Perşembe Nisan 25, 2024

H.Gürer

H.Gürer sitemizin köşe yazarıdır. Teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır.

“Önem bakışında olsun, bakılan şeyde değil…”[1]

(Yobazlığa denk gerici bir bakış açısı ve anlayışı üzerine eleştirel notlar…)

 
Yazımın ana konusu 23 Kasım 2019 tarihinde YDG’nin düzenlediği 29. GKSF’de “şehitler” kutsalına saygısızlık olacağına hükmedilen Oryantal dansın sergilenmiş olmasıdır. Geçmişte uzun bir dönem öznelerinden biri olduğum YDG kolektifine karşı oryantal dans denkleminde “şehitlik”, “devrimci ahlak” ve “kutsallara saygısızlık” parametreleri bağlamında başlatılan ve sürdürülen örgütlü cinnet halinin örgütlenmiş linç girişimine karşı bir tavır koyma sorumluluğu duyuyorum. Bu tutum, haksız ve yanlışlara karşı tavır alıp doğruyu söylemek için ille de siyasi bir oluşumun doğrudan mensubu olması gerekmediği bilincidir.
 
Öğrencilere dakikada 20 bin kelime okumayı vaat eden 'Kuantum okuma kursları' ile ve güneş yörüngesinden çıkıp yüzyıllarca yıllık yolculuklarla yeni gezegenler arayan bilimsel gelişmeler karşısında nerede durduğumuza ve nelerle meşgul olduğumuza bakınca niteliğimizin ahvali de ortaya çıkıyor…
 
 
***
Sevgili Yetiş Yalnız ile aynı komitede Gençlik Kültür Sanat Festivali’ni 6-7 yıl boyunca örgütleyenlerden biriydim. Hem festivali hem de Yetiş’i tanıyanlar bu festivalin Yetiş’in gelişimindeki yerini, Yetiş’in ise bu festivale kattıklarını çok iyi bilir. Yıllarca örgütlediğimiz GKSF’nde birçok dalda katılımlar sağlanıyordu. Her yıl yeni alanlara dair başvurular, festivalin de yeni katılım dalları ve kontenjanlarını oluşturarak yelpazesini genişletiyordu. Konuk sanatçı ve katılımcılarla 10-12 saati bulan ve Avrupa’da bir ilk olan Türkiyeli göçmen gençliğin Gençlik Kültür Sanat Festivali, birçok çevrenin gençliğinin katılım sağlamasıyla büyüyerek önemli bir ivme kazanmıştı.
 
Bu yıllar içinde şimdinin “yoz kültür, devrimci ahlak yoksunları, kutsallara saygısızlık” diyen arkadaşların karşısına biz kimleri-kimleri çıkarmadık ki! Breakdance’dan, Michael Jackson’un Monnwalk dans figürüne, Hip-Hop danstan Rap müziğe kadar pek çok popüler dans ve müzik gösterileri sergileyen gençlere ve gruplara yer verdik.  Sahne almalarını sağladık. GKSF bu geniş yelpazesiyle, genç yetenekleri kucaklayışı ve onların sergiledikleri sanat dallarının tarihsel, toplumsal yönlerini öne çıkararak büyüdü. Bunlar gösterilirken şimdi feryad-ı figanı koparan bu arkadaşlar festivali öven sloganlar atıyorlardı. Emin olun, o zamanlarda dahi Oryantal dans yapan kişi veya gruplar gelseydi hiç tereddütsüz onlara da yer açardık. Zira çıkan tiyatro gruplarında rol gereği Oryantal yapan kadın ve erkek arkadaşlarda sıklıkla oluyordu. O zaman Yetiş Yalnız arkadaşın pankartlarda fotoğrafı yoktu ama Kaypakkaya’nın, Aşkın Günel’in, Kenan Demir’in, Barbara’nın ve daha saymakla bitiremeyeceğimiz birçok yaşamını yitiren devrimcinin pankartları söz konusuydu.
 
Ve bu zatı muhteremlerin bugün ki gibi bir ayrılıkları söz konusu olmasaydı o zaman Oryantal gösterimine sesleri dahi çıkmazdı. Çünkü, o zaman yaşamış oldukları ayrılıkla beraber kendilerini haklı, karşı tarafı haksız göstermek ve kendilerini bir tarafa karşı var etme çabası olmayacaktı. İkincisi; bu argümanlar bu bakış açısı ve anlayış asla bu denli zemin bulmaz, kara propagandaya dönüşmezdi. Ama bugün bir “siyasal örgütün” işini gücünü bırakarak tüm örgütlülüklerini Oryantal performansına tavır almaya organize olması, yapılmakta olan kara propagandanın özgün bir biçimine dönüştü…
***
Saldırıların ana ekseni ve hareket zeminlerinden biri (eleştiri diyemiyorum çünkü hemen her söylem hakaret ve küfürle dolu) “şehitlik” kavramı olduğundan, bu kavramın ele alınış ve ‘kullanılış’ şeklini kısaca irdeleyelim…
 
Şehitlik/Şehadet kavramına kısa bir bakış:
Devrimciler materyalist felsefeyle yaşamı ele alır, şeyleri değerlendirir, algılar ve yorumlarlar. Dünya devrimci hareketinin geneline baktığımızda bu bakış açısıyla, ölen veya öldürülen yoldaşlarını “özgürlük mücadelesinde toprağa düşenler” kavramı ile ifade ediyor. İslam etkisi altında kalmış Ortadoğulu devrimcileri ise bunu Şehit/Şehâdet olarak ifade ediyor. Etimolojik olarak Arapçadan gelen ancak birçok Dinde de yer alan ve Din kaynaklı olan “Şehit/ Şehâdet” kavramı, yine onun (Din’in) oluşturduğu manevi kurallar silsilesiyle ‘dokunulmaz’, ‘kutsi’ ve ‘insanüstü’dür ilan ediliyor. Çünkü, Allah katındaki en yüksek mertebe şehitlik/Şehâdet vasfına erişmektir! Türkiye’de ölen ve öldürülen devrimciler yarım asırdır dini törenlerle, din motifli ibadethanelerde toprağa verildi/veriliyor. Mezar taşına “Ruhuna El Fatiha” ibaresi düşülüyor. Bu uygulama “toplumun inançlarına saygı, toplumdan kopmama” olarak ifadelendirilse de aslında onların mücadele ile geçen yaşamlarına ve düşüncelerine saygısızlık yapılıyor.
 
Açıktır ki, İslam kültürü Ortadoğulu devrimciler üzerinde tüm yönleriyle etkilidir. Bunu yalnızca devrimcilerin ölümü ve cenaze törenlerinde değil, kadına bakış açısından tutalım da ahlaki değer yargılarının şekillenişine, “şehit” fotoğraflarının bulunduğu alanlarda alkole dokunulmamasına, eğlenmekten sakınılmasına, kadın erkek ilişkilerini ve aile kavramını ele alışa dek İslam kültüründen beslendiğini görmek mümkün.
 
Yarım asırdır, İslam etkisi tinsel ritüelleri, manevi kuralları ve tabularıyla devrimci mücadelenin içinde onun literatürüyle soslanarak sürdürülmüştür. TDH şehit/şehâdet kavramı içeriğinin İslam tarafından yüklenen manevi misyonuna son derece bağlı kalmış, gereklerini tüm ritüelleri ile pratik ve manevi olarak yerine getirmiştir. Peki bu neden yapılmıştır? Bu sorunun yanıtını “Peki bu nasıl sonuçlar doğurmuştur?” sorusuna vereceğimiz yanıtla okur kendisi yanıtlamalıdır.
 
Birinci yönü; şehit/şehâdet kavramıyla ölen kişiler kutsallaştırılarak onun tabulaştırılıp-tinselleştirilmesidir. Bu ele alış, kitlelerin örgütlü gücünün değil, mücadelede öne çıkan kişileri kahramanlaştırarak fetişleştirilmesini yaratmıştır. Bu da yenilgilerin neden ve niçinlerini sorgulayıp sebepleri üzerinde duramamayı, dersler çıkarıp, yeni yenilgilerin önünü alamamayı getirmiştir.
İkinci yönü; İdeolojisine, siyasetine, politik hattına değil, kitlelerin en geri kesimlerinin bilinç ve duygularına hitap eden, o en geri yanlarla bağlar kurup örtüşecek ilişkiler kurmuş, bunları savunup mağduriyetler yaratmıştır.
 
İkisi de birbirine bağlı, birbirinden yanlış bu faktörler, TDH’nin bilimsel sorgulayıcılığını kısırlaştırmış, tarih bilincinin temellerini oluşturmuş, kitleleri örgütlemede, siyaset yapmada ki yol-yöntemini belirlemiştir. Şehit/şehâdet kavramı ile savunma refleksi oluşturulmuş, yenilgilere ve kavgada yaşamını yitirenlere kahramanlık ve insanüstü sıfatlar atfedilerek, “şehidi” ve tabi ki kendini de eleştiriden muaf tutmuştur. “Devrim şehidi” kavramı, yapılması gereken bütün serin kanlı ve bilimsel tartışmaların önüne dikilmiştir. Kökleri tarihsel ve toplumsal açıdan derinlerde olan ‘şehit’ kavramı TDH’nin siyaset yapma araçlarından birine dönüştürüldüğü gibi bilimsel sorgulayışında, yeniyi keşfetmenin ve gelişiminde önüne dikilmiştir. İdeaların bilgisine ulaşmak yerine tabuların köklerine sarılmayı, çoğulculuğu içermeyen, marjinal, totem topluluklar oluşturmayı bu şekilde yaşam sürmeyi tercih etmiştir.
 
YDG’nin 29.GKSF’ne dönük saldırılar, sol/sosyalist ahlaki değer yargıları yerine ikame edilen işte tam da bu İslamist algının kavramlara yüklediği algıdan besleniyor. Oysa kavgada yaşamını yitirenlerin de canlı-kanlı olduğunu, bizim gibi insan olduklarını, doğallığıyla bir çok zaaf ve eksiklerinin olduğunu, yaşam içinde birlikte bir çok şeyi paylaştığımızı, ister mücadele de isterse yaşamın doğal seyri içinde ölümün kaçınılmaz olduğunu, bu kaçınılmazlığa karşın yaşamın ve mücadelenin de sürdüğünü, bize düşen görevin onları putlaştırmak, fetişleştirmek değil, onlardan öğrenerek mücadeleyi daha da bir ustalıkla sürdürmek olması gerektiği bilinciyle ele alınması gerekir. Şüphesiz onların kavgada yaşamlarını yitirmelerine kattığımız anlam ve “yücelik” farklıdır. Bunu Mao Zedung “Bazı ölümler vardır, tüy kadar hafif! Bazı ölümler vardır, Tay dağı kadar yüce!” dizeleriyle formüle etmiştir.  Ancak bu onlara “kutsallık”, “dokunulmazlık”, “insanüstülük” misyonu yükleyip tabulaştırmak demek değildir. TDH bu vb. birçok noktada etkisi altında kaldığı İslamist düşünceden Epistemolojik kopuşunu sağlamadığı sürece, bilimsel düşünüş ve üretim eylemine de geçemeyecektir!
 
***
 
Devrimci Ahlak, Proleter Kültür üzerine kısa not…
Öncelikle belirmeliyiz ki, Kültür ve Ahlak sınıfsaldır ve birer ‘üst yapı’ kurumlarıdır. Toplumsal yapının ya da o toplumsal yapıya hâkim olan egemen sınıfın ihtiyaçlarına göre yeniden üretilir ve yaratılabilir. Bugün “ahlaklı” bir tavır, yıllar sonra “ahlaksız” olarak ifadesini bulabilir. Bu, her ideolojik politik, kültürel ve ahlaki şekillenişle yargıları ve prensipleri oluşturulmuş toplumlara göre değişir. Olumlanan ve olumsuzlanan şeyler, hangi sınıfın ideolojisi, kültürü ve ahlaki değer yargıları üzerinden bakıldığıyla ifadesini bulur. Burada kimin kültürü, kimin ahlakı ve bunları şekillendiren hangi sınıfın ideolojisi durumu ortaya çıkmaktadır. Her sınıf kendi ideolojik, kültürel ve ahlaki normları çerçevesinde olguları ele alır ve değerlendirerek bir yargıya ulaşır.
 
Yaşadığımız çağa hükmeden kültür ve ahlak yapısı, toplumsal değer yargılarımızın şekillenişini sağlayan ve üst yapı konumunda olan egemen ideolojinin ve dinin kendisidir. “Ahlak-ahlak” diye bağıranların beslendiği ideolojik derenin kaynağı Dindir. Doğanın muazzam ‘yıkıcılığı’ ve ‘yapıcı’lığı karşısındaki acizliği ve çözümsüzlüğüyle insan, dini, önce korkarak, sonra saygıya doğru, oradan da inanca dönüşerek yaratmıştır.
 
Marx, "Hegelci Hukuk Felsefesinin Bir Eleştirisi”nde Din’e ve ortaya çıkışına ilişkin iki önemli saptama yapar. Birincisi. “Din eleştirisinin temeli şudur: İnsan dini yaratır, din insanı yaratmaz"
İkincisi ise: “Din bu dünyanın genel bir teorisidir, onun ansiklopedik özetidir, onun halka uygun mantığı, tinsel onur sorunu, coşkusu, moral yaptırımı, kutsal tutulan düşünülüşü, genel avunç ve haklı çıkma kaynağıdır." der. Din, nasıl dünyanın algılanışının (ya da çarpık algılanışının) genel teorisi ise; ahlak da insanın inandığı, onlara biçtiği ve yüklediği değerlerle yeniden kendisini şekillendirdiği, kendi davranışlarına çizdiği sınır ve bu sınırdan aldığı doyum ve avunç kaynağıdır. Yani insanın korkarak inandığı, sonra tanrısallaştırarak kendi anlayışına ve çıkarlarına dönük şekillendirdiği ve çerçevesini çizdiği saygınlığının teorisidir. Dini yaratan insan ahlakı da onun gölgesinde ondan beslenerek yarattı. Ahlakın doğuşunun ve şekillenişinin din ile arasında tarihsel ve kopmaz bir bağ olmasına karşın doğrudan insanın maddi yaşam ilişkileri tarafından şekillendiğinin de altını çizmeliyiz. Ahlak insana tanrıdan ya da doğadan dayatılmış metafizik bir kurallar yığını olarak gelmedi! Muhteremlerin YDG’nin GKSF’nde oryantal dansın yapılmasını “ahlaksızlık” olarak değerlendiren “ahlak” değer yargıları ile, “şehit” değer yargılarının temeli aynı kaynaktan (İslami temelden) gıdasını aldığı gerçeği ortaya çıkıyor. Bu şekliyle bilimin ahlak normları çöpe atılıp, bilimsel akıl ise hadım ediliyor.
 
Birkaç kıyaslama ile anlayış Özselliği:
Burjuvazinin cins ayrımcılığı ve kadını meta öğesi olarak sunan ideolojik savaş̧ enkazını devralan muhteremler linç girişimini daha fazla tırmandırmayı hedefliyorlar. Ne kadar linç o kadar kendilerine yaşam alanı… Sanırız “dansöz oynatanları” varlıklarının ve değerlerinin tehdidi algısı ve psikolojisi içindeler!
 
Bu muhteremlerin ve burjuva medyanın konuya yaklaşımda ki anlayış birlikteliğini ve aynılıklarını birkaç basit haberle kıyaslamak yararlı olacaktır. Mesela, “Dansöze takılan para ağır tahrik sayıldı”[2] deyilerek eşini bıçaklayan kişiye “suçu ağır tahrik altında işlediği gerekçesiyle 3 yıl 9 ay hapis cezasına çarptırılmış”tır.
 
Ayasofya Müzesi'nde bale figürü 'spagat'ı yapan bir kadının sosyal medyaya yansıyan fotoğrafıyla ilgili inceleme başlatılmıştır.[3]
 
Mezuniyet törenlerinin “İslam’a aykırı” ve “rezalet” olarak değerlendiren Balıkesir Sivil Toplum Platformu’nun “açık saçık dansöz çağrılıyor” diyerek “İslam’a aykırı” ve “rezalet” diye açıklama yaparak “Bunun önüne geçmezsek hayal ettiğimiz ‘Asım’ın Nesli’ her geçen gün umut olmaktan çıkıp hasret haline dönüşür”[4]diyerek Müslüman bir toplum yaratamayacaklarının feryad-ı figanını koparmışlardı.
 
Daha birçok burjuva basında “Rezalet! küçücük çocuklara neler yaptırdılar” şeklindeki oryantal yarışması haberlerine dair tonlarca haber var. Muhterem devrimci arkadaşların tutumlarının bu tutumlarla farkı var mı? Tabi ki yok. Buna karşın bunların oryantale feryad-ı figanını anlayabiliriz, çünkü adamlar dinsel inançlarına göre ‘Asım’ın Nesli’ni yaratmak istiyorlar. Onların ahlakını bozan, gençliğini yoldan çıkarıp ahlaksızlaştıran Oryantal dans, muhterem beyleri de aynı vahamete sürükleyecek riski taşıyor olmalı ki, çok daha sert refleksler göstermelerine neden oldu.
 
Linç tutumunun görünen ve görünmeyen en temel unsurunu “kutsiyet”lerine saldırı ve saygısızlık olarak gördükleri esas şey “şehitlerin fotoğrafları önünde” “kıvırarak dans etmek”ten çok, orada asıl saygısızlığı oluşturan şey, “lanetli” olan yarı örtük kadın bedenidir! Onları yobazlarla aynı derekeye düşüren esas şey de budur! Isadora Duncan der ki; “Çıplaklık gerçek olan, gerçek ise güzelliktir. Bu güzellik de sanattır. Bu yüzden çıplaklık bayağılık değildir. Çıplak beden bu insanları tiksindirirken, tüm hatları ortaya çıkaran giysiyle sarılmış beden onları kendinden geçiriyor, işte bu ikiyüzlülük, gerçeğin önündeki korkudur.” Muhteremlerin “Ahlak-ahlak” deyip bir türlü altını doldurup açıklayamadıkları şey kadının çıplaklığıdır! Böyle dediğimiz için “aynı şekilde bir çıplaklık içinde erkek de olsa onu da kabul etmeyiz kesinlikle” deyip “ahlak”ları kaldıramayabilir… Ne diyelim çıplaklığın yalın laneti böyle gerici yobaz anlayışların üzerine olsun…
 
Bu zihniyetlerin egemen olduğu bir toplumsal düzen düşünsenize! Muhtemelen şöyle diyeceklerdi: İrademizdir, bu gösteriye katılanlar ve ona izin verenler tez zamanda derdest edilip, sürgün edile, hapisle cezalandırıla! Tekrarlayanların kelleleri vurula!..
 
Oryantal dans’a dair:
“Eğer dans edemiyorsam,
Bu benim devrimim değildir.”
Emma Goldman
Muhteremler tarafından Oryantal dansa dair çok fazla keyfiyetçi ve bilimsel olmayan şey yazılmış. Hepsine tek tek yanıt vermek mümkün değil. Ancak bolca paylaştıkları ve toplamının ortak fikrine dönüşmüş olan; “amacı tek bir erkeği eğlendirmek iken, daha sonra toplu halde olan erkekleri eğlendirmek için oynanan, ‘erkek eğlendirme’ temelli teşhirci, tacizci bir oyuna dönüşmüştür.”[5] ifadesi, Oryantal dansın tarihsel kökleriyle alakasızdır ve manipülatif bir yaklaşımdır.
 
Oysa Oryantal dansın dünyanın bilinen en eski danslarının başında geldiği, İslâm öncesi inançları içerdiği araştırıldığında görülecektir. Oryantal dans İslâm yayılmacılığıyla birlikte cinselleştirilerek, Doğu kültürünü cinselliğe indirgeyip sulandırılarak, erkeğin tensel zevkleriyle tasvir edilmiştir. İslâm’ın namus anlayışı, kadına bakışı ve ahlak anlayışı, Oryantal dansçılara işte böyle bakılmasını da şekillendirmiştir.  Giysileri ve estetik dans hareketleri yüzünden striptiz dansçısı, erotik dansçılar olarak algılanmıştır. İslâm toplumlarında Oryantal dans kariyeri yapanlara “amacı erkeği eğlendirmek için oynayan kadın” olarak bakılır. Bay muhteremlerde bu şekilde bakmakta ve ele almaktadırlar. Bu bir tesadüf değil, Özsel bir anlayış birliğidir. Ancak ‘batılı’ ülkelerde ise olması gerektiği gibi ‘Oryantal dansçı’ olarak bakılır. Bu durum profesyonel Oryantal dans kariyeri yapmak isteyen kadınların oryantal ülkelerde değil de batılı ülkelerde çok daha fazla rastlanılır. Rönesans’ını gerçekleştirememiş İslâm’ın gölgesi altında değil Oryantal dans, Tango da olsaydı, Salsa da olsaydı aynı akıbeti kaçınılmaz yaşardı!
 
Muhteremlerin Oryantal dansa da Ahlak ölçülerine de Kadının dans ederken, oynarken raksına da dönük eleştirileri İslamist ahlak ölçülerinden ve anlayıştan, gizil İslâmist etkinin reflekslerinden akıp geldiğinin kendileri dahi farkında olmadıkları bir gerçektir. Oryantal dansın Ortadoğu ve ‘Türk kültürü’ içinde hiçbir zaman doğal olarak yer almadığını, hep eğreti durduğunu, dışarıdan, “ayıp, günah, utanılacak bir şey” ve gizlice yapılan bir iş olarak kaldığı gerçeğine karşın, Oryantal dansçıları haremlere kapatan padişahlar, gazinolarda ve pavyonlarda sergiletenler de yine aynı kültürün Erkekleri olması ne garip bir çelişki? Yani hem ahlaki olarak ayıpla, günahkâr ilan edip utanılacak bir şey olarak göster bu dansı yapan Kadın ve Erkekleri. Hem de bu dansı yapanların raksıyla cinsel fantaziler yaşa!
 
Buraya kadar o toprakları etkisi altına alan İslâmist etkinin bir sonucuyken, Din savaşlarını ve Batının gelişip Doğuyu sömürgeleştirme gerçekliğinde ki payına da değinmezsek tek yanlı oluruz. Batının Doğuya yaklaşımının temeli, sömürgeleştirmekken, Orta Çağ Hıristiyan polemikçilerinin İslâm’a olan yaklaşımı ise Hristiyan dininin doğruluğu ve üstünlüğünün ispatını sağlamaktır. İslâm’ın inananlarına sonsuz cinsel özgürlük tanıyan şehvani bir din, peygamberinin ise haz düşkünlüğünü ve ahlaksızlığı yücelttiğinden bunun bir “uydurma din” olduğunu söylemelerine dayandırılmaktadır.[6]
 
Oryantal dans gerek İslâm’ın gölgesinde kalmasında, onun ahlak ve Kadına bakışındaki etmenlerden, gerekse Batının Doğuyu sömürgeleştirme mücadelesinde Orta Çağ Hıristiyanlığının bu dans üzerinden metaforlardan üretilen fantezilerle emperyalizmin sömürge gücü için kullanılmıştır. YDG’nin GKSF’ndeki Oryantal gösterisine saldırıp linç kampanyasında bulunan muhterem beyler, işte bu metaforlarla salt porno endüstrisine ilham vermeye çaba sarf etmekteler. Oysa tarihsel, toplumsal ve kültürel yönleri araştırılıp, bir Tango, bir Salsa, bir Flamenko vd. danslar gibi figürlerinin felsefesi çözümlenerek dünya kültürüne kazandırılması gerekirken, toprağın derinliklerinde boğulmaya çalışan sanat, kültür ve tarihlerin ortaya çıkarılmasında birere bilim insanı, birer arkeolog ciddiyetiyle olaya yaklaşıp ele almak gerekirken, aldıkları İslâmist dinsel anlayışı, sonra ataerkil kültürün ve yaşamın etkisi ve bilinçsizliğiyle davranmış/davranmaya da devem etmektedirler.
 
Oryantal dans hep hafife alındı, yasaklandı, dışlandı. Yıllarca ülkenin tek ulusal kanalında “yasaklı” olduğu için gösterimi dahi yapılmadı. Sakıncalı, kışkırtıcı, tehlikeli bulundu. Roman ritimleri sokakta bu yasakları dinlemeden raksını yapıyordu ama. Bu dansın Hint kökenli figürlerle de benzeştiğini, Romen ritimleriyle de örtüştüğünü, Michael Jackson’un aynı şekilde gerdan kırdığını söyleyen dans uzmanlarının yorumları var. Müziğin evrensel dili figürlerin evrenselliğiyle örtüşebiliyor.
 
Bugün yapılması gereken ise, Oryantal dansın metaforları, figürleri ve felsefi çözümlemesi yapılarak, dünya kültürüne kazandırılmasıdır. Yoksa metaforlar, salt porno endüstrisine ilham vermeye, Doğu ilkelliğinin kanıtı olmaya devam etmeye, tarihsel, kültürel ve sanatsal değerlerin yok olmasına gidecektir. Düşünün ki, Oryantal dansın tarihsel-kültürel-sanatsal ve felsefi yönlerini yok sayan ve kendisini Ortadoğu toplumlarının en ileri dinamikleri olduğunu iddia edenler; onu İslam’dan, onu Orta Çağ Hıristiyanlığından, onu gırtlağına kadar batmış ataerkil anlayıştan daha geri bir noktada durarak sorguluyor, yargılıyor, küfrediyor!
 
Sanal medya üzerinden yapılan ‘paylaşım ve yorumlar’ cinnet halinin örgütlenmiş şeklidir!
Diyelim ki, ‘velev’ ki ortaya koyulan argümanlar konuya dair ifade edilen şekilde ‘doğru’ ve ‘gerçeklik’ payı olsun. Peki ama neden bu saldırgan, lümpen, tehditkâr ve küfürlü tarz?! Devrimci-ilerici olduğunu iddia edenlerin yöntemi bu mudur? Değilse bu yöntem kime aittir? Bu yöntem hiç şüphesiz her şeydir ama devrimci değildir! Kadına, sanata ve dansa karşı feodal gerici anlayışın kendisini süslü “devrimci sözcüklerle” ifade etmesidir. Bu sözcüklerle hedeflenen şey, devrimci cenahın tüm yetmezliklerine karşın ilerici bakış açısını, devrimci literatürü kullanarak bulanıklaştırmak, geriye düşürmek, hedeflenen cenah üzerinden manipülasyon yaratmaktır.
 
Manipülasyonun birinci yönü; yolları ayrılmış kesime karşı kitleler tarafından genel bir tutum aldırmak. Kendi durduğu yeri ‘haklı’ ve ‘meşru’ göstermek!
 
İkinci yönü; sanal medya üzerinden insanlara “devrimci ahlak” olarak dikte etmeye uğraştıkları feodal, ataerkil, cinsiyetçi ve din motifli ahlaki şekillenişi ve “devrimci siyaset ve politika” olarak sundukları ise siyasi manipülasyondan ibarettir. Bu beylerin manipüle ettiği insanlara gerçeği anlatma çabası ise ödenecek talihsiz bir bedeldir.
 
Yukarıda belirttiğim gibi 10-12 saat bazen daha da uzun süren YDG-GKSF’lerinin yalnızca 3-5 dakikalık Oryantal dans kısmı alınarak festivalin değerlendirilmesi, 29 yıldır düzenlenen ve yaratılan koca bir mevziyi bununla; “ahlaksız”, “pezevenk”, “pornocu”, “yoz kültür”, “değerlere saygısızlık”, “kutsalları kirleten” ve daha tonlarca şeyle itham etmek doğru bir yaklaşım değildir. Dil bilinçtir! Bilincini de niteliğini de yansısıdır. Bu kadar toptancı ve bu kadar cinnet geçirmişçesine, şuursuzca saldırmak bırakalım devrimciliği insani dahi değil.
 
Kardinal Richelieu “Dünyanın en namuslu adamının yazdığı altı satırlık bir yazıyı bana getirin. Onun içinden, bu adamı asacak bir şeyler mutlaka bulurum.” diyor. Sizin bakış açınız tam da Kardinal Richelieu’nun dikkat çektiği anlayışın aynısı. Grupçu, hesap soran, düşmanca bakış açısıyla Oryantal dans üzerinden tüm kurum ve kişilere şuursuzca saldırıyorsunuz. Sizin elinize YDG 10-12 saatlik koca bir program veriyor. Alın onu irdeleyip inceleyin, oradan devrimcilere yakışır bir üslup, tarz ve yöntem ile değerlendirin. Eminim siyasal, politik ve örgütsel olarak hesaplaşacak o kadar çok şeyiniz olacaktır ki, alın politik olarak mahkûm edin.  Ancak, işi “dansöz oynattılar”a indirgeyerek, apolitikçe bir zemine çekerek, ‘toplumun hassas değer yargıları’nı kullanıp bunlara yaslanarak lümpence söylemlerle kan davası sürdürmek, toplumun tabusal yanlarını beslemek, tabusal değer yargıları üzerinden var olmaya çalışmak günü kurtarabilir belki ama geleceği asla! Zor olanı toplumun tabularını yıkarak bilinç ışıması sağlamaktır. Fakat, dünyayı ideolojik kuramlarla değil de penis-vajina ekseninde algılayıp yorumlayanlar, siyaseti de çok doğal olarak sütyen-bikini sentezinden oluşmuş ahlak değerleri üzerinden yaparlar. Ondandır ki, yazılacak yazıların tümü bu muhteremlere dair değil, toplumsal bilinç aydınlanmasına dönük yazılmalıdır. Aksisi, tüm çabalarınız ve enerjiniz o muhteremlerin suni gündemleriyle eritilir. Hem bu cenahın enerjisi ve aklı yarım asırdır hep böyle eritilmedi mi?
 
Şahsen olaya bu çerçevede yaklaşmalarına kesinlikle şaşırmıyorum. Çünkü herkes nasıl yaşıyorsa öyle düşünüyor. Nasıl yaşam sürüyorsa, o yaşamda ilişkileri nasıl ele alıyorlarsa, kadına-erkeğe-çocuğa-yoldaşa-dosta-doğaya-canlılara ve insana kafasında ve yaşamında nasıl yer veriyorsa, genel olarak şeylere bakışlarında ki değer ve ölçütleri hangi kriterlerse işte bu düşünüş tarzı da onun yansımasıdır… İnsan nasıl bir dünya istiyorsa, önce kendi özel yaşamsal alanında onu kurarak ve yaşayarak başladığını biliriz. İstediğiniz kadar dikkat edin, penisinin ucuyla dünyaya bakanlar baktığı her şeyde cinsellik içerikli bir yan bulur! Zira cinsellik de yaşama aittir ya, bunu da başka bir yazımızla ele alalım…
 
Konuya dair sanal medya hesabı üzerinden bu cinsiyetçi yaklaşımlarını dayatanlar, yazıp çizenlerin çoğunluğunun tipolojilerini bilenler, bu kimselerin kadın arkadaşlarına karşı çeşitli türden belgeli şiddetlerinin olduğunu da bilecektir! Özel yaşamında karşı cinse şiddet uygulayan, karşı cinsi ve onun vücudunu erotik bir obje ve seks aracı olarak gören, öfkelendiğinde ağzından çıkan her cümlenin eril hakaret ve küfürden ibaret olan bu kişilerin, dans eden bir insanı, dans ettiği etkinliği, o etkinliği organize eden kişi ve kurumları, o kurumların varoluşunu sağlayan bedelleri, sözde “koruma” ve “savunucusu” olma adı altında ki tutumlarının arka plandaki motivasyonları da gayet anlaşılır olacaktır.
 
Sonuç olarak; yapılan yorumlar ve yazılanların hepsi, feodal cinsiyetçi ve dini etkinin “ahlak” ölçüleriyle yazılıp karşı çıkılan argümanlardan ibarettir. Dayatılan “ahlak” toplumsal körleşmede katarakt rolü oynayacak türdendir. YDG, “yeni” ve “genç” yönüyle bu tür olgular üzerinden polemik düzeyinde kendi kitlesini de eğitirken, bilim, sanat ve kültürel alanında yeni bir kıt’a açma hedefi içinde olmalıdır.
 

H.Gürer

1 Aralık 2019
 
[1] Andre Gide.  "Önem bakışında olsun, bakılan şeyde değil." Derken bu ifade ile bakılan şeyi olumsuzlama mantığıyla söylememiştir. Şüphesiz ki algılamada bakılan şeyin de bir özne rolü vardır. Bu yönüyle bakılan şeyi ‘kusurlu’ derekesine düşürmüş gibi gözükse de, burada bakılan şey ‘gizli özne’ bakış açısının ana özne rolünden bahsetmektedir!
[2] https://odatv.com/dansoze-takilan-para-agir-tahrik-sayildi-26061912.html
[3] https://www.arti49.com/ayasofya-muzesindeki-spagat-ile-ilgili-inceleme-b...
[4] https://t24.com.tr/haber/balikesir-sivil-toplum-platformu-acik-sacik-dan...
[5] Bu iddia sahibi “sanattan anlayan, entelektüel birikim ve kapasitesi yüksek” muhteremin Oryantal dansın tarihsel kökleriyle alakası olmayan bu manipülatif ifadesi, geçmişten buyana manipülasyonu yaşamın her alanında yegâne bir yöntem haline getirmiş kişi olmasından dolayı çıkış ve söylemlerine şaşmamak gerek. Oryantal dansın tarihsel kökleriyle alakası olmayan bu söylemleri, grupçu anlayışla savunu içinde olanlara da diyecek bir şey bulamıyorum. Hem bu muhteremin Paris’ten İstanbul’a dönüşünün hikayesi de ayrıca bilinen başka bir konudur! Görünen o ki bugünde aynı zaaflı yaşamını sürdürmeye devam ediyor. Öğrenmek için hiçbir zaman açıp inceleme zahmetinde bulunmayan zihin tembeli bu muhterem, görünüşte sol radikal ama özünde lümpen ve apolitik tutumlarını sürdürüyor ve ne acı ki, sıpa-eşek metaforunu kendi özgüllüğünde somutluyor.
[6] Kaynak: “Osmanlı İmparatorluğu’nun cinselleştirilmesi: Yücelikten gülünçlüğe”; K24 sitesi, İrvin Cemil Schink’in 5 Mayıs 2016 denemesi.
https://hakangurer.blogspot.com/2019/12/onem-baksnda-olsun-baklan-seyde-degil1.html?m=1
 

 

Protest müziğe yeni bir nefes; SUSMA…

“Bir miIIeti tutsak etmek isterseniz,müziğini çürütün…” Confucius

Alev-alev yanan güneşten kopan milyarlarca gezegenden biri olan küçük dünyamızda madde canlılaştı, kendi bilincine vardı. İnsan, ateş yakmayı, demir eritip ona şekil vermeyi, âlet üretip onunla kendini koruyup hayatta kalmayı, onunla toprağı işlemeyi, çalışıp düşünmeyi, dünyayı kavrayıp onu değiştirmeyi ve ona hükmetmeyi öğrendi. İnsan, eylemsel gücüyle doğayı değiştirebilen, ilkel doğayı değiştirerek yepyeni bir doğa; insansal bir doğa inşa etti. Yaşamak için zorunlu görevlerini doğadan ürettiği sayısız âletlere yükleyerek, içinde rahatça yaşayarak düşüncesini, yeteneklerini geliştirecek yepyeni bir doğa kurdu. Organlarının eksikliğini giderdi; kanatları yerine uçak yaptı. Organlarının görevini aştı; göremediği uzaklıkları dürbünle gördü. Organlarının yükünü azalttı; merdivenle çıkacağı yere asansörle çıktı. Böylelikle insan, eylemsel çabasıyla, ilkel doğadan sıyrılarak insansal bir doğa üretti.Bu anlamda insan düşünen, âlet yapan, üreten, değiştirme eylemine sahip olan bir canlıdır. Diğer canlıları evcilleştirmeyi ve toprağı işlemesini öğrenen insan, göçebelikten yerleşik yaşama geçti.

Ürettiği her alet ihtiyaçlarına, yaşamını kolaylaştırıp kendini korumaya, doğayı şekillendirmeye, dünyayı keşfedip estetikleştirmeye vb. dönük oldu. Bu üretimin tümü kültürü oluşturdu. Kültür, bir toplumun duyuş ve düşünü birliğini sağlayan bütün değerlerinin tümü olarak tanımlanır. Bu anlam gelenek, görenek düşünü ve sanat değerlerini kapsar. Kültür, toprağın işlenmesi ve kullanılmasıyla beraber türemiştir. Pek çok bilimsel, teknik, estetik, sanatsal buluşlar ve üretimler, insanların üretim faaliyetleri sürecinde beliren ihtiyaçlarına uygun olarak halk kütleleri tarafından ortaya konmuştur. Tüm aletler gibi, müzik aletleri/enstrümanları kültürün somut objelerinden biridir. Her enstrüman estetikliği, dayanıklılığı, mükemmelliği ve daha bir çok yönü ile ait olduğu yani üretildiği kültürü temsil eder. Bu anlamda da, enstrümanlarda çıkan melodiler her ne kadar evrenselliğe sahip olsa da, her enstrümana belirli bir tarihsel, toplumsal, ulusal nitelikler taşıyıcısı, bir kültür fenomeni ve akustik sistemler gibi farklı perspektiflerden bakılabilir. Haliyle de herhangi bir toplumun kültürel kimliğini yansıtmasında müzik sanatının belirleyici bir rolü vardır. Müziğin yapısal ve ritimsel özelliklerinin yanı sıra müzik aletleri ve onların kullanılması da toplumlar hakkında önemli ipuçları vermektedir. Enstrümanlar her toplumun kültürünü, estetiğini, zevklerini ve farklılıklarını; zenginliğini ve renklerini ifade ederken, toplulukların ritüel ve sosyal yaşamında işlevselliğini de ortaya koyar. Enstrümanlara sosyolojik ve antropolojik yaklaşımla baktığımızda etnomüzikoloji, folklor, etnografya, kültüroloji, halk çalgıları vb. gibi birçok alanda üretildiğini ve kullanılabildiğini görmekteyiz. 

Her enstrümanda bir kültürün yansısını ve izini gördüğümüze göre, günümüzdeki müziklerin renkliliğini de bu yelpazede görmek kaçınılmaz oluyor. Bunu geçtiğimiz günlerde çıkan Grup Umuda Haykırış’ın ilk albümü ‘SUSMA’yı dinleyince fark ettim. Uzun yıllar sahnelerde ve sıklıkla kitlesel eylemlerde dinlediğimiz Grup Umuda Haykırış’ın albümü‘SUSMA’ türküleri, ezgileri ve direniş marşlarını gereksiz füzyon teşebbüsleriyle ziyan etmeden yorumlayan bir albüm olmuş. Grup 9-10 kişi, albüm çok dilli. Albümde yer alan 14 şarkı Türkçe, Kürtçe, Ermenice, Almanca, Fransızca, Zazaca, Lazca olmak üzere toplamda 7 farklı dilde enternasyonal bir ruh ve armoni ile seslendiriliyor. Hem de her kültürden her duyguyu yansıtan zengin enstrüman çeşitliliğiyle bunu yapıyorlar. Yukarıda uzunca girişin nedeni işte buydu: yani grubun çok dilli, çok kültürlü enstrümanlarla ulusların kültürel kaynaşmasını başarmaları, melodileriyle ise dilin evrenselliğini bir albümde toplamalarıydı. Böyle bir albüm için her birinin ayrı-ayrı yüreklerinden öpmek gerekiyor, yüreklerine sağlık…

Albüm, yaşamıma varlığıyla güzellik katan bir yoldaşımdan bana hediye edildi. Dinlerken çok çekinerek yaklaştım. Çünkü günümüzde etnik ve sentetik arayışlar evreninde sanat, plastik efektlerle pesleştiriliyor.[4] Bu gerçeklik albüme kaygıyla yaklaşmama neden oldu. Albümü dinledikçe müzikal zenginliği hissettikçe tremolo kurbanı edilmemiş bağlamalar gibi anlamsız riskler alınmamış olduğunu gördüm, elektro gitarın floyd rose'unu da en usta ve en özel bend tekniğini de doğru dürüst hissettiren bir albümle karşılaştım. Sadece bunlar mı? Tabi ki değil: Gelenekseli evrenselle, evrenseli ise modern müzikal estetikle bütünleştiren bir albüm. Batı enstrümanlarını ağırlıkta olduğu ama geleneksel tınılarla sentez içinde olan güncel bir sound yakalanmış. Grup üyelerinin ezici çoğunluğu Avrupa’da doğma-büyüme. Haliyle Batı müziğini ve popüler müziği iyi biliyorlar. Albümdeki alt yapıya Batı soundunun hakim olması da bundan sanırım. Hemen her parçada geleneksel enstrümanlar da var, dünya müziğinden esintilerde. Bu kadar farklı dilde çok yönlü kullanılan enstrümanları doğru yerde ve doğru duyguyu yansıtmakta kullanmak da ayrıca önemli. Mesela, duyguyu daha yoğun ifade eden enstrümanlardan yaylı kemana kadar kullanılmış. Örneğin bir Pir Sultan Abdal eseri olan 'Şu kanlı zalim' ezgisi klasik Türk Halk müziği formatındadır. Ve genelde o format içerisinde çalınır ve okunur. Grup bunu günümüz müziğiyle zenginleştirmeye çalışmış, kemanlarla ve klasik müzik alt yapısıyla geleneksel olan bu ezgiyi bu duygularla ifade etmeye çalışmış.Gayet de başarılı olmuş… Yine Ermenice söylenen ‘Sari Sirun Yar’ parçasında Ermeni müziğinin ana enstrümanlarından Duduk ve klasik müzikten tanıdığımız kuyruklu piyano da alt yapıda kullanılmış. ‘Karadeniz İsyanda’ ezgisinde Tulum ve Kemençe olmazsa olmazlığıyla yerini korumuş.'Enternasyonal Dayanışma' tek marş formatı. Fransızca söylenen kıta da Akordeon, Almanca okunan kıtada ise Elektro Gitar ön plana çıkarılmış. Kültürel zenginliği ve çok sesliliği ifade etmesi açısından son derece güzel düşünülmüş ve hoş bir uyum yakalanmış. Zira çok sesliliği yalnızca enstrüman zenginliğiyle de sınırlı tutmamışlar ya da ele almamışlar: çeşitli halkların ve kültürlerin dillerinde de şarkılar seslendirerek bunu göstermişler.

Albümün bütününde bağlamalar, Zurna, Ney ve Kaval dışında kullanılan enstrümanların hepsi geleneksel olmayan enstrümanlar. Latin enstrümanı olan Cajon, ritim aleti vb. gibi alt yapısı güçlü enstrümanların armonisini duyumsayabiliyorsunuz ruhunuzda. Drum Davul, Bass Gitar, Elektro klasik ve Akustik Gitarlar albümde alt yapıda temeli oluşturduğunu görüyoruz. Bunca zengin ve kültürel çeşitliliği içeren enstrümanların hakkı verilerek iç-içe özümsetilmiş. Bu yapılırken de eserlerde şarkıların yöresel ve kültürel tınılarından da vaz geçilmemiş.

Albüm kapağının detaylarından bu güzel albümün yönetmeninin Erkan Çınar olduğunu görüyoruz. Kafanızda bir resim olduğunu düşünün. Ama ressam değilsiniz. Siz o resmi tarifliyorsunuz. Erkan Çınar o resmi tarifleyen sizin dahi kaçırdığınız ayrıntılardan yakalayıp tuvali, tüm tonların uyumuyla sizin hayalinizdeki resmi çiziyor. Burada ustaca yönetmenin ve sihirli ellerle estetik ve yaratıcı dokunuşların o etkileyici büyüsünü görüyoruz.

Müziğin yolculuğu…

Müzik başladığında yolculuk başlar. Olduğun yerde asla kalmazsın. Bir yere gitmek istersin, farkında olmadan bakarsın ki ruhun ve yüreğin seni alıp hiç ummadığın yerlere götürmüş! Müzik, dinleyenlerin duygu dünyalarında seyahat etmesidir! Bilinmeyene doğru bir göçtür! Onun yarattığı mucize de buradadır, doğanın ve insanın bütün kaoslu gürültülerine hakim oIan arık melodiyi çıkarabilmektir asıl olan. Bu farkındalıktır Pablo Neruda’ya; “Yavaş yavaş ölürler. Okumayanlar, müzik dinlemeyenler, vicdanlarında hoşgörüyü barındıramayanlar.” dedirttirmiştir… 

Herkes bir sese sahiptir. Dünyanın dönüşünün dahi çıkardığı bir ses vardır evrenin boşluğuna doğru. Mesele, bu evrende ezilen, sömürülen çoğunluğun bir melodisi mi olmak, yoksa boşluğa bağıran bir gürültü mü?! Şayet ilki olunması başarılırsa bütün kâinat seni dinleyecektir! Çünkü müzik insanlığın ortak dilidir, ne dediğini bilmeniz gerekmez, melodisi sizi alır duygusal ve ruhsal bir yolculuğa götürür... Bu yüzden "Eğer müzik; akla ve duygunun en üst katlarına seslenmemiş olsaydı ona sanat diyemezdik, onu basit gösteri danslarının estetik katına alırdık. Bütün sanatlar içinde yapısı gereği insan duygularını en çok avucu içine alan, fiziksel olarak insanı büyüleme gücü en yüksek olan sanattır; müzik." der Nietzsche…

İsyanın içinde olmak mı, içinde isyan olmak mı!

Bilirken susmak, bilmezken söylemek kadar çirkindir… Umuda Haykırış ‘SUSMA’ albümüyle kitlelere “bildiğini susma haykır” diyor. Albümdeki kavga türküleriyle yığınlaşmaya, yılgınlaşmaya, en insani normlara, yaratılan değerlere ve yabancılaşmaya doğru büyük adımlarla yürüyenlere umudu ve direnişi haykırıyor.

Protest müzik türü, liriklerinde ağır, sert ve politik bir duruş olan bir tür. Katı ritim yapısının aksine, ağıt tınıları içeren sanatsal kompozisyon özelliği de taşıyabilir.Şili’li Victor Jara’dan, İnti-İllimani’ye, Arjantinli Atahualpa Yupanqui’den, Yunan’lı Mikis Theodorakis’e kadar onlarca protest müziğin öncülerinden etkilenerek 1970’lerden sonra ülkemizde de mücadelenin seyriyle birlikte filizlenmeye başladı bu tür. Protest müzik, kitlelere görünür kıldı gerçekleri. Sonra; "İsyanın içinde olmak mı, içinde isyan olmak mı istersin”diyerek seslendi. Ardından milyonların korusunu oluşturarak dünya gericiliğine melodileriyle meydan okudu uzun yıllar. Bugün ise gerek benzer politik grupların ve gerekse genel olarak yapılmakta olan protest müziğin, köklerinde yer tutan toplumsal muhalefet yapma özelliğini önemli oranda kaybetmiştir.

İlk albümlerini çıkaran grup, her yıl Avrupa’da ve Türkiye'de bir çok konser veriyor. Bunun dışında kitle eylemlerine,sokak gösterilerine, fabrikalardaki grevlerden üniversitelerdeki işgallere dek katılan politik bir grup. Bir çok etkinlik ve konserde sahne alan grubu defalarca dinleme şansına sahip olmuştum. Grup, Dünyadaki tüm müzik türlerinden beslenen, popülist bir kaygı taşımadan kendi estetik zevklerine uygun,  hayat görüşü ile müzikal tavrı arasında tutarlı bir çizgi izlemeye çalışan bir müzik grubu. Bu yönüyle Türkiye’de bulunan bir çok politik müzik grubuyla aynı zeminde buluşuyor. Seslendirdikleri her parça ile kitleleri, isyanlardan sevdalara sürüklüyor, vurguları, marşları ve melodileriyle kâh Grup Yorum’a, kâh İnti-İllimani’ye doğru sizi alıp götürüyor. Bu yönüyle protest müzik yapan hatırı sayılır politik gruplar arasında hak ettiği yeri bulabileceğini söyleyebiliriz.  

Bunca ‘övgü’yü SUSMA’daki performanslarıyla hak ettiler. Peki ama eleştirilmesi gereken yanları yok mudur? Olmaz mı! En öne çıkarılması gereken eleştiri; grubun kuruluşundan bu yana, birkaç albüm çıkaracak kadar kendi besteleri olmasına ve beslendikleri zeminin bitmez tükenmez bir çağlayan olmasına karşın 18 yıla bir albüm sıkıştırmış olmaları, gerekçeleri ve nedeni ne olursa olsun çok büyük bir eksiklik. Bu eleştiri, konuştuğum grup elemanlarınca da kabul edilir bir eleştiri olarak karşılanıyor. Bunu kabul etmek yetmiyor. Somut üretici adımlar atılması gerekiyor. Aksi halde, 18 yıllık albümsüz geçirdiği yılların tekrarına düşer ve bu süreyi yoğun bir emekle üreterek kapatmazsa, benzer politik grupların ilk albüm sonrası yitişlerindeki akıbeti paylaşmaktan da kaçınamayacaktırlar. Üretim devamlılık ve süreklilik ister. “Suyun taşı delmesi gücünden değil sürekliliğindendir” ifadesi grup açısında kulağa pelesenk edilmesi gereken önemli bir noktadır. Yeni şeyler yaratmak için öncelikle eski şeylerin yıkılmalısı gerekir. Grubun eski tarzını kıracağını ve üretimlerini kitlelerle paylaşacaklarını umuyorum.

Umuda Haykırış, ‘SUSMA’ ismini taşıyan ilk albümleriyle insanlığın özgürlük kavgasının yanında yer alırken, Anadolu kültürünün kanadına binip, Avrupa semalarında yankılanan bir ses, sanat cephesinde farklı bir nefes olmaya çalışıyor. Diliyorum, yaptıkları müzikle siyasi tavırlarındaki diyalektik ahenk, düşlerine ortak olabilen geniş ve işlek bir kitleye ulaşır. Umut ediyorum ki; aynı düşleri taşıyanlar ayrı enstrümanlara akort olmayı bırakıp, birlikte insanlığın büyük senfonisini yaratmanın zamanı geldiğini bu kötü konjonktürel durumda bu denli iyimser bir çıkış karşısında anlar!..

Umuda Haykırış, ‘çoraklaştırılan topraklarda yeniden ve yeniden üret, düştüğün yerde yeniden doğrul, yenildiğin yerde yeniden başla kavgaya ve alnını yıldızlara daya, yitirdiğin yerde yeniden sev, yık köhneyi kur yeniyi’ demeyi bilenler için söylüyor... Yüreğinize, dilinize, emeklerinize sağlık çocuklar.

[1] Felsefe Sözlüğü, Orhan Hançerlioğlu. Syf:231

[2] Felsefe Sözlüğü, Orhan Hançerlioğlu. Syf:232

[3] http://www.akademikbakis.org/?sayfa=dergiayrinti&no=2217&icerik=geleneksel-saha-yakut-muzik-aletleri-uzerine-organolojik-bir-arastirma&kategori=muzik

[4] Nes

Kripto paranın Ekonomi Politiği-I

Bu makale, günümüz klasik para olgusunun ve mevcut sistemin tarihsel oluşumunu, gelişmesini, döngüsünü ve mantığını özetlemeye çalışmakla kalmayacak, geleceği şekillendirecek, sistemleri ve yaşamı değiştirecek kripto paraların dünyayı nasıl değiştireceğine de dikkat çekmeye çalışacak. Şüphesiz ki, eksik tonlarca yan kalacaktır. Kapitalist iktisat ekonomisi üzerine yüzyıllardır binlerce kitap yazılırken bizim bunu eksiksiz olarak bir makalede sunmamız zaten gerçekliğe aykırı olurdu. Burada amaç küçük verilerle bir yaklaşım ortaya koyarak perspektif çizmek, bilinç ışımasına küçük bir katkıda bulunmak. Geleceği şekillendirecek ve gerek klasik kapitalizmin gerekse onun iktisat yasalarını alt üst edecek çok önemli bir gerçeğe; kripto paralara dikkat çekmek!

Kripto paralar ve yapay zeka gibi gelişmeler yalnızca üreten makineler olmaktan ibaret değil; düşünen, yöneten, sevk ve idare eden, inisiyatif alan, uygulayan vb. gibi insanlık tarihinin en büyük olgularına ve değişimlerine yol açacak. Düşünürler İnsan olmayan bir yapının zeki olması fikrinin, insan bünyesine pek huzur verici nitelikte olmadığını vurguluyorlar.Moore Yasası’na göre teknolojik gücümüz ortalama 2 yılda bir yaklaşık 2 katına çıkıyor. (Bu yasa, teknolojinin hız ritmini öngörüyor. Belli tıkanıklar içeriyor olsa da gelişmeler yavaş da olsa belirlenen yönde ilerliyor!) Moore Yasası’nın öngördüğü teknolojideki ritmik gelişme, toplumsal gelişmeyi de sağladı. Tekno insan, tekno toplumlar haline dönüştü dünya. İnsanın kaçınılmaz diyalektik döngüsüdür; insan teknolojiyi üretir, teknoloji de insanı geliştirir ve ilerletir.

Şimdilerde mimari optimizasyonları ve çok işlemci sistemler ön plana çıkmaya başladı. Nesneye yönelik programlama’ ve ‘multi-threaded’ gibi çoklu kullanım özelliğine sahip bilgisayarlar birden fazla iş parçacığını donanım desteği sayesinde çalıştırabilir. Bugelişmelerin dışında yakın gelecekte ‘paralel programlama’ bekleniyor. Tüm bunlar, yalnızca bilgisayar programcılarının değil, tüm insanlığı ve dünyayı yeni bir adaptasyon ve değişim süreci beklediğinin de habercisidir!.. Bu ritmik gelişim ve devasa büyüme karşısında makina zekasının insan zekasını kat be kat aştığını bilim insanları kaygı ve korkuyla vurguluyor. Bir yapay zekanın devreye sokulması halinde 7,5 milyon insanın (İsviçre nüfusuna eş değerde!) teknik bakımdan yaptığı işi yapabileceği, iki hatta üç katı insanı da yönlendirebileceği ve kontrol edebileceği gerçeğinden söz ediliyor. Tüm bu gelişmeler gibi bilim ve teknoloji alanında daha binlerce gelişme söz konusu. Bu baş döndürücü gelişmelerin hepsi bize hiçbir şeyin yaşadığımız çağda daha 1 ay öncesinden bile aynı durumda olmadığını gösterirken, 19. ve 20.yüzyılın kuramlarıyla tüm bunları açıklamaya çalışmak, 21.yüzyılı, gelişmeleri ve hayatın yalın gerçekliğini, baş döndürücü bilimsel ve teknolojik gelişme ve değişimleri onların referansı ile anlamaya uğraşmak 19. ve 20.yüzyılda yaşamaktan farksız olacaktır…

Bu baş döndürücü gelişmeler dünyayı önemli değişimlere uğratmakta. Bunun farkındalığında olmasak da bu böyle. Birkaç on yıl sonra gelecekte bu nitel değişimleri daha belirgin görmek değil, yaşayacağız. Tüm bunlar, 19. ve 20.yüzyılın tanımladığı insan, emek ve sömürü ilişkilerini, sınıfın ve sınıf savaşımlarının da karakteristik olarak yeniden nicel ve nitel olarak ele alınmasını, yeniden tanımlanmasını, savaşımın yol ve yöntemlerinin, araçlarının, dünyanın, üretim araçlarının ve ilişkilerinin, emeğin rolünün vb. bir çok şeyin yeniden tanımlanmasını da gerektiren kapsamlı bir konu. Biz bu makalemizde kripto paranın ekonomi-politiği ve geleceği üzerinde durmaya, öngördüğümüz ölçüde aktarmaya çalışacağız.

***

İlkel çağlara dönüp baktığımızda insan denilen canlının, kendisinden daha güçlü, daha büyük ve daha hızlı bir çok canlının doğadaki istikrarlılığı karşısında pek şansı yoktu. Yer yüzünde yaşayan bir çok canlıya oranla biyolojik olarak da en zayıf canlı durumundayken, onu en güçlü en yenilmez hale getiren aklı oldu. Ve tabi ki o aklıyla ürettiği ve kullandığı aletler, insanın doğa üzerindeki etkisini ve gücünü de belirledi. İnsanın, deneyimlediklerinden çıkardığı tecrübeler, tecrübelerin rahminden büyüyen bilgi, bilginin toprağında yetişen bilim, aklın gücünü ve iktidarını dünya üzerinde kurmayı sağladı. Bu özellikleriyle dünya üzerinde en gelişmiş canlı olma unvanını elinde tutan insan, bu koca yeryüzünün ‘efendisi’ de olmayı başardı.

İnsanın evrimsel gelişimi, aynı oranda yaşadığı dünyaya da önemli olumlu-olumsuz etkilerde bulunmakla kalmadı, evrenin sonsuzluğu içinde, yörüngesinde bulunduğu samanyolu galaksisine de önemli etkilerde bulundu. Bu dev (insan) bununla da sınırlı kalmayarak bilimsel ve teknolojik gelişimin gücü ile, durduğu arz yuvarlağı üzerinden yüzlerce ışık yılı uzaklığındaki ismi-cismi bilinmeyen gezegenlerin keşiflerinde bulundu, onları izledi, onlar üzerinden uzay ve zamanın kırılmalarına tanıklık etti.

Bu canlı, tarih sahnesine çıktığında kendisinden büyük ve güçlü canlılara yem olmaktan kurtulamazken, bugün yerküreye hakim olmuş ve gezegenler arası yolculuklar yapar duruma gelmiştir. İnsanın bu gelişimiyle doğa üzerinde kurduğu egemenlik bir gerçek iken, kendi türdeşleri üzerinde kurmak istediği egemenlik ve hakimiyet mümkün olmamıştır. Türdeşler arasında ki bu egemen ve hakim olma savaşımı; kendileri gibi yaşam alanı olan doğayı, doğadaki canlıları önemli oranda yok etmiş, var olanları ise uzak olmayan gelecekte yok etme tehdidi altına itmiştir. İnsanın insan üzerinde kurmaya çalıştığı bu egemenlik ve hakimiyet savaşlarının kaynağı; gücü elinde tutmaktır. “Güç” egemenlik demekti! Egemenlik insanın en temel yaşamsal ihtiyaçlarının/gereksinimlerinin her birine sahip olmak ve onun (insanın) geçim araçlarını elinde bulundurarak insan üzerinde hegemonya oluşturmaktı. Bu araçların en geniş oranda hakimiyetine sahip olan kimseler, insanlar üzerinde de o oranda ‘egemenliğe’ sahip kimselere dönüşmesi demektir…

***

Nebula gazının döngüsünden, güneş sistemine, oradan milyarlarca yıla dayanan dünyanın geçmişi, bugün jeolojik zamanlardan elde edilen verilerle biliniyor! Dünyanın oluşumu ve yüzölçümü bir sır değilken, dünyamız varoluşundan bu yana değişmeyen yaklaşık 510 milyon m² yüzölçümüyle bizlere ev sahipliği yapıyor. Değişmeyen bu yüzölçümüne karşılık, canlılarda ve özellikle de insan türünde ki artış oldukça çarpıcı. Tarihsel süreçte dünya nüfusunun artışı ve değişimi[1] verilerine baktığımızda 1650 yılında 500 milyon olan dünya nüfusu 1900 yılında 1.650 milyar nüfusa ulaşıyor. 2000 yılında 6 milyar, 2010 yılında 7 milyara ulaşmışken, 2050 yılına kadar ise 12 milyara ulaşılacağı tahmin ediliyor. İnsan nüfusunun bu geometrik biçimdeki artışı, dünya besin kaynaklarının ise aynı oranda ve hızda değişmediğini, aritmetik biçimde artış gösterdiği gerçeğini ortaya çıkarıyor.

Bu gerçeklik karşısında insanlar bu kıt kaynakların verimliliğini arttırmak için bir çok arayışa sürüklenmiş ve bu durum ‘önemli buluşlara’ vesile olmuştur. Buluşların temeli ihtiyaçlara dayanır. Bu buluşlar insanların kıt kaynaklara ulaşımında, onları elde etme konusunda belli rahatlıklar sağlamış olsa da, kapitalist sistem her şeyi olduğu gibi bu kıt kaynakları (yani bir çok şey gibi yaşamsal gereksinimleri de) doğası gereği metalaştırmıştır. Zira meta; kapitalist toplumun en temel hücresidir. Yaşam kaynakları insanlar tarafından edinilmesi en doğal ve insani bir hak olmasına karşın, kapitalizm bu kaynakları bir meta, bir rekabet ve bir kâr aracına dönüştürmüştür. Belli tekellerin, bir avuç zümrenin elinde toplanan bu yaşamsal kaynaklar kâr amacıyla insanlığa pazarlanmaktadır. Alım gücü olmayan milyonlar bu en doğal yaşamsal kaynaklardan mahrum kalarak ‘yaşamaya’ mahkûm edilmektedirler.

Kapitalist sistem, şekillendirdiği ve geliştirdiği toplumsal ilişkilerde, yaşama dair her şeyi metalaştırarak alınıp satılır kılmıştır. Bu yüzden de kapitalizm ahlaksızdır!.. Aristoteles meta’yı tanımlarken “(…)Sahip olduğumuz her şeyin iki kullanımı vardır. Biri asıl ve diğeri asıl olmayan ya da ikincil kullanım” olarak ifade eder. Bu tanımlama Karl Marks tarafından “her meta kullanım-değeri ve değişim-değeri olmak üzere iki yönüyle görünür” diyerek, metanın iki farklı karakterini vurgular. Metaların kullanım değerinin olması için evrensel olarak el değiştirmeli, değişiğim süreci içine girmesi” gereklidir. Yine “Metaların”der Marks “kullanım-değeri, evrensel olarak elden ele geçerek, değişim-değerleri oldukları ellerden, kullanım konusu oldukları ellere geçerek, kullanım-değerleri olurlar.” Marks ve Engels, kapitalist sistemin doğasından ve bu kıt kaynaklar üzerindeki bir avuç kesimin hakimiyetinden doğan kaynakların dağılımındaki eşitsizliğin yarattığı toplumsal, ulusal ve uluslararası çatışmayı 19. yüzyılda kendi koşulları içerisinde bir çok yönüyle incelemiş ve insanlığın tüm değer yargılarının meta’ya dönüştürüldüğü kapitalist sistemden kurtuluş için başka bir iktisadi sistem geliştirmişlerdir. 19.yy da koca bir ütopya olan sistem, 20.yy da Lenin önderliğinde Bolşevik devrimi ile dünyada bir ilki başarılan sosyalist iktisat sistemidir. Kapitalist iktisat sistemi meta ve kâr döngüsü üzerine kuruluyken, insanı merkezine alan sosyalist sistem gelişmeye başlamış,[5] dünyada iki farklı ve birbirleriyle taban-tabana zıt iki iktisat sistemi ortaya çıkmıştır. Tarih sahnesine çıktığından buyana günümüzde bu iki sistemin türevlerini dünyadaki siyasi otoritelerin her biri kullanarak politik açılımlar gerçekleştirmektedir.

Kapitalist iktisat politikası; yukarıdaki rakamların çizdiği tabloya karşı “çözümü” iki şekilde ele alıyor. Bu “çözümlerden” biri açık bir şekilde ifade edilirken ikincisi son derece gizil bir şekilde insanlara uygulanıyor. Kapitalist sistemin dünya üzerinde hızla artan nüfusa karşı, dünya kaynaklarının yetersizliğinin ‘çözümü’ olarak sunduğu birinci yol ve onu açık şekilde ifade ettiği şey; GDO’lu ürünler, protein değeri yüksek böcekler vs. dir! ‘Doğal’, ‘organik’, ‘bio’ vb. besin kaynakları kapitalist elitlere ayrılırken, laboratuvarlarda katkı maddeleri ve tarım ilaçları ile, sentetik maddelerle üretilen GDO’lu yiyecekler, çeşitli hormonlarla günler içinde büyütülen hayvanlar ve böcekler ise insanlara “besin kaynağı” olarak sunuluyor! Öyle ki; oksijenin dışında tüm yaşamsal gereksinimlerin, (suyun dahi) kapitalist tekellerin elinde tutuluyor olması, insanlığın büyük ve acı trajik gerçekliğinin de bir resmidir. Doğaya ve doğal kaynaklara kâr hırsıyla sahip olup, onlar üzerinden insanlığa hegemonya kurmaya çalışan kapitalizm asla yeniden üretilemeyecek bir şeyi; “doğa”yı katlediyor…

Kapitalistlerin dünya nüfusunun artması ve kıt dünya kaynaklarının ikinci “çözüm” yolları ise daha da trajiktir. Dünya nüfusunun artışını (dikkat edin niceliksel artışı, gelir dağılımındaki adaletsizliği değil!) “dengede” tutabilmek için binlerce metot kullanılmaktadır. Bunlardan bazıları; lokal ve uluslararası düzeyde çıkarılan savaşlar, GDO’lu “besin”lerin sağlıksızlığı, bin-bir hastalığa yol açması gibi bilinçli olarak yaygınlaştırılan hastalıklarda yaşamlarını yitirenlerle, insanların yaşam sürelerinin kısaltılarak dünya nüfusunun “dengede” tutulmasıdır!

Malthus kapanı/kuramı, ya da diğer bir ifade ile Malthus felaketi!

İktisat politikalarında ve Ekonomideki en popüler, en güçlü ve en kalıcı kuramlardan biri olan Malthus kuramı ‘azalan verimler kanunu’ fikriyle ortaya çıkmıştır. Ortaya atılan bu kuramın özeti; insan nüfusunun geometrik biçimde artması (yani 2-4-8-16-32 gibi katlanarak artarken) ve besin kaynaklarının da aritmetik biçimde arttığı (yani 2-4-6-8-10 gibi eklenerek arttığı) yönünde olmasıdır. Dünya üzerinde insanoğlunun genişleyerek ve gezegenin kaynaklarını hızla tüketerek kaçınılmaz yok oluşa doğru yol aldığı fikri, kapitalizmin aşırı kâr güdüsü yanı sıra şu üç nahoş yöntemi uygulaması için yetmiştir: kıtlık, salgın ve savaş. Tek elde biriken ve tekellerin, baronların, oligarkların denetimine alınan sermaye ve buna bağlı olarak da temel besin maddeleri, kıtlık teorisiyle insanlar yiyecek bulamayacak, bir vebaya kurban gidecek. Ya da ‘giderek azalan kaynaklar’(!) teorisiyle GDO’lu maddeler daha fazla kâr hırsıyla üretilecek, veya kıt kaynaklar için insanlar birbiriyle savaşacak. Dünya nüfusunun bu yöntemlerle kontrol edilmesi sağlanırken, kaynakların eşit paylaşımı ve dağılımı hiç bir zaman kapitalizmin bir sorunu olmamıştır!..

Bu durum, kapitalist sistemde yaşamsal kaynakların ve gelir dağılımının eşit bir şekilde dağılmamasının, en yaşamsal kaynaklar olan ekmeğin ve suyun dahi meta’ya dönüştürülerek pazarlanmasının, çok küçük bir zümrenin bu kaynakların büyük bir kısmını elinde tutmasından kaynaklıdır. Yani kaynakların eşit bir şekilde insanlarla paylaşılmamasının bir ürünüdür. Basitleştirirsek, birine doğal balık yedirirken, ötekine protein için böcek ve GDO’lu ürünler, laboratuvarda üretilen kimyasal ürünleri yemeye mahkûm etmiş bir sistemdir kapitalizm. Bu yüzden kapitalist iktisat politikası insani ölçütlerle değil, azami kâr prensiplerine göre işlemektedir. İşte insanların ne kadar yaşayacaklarına dahi karar verdikleri bu “çözüm zenginliği” kapitalist iktisat politikasının da bir ürünüdür.

***

Kapitalizm meta sistemidir. Duyguların dahi metalaştırıldığı, temeli sömürü, kâr ve tüketime dayalı bu sistemde her şeyin, tüm değerlerin ölçü birimi paradır! Para 5.yüzyılda Lydıa uygarlığı tarafından ticarette karşılıklı ‘değişim sistemine’ alternatif olarak ve daha pratik, basit ve güvenli olması için değerli madenler seçilerek basılmış ve yeni bir değişim aracı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Para, değerli madenlerden; altın ve gümüşlerden basılmıştır. Çünkü; bu madenlerin kıt ve sınırlı olması hem onları değerli ve kıymetli kılıyor bizzat kendisine dair bir talep oluşturuyorken, bunların üretilmesi ciddi bir emek yoğunluğu gerektiriyordu. Teorik olarak da bu ikisinin arzı da sınırlıydı. Bu sınırlılık onların değerini arttırırken kendi içinde de bir değer oluşturuyordu.

Devam Edecek… 

Son sığınağımız; Anılarımız!

Anılar… Anılar ve yine Anılar… Onlar, yaralardan daha uzun yaşarlar! Bizim yoldaşlarımızla olan anılarımız belleğin en temiz, yüreğin en tırmanması, en ulaşılması güç zirvesine çıkarsız, namuslu, dürüst ve sevgiyle kazınır hiç çıkmayacasına. İZ belgeselinin çekimi için gittiğimizde, beni ve ekibimi işte böyle karşıladı Zeynep arkadaş. Evinde konuk ettiği sürece de bu duyguları en küçük hücrelerimize ve yüreğimize işledi.

Dünyanın en kötü şöhretli 10 zindanından biri olan Diyarbakır 5 No’lu zindanında kalan ve direnen kadınlardan biriydi. Belgeselin teması da 5 No’lu zindanında yaşananlardı. Çekim stüdyosunu Zeynep ve Kazım arkadaşların evinde kurduk. Almanya’dan gelenlerde olduğu için kalabalık ve uzun çekimler aralıksız iki-üç gün sabahtan gece yarılarına kadar sürdü. Bu süre içinde bizimle yaşam alanlarını paylaşanlardan bir diğeri de Kamber Akbalık’tı. Bu üç insan Strasburg çekimlerinin gerçekleşmesinde muazzam katkılar sundular. Zeynep arkadaş onca insana yemekler hazırlıyor, alış-veriş yapıyor, kalacak yer ayarlıyor, ara molalarda elinde demlikle veya meyve tabağıyla peşimizden dolaşıyor, çekimde ışık patlamalarını engellemek için konuşmacılara makyaj bile yapıyor, içten ve samimi gülümsemesi ise hiç eksik olmuyordu.

O zaman kanser hastalığını önemli oranda yenmişti. Fakat nasıl ki bir radyasyon sağanağı geçtiği her yerde canlı ne varsa yok ederde geçer ve o sağanağa bir tek açelya çiçeği direnir, işte öyle açelya kadar narin ve direngen duruyordu. Fakat rengi soluktu. Ölümle giriştiği o büyük muharebeyi yenerek yaşamla çıkmış ama yorulmuştu. Bizleri rahat ettirip her fırsatta bir anne düşkünlüğüyle bizlere bir şeyler yedirip içirme çabaları ve koşuşturmasından dolayı;

·         “Yoldaşım kendini yorma bu kadar. Bak hastaymışsın da dinlen lütfen. Biz ancak o zaman rahat ederiz. Böyle yaparsan rahat edemeyiz” dedim.

·         “Siz rahat etmezseniz ben hiç rahat olamam. Ayrıca ben hastalığı yendim. Hem de kaçıncı yenişim bu. Fakat bir türlü yakamı bırakmıyor. Ancak unuttuğu bir şey var ben  inatçı ve kararlıyım.”

Son sözcüklerine kadar yüzünde sevecen bir ifade vardı. “Unuttuğu bir şey var ben de inatçı ve kararlıyım” derken yüzündeki mimikler ciddileşti, göz bebekleri biraz büyüdü ve bakışları ağzından çıkan sözcükle uyumlu bir kesinlik kazandı. O bakış ve bakışta ki kesinlik, sözcüğü havaya üfüren sesinde ki o kararlı ton, mimiklerindeki netlik; hapiste en zor şartlarda direnen bu kadının, kanser karşısında da öyle kolay kolay beyaz bayrak dalgalandırmayacağını açık bir şekilde ortaya koyuyordu.

Sonrasında birkaç kez telefonla görüştük. H.Hayri ve Kamber yoldaşlardan öğrendim hastalığın tekrardan boy gösterdiğini. En son telefonla görüştüğümde sesindeki o kararlılık yerini sakin bir yorgunluğa bırakmıştı. Konuşurken kendimizi duygusal sözcükler kurmaktan sakındık. Ben hadsizlik yaparak “diren-bırakma kendini” demek istedim. Sonra “ben olsaydım bu kadar güçlü, bu kadar uzun bir direniş sergileyebilir miydim” diye sordum kendime. Yanıtını veremeyeceğim şeylerin çok daha büyüğünü, hayal dahi edilemeyecek kadarını başarmış insan(lar)a bu tür söylemlerde bulunmak hadsizlik olacaktı. Günümüzde sıkça yapılan bu hadsizliğe ve saygısızlığa düşmemek küçük bir empati yapmakla mümkündü. Nasıl ki 5 No’lu zindanında direniş bir gün-bir ay-bir yıl ile sınırlı değildiyse, kanserle mücadelesi de onun için böyle uzun, acılı ve yorucu oldu. 17 yıl boyunca teslim olmayan bir direnişle karşı koydu. Bu yüzden sanki anlaşmış gibi hiç hastalıktan bahsetmeden onların kuşaktan konuştuk yalnızca. Gençliklerinden. Kısa-kısa anlattı gençliklerinden kesitleri. Anlatırken bir yolculuğa çıkmak ister gibiydi. Uzun, sessiz ve yalnız bir yolculuğa. Çıkmak istediği yolculuk kendi ruhunaydı. Çocukluğuna, gençliğine, özlem duyduğu topraklara, çıktığı dağlara, yoldaşlarını karşıladığı illegal randevularınaydı. Annesine, babasına, kardeşlerineydi… Hiçbir kirlenmişliğin leke süremediği geçmişin saf, dürüst ve samimiyetine doğru uzun bir yolculuk yapmak ister gibiydi.

Sonra belgeselden konuştuk. Avrupa vizyonları başlayacak o zaman izleme şansları olacağını söyledim. Mutlu oldu. Strasburg gösterimine kendisi de katılacaktı. Ne yazık ki olmadı, izleyemedi.

Zeynep yoldaş görünüşte genç ve güçlüydü. Ancak zorlu bir yaşamın yorgunluğunu taşıyordu. Her defasında yendiği kanser sinsice saklandığı yerden çıkıyor onu içten içe tüketip, direncini zayıflatıyordu. Onca yıl direnip her defasında yendiği, kendi bünyesinde ki ölümü küçültüp zaferle yaşama tutunan bu dev çınarı bu güzel insanı bu hastalık en sonunda 18 Ekim çarşamba, 2017 tarihinde devirdi…

Onu yitirmeden bir gün önce Strasburg’dan Kamber Akbalık aradı. “Zeynep’in durumu ağır, hastanede ve konuşamıyor” dedi. Bir gün geçmişti ki tekrar arayarak “Zeynep artık yok” dedi. Ardından Hasan Hayri Aslan’ın “Merhaba Hakan, sana beklenen bir olayı haber vereyim. Zeynep Akkuş yoldaşı maalesef kaybettik.” mesajıyla sözlü ve yazılı gelen bu acı haberle toprak sarsıldı. Rüzgar, dalında ayrılan yaprağın bahanesi oldu. Sonbaharın sararan yaprakları gibi toprağa düşen bahar gülüşlü bir insanı daha yitirmenin hüznü kapladı bizi. Mevsim sonbahardı ve biz bütün yapraklarımızı döküyorduk yer yüzüne. Mevsim sonbahar, havadan ve topraktan bir hüzün taşıyor yüreğimize. Sonbahar hüznün ve acının saklandığı mevsim oluyor. Mevsim sonbahar ve Zeynep’i yitiriyoruz. Acısına kanat kırıyor göçmen kuşlar, başka diyarlara doğru akıp gidiyorlar.

Her şey, Hasan Hayri yoldaşın ifadesiyle o “beklenen” gerçekliğin beklenmesine karşın neden bu kadar ağır yaşanıyordu?! O acı ve ağır yoğunluğun altında ezilen duygular arasında bir soru belirmişti cevap veremediğim “İnsan bir yıla kaç tanıdığı insanın yitimini sığdırabilir?” Sonra acıyla saymaya başladım. Yetiş, Yılmaz, Serdar, Güzel ana, Zeynep… İsimler böylece uzayıp gittikçe hayat o an anılarla gerçek arasında daraldı. O eşsiz insanlarla o güzel yaşanmışlıklar acı ve hüzne dönüştü.

Anılar dizginini koparmış deli taylar gibi üstüme-üstüme geliyordu. Çocukluğumun geçtiği mahallede elektrik işlerinde yetenekli bir arkadaş pillere takılmış bir düzenek oluşturmuştu.  Bu düzenekte tutunca düşük voltajlı elektrik akımına kapılırdık. Biz mahallenin çocukları bu düzenekte “kim uzun süre tutacak ve direnecek” diye birbirimizle yarışırdık. Bilmezdik, ‘büyüdüğümüzde’ bedenlerimizin gerçek elektrik akımlarına maruz tutulacağını. Hayatta böyle bir şey. İnsanın yalnızca kemiklerine değil, duygularına verir elektriği. Bu yüzden yitirdiğimiz yalnızca tanıdığımız insanlardan ibaret şeyler değil; yaşanmışlıklarımız, anılarımız ve duygularımızdır…

Mevsim sonbahar ve varsın sızlatsın acılarınız yüreğimizi. Biliyorum bir gün hüzün yitirecek dilini, bahar yağacak yine bu yüreklere. Hayat, yitenlerin güzel anılarının sağanağında nice baharlar yağdıracak. Daha nice yaralara tuz basılıp sarılacak,  acıları dinecek yüreğimizin, matemi bitecek yıldızların… Kalanlar sizlere dair özlemlerin derinliğini duyumsayacak, anılarınızın şeridinde tüketecek yaşamı…

(Zeynep Yalçınoğlu/Akkuşa anısına…) 

„Sosyal Medya“ paylaşımları ve ‘kişilik’ (1.Bölüm)

“Sosyal medya” paylaşımları denilen, özünde “sanal alem” olan bu alandaki hastalıklara, yozlaşmaya, kişilik ve ahlaki tükenişe dikkat çekmek gerekiyor. Bunun için yazı boyunca ifadelendirmeyi “sanal alem” olarak kullanmayı doğru buluyorum. Zira, “sosyal medya” olarak ifade edilmesini ise kısmen bir manipülasyon olarak görürken, ifade anlamını tam karşılığıyla bulmadığını düşünüyorum. Sosyalleşmek orada olmak, direkt yaşamak, temas etmektir! Mekanik biçimiyle ifade edecek olursak, gözlerinin içine bakmak, yüz mimiklerini görmek, dokunmak, o an’ı aynı hava koşullarında yaşamaktır. Canlı iletişimdir. Oysa sanal alemde yalnızca ekrana bakıyoruz!

Türkiyelilerin İnternet ve sanal alemde zaman geçirme de dünya lideri konumunda olduğunu biliyor muydunuz? Bu durum, kullanımda ve onca zaman geçirme süresinde, ihtiyaçları karşılama temelli değil, gerçeği yaşa(ya)mayan, sanal alemde ‘yaşayan’ bir toplumun gerçekliğini ifade ediyor!

Önce sanal alem de yapılan paylaşımların, uzmanlar tarafından bilimsel olarak nasıl yorumlandığına bakalım. Sonra, kendi hedef kitlemizde ki yansımasını ve nasıl hayat bulduğunu irdeleyelim.

Sosyal medya da aktif olan bir çok kimse bu alanda gerçek isimleriyle yer alırken, gerçek kimlikleriyle/kişilikleriyle yer almıyorlar. O alanı kullanan başkalarına ‘ideal beni’ yansıtıyorlar. Uzman Psikologlar bu durumu gündelik yaşamda yetersiz, yalnız kalmış, ilişkilerinde başarılı olamayan, problemli, dev egolar taşıyan, narsist, kendine güveni az kimselerin sosyal medyayı en çok kullanan kimseler olduğunu söylüyorlar. Bu kimselerin kendilerini sanal alemde ‘zeki, başarılı, ideal insan, çok iyiyi ve en doğruyu bilen, bilge, düşünür, yazar-çizer, entelektüel, mükemmel vb.’ şeklinde yansıtma çabaları olarak değerlendiriyorlar. Bu da karşıdaki insanları kandırmanın, kolayca yalan söylemenin zaman içinde bir kişiliğe/karaktere dönüşmesini sağlıyor.

Sanal alam de ki paylaşımlar, medyanın kullanımı, kısacası her şey insanın referans kriterlerini, baz aldığı ölçüleri yok etti. İnsanlar, başarının referansını takip ettiği medya kullanıcılarından alıyor. “Ahmet gibi Roma’ya gideceğim, Mehmet gibi arabam, Hasan gibi evim olacak, Ayşe gibi elbisem, Fatma gibi düğünüm olacak” vb. deniyor. Başkalarının gerçek veya gerçek olmayan paylaşımlarından kendisine ait olmayan hayaller toplayarak bir başarı kriteri oluşturuluyor. Kendi yaşamından çok, bir başkalarının yaşamı takip ediliyor.

Günün en az 5-6 saatini (hatta 10-12 saatini) sanal alemde geçiren günümüz insanı, paylaşımlarıyla, beğenileriyle, yazışmalarıyla muazzam bir benzeşme içerisindedir. Herkes ama herkes aynı şeyleri paylaşıp beğeniyor. Kimileri ise bu durumu “ben bilgi almak için paylaşıyorum. Bilgi temelli paylaşımlarım var. Okuduğum makale, kitap vb. şeyleri paylaşıyorum” diyerek kendisinin bu alanda yer alan sanal alemcilerden ‘farklı’ olduğunu savunuyor. Bu kimseler esasen kendilerini kandırıyorlar. Örneğin, bir düşünürün, bir yazarın, yazısını veya kitabını paylaşmak ‘retweet’ etmek dahi ‘bakın ben de buradayım’ demektir. Hatta ‘benim okuduğum şeyler bunlar, benim entelektüel düzeyimi görün’ demek, kendini göstermek, ispat etmek, kabul ettirmektir.

Facebook ve Instragram başta olmak üzere, diğer sanal medyada, hatta WhatsApp, Tango gibi uygulamaların profil fotoğraflarında dahi kullanılan fotoğrafların anlamı koca bir “ben” egosunun şaha kalkmasıdır. Paylaşılan fotoğrafların incelemesini yapan uzmanlar, paylaşımların yarısından fazlasını kişilerin tek kişilik fotoğraflarından oluştuğuna dikkat çekiyorlar. İnsanların bu kadar çok kendilerini fotoğraflayıp medyada paylaşması, beğenilme, taktir edilme egosunun her geçen gün artmasıdır. Öyle ki, paylaşımı veya kendi fotoğrafları az beğenildiği için psikologlara giden hastaların arttığı bir dünya gerçekliği içerisindeyiz. Beğenilmeye, taktir edilmeye, olmayan biri gibi kendisini gösterip önemsenmeye, ciddiye alınmaya, onaylanmaya bu kadar önem vermek temel bir takım şeylerin eksikliğine işarettir.

Bu narsist ego, gündelik sohbetlere de yansıyor; “o fotoğrafı, o yazıyı ilk ben paylaştım, ben şu kadar ‘like’ aldım. Şu kadar ‘beğeni’, şu kadar ‘paylaşıldım’ oldu” diyerek önemsendiğini, yüzlerce, binlerce insanın kendisini takip ettiğini, ciddiye alındığını, kendi dünyasında ‘ünlü’ ve ‘tanınan’ biri olduğunu sanıyorlar. Bu da müthiş bir egoya neden oluyor. Bu duygular süreç içinde değişik ‘mutluluk’ arayışlarına itiyor kişileri. “Herkes beni takip ediyor, ama benim hiç kimseyi takip etmeye ihtiyacım yok, çünkü herkesin benden öğrenecekleri var, ben en iyi, en entelektüel, en zekiyim” egosu baskın duygu oluyor. Sanal dünyanın yarattığı bu ruhsal, kişilik ve karakteristik hastalık gündelik yaşamda da yerini buluyor. Kimseyle sağlıklı ilişkiler kurulamayarak yalnızlaşmaya sürüklüyor insanı. Bilişim ve iletişim çağında, insanın yalnızlığının temellerinden birini oluşturan etmenlerden biri budur.

Gelişen teknoloji insan yaşamında bir çok şeyi kolaylaştırsa da, ciddi bir bağımlılıkta geliştirdi. Ellerde telefon düşmez oldu. İnsanlar yıldızlara bakmayı unuttu. Yürürken, toplu taşıma araçlarında yolculuk yaparken, yemek yerken, kafede otururken kısacası her yerde tüm ilgi telefonlarda toplanıyor. Bu durum, arkadaşların kendi aralarında, eğitmen ile öğrencinin ilişkilerinde, çocuğun aile içi iletişimlerinde zayıflamaya neden oluyor. Kimse birbiriyle yeterince zaman geçirmiyor. Zamanın çoğu dijital araçlarla geçiriliyor. Sanal alemde geçirilen zaman, reel yaşamdaki bağı koparıyor. Uzun yıllar birbirini görmeden, herhangi bir paylaşım yaşamadan sürdürülen yapay ve sanal ilişkiler ortaya çıkıyor.

Sanal alem üzerinde kurulan ilişkilerin önemli çoğunluğu, aldatmaya ve yanıltmaya dayalı ilişkiler oluyor. Zira, gerçek kişilik değil, ‘ideal ben’ ile kurulan ilişkiler. Yani karşındakini aldatmaya, kandırmaya, yanıltmaya dayalı ilişkiler kuruluyor. Reel iletişimin yerini alan sanal iletişim, bir çokları tarafından ‘daha sosyal’ olunmakla ifade edilse de, esasen tam tersi, gittikçe yalnızlaşıyoruz.

Örneğin, hiç sesini duymadığınız, yüzünü görmediğiniz insanlara duygusal bağlılık başlıyor. Saçma ama gerçek. Çünkü sanal alem sizi önce yalnızlaştırıyor, sonra bu yalnızlığınızı, tekil halinizi aşmanız, ruhsal boşluğu doldurmanız ve kendinizi yalnız hissetmemeniz için yazıştığınız karşıdaki kişiye duygu beslemenize neden oluyor. Bu alanda kurulan ilişkiler ve sanal alemin verdiği rahatlık ile aldatmalar daha yoğun yaşanıyor. Süreç içinde aldatmak sıradan bir eyleme dönüşüyor.

Sanal alemde tüm bu yaşanılanların yanısıra, kişiler de dikizleme kültürünün geliştiğini söyleyen uzmanlar; “İnsanlar, kim nereye gidiyor, ne yapıyor, ne yiyip, ne içiyor diyerek birbirini dikizliyor.”diyorlar. Araştırmalar, bu kişilik bozukluğunun oranını %60’lara vardığını açıklıyor. Bu durum yalnızca bir kişilik bozukluğuna yol açmakla kalmıyor, sevdikleriyle, takip ettikleriyle kendi yaşamını kıyaslamayı, onlardan geriye kalmamayı, aynı şeyleri yapmak için kendini paralamayı getiriyor. Aynı şeylere sahip olunamadığında ise derin bir mutsuzluğa dönüşüyor. Başkalarının sahip olduklarına sahip ol(a)mamak, bunu da her eline telefonu aldığında, bilgisayarı açtığında yeniden-yeniden görmek, tanık olmak, geride kalma duygusunu yaratarak, ezikliği, hiçliği, eksikliği, başarısızlığı, iç dünyasında kırılmayı getiriyor. Yani, ne kadar dikizliyorsa o kadar kendisi ile kıyaslama, o kadar huzursuzluk, o kadar kendini paralama ve o kadar mutsuzluk oluşuyor. Sürekli bir rekabet, sürekli sahip olma, geride kalmama kompleksi.

Yazımızın ikinci kısmında değineceğiz ama buraya not düşelim. Ki, yazının ikinci bölümüne kadar bir manipülasyona maruz kalmayalım. İnsan teknolojiyi yapar, teknoloji insanı geliştirir. Bu karşılıklı gelişim döngüsü bilimsel, bilinçli ve ölçülü yaklaşan topluluklar için geçerlidir. Bu ölçütlere sahip olmayan topluluklar için tam aksidir, yıkıcıdır! Yukarıda yazdıklarımız, kullanılan sanal medyanın bilinçsizce ele alınmasından kaynaklı oluşan kimi olumsuzluklardan yalnızca küçük bir kısmıdır. Keza, yazımızın diğer bölümünde bunlara değinmeye devam edeceğiz. Burada işin olumsuz yönünü ifade ederken, insanlığa kattığı bir çok olumlu yönünü yadsıdığımız düşünülmemelidir. Aksine, insanlığa katkılarını, yaşamda sağladığı kolaylıkları saymakla bitiremeyiz. Ancak bu yazı da ki amaç, yayılmakta olan olumsuz yönlerine dikkat çekmektir. İletişim teknolojisini kullanmayalım demiyoruz. 17.yy’ın ilk çeyreğinden başlayan ‘makine kırıcıları’ gibi teknolojiyi ret edelim de demiyoruz. Bilinçli ve ölçüsünü bilerek kullanmaktan bahsediyoruz. Çünkü, bu şekilde bir kullanım, bu alanda daha etkin, daha nitelikli ve daha yaratıcı şeyler geliştirmeyi mümkün kılacaktır. Kendimizde bir ölçü yaratmadığımız halde, yetiştireceğimiz çocuklarımızda bunun ölçüsünü tutturmak mümkün olmayacaktır.

Devam edecek… 

Türkiye devrimci hareketine birkaç söz:

Anglo-Sakson ittifakı ve Arap Sünni-NATO’su! 

16 Nisan referandumundan sonra özel olarak devrimci basına göz gezdirip bir şeyler aradım. Öyle ya, her hareketin bir nedeni ve bir sonucu olduğu gibi, bir yorumu bir analizi, çıkarsanılacak dersleri de vardır! Referandum öncesi tavrını “Hayır” ve “Boykot” olarak açıklayan devrimci hareketin çeşitli kanatlarının, seçim sonrası süreci değerlendiren, belirledikleri tavırların referandum sonrası kazanım ve kayıplarının muhasebesini yapan bir yaklaşım görmedim. Hiç bir şey olmamış böyle bir süreç yaşanmamış gibi… Bu referandumun bölge ve dünya halkları açısından önemi, özel olarak da Ortadoğu da halkları nelerin beklediğini öngören hiçbir analiz, çözümleme ve bunlar ışığında bir perspektif sunma durumuyla karşılaşmadım. Öyle ki, Devrimci hareketin on-yıllardır olduğu gibi daha acil daha yakıcı gündemleri var; kendi içine kapanıp iç çatışmalarla kendisini zayıflatmak! Aşağıda göreceğiz ki, uluslararası güçler şu veya bu şekilde “ittifak” ve “birlik”lerini pekiştirirlerken devrimci güçler on-yıllardır olduğu gibi pratikleriyle “ayrışmayı” derin teorik ufkuyla “arınma”yı savunuyor…

İŞİD’in dünya siyasetinde ki rolü!

Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika (GODKA) Projesi kapsamında İŞİD’in dünya siyasetinde ki rolü son derece büyük. Ortadoğu da Sovyetlerin önünde engelleyici bir güç olarak “yeşil kuşak projesi” kapsamında örgütlenip güçlendirilen İslamist radikal hareketler, yıllar sonra kromozomlarıyla oynanarak ortaya çıkarılan İŞİD versiyonu bir mutan ile, yalnızca Ortadoğu siyasetinde değil, egemenlerin yerkürenin her coğrafyasında halklar üzerinde ve rakip güçler karşısında siyaset yapma serbestliğini sağlamıştır.

ABD, Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika (GODKA) projesi kapsamında İŞİD ve Al Nusra gibi grupları, başta Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve Türkiye eliyle destekleyerek Ortadoğu da bölgenin güç dengelerini değiştirebilmek, jeo-stratejik konumuna hakim olabilmek için güçlendirildiler. Dünyayı manipüle etmek, yeni ittifaklar örgütleyerek bölgede etkin olabilmek için, İŞİD’i destekleyen ve onun saldırılarından, katliamlarından kendileri sorumlu değilmiş gibi sözde “İŞİD’le mücadele etmek” için “Teröre Karşı İslam İttifakı” adı altında İslam dünyası içinde yer alan 34 devletten oluşan “İslam Ordusu İttifakı”nı 15 Aralık 2015 tarihinde kurdular.

Kendi laboratuvarlarında ürettikleri İŞİD mutandı, sadece bu ittifak için değil, daha büyük stratejiler ve ‘kutsal’ amaçlar için bir araç olarak kullanılacaktır. Yani bölge de sınırların yeniden düzenlenmesi ve dengelerin el değişmesi hamlelerine GODKA eliyle yeni oyuncular eklenmişti. ABD savunma bakanı Ashton Carterin 15 Aralık 2015’de İncirlik Üssü’nü ziyaret ederken yaptığı açıklamada “Suudi öncülüğündeki yeni koalisyon, ABD’nin İŞİD’le mücadelede Sünnilerin daha büyük rol oynaması yönünde uzun süredir yaptığı çağrılarla uyumu bir adım” olduğunu söyleyerek “Yeni ittifakı” desteklediklerini açıklamıştı. Yani “Sünni Arap NATO Koalisyonu” nu!

Peki ama GODKA kapsamında sahaya sürülen bu ülkelerin bunda çıkarı ne olabilirdi? Tabi ki Arap Sunni-NATO’su! ABD ve İsrail patentli “Arap Askeri İttifakı” fikrini ilk olarak 22 Şubat 2015’te Mısır Cumhurbaşkanı Abdül Fettah El Sisinin Mısır devlet televizyonunda yayımlanan konuşmasında duymuştuk. 1945 yılında  Mısır, Irak, Ürdün, Lübnan, Suudi Arabistan, Suriye tarafından kurulan, 22 Arap ülkesinin üye olduğu Arap Birliği, 29 Mart 2015’te yaptığı 26. zirvesinde yayımladığısonuç bildirisinde Sisi’nin bu “ortak askeri güç fikrini” benimsediğini açıklamıştı. Bu açıklamanın ardından 21-22 Nisan 2015 de Kahire’de Tunus, Cezayir, Suudi Arabistan, BAE, Fas, Katar, Kuveyt, Sudan, Ürdün ve Libya genelkurmay başkanlarının katılımıyla ilk toplantı gerçekleştirilmişti. Bu toplantı da bu askeri ittifakın kurulması, görevleri, finansmanı gibi konularda bir alt yapı çalışma grubu oluşturulmuştu. Bir ay sonra 24 Mayıs 2015’te Genelkurmay başkanları ikinci defa bir araya gelmiş ve bu toplantı da ülkelerin savunma bakanlarına sunulmak üzere askeri ittifakın kuruluşuna ilişkin bir protokol hazırlanmıştı.

Dikkat ediniz, böylesi dev bir ittifak ‘aylar içinde’ gerçekleştirildi ve tüm bu hazırlıklar Trump’un başkanlığı öncesinde yapıldı. Oysa biliyoruz ki böylesi bir ittifak aylar içinde gerçekleştirilemez, on-yılların projesi! Trump’un 20 Ocak 2017’de başkanlığı devir alırken konuşmasında “Radikal İslam’ı dünyada yok edeceğiz” ifadeleri ile, esasen İŞİD gibi radikal İslamist grupların bundan sonraki politikalarda nasıl kullanılacağının da bir mesajıydı. 15 Aralık 2015 tarihinde kurulan “İslam Ordusu İttifakı”, Trump ile birlikte “Trump’un Arap NATO’su” ismini alarak çerçevesi de esasen netleştirilmiş oldu. ABD ordusuna danışmanlık yapan kimyasal muharebeden sorumlu eski kurmay başkanı Muhammed El Şahavi, Al-Monitor’a yaptığı açıklamada Trump’ın önerisinin Sisi’ninkine benzer olduğunu, Trump’ın Sisi’nin önerisine de sıcak baktığını, çünkü Arap ittifakı projesinin de ABD gibi küresel bir gücün desteğiyle yürüdüğünü söyledi.[1]

ABD’nin önde gelen gazetelerinden Wall Street Journal’ın 15 şubat 2017’de duyurduğu ardından ise Alman “Die Welt” gazetesinde “Ortadoğu’da sürpriz bir ittifak doğuyor” başlığıyla Richard Herzinger imzası ile açıklanan “Arap NATO”su ittifakına dair bir haber yayımladı. Bunu kimi çevreler “Gelecek Trump yönetimi ve İsrail’in Ortadoğu’da İran karşıtı bir askeri blok oluşturuyor” şeklinde yorumlarken, kimi çevreler de “Arap-İsrail NATO”su şeklinde yorumladı.

ABD’nin ve İsrail’in bu ittifakın hem kuramcısı hem destekleyeni olduğu her iki ülkenin yetkili makamları tarafından yapılan açıklamalardan anlaşılıyor. Bu ittifakın Filistin meselesinden kaynaklı perde arkasında durmakta ısrarlı olan en önemli gizil güç ise İsrail olduğunu görmek gerekiyor! Bunun için müneccim olmaya gerek yok, gündemi takip etmek yetiyor. Alman “Die Welt” gazetesine mart 2017 tarihinde konuşan İsrail Savunma bakanı Avigdor Lieberman Trump yönetiminin Arap ülkelerin İran’a karşı askeri ittifak kurması ve bu ittifakın İsrail’le işbirliğine gitmesine yönelik çalışmalarına destek veriyoruz” şeklindeki açıklaması bu ittifaktaki ‘gizil’ gücü de gösteriyor. Lieberman bu demecinde İran’ı “ortak düşman” olarak göstermiş, İsrail’in Suudi Arabistan’a Ortadoğu’da NATO tipi ittifak kurulmasını teklif ettiğini duyurmuştu.[2] Keza, Ortadoğu da oluşacak böylesi bir ittifaktan İsrail’in rolünü düşünmemek büyük bir saflık olacaktır.

Bu birliğin temelini (Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır ve Ürdün) atarak ABD’nin ve İsrail’in bölgede İran’a (dolayısıyla Şanghay Beşlisine) karşı askeri bir kalkan kurmasıydı. Bu askeri birliğin arkasında ki esas gücün ise İsrail olduğunu yeniden belirtelim. Keza İsrail’in oluşturulan bu askeri kalkan tarafından İran’dan korunması da durumun en esaslı ve özlü kısmıdır. ‘Arap Sunni-NATO’sunun oluşması Şanghay Beşlisi’nin Ortadoğu da ki en zayıf halkası konumunda olan İran’ın etkisini kıracak, böylece Rusya-Çin ve İran başta olmak üzere Avrasya Ekonomik Birliği ittifakını da parçalayarak bölgenin tek hakimi olmayı hedeflemekte.  İran’a yönelik çok yönlü ve kapsamlı girişimler söz konusu. İçten ‘renkli devrimler’, dıştan bu vb. askeri ittifaklar gibi çok yönlü hamleler olduğunu da belirtelim.

Peki ama bu “Genişletilmiş Avrasya Projesinin” parçalanmaya çalışılan ittifakı içerisinde yer alan ve haliyle bu projenin birer hedefi durumunda olan ülkeler hangileridir? Bunlar; Orta Asya’da Kazakistan-Türkmenistan, Güney Asya’ya doğru Afganistan-Pakistan, Kafkasya’da Azerbaycan-Gürcistan’dır. Bu ülkelerin kimileri uzun zamandır farklı yöntemlerle direk operasyonlara/saldırılara maruz kalmakta. Mesela, Kazakistan IŞİD bağlantıları üzerinden bu ittifaktan koparılmak isteniyor. Yani “Kazakistan nokta atış yapılan bir hedef konumunda. Çünkü Kazakistan sahip olduğu jeopolitik ve stratejik konum itibarıyla sadece Orta Asya bölgesini değil, Rusya ve Çin’i de istikrarsızlaştırma kapasitesine sahip bir ülke. Bölgenin en önemli domino taşı.”[3]

Hatırlayalım, ABD her girdiği, yıktığı, işgal ettiği ülkeye “demokrasi götürüyorum”, “nükleer silah var”, “uluslararası terörist yuvası” diyerek girdi. İran’a yönelik yapılacak operasyonun sloganı “İslamist terörün arkasındaki güç” şeklinde belirlenmiş gözüküyor. Oysa gerçek ne kadar farklı değil mi!? Dünya halklarını manipüle etmek için ‘Soros medyası’ ve ‘yandaş medya’nın rolünü ise anlatmaya sanırım gerek yok!

ABD ve İsrail’in bölgede ki hedefi İran olduğu biliniyor. Türkiye ve İran arasında bölge özgülünde süren hakimiyet kavgası ise çok açık. Türkiye-İran hakimiyet dalaşı, ABD-İsrail ve Türkiye’nin bölgede ki (askeri, siyasi, ekonomik vs.) yönelimlerini ortaklaştırıyor. 2015 yılında “İran bölgeye hâkim olmak istiyor, bundan biz, Arabistan ve diğer Fars Körfezi devletleri rahatsızlık duyuyoruz’’ diyen Erdoğan’ın İran’ı “yayılmacı” diyerek suçlaması Türkiye’nin ‘Arap Sünni-NATO’suna eklenmek istemesinin bir çok nedenleri arasındadır. Yine Erdoğan’ın daha 2004 yılında “Üstlendiğimiz misyon gereği Ortadoğu ve Avrasya ülkelerine yöneleceği… Eşbaşkanı olduğumuz genişletilmiş Ortadoğu Projesi için…”[4] söylemleri bu öngörümüzün kaynaklarından biridir.

Dönemin başbakanı Davutoğlu ve Genelkurmay başkanı Hulusi Akar’ın 1 şubat 2016 tarihinde Suudi Arabistan’a gitmesinde ve ardından 14 Nisan 2016 tarihinde İstanbul’da bir araya gelen ‘İslam İşbirliği Teşkilatı’nın ana gündemi de İslam Sünni-Nato’suydu. 16 Nisan referandum öncesi Kerem Çalışkan köşesinde bu gidişata ilişkin şöyle diyordu: “Erdoğan, 12 Şubat 2017’de Bahreyn, Katar, Suudi Arabistan turuna çıktı, Arap Nato’sunu görüştü, Fars milliyetçiliğiyle mücadele istedi. 15 Şubat 2017’de WSJ Suudi Arabistan’ın İslam NATO’su kuracağını yazdı… Kissinger şimdi Arap NATO’su projesinin ilerlemesi için 16 Nisan’da Evet çıkmasını ve Erdoğan’ın Tek Adam yetkisini almasını bekliyor… Ondan sonra Kissinger Erdoğan’ın kapısına dayanacak… ‘Hadi yap şimdi 14 yıldır yapmak isteyip de yapamadığımızı’ diyecek… Erdoğan da Türkiye’yi İran’a karşı ‘Sünni NATO’nun lideri yapacak!…”[5] Ancak Türkiye’nin bu Arap Sünni-NATO’ya eklenmesi önünde TBMM’nin önemli bir engel olarak durduğu düşünüldüğünden, 16 Nisan referandumuyla bu engelinde kaldırılması hedeflendi. Keza, 25 şubat 2003 yılında ABD’nin Irak için Türkiye’den asker istemesi “1 Mart tezkeresi” ile mecliste ret edilmişti. Hem bunun rövanşını almak, hem de bundan ders çıkaran ABD, “tek adam” formülasyönü ile artık bunların yaşanmamasını sağlamaya çalışıyor.

Batıdan bakıldığında Türkiye bir Ortadoğu ülkesi görünümünde. Ortadoğu’dan bakıldığında ise, Türkiye bir batı ülkesi. Bu görüngüsel durum Türkiye’nin kuruluş misyonları arasındaydı. Bu yanıyla İslam ülkelerine bir ‘model’ olabilirdi!İslam dünyasını ve özellikle de Ortadoğu’yu etkileyebilmek ve dizayn etmek için bölge ülkelerinin özeneceği bir model gerekliydi. Bunu Dinamik ekonomisi, yetişmiş insan gücü, hareketli nüfusu, özellikleriyle bugüne kadar bulunduğu coğrafyada öne çıkmış bir ülke olan Türkiye’den başka yapacak bir ülke de söz konusu değildi. Türkiye’nin ılımlı İslam’la bütünleştirilerek bölge ülkelerinin özeneceği bir model oluşturması son derece akıllıca olacaktı. Bu şekilde bölgede hakim olan Radikal İslam ve Köktendincilik yerine liberal ılımlı İslam’ı yerleştirip, kontrolü altında kurulacak bir İslam Birliği ile bölgeyi yönlendirmek mümkün olabilirdi. Bu yaklaşım sadece ABD’nin değil, tüm Batı dünyasının savunacağı bir hareket tarzıydı. İşte bu nedenle, Türkiye’nin, ABD’nin dünya üzerinde ki “imparatorluk” siyasetinin İslam dünyasındaki taşıyıcı unsuru olduğunu söylemek abartı olmayacaktır!..

Tıpkı George Orwell’in ‘Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ romanında kurguladığı ‘big brother’laştırılan dünyayı kabullenip kanıksamamızı, “ne yapsak da engellemek imkânsız, o halde yapacak bir şey yok” mantığını kült bir düşünceye dönüştüren ve davranışlarımızı da bu paralelde kontrol altına alan bir sistemle kuşatılmış durumdayız. Peki bizi her geçen gün daha da kuşatan bu duruma karşı biz ne yapıyoruz?

H.Gürer

30 Nisan 2017

 http://www.al-monitor.com/pulse/tr/originals/2017/03/egypt-united-states-joint-arab-alliance.html#ixzz4fiePR9PY

http://filistinhaberajansi.com/siyonist-lieberman-arap-israil-natosu-kurulmali/

http://www.milligazete.com.tr/ankara_moskova_hattinda_genisletilmis_avrasya_ittifaki_ve_nazarbayev/prof_dr_mehmet_seyfettin_erol/kose_yazisi/30653

2. ÇIRAĞAN SARAYI / ABD – TESEV ALMAN MARSHALL FONU TOPLANTISI (25 Haziran 2004)

 http://odatv.com/erdogani-referanduma-goturen-gizli-plan-arap-natosu-mu-2803171200.html

Hollanda ve Türkiye arasında yaşanan “krizi” nasıl okumalıyız?! H.Gürer

AKP’nin siyaset yapma Algoritması!

Türkiye, 16 Nisan 2017 tarihinde gerçekleşecek olan “anayasa ve başkanlık sistemi referandumu” için, dünya da eşi benzeri görülmemiş “seçim çalışmaları”na başladı. Sınır ötesi seçim çalışmalarının bir ayağını da Hollanda olarak belirleyen AKP, 11 Mart Cumartesi günü Hollanda Rotterdam şehrinde ‘referandum kampanyası programı’ organize etmek istedi. Bu etkinliğe katılmak isteyen Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’na, Hollanda hükümeti Dışişleri Bakanı Bert Koenders telefon ederek; “Hollanda’da referandum kampanyası yapmanızı istemiyoruz. Gelmeyin…” demesine karşın, Çavuşoğlu istenmediği bu ülkeye gitmekte kararlı olduğunu açıklamış, programını iptal etmeyeceğini duyurmuştu. Bu gelişmelerin ardından başlayan “diplomatik kriz” nasıl okunmalıdır? Buraya gelmeden kısa birkaç açıklama yapmak, süreci daha sağlıklı okumak açısından faydalı olacaktır.

Yukarıda da değindiğimiz gibi, Türkiye dünyada eşi benzeri olmayan bir seçim süreci işletiyor. Özel olarak Türkiyeli göçmen nüfusunun yoğun yaşadığı Avrupa ülkelerinde sandıklar kuruyor. Toplantılar, konferanslar, hatta mitingler düzenlemeye kadar işi taşırmaya çalışıyor. Bu durumdan rahatsız olan Avrupa ülkeleri, kendi ülkelerinde bulunan Türkiyeli göçmenlerin bilinçlendirilmesine karşı değiller fakat, Türkiye tarzı bir seçim kampanyasının da kendi ülkelerinde yürütülmesine haklı olarak karşılar. Çünkü neredeyse otobüsler tutulup marşlar çalınacak, direklerden direklere bayraklar asılacak hale getirilecek. Kendi ülkelerinin seçim süreçlerinde dahi bu vb. uygulamalar yapmayan Avrupalılar, Türkiye’nin bu tarzından pekâlâ rahatsız olma hakkına sahipler. İkinci bir nokta ise, bu tür çalışmalar kendi ülkelerinde toplumsal kargaşa, iç huzursuzluk, toplumsal gerilim vb. yarattığını düşündüklerinden, anayasa referandumu için Avrupa ülkelerinde toplantı düzenlemek isteyen bakanlara bugüne dek Almanya, Hollanda, Avusturya ve İsviçre engel çıkardı. Bu ülkelerin aynı anda siyasi, ekonomik ve askeri anlaşmalarını da yapmayı sürdürdüklerinin de altını çizelim!

Hollanda’nın çekildiği minder, bilinçli tırmandırılan kriz
Bu vb. gelişmeler her ne kadar AKP veya T.C karşıtı şeyler gibi gözükse de, iki yanı keskin bıçak gibi bir karakter taşıyor!

Birincisi; AKP iktidar olduğu 15 yıllık süreç boyunca, içine düştüğü her yönetememe krizinde, her seçim ve her referandum gibi kritik dönemlerde, kamusal sonuçları olan şeylerle kendisini “mağdur” durumuna sokmayı başarıyor! Böylece kitlesini daha da çok kemikleştiriyor. Karamsar durumda olan milliyetçi-sosyal şoven unsurların da histerik duygularını körükleyerek “kararlı” hale getirip yanına çekiyor! (Bu olayla CHP’nin tavrının da AKP ile aynılaşması gibi) Haliyle Hollanda’nın bu çıkışı, AKP’nin ön gördüğü başkanlık sistemini ve yeni anayasa tasarısının geçmesini garantilemesi açısından önemli bir “destek” ve “yardım” olarak görmek mümkün. Onca uzaklıkta bir ülkenin iç siyasetine ve iktidar partisine ancak bu denli bir yardımda bulunulabilirdi! AKP “bizi dışta AB ülkeleri, içte terör örgütleri istemiyor. Daha güçlü bir Türkiye için evet deyin” türünden ucuz sloganlar ve basit şoven kampanyalar için önemli bir hamle manevrasına sahip oldu. Kendi medyası ile yapamayacağı reklamı, isteyip de ulaşamadığı kesimlere dünya medyası ile ulaşmayı başardı. Dünyanın gündemine düşüp tartışılıyor olmak, milyar dolarlar vererek yapılamayacak büyüklükte bir şeyken, Hollanda’yı bu mindere çekerek yapmak daha akıllıcaydı. Bu başarıldı.

İkincisi; Hollanda hükümeti açıklamalarına baktığımızda, kendi ülkesinde yapılacak referandum çalışmalarını yasaklamış değil, sınırlandırmıştır! Yapılacak toplantı salonu için şöyle deniyor “Bakanın konuşması için yeni bir salon bulunması için görüşmeler sürüyordu ancak bu sırada Türk yetkililer Hollanda’yı tehdit etti. Bu durum mantıklı bir çözüm arayışını imkânsız kılmıştır.” ve Türkiye Dışişleri bakanının uçuşunu iptal etmelerini ise; “İptal kararı, uygun bir çözüm bulunması için görüşmelerin sürdüğü bir sırada kamuoyu önünde yapılan tehditler nedeniyle alındı.” Diyerek kamuoyuna açıklama yapan Hollanda hükümeti, krizi derinleştiren ve bu aşamaya getiren tarafın Türkiye olduğunu iddia ediyor. Açıklama da çarpıcı bir bölüm de şurası; “Hollanda hükümeti ülkedeki Türkiye vatandaşlarına referandum hakkında bilgi verilmesi için toplantı düzenlenmesine karşı değil. Fakat bu toplantılar bizim toplumumuzdaki gerilimlere olumlu katkıda bulunmuyor ve burada bir toplantı düzenlemek isteyenler, kamu düzeninin ve güvenliğin sağlanması için ilgili yetkililerin kurallarına uymalı. Türkiye hükümetinin bu konudaki kurallara saygı göstermediğini söylemek durumundayız.” Açıklama böyle. Türkiye tüm bu açıklamaları görmezden gelerek, tüm sivil bürokrasisi ile eylem, protesto, açıklama ve tehdit yarışına katılmış durumda. Kimse karşı tarafın ne dediğiyle ilgili değil. Portakal bıçaklayıp, suyunu sıkıp içerken, tehditler yağdırırken, anayasa referandumu için “evet” kampanyasını da aynı anda yürütmeleri son derece planlı bir kampanyanın ürünü olduğunu gösteriyor. “Hollanda resmi makamlarını aratıp mehter marşı dinletti” diye medyaya manşetler atarak kitlesini bu yönlü eylemler yapmaya yönlendirme derdindeler. Cumhurbaşkanı, bakanlar vs. kitleye bir zat eylem çeşitleri sunuyor. İşin bu aşamaya getirilmesi kimin işine yaradığı çok açık…

AKP’nin Kasımpaşa jargonu ile her önüne geleni tehdit ettiğini bu ülke insanı gayet iyi biliyor. Dolayısıyla da “(…) görüşmeler sürüyordu ancak bu sırada Türk yetkililer Hollanda’yı tehdit etti.” Açıklaması gerçekliği ifade ediyor. Aynı şekilde kimi bakanların “kimse bizim toplantımızı iptal edemez, programımız ertelenemez, hesabını sorarız, bedelini ödetiriz” türünden haberlerin yapıldığına da kimi gazete ve sosyal medya üzerinden tanık olduk. Tüm bunlar krizi tırmandırmak için yapılan şeylerdi. Çünkü karşılarında kendi vatandaşları olan gariban bir çiftçiye “ananı da al git” demediklerini, bir ülkeyi tahdit ettiklerini, bunun diplomatik, siyasi ve ekonomik sonuçları olacağını da gayet iyi biliyorlardı. Bilerek, planlanarak ve isteyerek de yapıldı. Çünkü her seçim ve referandum dönemlerinde olduğu gibi “mağdur” olmaya ihtiyaçları var. “Mağdurluktan” çıkıp mağrurluğa dönüşümü önümüzdeki günlerde hep birlikte daha açık ve net olarak göreceğiz…

Hollanda her ne kadar yapmak istediği “sınırlamalarının” nedenlerini açıklamaya çalışsa da AKP tarafından hızlı bir şekilde bu sesleri boğuldu. Hollanda’nın bu tutumunu “tanımsız” bir ifade haline sokarak dünya kamuoyu karşısında “haklı”, Türkiye halkları karşısında ise “mağdur” bir hale ulaşıldı. Böylece AB’nin demokrasi kriterleri kendilerince tartışılır hale getirilecek, Hollanda ise AKP tarafından fırsat verilmeden “tanımlayamadığı sınırlamalar” yüzünden tüm dünya tarafından siyasi baskı altına alınacak, böylece AKP Türkiye ve dünya halkları karşısında “prestij” elde edecekti. Bu “prestiji” Nisan’da ki anayasa ve başkanlık referandumunun geçmesi lehine kullanacaktı. Plan tuttu mu? Bizce tuttu. Hollanda’nın kısa gelecekte özür dilemesi büyük bir olasılıktır!..

Özetlersek;
Hollanda’nın AKP tarafından bilinçli ve planlı bir şekilde çekildiği bu minder, her ne kadar AKP karşıtı gibi gözükse de, esasen AKP’yi referandum sürecinde elini güçlendiren çıkışlardır! Referanduma kadar benzer gelişmeler, çıkışlar ve ülke içi veya ülke dışında siyasi, politik, askeri komplolar sürpriz olmamalıdır!