu baskı ve saldırılar devam etmektedir.

Olağanüstü hal ve KHK ile yürürlüğe konan 20 Temmuz darbesi, 24 Haziran seçimleri ile AKP/MHP üzerinden daha sağlama alınarak tahkim edilmek istenmektedir. Mevcut bu durum görülmeli ve nesnel gerçekliğe tekabül eden tavır alınmalıdır.

24 Haziran’da HDP’nin Desteklenmesi

Her seçim olduğu gibi 24 Haziran seçimi de sınıf bilinçli proletaryanın perspektifine göre taktik bir sorundur. Her taktik proletarya açısından stratejik sürecin bir parçasıdır. Dolayısıyla takınılacak her taktik tavır ve izlenecek her taktik politika stratejik hatta hizmet etmelidir. Stalin’in tahliliyle “taktik daha az önemli hedefleri önüne koyar; çünkü onun hedefi, bir bütün olarak savaşı kazanmak değil, devrimin verili yükselme ya da alçalma dönemindeki somut duruma uygun şu ya da bu muharebeyi, şu ya da bu çarpışmayı, şu ya da bu kampanyayı, şu ya da bu eylemi başarıyla gerçekleştirmektir. Taktik, stratejinin bir parçasıdır, ona bağlıdır ve ona hizmet eder.

…Devrimin verili bir aşaması temelinde taktik, devrimin kabarma ve alçalmasına, yükselme ve geri çekilmesine göre birçok kez değişebilir.(abç) ”(Stalin, Leninizmin Sorunları, sf.80-81)

Dolayısıyla bu belirleme içinde bulunduğumuz seçim süreci için de geçerlidir. Yukarıda belirttiğimiz gibi 20 Temmuz darbesiyle artan baskı ve saldırılar 24 Haziran seçimleriyle yasal bir muhtevaya büründürülerek sürdürülmek istenmektedir. Dolayısıyla buna karşı taktik bir tavır takınılmalıdır. Bu da içinde bulunduğumuz mevcut aşama, kitlelerin konumu ve proletarya partisi ve diğer devrim güçlerinin mevcut durumu da dikkate alınarak yerine getirilmelidir. Ve devrimin stratejik hattına hizmet eden objektif bir tavır alınmalıdır.

Elbetteki parlamento devlet erkinin gerici bir kurumudur. Diktatörlüğü, baskıyı, zulmü uygulayan devletin bir parçasıdır. Dolayısıyla stratejik olarak devrimin hedefidir. Ancak her seçim sürecinde objektif konum değerlendirilerek taktik tavır alınmalıdır.

Bu durum mevcut seçimler için de geçerlidir. Nesnel durum değerlendirilmeden ve dikkate alınmadan alınan kararlar ezbere alınan subjektif kararlar olmaktan öteye gidemez. Nitekim proletarya partisinden kopan tasfiyeci hattın bu seçimdeki boykot tavrı da dönemin somut durumundan ve objektif gerçekliğinden kopuk, ezbere alınan, tekrara dayalı ve gözü kapalı amatörce alınan bir karardır.

Yukarıda belirttiğimiz mevcut durum MHP desteğindeki AKP iktidarına karşı HDP’nin desteklenmesini emretmektedir. Çünkü 20 Temmuz darbesinin başında ordu ve MHP ile birlikte Tayip liderliğindeki AKP vardır. AKP İç içe geçen başkanlık ve parlamento seçimlerini tek başına kazandığında uygulanan diktatörlük daha pekiştirilecek, OHAL, KHK yasal görünümle daha katmerli düzeylerde sürdürülecektir. Bu durum şimdiden görünmektedir.

Komünistler nasıl ki demokratik haklar ve talepler uğruna mücadeleyi savunurlarsa; geçmişten varolan demokratik hakların gaspına karşı da mücadeleyi savunurlar. Göz güre göre baskı mekanizmasının daha tırmandırılmasına göz yumamazlar, kayıtsız kalamazlar.

Mevcut durum bu seçimlerde böyle taktik bir tavrı önümüze koymaktadır. Bu nedenle bu seçimlerde demokratik hak ve talepleri savunan ve bu doğrultuda mücadeleyi önüne koyan HDP saflarında yer alınmalıdır.

Denilebilir ki, HDP dışında CHP, İYİ Parti, Saadet Partisi ve Demokrat Parti ittifakı da vardır. Neden HDP desteklenmekte ve diğer partilerin ittifakı desteklenmemektedir!.. Ancak HDP ile diğer partiler arasında ciddi bir politik fark vardır. Diğer partiler gerici-faşist konuma sahip düzen partileridir. HDP muhalif partidir. Nitekim HDP Eş Genel Başkanları ile 7 milletvekili tutukludur, 5 milletvekili ise milletvekillikten düşürülmüştür. Ayrıca HDP’li belediye başkanlarının neredeyse tümü de tutuklanmıştır. Binlerce taraftarı cezaevine konmuştur…

Bu nedenle seçimde HDP desteklenecektir.

Denilebilir ki, seçimler ikinci tura kalırsa AKP/MHP ittifakına karşı HDP ile diğer düzen partileri arasında görüşmeler olabilir mi?!.. Bu durum şimdilik söz konusu değildir. Ama ikinci tur muhalif düzen partilerini, özellikle CHP nezdinde HDP ile görüşmeye zorlayabilir!.. Egemen düzen partilerinin aralarındaki iktidar kavgası, CHP üzerinden HDP ile görüşmeleri gündeme getirebilir. Yeri geldiğinde egemen sınıfların kendi aralarındaki çelişkilerden yararlanılabilir.. Elbetteki bu olası görüşmeler taktik düzeyde olup koşulların değişimiyle gündeme gelebilir… Elbetteki bu görüşmeler körü körüne HDP’nin kayıtsız-şartsız desteği şeklinde olmaz. HDP’nin talepleri vardır ve bu talepler gündeme geldiğinde görüşmeler –CHP üzerinden- olabilir… Unutulmasın ki, HDP kilit partidir.

Emekçilere, Kürtlere, emekçi kadınlara, demokratlara, devrimcilere düşen görev seçimlerde HDP’yi desteklemektir! 

AFRİN KÜRTLERİN SARDARABAD'I OLACAK!..

Tamı tamına yüz yıl önceydi. Birinci Dünya Savaşı içinde Ermeni halkını soykırıma uğratmış olan Türk devleti, 1917 Ekim Devrimi sonrası Rusya'nın savaş cephesinden çekilmesini fırsat bilip Erzincan Mütarakesi'nin şartlarını ihlal ederek Erzincan'dan Erzurum'a, Kars'a ve Gümrü'ye kadar Ermeni halkının tutunmaya çalıştığı alanları işgal etmeye girişti. Batı Ermenistan'dan sonra Doğu Ermenistan'ı da haritadan silmeye yöneldi.

1918 Ocak-Şubat aylarında başlayan bu saldırı (tarihe dikkat edin, tamı tamına yüz yıl önceydi) savaştan önce Rusya sınırları içinde bulunan Kars ve Gümrü gibi Ermeni illerini işgal ederek Yerevan'a Vanatsor'a ve Abaran'a doğru ilerliyordu. İşgal ordusunun pençesini attığı yerler, daha birkaç yıl önce soykırımdan mucizevi şekillerde kurtulmuş olan birkaç yüzbin Batı Ermenisinin de sefil halde yaşamını sürdürmeye çalıştığı yerlerdi. Savaşın başındaki Sarıkamış yenilgisiyle Turan hayalleri tuz buz olan İttihatçılar, savaşın sonunda yeni bir fırsat doğduğuna inanarak Bakü'yle birleşme planı yapıyordu. Petrolüyle iştah kabartan Bakü hedefi, onlar için şimdilerde Tayyip'in ve Bahçeli'nin Kerkük-Musul hevesine benzer bir şeydi.

Doğu Ermenileri ve soykırım mağduru Batılı göçmenler için kader tayin edici olan bu süreçte, daha önce Türk devletinin imha siyasetine karşı Van'daki toplu özsavunma savaşını yöneten Aram Manukyan gibi liderlerin varlığı ve direnmekten başka bir seçeneği bulunmayan halkın moral gücü eski Ermeni tarihinin ünlü Vartanants savaşı gibi bir dönüm noktasına imkan verdi. 21 Mayıs'tan 26 Mayıs'a kadar Ermeni gönüllü taburları ile bölgede yaşayan sivil halkın büyük bir savunma seferberliği göstererek Türk ordusunun önünü alması, bu hayasız akını Sardarabad'da durdurmayı başardı.

Kat kat büyük güçlere sahip olan Türk ordusu kendi öz yaşam alanını savunan Ermeni halkının direnişi karşısında beklemediği bir yenilgi alarak geri çekilmek zorunda kaldı. Bu savunma savaşında göze çarpan komutanlardan Hovhannes Bağramyan daha sonra Sovyet Kızıl Ordu'sunda mareşal olacak ve Nazi Almanyası'nın yenilgisinde kilit rolü oynayan askeri konsey üyelerinden biri olarak ünlenecekti.

Bu tarihi direnişte Doğu Ermenistanlı Ezdilerin katkısı ve onların lideri olan Cihangir Ağa'nın rolü de önemliydi. Sardarabad muharebesinde Türklere karşı savaşan 8.500 Ermeninin yanında 500 de Ezdi savaşçı vardı. Bir diğer savunma mevzisi olan Baş Abaran'da da 5.500 Ermeni askerin yanında Cihangir Ağa'nın yönettiği 500 Ezdi hazırdı.

Sardarabad meydan savaşındaki zafer Ermeni halkı için tarihsel öneme sahipti. Bu sayede Doğu Ermenistan Türk işgalinden kurtulup 28 Mayıs 1918'den itibaren bağımsız bir devlet olmayı başardı ve ardından Sovyetize olarak varlığını sürdürdü. Sovyetler Birliği'nin dağılmaya başladığı aşamada otonom varlığı Azerbaycan tarafından tehdit edilen Dağlık Karabağ'ın Ermenileri de benzer bir direniş ruhuyla ayağa kalkmayı ve geleceğini savunmayı becerdi.

Tarih her zaman kötülük ve trajedilerle değil, bazen de mazlumlar için iyi gelişme ve mutlu sonuçlarla tekerrür eder. Türk Devleti yüz yıl önceki kanlı geleneğini, işgal ve soykırım becerisini bugün de Güney ve Güney-Batı Kürtleri üzerinde tekrar etmek istiyor. İçerde kimliğini inkar ve haklarını ihlal ettiği halkların sınır ötesindeki varlığını da “kendisine tehdit” sayarak savaş açıyor, durduk yere kuduruyor. Ama bu arsızca saldırganlıkta işleri gerçekten zordur. Rojava'nın her yanından toparlanıp Afrin'e akan insan seli, halkın özsavunma seferberliği, Türk devletinin hevesini kursağında bırakacaktır.

Yüz yıl önce Cihangir Ağa öncülüğündeki Ezdi Kürtlerin dayanışması gibi, bugün de Nubar Ozanyan'ların, Paramaz Kızılbaş'ların Kürt halkıyla omuz omuza dövüşmesi çok değerlidir. Varlığı kimseye tehdit oluşturmayan, tersine Cihadcı terörizme karşı bir güvence olan, haklı temelde direnen ve kendi geleceğini savunan Rojava halkı, bu meşru zeminde birleşmiş bütün etnik-dinsel gruplarıyla Türk devletine tarihi bir ders vermeye kadirdir.

Yavuz Selim'den Abdülhamit'e, Sultan Süleyman'dan Enver-Talat ve Kemal'e bütün fetihçi, gaspçı, katliam ve soykırımcı ecdadlarını gururla savunan Külhanbeyi Tayyip Erdoğan, Afrin'e yönelik saldırının başlangıcı için “Bu daha bir şey değil, bunlar ısınma turları” diyerek sınır ötesindeki bütün Kürt bölgelerine “temizlik” (yani etnik arındırma ve soykırım) tehditleri savurmuş. Bilal Oğlan da babasının şanına yaraşır olabilmek için medyatik şekilde “savaş yönetme” oyunlarına dalmış. Biz de onlara iyi anlayacakları bir dilden “Mezar taşlarını Hasan, koyun mu sandın, adam öldürmeyi bre Hasan, oyun mu sandın?” türküsüyle yanıt verelim. Kendi çocuklarını askerlikten ne yapıp edip uzak tutarak, yoksul ve cahil kitleleri militarist sloganlar eşliğinde “şehit” olmaya yönelten lider bozuntuları, gelecek günlerin asıl kendileri için karabasan olacağını çok geçmeden görüp anlayacaklardır.

Afrin Kürtlerin Sardarabad'ı olacak. Ve önümüzdeki bahar ayları, belki de tamı tamına yüz yıl sonra 2018'in Mayısı, Türk ordusunun Erivan'a yürüyüş denemesi gibi, Afrin seferinin de hüsranla sonuçlanmasının tarihi olmaya aday ve Rojava güneşinin doğuşuna gebedir.

Kötü yönüyle tarihin tekerrürüne izin vermeyelim diyorduk nicedir. Şimdi eklemenin zamanıdır: Türkçü fetih ve İslami Cihad karşısında tarihin iyi yönüyle tekerrürüne hep beraber omuz verelim.

10 Şubat 2018

Hovsep Hayreni 

OHAL ve KHK’lerle tırmanan faşizm

İlan edilen OHAL (Olağanüstü Hal) ve uygulamaya konan KHK’ler (Kanun Hükmünde Kararname) ile devletin baskıları en üst düzeye tırmandırılmıştır. Cumhurbaşkanı tarafından alınan kararlar hiçbir işlem görmeden yürürlüğe girmektedir. Bunun sonucu -burjuva normlara göre bile Türkiye’de yeterince uygulanmayan- devletin yasama, yargı ve yürütme kurumlarının özerkliği tümden lağvedilmiş ve hiçbir fonksiyonu kalmamıştır. TBMM iyice etkisizleştirilmiş, formalite bir konum almış, mahkemeler doğrudan cumhurbaşkanının talimatlarına göre karar alan “kurum” haline dönüşmüştür. Kanun Hükmünde Kararnameler doğrudan yürürlüğe Cumhurbaşkanı imzasıyla konmuştur.  

Öyle ki 695 ve 696 sayılı son KHK’ler 2017’nin Aralık ayında resmi gazetede yayınlanmıştır. En kısa sürede son düzenlemelerin yapılması ve yürürlüğe konması hedeflenmektedir. 695 sayılı kararname ile 2 bin 766 kamu görevlisinin ihraç edilmesi kararı alınmıştır. 696 sayılı kararname ile göze çarpan kararlar taşeron işçilere, tutsaklara ve emekçi halka yönelik kararlarıdır. Böylece OHAL ve KHK ile mevcut faşizmin daha katmerli boyutlara tırmandırılması hedeflenmektedir. Emekçi sınıfların, Kürtlerin ve muhalif yapıların planlanan yeni baskı ve saldırılar ile sindirilmesi, düzen sınırları içerisinde sevk ve idaresi amaçlanmaktadır. Lakin umduklarını bulamayacaklardır. Şimdiden 695 ve 696 sayılı kararnamelere karşı tepki oluşmaya başlamıştır.  

Taşeron İşçilerin Kadroya Geçişi Aldatmacadır…

Son yıllarda sayıları giderek artan taşeron işçilerle ilgili alınan yeni kararlar açıklanmıştır. Bu kararlar işçilerin lehineymiş gibi gösteriliyor. Burjuvazinin hizmetindeki AKP hükümeti 696 sayılı kararname ile işçilerin aleyhine aldığı kararları, işçilerin lehineymiş gibi yansıtır ve alınan kararların gerçek yüzünü kamufle eder. Nitekim AKP tarafından alınan “taşeron işçilerin kadroya geçiş” yasası özü itibariyle böyle bir fonksiyon içerir. Öyle ki işçiler için dayatılan şartlar bunun göstergesidir:

* Taşeron işçilerin kadroya geçişi için başvuru süresi 2-11 Ocak tarihlerini kapsamaktadır. Bu tarihten sonra başvurular geçersizdir.

* Başvuruda bulunan işçilerin durumuna ilişkin bulunduğu ilin Emniyet Genel Müdürlüğü ve Valilik tarafından güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması yapılacak.

* Sonuç idareye bildirilecek ve karar idare tarafından verilecek.

* Uygun görülen taşeron işçiler sözlü ve yazılı sınava tabi tutulacak. Sınav 100 puan üzerinden yapılacak. En az 50 puan alınması şart koşulacak. 50 puan altında kalanlar başarısız sayılacak.

* Sağlık Bakanlığı’nca işe alınan işçiler gerek duyulduğunda başka illere gönderilebilecek.

* Kadro vasfıyla işe giren işçiler geçmişten kalma dava ve icra alacaklarından vazgeçecek. Bunun için mahkemelerden ve icra müdürlüklerinden yazı getirecek. Bu belgeler idareye verilecek.

* İşçi idareden herhangi bir hak ve alacak talebinde bulunmayacağını ve bu haklardan vazgeçtiğine dair sulh sözleşmesi idareye verecek.

* Kadroya geçirilenlerden sonrasında şartları taşımadığı veya uymadığı tespit edilenler tazminatsız işten atılacak. Yapılan ödemeler geri alınacak.

* İşçilerin ücretleri Yüksek Hakem Kurulu’nun daha önce karara bağladığı taşeron sözleşmesine göre belirlenecek.

* Sözleşmelerin feshedilmesi nedeniyle taşeron firmalara tazminat ödenecek.

Resmi Gazete’de yayınlanan şartlardan bazıları işçilerin nasıl ve hangi koşullarda çalıştırılacaklarının bariz göstergesidir. Amaç bir taraftan taşeron işçilerin tepkisini sindirmek ve kendi denetimleri altına almak. Diğer taraftan gelecek dönem yapılacak belediye, c

umhurbaşkanlığı ve meclis seçimlerinde ihtiyaç duydukları oy oranlarını “kadro” kisvesiyle artırmaktır. Ama yukarıdaki şartların gösterdiği gibi taşeron işçiler üzerinde baskı unsuru nasıl da artırılıyor. Dolayısıyla alınan kararlar işçilerin aleyhinedir. “Kadro” statüsü bir maske olarak kullanılmakta ve işçilerin aleyhine alınan sömürüyü, baskıyı ve denetimi artıran kararlar kamufle edilmeye çalışılmaktadır.

450 bin işçinin kadroya alınacağı belirtiliyor. Bu da yukarıda belirtildiği gibi, “kadro vasfıyla işe giren işçilerin geçmişten kalma dava ve icra alacaklarından vazgeçmesini” şart koşuyor. Kadro vasfı için dayatılan bir diğer ön şart “bulunduğu ilin Emniyet genel Müdürlüğü ve Valilik tarafından güvenlik soruşturmasına ve arşiv araştırmasına” tabi tutulmasıdır. Ayrıca “şartları taşımayan veya uymayanlar tazminatsız işten atılacak ve yapılan ödemeler geri alınacak”tır. Kadro vasfı için dayatılan böylesi ağır şartlar gerçekte taşeron sistemini kaldırmayacaktır. Ayrıca bir başka 450 bin işçi kadro olarak da değil, taşeron olarak belediye şirketlerine alınacak. Kısacası özünde taşeron sistemi kaldırılmayacak. Kadro lafzı yapılarak taşeron işçiler kandırılmaya çalışılıyor. Dayatılan ağır şartlar altında 2 milyonu aşkın taşeron işçi varlığını devam ettirecek.  

296 sayılı Kanun Hükmünde Kararname gerçekte OHAL şartlarında işçilerin aleyhine alınan bir karardır. OHAL döneminin son 11 ayında işyerlerinde 1.850 işçinin katledildiği bir süreçte taşeron işçilere ilişkin çıkarılan yasanın maddeleri bu gerçeği göstermektedir. Elbetteki bu gerçeklik sosyal pratik içerisinde daha açığa çıkacak ve işçi sınıfının mücadelesini engelliyemeyecek ve daha üst düzeylere tırmandıracaktır.

Hapishanelere İlişkin Kararname

696 Sayılı kararname ile hapishanelere ilişkin de faşist kararlar alınmış ve 24 Aralık 2017 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanmıştır. Resmi açıklamalara göre yapılan düzenlemelerle alınan kararların en kısa süre içerisinde uygulamaya konulması kararlaştırılmıştır.

Hapishanelerle ilgili alınan bu karar tutsakların tek tip elbise giymesini dayatmaktadır. AKP tarafından alınan bu kararın gerekçesi olarak 15-16 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleştirilmek istenen darbe girişimi gösterilmektedir. Ancak tek tip elbise 15-16 Haziran darbe girişimi kapsamındaki tutuklu ve hükümlülerle sınırlı değildir. Onların dışındaki diğer tutuklu ve tutsaklara da tek tip elbise dayatılmaktadır. Alınan karara göre darbe girişimi kapsamındaki tutuklu ve tutsaklara “badem kurusu”, “FETÖ”cü ve devrimci, demokrat tutsaklara “gri” renkli tulum giymeleri dayatılacak.

Ayrıca 696 sayılı kararname sonucu avukatlarla yapılan görüşmeler kameralarla kayıt altına alınacak ve Yargıtay’a 100, Danıştay’a 16 yeni üye atanacaktır. Böylece tutsaklar üzerindeki baskı daha üst boyutlara tırmandırılacak.

Hapishanelere tek tip elbise dayatılmasının ardında tutsakların küçük düşürülmesi, manevi olarak güçsüz kılınması ve uğrunda mücadele yürüttükleri davaya olan inancı sarsmak yatmaktadır. Planlanan bu baskılara devrimci tutsaklar direnecektir. “FETÖ”cü ve darbeci subayların direnç göstermeleri söz konusu değildir. Çünkü onların ideolojik ve siyasi yapıları ile ruh haleti böylesi bir dirence uygun değildir. Onlar gerici düzenin ve devletin sadık kişileridir. Darbeci subaylar ve “FETÖ”cüler ile devrimci ve yurtsever tutsaklar arasında ideolojik ve politik olarak nitel fark vardır. Bunun sonucu direnişi Kürt yurtseverler ve devrimci hareketlere mensup devrimci tutsaklar gösterecektir.

Nitekim tek tip elbise dayatması ve diğer baskı yeni değildir. Devrimci tutsakların hapishane geçmişi tek tip elbise dayatmasına ve diğer hapishane baskılarına karşı görkemli direnişlerin gösterildiği mücadele tarihine sahiptir. Devrimci tutsaklar hapishanelerdeki devlet baskılarına karşı boyun eğmemiş ve direniş göstermişlerdir. 1970’lerdeki hapishane direnişi, 1980 darbesi sonrası baskıların daha artmasına karşın daha görkemli boyutlarda sürdürülmüştür. Devletin hapishanelerdeki baskı ve saldırıları arttıkça devrimci direniş de artmış ve baskı ve saldırılar karşısında boyun eğilmemiştir. Maddi-manevi boyutlarda elde edilen bu üstünlük devletin en güçlü olduğu ve devrimci tutsakların bedenen en zayıf oldukları mevzilerde edinilmiştir. Bu üstünlüğün panzehirini uğruna mücadele yürüttükleri davaya olan inanç oluşturmuştur.

Nitekim hapishaneler tarihinde tek tip elbise baskısı ve diğer baskılar yeni değildir. 1980’lerde gündeme getirilen tek tip elbise dayatmasına ve diğer baskı ve saldırılara karşı boyun eğilmemiş ve görkemli bir direnişle baskı ve saldırılar geri püskürtülmüştür. 1996’da gündeme getirilen “tabutluk” denilen hücre sistemine, aksatılan tutsak tedavisine ve tutsak yakınlarına yönelik saldırılara karşı başlatılan süresiz açlık grevi ve ölüm orucu sonucu devlete geri adım attırılmıştır. 2000 başlarında F tipi hapishaneler için askeri ve polisiyle saldıran devlet güçlerine karşı direnişle yanıt verilmiştir. Devlet F tipi hapishaneleri eski hapishaneleri yakıp-yıkarak ve kimyasal silahlarla saldırarak zorla geçebilmiştir. Ölüm oruçlarıyla direniş gösterilmiştir. Belki F tipi engellenememiş ama tutsaklar devletin en güçlü olduğu mevzilerde gösterdikleri direnişle devrimci kimliklerini korumuş ve devlete karşı ideolojik-politik üstünlük sağlamışlardır. Devrimci kimlik günümüzde korunmaktadır.

Kısacası Türkiye hapishaneleri tarihi direniş ve mücadele tarihidir. Nitekim geçmişte ve günümüzde Amed, Metris, Sağmalcılar, Ümraniye, Erzurum, Malatya, Ceyhan, Bartın, Urfa, Sakarya, Edirne, Tekirdağ, Elazığ, Bingöl ve diğer hapishanelerinde saldırıya uğrama, hücrelere atılma, yakınlarıyla ve avukatlarıyla görüşmelerden men edilmek, tecrit edilme ve diğer baskı ve saldırılara karşı açlık grevlerine, ölüm oruçlarına gidilerek, barikatlar kurularak direniş gösterilmiş, mücadele edilmiş ve geri adım attırılmıştır. Yeri geldi mi hapishane direnişlerinde şehitler verilmiştir. Ama baskı ve zulüm karşısında secde edilmemiştir. Tüm baskılara olduğu gibi  tek tip kıyafet kararlarına karşı direniş gösterilmiştir ve baskı ve saldırılar savrulmuştur.  

Kürt ve Türkiyeli devrimci tutsakların hapishane tarihi direniş bakımından zengin bir tarihe sahiptir. Direniş hapishanelerde köklü bir gelenek oluşturmuştur. Bundan dolayı OHAL baskıları ve 696 sayılı KHK devrimci tutsaklara boyun eğdiremeyecektir.

696 Sayılı KHK ile Paramiliter Güç Oluşturma…

696 sayılı KHK ile devlet bünyesinde hareket eden sivillerden oluşan askeri bir güç oluşturulması hedefleniyor. Böylece amaçlanan bu güç üzerinden olası muhalif hareketlerin hedef alınması ve bastırılmasıdır. R.T. Erdoğan ve diğer devlet şürekası böylesi bir yapıya ihtiyaç duyuyor.

696 sayılı KHK’nın 121. maddesiyle siviller üzerinden oluşturulması hedeflenen bu güçler paramiliter rol oynayacak. Böylece bu güç üzerinden muhalif hareketler devamlı tehdit altında tutulacak, yeri geldiğinde saldırıya maruz kalacaktır. Özellikle Gezi İsyanı sonrası böylesi bir milis örgütlenmesine ihtiyaç duyulmuştur. Devletin varolan askeri ve polis gücüne karşın mevcut durum ve sistemin giderek gelişen ve derinleşen sorunları hakim sınıfların ve devlet kurumunun gündemine, paramiliter bir milis gücün oluşturulmasını getirmiştir. Oluşturulacak bu paramiliter milis örgütlenmeyle olası toplumsal muhalefetin bastırılması tasarlanıyor. Mevcut konjonktürde giderek uç boyutlara tırmanan çelişkiler ve kitlelerin girdiği gerilim süreci egemen güçleri gerici sivil milislerden oluşan böylesi örgütlenmeye itiyor.

Oluşturulacak paramiliter güç içinde yer alacak sivil güçlere yargı dokunulmazlığı öngörülüyor. Bunun sonucu bu güçler her türlü cezadan muaf tutulacak. Yani bu güçlere sınırsız bir yetkiyle her türlü muhalif harekete saldırma rolü yükleniyor. Böylece kitlelerin ve muhalif kesimlerin olası miting, yürüyüş, gösteriler ve benzeri tepkileri içeren eylemlerine karşı paramiliter kesimin saldırıya geçmesi örgütleniyor. Devrimci yapılar ve tüm kitle hareketleri devlet desteğinde açıktan hedef tahtasına konuluyor.

Nitekim paramiliter kesimin bu doğrultuda örgütlenmesine gidiliyor. Bu kesimlerin Tokat, Konya ve başka yerlerde askeri kamplarda açıktan eğitildikleri iddia edilmiştir. Bu iddia yadsınamadığı gibi gerçeklik ihtimali giderek güç kazanıyor. Hatta televizyon, basın gibi iletişim alanında bu kesimin örgütlenmesi açıktan lanse ediliyor ve giderek gündemde yer alıyor. Bizzat R.T. Erdoğan’ın bilgisi dahilinde sivillerin SADAT (Uluslararası savunma Danışmanlığı) tarafından askeri ve siyasi olarak eğitildikleri iddiası giderek daha belirgin bir hal alıyor. SADAT dışında Osmanlı Ocakları, HÖH (Halk Özel Harekatı), IYI (Türkmen Dağındaki Kayı), DAİŞ gibi paramiliter faşist örgütlenmeler de oluşturulmuş ve piyasaya sürülmüştür.

Böylesi bir örgütlenmeye bağlı olarak milis güçler içinde hızla artan silahlanmaya gidilmiştir. 2015 Gezi İsyanı sonrası resmi güçlerin teşvikiyle 23 ay içinde 2 milyon 300 bin adet tüfek ve tabanca ruhsatı verilmiştir. Buna bağlı olarak polis ve askeri güçler tarafından etkin bir silah olan Glock marka silah kullanımı Danıştay tarafından serbest bırakılmıştır. AKP/Saray Kliği, ordu ve MHP tarafından hızla sivil kesim içerisinde paramiliter örgütlenmeye gidilmektedir. Örgütlenen kesim daha çok AKP ve MHP tabanının fanatik kesiminden oluşmaktadır. Nitekim 15-16 Temmuz 2016 darbe girişiminde Erdoğan’ın talimatıyla sokağa dökülenleri AKP/Saray kliğinin örgütlü paramiliter kesimi oluşturmaktadır. Onların sokağa çıkışı Erdoğan ve şürekası tarafından bir nevi deney olmuştur…

Aslında 696 sayılı KHK’nin gittiği bu örgütlenme yeni bir olgu değildir. Devlet tarihinde belli dönemler sivil güçler üzerinden milis örgütlenmelere gidilmiştir. Her tarihsel süreçte oluşturulan milis örgütlenmeler farklı muhtevalar içerse de,  hedef ve amaç hep aynı olmuştur: Oluşan tepkiyi, muhalefeti, mücadeleyi, başkaldırıyı bastırmak, sindirmek, katletmek, yok etmektir. 1915 Ermeni, Rum, Süryanilerin soykırımında Hamidiye Alayları, hapishane mahkumları, Kafkasya ve Balkan göçmenlerinin geri kesimleri üzerinden Teşkilat-ı Mahsusa örgütlenmesine gidilmesi ve soykırımda yer alınması bir nevi böyle bir harekettir…   

20 Temmuz 1931’de Ef’alin Kanunu çıkarılmış ve Erciş, Zilan, Ağrıdağı, Pülümür isyanlarının bastırılmasında devlet güçleriyle beraber saldıran sivillerin saldırısı suç sayılmamıştır. 1968-1970’ yıllarında MHP komando kampları açılmış ve gelişen devrimci hareketlere karşı sivil faşistler eğitilmiş ve devrimcilere karşı saldırılar yapılmıştır. 1985 tarihinden itibaren devlet tarafından oluşturulan sivil köy korucuları devlet güçleriyle beraber Kürt Ulusal Hareketi’ne ve sivil tabanına karşı saldırmıştır. Ve TC tarafından sivillerden oluşturularak Kürtlere saldıran Hizbullah örgütü…

Görüldüğü gibi belli tarihsel koşullarda irili ufaklı paramiliter güçler oluşturulmuş Kürt Ulusal Hareketi’ne, devrimci güçlere, Ermenilere, Kürtlere saldırmışlardır… Nasıl ki, o saldırılar devrimci mücadeleyi ve kitlelerin haklı ve meşru mücadelesini yok edememişse,  oluşturulacak olan bu paramiliter güçler de emekçi sınıfların, Kürtlerin ve devrimci hareketleri mücadelesini engelliyemeyecektir… Mücadele daha keskin ve daha radikal boyutlarda yürütülecektir…

Sayfalar