Cuma Mart 29, 2024

Pusula

Pusula

Devrimciliği Yaşam Tarzına Dönüştürelim

Bizim gücümüz, haklılığımız ve meşruluğumuzda; olayları, olguları diyalektik- materyalist bakış açısıyla ele almamızda yatıyor.

Bu güce yaslanarak emperyalizmin, dünya gericiliğinin saldırılarına karşı kararlı bir mücadele yürüterek ve geniş yığınları sistemin kurmuş olduğu karanlık dünyadan kurtarmak için aydınlatma görevlerine odaklanmamız gerekir. Bu da bilgiyle, diyalektik-materyalist felsefeyi kavramakla olur. Çünkü yeni ancak bu bilinçle inşa edilebilir. Yeni ancak eskiyene, çürüyene karşı mücadele edilerek inşa edilebilir. Burada anahtar sözcük “yıkım” ve “inşa”dır. Bu görevlerin asgari düzeyde yerine getirilmesi ideolojik, siyasal, örgütsel tecrübe, teorik donanıma sahip insan gücüyle mümkündür.

Daha sade bir dille ifade edecek olursak, kitleler içinde yetkin olmak, beyinlerde ve yüreklerde yer bulmak dayatmalarla olmaz. Bilgiyle, birikimle olur. Ezilenlerin kurtuluşuna dair ortaya konulan her doğru düşüncenin arkasında durmakla, söylemle eylemin uyumlu tarihini yazmakla olur. İşçi grevlerinde, öğrenci eylemlerinde, radikal devrimci her türlü eylemin örgütlenmesinde bu duruşu sergileyen kadro ve militanlar, çevrelerine güven verir.

Onların bu duruşu sayesinde yeni kuvvetler kazanılır. Kolektifle bütünleşmenin, devrimciliği bir yaşam tarzına dönüştürmenin anlamı da budur. Bu duruşta bireyler bütünün bir parçasıdır; dişlinin birer çarkıdır. Kolektife akacak yeni kuvvetlerin yol açıcısıdır. Proleter hareket bu kararlı ve özgüvenli militanların duruşuyla kitleler içinde saygınlık kazanır. Bu pratiklerle yüzleşen kitleler de esas olarak devrimci çağrılara yanıtsız kalmaz.

Proleter hareketin özneleri somut durumu kavradıkça, görevleri konusunda netleştikçe daha özgüvenli hareket ederek, zorluklar karşısında cüretli pratikler sergilerler. Bütünün bir parçası olma duygusu, onları yerine getirilmeyen her görevin bütüne vereceği zararın bilincine vardırır.

Bu bilinç, bu yüksek sorumluluk duygusu her durumda özne güçleri özverili bir çalışmaya sevkeder. Dikkat edilirse içinden geçmekte olduğumuz süreçte belirlenen her görevin yerine getirilmesi bilgi birikimini ve kararlı duruşu zorunlu kılıyor. Keza güçlü bir devrimci dinamizm, bilgiyle, planlı ve istikrarlı bir çalışmayla bütünleşince her çalışma alanında sonuç üretir. Sessizliği bozar, direniş mevzileri yaratarak kalabalıklara ulaşmanın temel taşlarını örer. An itibariyle bu tespitlerimizin üzerinde yükseldiği zemin ezenlerle ezilenler arasındaki çelişkilerin varlığıdır. Sınıfsal, ulusal, dinsel-mezhepsel olarak baskı altında olan emekçilerin, halkların biriken öfkelerinin kaçınılmaz olarak patlamalara yol açacağı gerçeğinin öngörülmesidir.

Bunu öngörmek, mevcut çelişkilerin derinleşerek devrimci mücadele biçimlerine evrileceğine inanmak, yalnız geleceğe umutla bakmak, yığınların gücüne güvenmek anlamına gelmez. Aynı zamanda bu umudun devrim yürüyüşünde somut kazanımlarla sonuçlanması, işçi ve emekçilerin mücadele içinde bilinç ve örgütlülük düzeyinin yükseltilmesi için de proleter hareketin tüm bu gelişmelere karşı hazırlıklı olması gerekmektedir. Hazırlıksız hali, öngörüsüzlük, ezilenlerin bu yönlü mücadele hamleleri karşısında çaresiz kalır. Böylesi durumlarda bu süreçler devrimci tarzda yönlendirilemez.

Genel manada sınıf savaşımının tarihi tecrübeleri bize şu gerçekleri gösteriyor: Devrimci bir mücadele için objektif koşulların var olması yetmez. Bunun yanısıra bu fırsatlardan doğru bir tarzda yararlanmak için subjektif devrimci güçlerin hazırlığı ve bu hazırlıklar doğrultusunda ortaya koyacakları iradi çaba, sonucun belirlenmesi açısından tayin edici bir rol oynar.

Devrim kitlelerin eseridir. Ve her devrim deneyi, bu gerçekliğin tanığıdır. Devrimci çalışmada tek tek bireylerin rolü önemlidir. Ama asıl olması gereken kolektif çabadır-kolektif emektir. Elbette ki bu emek sürecine her birey sahip olduğu bilgiyle, çözüm gücüyle katılır. Dolayısıyla katkı anlamında mutlak bir eşitlikten söz edilemez. Burada önemli olan, ortaya konulan samimi çabadır. Dinleme, anlama ve uygulama pratiklerinde her türlü kişisel kaygıdan uzak durmadır. Bu duruş, bu yönelim süreç içinde her kadro ve militanda var olan eksikliklerin giderilmesini, hataları karşısında özeleştirel tutum geliştirmesini sağlar.

Gerici Zorun Panzehiri, Devrimci Zordur

Görsel ve yazılı basında her gün çürümüş, kokuşmuş sistemin icraatlarına tanıklık ediyoruz. Artık uyuşturucu baronlarına, çetelere dair haberler “sıradan” vakalar haline gelmiş durumda. Tabi ki, bizim işimiz bunların çetelesini tutmak değildir.

Bizim işimiz, her fırsatta çeteleşmiş devlet gerçekliğine ayna tutmaktır. Eğer bu sistemin yaratmış olduğu sineklerle uğraşırsak bataklığı gözden kaçırırız. Çünkü bu kokuşmuş sistemin, denetimindeki medya aracılığıyla yapmaya çalıştığı tam da budur. Oysa karşımızda tepeden tırnağa yolsuzluğa bulaşmış bir burjuva-feodal egemenlik sistemi vardır. Dolayısıyla kurutulması gereken bataklığın kendisidir. Ve bu yönlü tüm görevler ancak geniş yığınların gücüne yaslanan devrimci bir savaşla yerine getirilebilir.

Şu açık ki, yaşanan tüm değişimlere rağmen bugün de merkezi görev, devrimci savaştır. Ve proletarya partisinin tüm faaliyetlerinin esas olarak bu göreve hizmet etmesi gerekir. Keza bu bakış açısındaki netlik, an itibariyle etkilediğimiz, harekete geçirdiğimiz kitle gücüyle değil ideolojik duruşla olur. Eğer sağlam bir ideolojik duruşa sahipsek, tüm dezavantajlara rağmen zorluklarla savaşma sanatında ustalaşırız. Küçük kuvvetleri, büyük kuvvetlere dönüştürürüz.

Yine bugün sahada var olan güçsüzlüğümüzün, belli oranda yığınlara ve kendimize olan güvensizliğin ideolojik kökenlerini doğru tespit edersek, düzeltme hareketine olması gereken noktadan başlarız. Unutmamak gerekir ki, görme eylemi doğru yerden bakma ve ezilenlerin sorunlarını kendine dert edinme pratiğiyle başlar.

Sözgelimi, emperyalist saldırganlığın, devlet terörünün dizginsizce sürdüğü bir dönemde hala yasallığın sınırları içine hapsolmuş, merkezi bir mücadele çizgisiyle burjuva egemenlik sisteminin yıkılacağı hayaline kapılmak, tek kelimeyle gerçeklere göz kapamaktır. Tabi ki sınıf savaşımında haklı ve meşru olan her türlü mücadele aracına başvurulur. Hangi aracın nerede, nasıl kullanılacağı güç dengesiyle, koşullarla alakalı bir sorundur. Burada önemli olan karşı devrimci zorun, ancak devrimci zorla alt edilebileceği gerçeğini asla gözardı etmemektir. Bu durumu, sınıf düşmanlarımızla “anladığı dilde konuşmak” olarak da tarif edebiliriz.

Bu bir durum tespitidir. Bu tespiti yaparken, şu gerçekleri görmezden gelemeyiz. Bugün emperyalizm ve dünya gericiliği, ilerici, devrimci, sosyalist mücadelelere, işçi ve emekçilerin kendiliğinden gelişen kitle hareketlerine karşı şiddetli bir devlet terörü uygulamaktadır. Özet olarak güçler dengesi bakımından, moral ve motivasyon anlamında devrim ve halk güçlerinin aleyhine olumsuz etmenlerin bol olduğu bir süreçten geçiyoruz.

Hiç kuşkusuz tüm olumsuzluklar kendi içinde olumsuzlukları da içeriyor. Emperyalist kapitalist sistem krizinin yaratmış olduğu yoksulluk, sefalet tablosu, emperyalist saldırganlık, ezilenlere dönük artan devlet terörü, sınırsız sömürü politikaları, geniş yığınlarda büyük bir hoşnutsuzluğa yol açmıştır. Sade dille ifade edecek olursak, umutla umutsuzluğun, çaresizlikle yeni arayışların iç içe geçtiği bir dönemdeyiz. Ve bugün umudu büyütmek, geniş halk yığınlarını enternasyonal bir bilinçle eğitmekle, örgütlemekle ve devrimci savaş çizgisindeki ısrarla tutumu sürdürmekle mümkün olabilir.

Bugün umudu büyütmek, emperyalistlerin suç ortaklarının enternasyonal proletaryanın, ezilen dünya halkları ve ulusların haklı mücadelelerine karşı yürüttükleri saldırı ve zulüm politikalarına karşı direnme hakkını kullanmakla olur.

Yani insanlık tarihi her koşulda bize şu tecrübelerden öğrenmemizi öğütlüyor. Baskı ve sömürünün olduğu her yerde direnmek ve savaşmak bir haktır. Dolayısıyla güncel bağlamda haydutlar hukukunun sürdüğü bir dünyada bu tarihsel görevlere uygun olarak hareket etmek, enternasyonal proletaryanın varlık gerekçesidir. Sınıf düşmanlarımız ezilenlerin direnme hakkını “Terörist Saldırı” olarak görmekte.

Oysa eğer bir “terör” den söz edilecekse, o da bu modern haydutların halklara uygulamış olduğu devlet terörüdür. Bugün dünya, Ortadoğu’da her gün devlet terörü ile öldürülen, yerinden yurdundan edilen milyonların çaresizce düştükleri göç yollarına, toprağa düşen cansız bedenlerine tanıklık ediyor.

Bugün dünya, haksız savaşlar, iktisadi ve siyasi nedenlerden dolayı göç yollarına düşen ve gittikleri ülkelerde ırkçı-faşist saldırılara maruz kalan milyonların karşı karşıya kaldıkları zorluklara tanıklık ediyor. Hiç kuşkusuz, tüm bu yaşananların sorumlusu emperyalist kapitalist sistemdir. Dolayısıyla emperyalizme, faşizme ve her türden gericiliğe karşı geniş yığınları örgütlemek, kavganın öznesi haline getirmek güncel bir görevdir.

Hesaplaşma mı? Kutlama mı?

Faşist TC devleti hem ülke içinde hem de bölgesel düzeyde, resmi ve sivil militarist güçleriyle başta Kürt halkı olmak üzere demokrasi ve özgürlükten yana olan herkesi yok etmek ve devlet terörüyle susturmak için çalışmaya devam ediyor. Bu süreç aynı zamanda TC’nin kuruluşunun da yüzüncü yıl dönümüdür.

TC, yüz yıl önce Osmanlı yıkıntıları üzerinde tekçi bir zihniyetle kuruldu. Ermeni soykırımında, diğer azınlık halkların yok edilip sindirilmesinde aktif rol alan ittihatçı birçok ırkçı kadro da kuruluş sürecinde rol aldı.

Emperyalizme uşaklık, başta Kürt ulusu olmak üzere diğer azınlık halklara, komünizme düşmanlık Cumhuriyet’in esas anlayışıdır. “Bir Türk dünyaya bedeldir”, “Ne mutlu Türk’üm diyene” gibi ırkçı- faşist sloganlar, yüz yıllık Cumhuriyet tarihinin ifadesidir. Gelinen aşamada TC’nin komünizm düşmanlığı, başta Kürt ulusu olmak üzere Ermeni ve diğer tüm azınlık halklara, Sünni İslam dışındaki inanç gruplarına karşı savaşı sürüyor. Kürtlerin, Ermenilerin yaşadığı her yer TC’nin savaş alanıdır. Bu savaşta kimi zaman siyasal İslamcı çeteler, kimi zaman ise Aliyev gibi figüranlar ön cephede görünse de her zaman yanıbaşlarında TC vardır.

Dolayısıyla bugün direniş mevzileri, TC’nin saldırı ve işgallerinin olduğu her yerde kazılmak zorunda. Ve kazılan direniş mevzilerine koşmak, bu mevzilerde yükselen haklı seslere sesimizi katmak, dayanışmada bulunmak devrimci bir görevdir.

Enternasyonal proletaryanın bir parçası, anti-emperyalist, anti-faşist mücadelenin özneleri olarak başta Kürt coğrafyası olmak üzere Karabağ özgülünde -ki bunun tarihi arka planında koca bir soykırım vardır- Ermeni halkına dönük yürütülen saldırılara karşı her daima bu bilinçle hareket etmeliyiz. Bu halkın devrimci, demokrasi güçlerinin, ırkçı-faşist politikalara karşı devrimci temelde geliştirecekleri her türlü mücadele biçimine, halkların birleşik mücadele perspektifine uygun olarak katkı sunmak enternasyonal bir görevdir. Unutmamak gerekir ki, son dönemde Ermeni halkına dönük yürütülen tüm saldırılar, 1915 yılında gerçekleştirilen soykırımının bir devamı niteliğindedir.

Bu nedenle bu sorunun çözümü ne emperyalistler ne de onların ileri karakol konumundaki faşist ve gerici devletlere bırakılamaz. Onların aralarında masa başlarında sürdürdükleri diplomatik görüşmeler esas olarak yeni kölelik ilişkilerinin nasıl sürdürüleceğine işaret eder. Yani işgaller son bulmaz. Halkların özgürce, kardeşçe bir arada yaşamalarının yolu açılamaz. Bu yolu açacak olan, Ermeni ve Azeri halklarının devrimci ve demokrasi güçleri olacaktır. Güncel bağlamda böylesi devrimci inisiyatiflerin açığa çıkarılması ertelenemez bir görev olarak bu güçlerin karşısında durmakta. Elbette ki bu görevler büyük zorluklar içeriyor. Ama devrimci güçlerin özgür gelecek yürüyüşünde kolay işleri yoktur. Bütün yürüyüşler zorlu adımlarla başlar, büyük emeklerle, bedellerle yürür.

Yine bu süreçte sol maskeli sosyal şoven, reformist birçok sol parti-Kemalist solcu, faşist Cumhuriyet’in yüzüncü yılını kutladılar. “Cumhuriyet bizimdir” şiarıyla hareket eden bu Kemalist solcuların, Cumhuriyet’in özlü ifadesi olan “Tek Devlet, Tek Millet, Tek Dil, Tek Bayrak”, “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” gibi ırkçı-inkarcı politikalarına dair de bir açıklamaları olsa gerek!?

Cumhuriyet’in temel taşlarını ören kadrolar içinde Ermeni soykırımına katılan, Rum ve diğer azınlık halkların kanlarını akıtan, servetlerine çöken İttihatçı kadrolar vardır. Dahası Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte Kürt halkını da katliamlardan geçiren anlayış, Osmanlı’nın son süreciyle birlikte ortaya çıkan aynı tekçi-inkarcı anlayıştır. Ve yüz yıldır coğrafyanın tüm mazlum halkları, kutladığınız bu faşist Cumhuriyet’in zulmü altında inim inim inlemekte. Dolayısıyla faşist Cumhuriyet’le hesaplaşılmadan, bu tekçi anlayış mahkum edilmeden gerçek manada bir devrimden, demokratik veya sosyalist bir cumhuriyetin inşasından söz edilemez.

Yüz yıllık tarihi, komünizme, işçi ve emekçilere karşı mücadeleyle geçen bir Cumhuriyet’i savunmak ilerici ve demokrasi güçlerinin işi olamaz. Siyasal İslamcı faşist iktidarın alternatifi Kemalist Cumhuriyet ve kazanımları değildir. Bugün devrimcilik adına işçi ve emekçileri Kemalist Cumhuriyet’i kutlamaya çağıranlar, objektif olarak bu yüz yıllık tarihi süreçte halka karşı işlenen tüm suçların perdelenmesine hizmet etmiş olurlar. Oysa sınıfsal tutum her koşulda Kemalist Cumhuriyet’le hesaplaşmayı zorunlu kılar.

Devrimci Bir Çıkış İçin Örgütlen-Örgütle

“…Komünist Enternasyonale bağlı tüm partiler, ‘Kitlenin daha derinlerine!’, ‘Kitlelerle daha sıkı temas!’ şiarlarını ne pahasına olursa olsun pratiğe geçirmelidirler; kitleler sözünden anlaşılması gereken emekçilerin ve sermaye tarafından sömürülenlerin, özellikle de en örgütsüz ve en bilinçsiz, en fazla ezilen ve örgütsel olarak kapsanması en zor olanların tümüdür.”(1)

Bu düşünceler “Komünist Enternasyonal 2. Kongresi’nin ana görevler üzerine tezler” başlıklı bölümünde dile getirilmiştir. Aradan yüz yılı aşan bir zaman dilimi geçmesine rağmen, bu görevler bugün de bütün ağırlığıyla karşımızda durmaktadır.

Ülkelere göre görevlerin önceliği veya kapsamı daralıp genişleyebilir. Ama tüm bu farklılaşmalar öze tekabül etmiyor. Çünkü, devrimden çıkarı olan ve hatta öncelikli olarak bu yığınlar içinde daha çok sömürüye maruz kalan, ötekileştirilen, yok sayılan ezilenlerle sıkı temaslar kurup örgütlenmedikçe toplumsal alt üst oluşlar yaşanamaz. Ve yine tüm bu örgütlenmeler enternasyonal bir bilinçle ele alınmalıdır.

Emperyalizm ve dünya gericiliğine karşı mücadelede dün olduğu gibi bugün de temel şiarımız “Bütün Ülkelerin İşçileri ve Ezilen Halkları Birleşin” olmalıdır. Enternasyonal proletaryanın bir bölüğü olarak bulunduğumuz her alanda çalışmalarımıza bu anlayış yön vermelidir. İşçilerin ve ezilen halkların birliğini parçalayan dini gericiliğe, göçmen düşmanlığı vb. tüm yıkıcı girişimlere, saldırılara karşı bu sınıf bilinçli duruşla hareket etmeliyiz.

Gelinen aşamada TC devleti, dünyadaki bu parçalayıcı-yıkıcı zorbalığın karanlık merkezlerinden biridir.

Şöyle ki; mevcut koalisyon iktidarının dini gericiliğin, ırkçı milliyetçiliğin kirli silahlarıyla yaşamın her alanını kuşatmaya çalıştığı bir dönemden geçiyoruz. Bütün devrimci ve muhalif güçler yoğun bir baskı altındadır. Militarist güçler, yargı kurumları, iktidarın ihtiyacına göre konumlandırılmıştır. İktidarı eleştirmenin suç sayıldığı, itaat etmenin ise “yerli ve milli” bir duruş olarak görüldüğü bir süreci yaşıyoruz.

Elbette ki, iktidar yalnız ilerici, devrimci muhalif güçleri devlet terörüyle sindirmeye çalışmıyor. Her geçen gün ekonomik krizin yol açtığı yoksulluk ve sefalet tablosuyla da çaresizlik içine itiyor. Yığınların örgütsüz hali bu çaresizliği daha da derinleştiriyor. Tüm bu karşı devrimci önlemlere rağmen geniş yığınlarda biriken bir öfkenin olduğunu faşist iktidar da görüyor.

Dolayısıyla bu öfkenin güçlü protestolara dönüşmesini önlemek için, iktidar devlet terörüyle, geniş işçi ve emekçi yığınlarını etkileyen “kamplaştırma” politikalarıyla, “yerli ve milli” yalanlarıyla karşı devrimci saldırılarla ısrarlı tutumunu sürdürüyor. Kadın ve LGBTİ düşmanlığı, “karma eğitim” politikalarına dönük saldırılar vb. günbegün artarak sürüyor.

Milyonlar zam yağmuru altında nefes almakta, yeni güne dair plan yapmakta zorlanırken iktidarın kirli kalemşörleri NATO toplantısında elde edilen “zaferden”, diğer burjuva muhalefetinin içinde bulunduğu sefaletten söz edip duruyor.

Kısacası halkın çektiği sefalet, burjuva muhalefetinin parçalı sefaletiyle, dış politikada yaratılan sahte “zaferlerle” perdelenmeye çalışılıyor. Dahası bu duruma mahkumsunuz algısı yaratılıyor.

Dağınık, örgütsüz, yenilgi psikolojisi içinde olan muhalif geniş yığınlar bu tablodan olumsuz etkileniyor. Tüm bunlarla birlikte sokak hareketlerine, bedel ödeme-ödettirme mücadele çizgisine önemli oranda yabancılaşan ve işleri seçimlerle hal yoluna koyma anlayışıyla şekillenen görece daha ileri ve muhalif kitleleri etkileyen güçlerin bu ruh hali mevcut tabloyu daha da zorlaştırmakta. Görevlerimizin merkezinde kitle mücadelesi olmak zorundadır.

Bu nedenle sistemle çelişkisi olan tüm ezilenlerin en diri en mücadeleci güçlerle temas kurmak, militan bir mücadele çizgisinde bunları birleştirmek öncelikli bir görevdir. Şunu unutmamak gerekir ki, ezilenlerin öfkesi militan örgütlü bir güce dönüştürülmedikçe, söylemler öksüz, sokaklar hareketsiz kalmaya mahkumdur.

Kitle çalışmasında atak olmaktan, faşist saldırılara karşı militanca duruştan ve görevlerden söz ederken, vurgulamaya çalıştığımız duruşumuz ve görevlerimizdir. Bu zorlu süreçte örgütlü olan güçler bedel ödemeyi göze alarak bu tarihsel sorumlulukları için harekete geçmezlerse, alınan kararların uygulanması, ön görülen hedeflere ulaşılması mümkün değildir.

  1. Lenin, Seçme Eserler, cilt 10

Sınıf Savaşımı Uzun Bir Yürüyüştür

Bugün karşı karşıya olduğumuz yoksulluk tablosu, kapitalist gelişmenin ve sermaye birikiminin kaçınılmaz sonucudur. Yaratılan zenginlikler bir tarafta birikirken diğer tarafta ise yoksullaşma ve yıkım büyümektedir. Bu, kapitalizmin genel yasasıdır. Proletaryanın yoksullaşması, bir avuç egemen sınıfın ise zenginliğine zenginlik katmasıdır.

İşçi ve emekçiler; işsizlik, emeğin karşılığını alamama yani ücretlerin azlığı ve iş güvencesinden yoksun kötü koşullarda çalışma vb. uygulama ve saldırılar altında yaşamlarını sürdürüyor. Seçim süreciyle birlikte işçi ücretlerinde kısmen de olsa bir artış yaşandı. Ama enflasyon, fiyat artışları karşısında alım gücü aslında daha önceki seviyenin de altına düştü. Deyim yerindeyse “kaşıkla verilen kepçeyle geri alındı”. Dahası, Erdoğan ve suç ortakları, yeniden seçimi kazanmak için sınırsız harcamalar yaptılar. Ve mevcut durumda devletin kasası boş. Bu kasayı doldurmak için iktidar, yüksek faizle borçlanacak ve bu borçların faturası da işçi ve emekçilere çıkarılacaktır.

Bu sonuçlardan hareketle iktidara kısa ömür biçenlerin, vaktini “boş tencere”nin yaratacağı değişim masallarıyla geçirenlerin, ufukları sistem içi kırıntılara dair hesaplar yapmakla sınırlıdır. Oysa proleter hareketin tüm hesapları sistem içiyle sınırlı bu anlayışların reddi üzerine kuruludur.

Şöyle ki, “boş tencerelerin” gürültüsü, sadece yoksulların hoşnutsuzluklarına, ekonomik krizlerin faturası da geniş yığınlarda öfke birikimine zemin hazırlar. Yani krizler, devrimlere yol açmaz sadece devrim için nesnel koşulları olgunlaştırır.

Bu koşullardan hareketle devrim fırtınasını yaratacak olan sınıf bilinçli proletarya ve onun öncülüğünde yaratılan örgütlü yığınların gücüdür. Düzen dışı, alternatif bir mücadele zemini üzerinde, işçi, kadın, gençlik hareketini örgütlemeye yönelmeyen hiçbir hareket özgür bir gelecek için umut olamaz, umut yaratamaz.

Umudu, özgürlüğü, parlamento koridorlarında arayanların, seçim sonuçları karşısında bu denli büyük bir yıkım yaşamaları çok da şaşırtıcı değildir.

Hiç kuşkusuz mücadelenin merkezine seçimleri koyan burjuva ve reformist anlayışlar yığınlarla devrimci tarzda bağ kuramazlar, örgütlenme yaratamazlar. Mayıs ayında yapılan seçimler sürecinde görüldüğü gibi egemen burjuva klikleri, “dincilik, ırkçı milliyetçilikte” yarışırken, reformist sol da “çare parlamentoda” deyip durdu.

Elbette ki bu güçler, neden-sonuç ilişkisi anlamında ortaya doğru sonuçlar çıkaramazlar. Bu yönlü çabaları da olmaz. Onlar şimdiden mevcut iktidarın krizin altında ezileceği söylemleriyle, biriken öfkenin sokaklara akmamasının hesabını yapmaktalar.

Milyonların açlığa mahkum edildiği, ekonomik krizin faturasının işçilere, emekçilere kesildiği, ırkçı söylemlerle toplumda önemli bir kutuplaşmanın yaratıldığı bir süreçten geçiyoruz. Dolayısıyla devrimcilerin, sosyalistlerin, emek eksenli çalışmalarda daha bir yoğunlaşması gerekir.

Umut, soyut çağrılarla, kuru ajitasyonla yaratılamaz. Umut, iş yerlerinde, kolektif bir akılla, örgütlü işçilerin mücadele çizgisiyle yaratılır. Emekçi yığınların örgütsüz olduğu bir yerde, sınıf bilinci, örgütlenme bilinci ya yoktur ya da yok denilecek derecede azdır. Böylesi bir durumda sokaklarda, iş yerlerinde dişe diş bir mücadele çağrısı yapmak; tek kelimeyle boşluğa konuşmaktır. Olması gereken birebir temas kurmaktır. Sorunları emekçilerle tartışıp, birlikte çözüm yolu aramaktır. Çünkü, işçiler kavganın öznesi haline getirildiği oranda, çağrılar karşılığını bulur. Çarenin parlamentoda değil, örgütlü yığınların mücadelesinde olduğu gerçeği de anlaşılır. Umut; gençliğin, kadınların bilinçli duruşuyla, militanca dövüşüyle yaratılır. Her kim ki, umutsuzluğa düşmemekten söz ediyorsa, faşist düzene karşı mücadelede örgütlü, özverili bir çaba içine girmek zorundadır.

Sınıf savaşımı inişli çıkışlı bir güzergahta ilerleyen uzun bir yürüyüştür. Ve bu yürüyüş bağrında yenilgi ve zaferleri taşır. Sınıf savaşımını düz bir rota ya da yüz metrelik bir koşu olarak görenler, engellerle, başarısızlıklarla yüzleşince, umutsuzluğa düşüp ilk çıkış noktasına geri dönerler. Bu duruş, sınıf savaşımının yasalarını kavramadan yoksundur. Bu duruşun sınıf bilinci de zayıftır. Bu anlamıyla sınıf savaşımının öznelerinin nitelik düzeyi oldukça önemlidir. Bu düzeyi sürekli yükseltmek, nicelik halkayla da genişletmek, proleter hareketin daha sağlıklı bir temelde ilerlemesini sağlar.

Faşist Diktatörlük Örgütlü Yığınların Gücüyle Yıkılır

14 Mayıs’ta yapılan cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinin sonuçları üzerinde tartışmak tüm ilerici-devrimci ve anti-faşist güçlerin görevidir.

Çünkü bu sonuçları ortaya çıkaran nedenler doğru analiz edilmezse, geniş yığınların beyinlerini uyuşturan, düşünüş ve hareket tarzını sakatlayan gericiliğe, ırkçılığa-faşizme, cinsiyetçiliğe karşı mücadelede doğru politikalar belirlenemez.

Elbette ki bu geniş bir konu ve bu makalenin kapsamını aşar. Dolayısıyla burada bazı ana noktalar üzerinde duracağız. Ve işe, araştırmaya dayalı bazı gerçeklere işaret ederek başlayacağız.

Açlık sınırının 10 bin, yoksulluk sınırının 33 bin liraya dayandığı bir coğrafyada yaşıyoruz. Diğer bir anlatımla, her geçen gün hayat pahalılığının ve işsizliğin arttığı, gelir dağılımında adaletsizliğin zirve yaptığı gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Dahası depremle birlikte ekonomik krizin yaratmış olduğu yoksulluk tablosuna, yeni acılar da eklendi. Yitirilen insanlar, sağlıksız koşullarda sürdürülen yaşamlar…

Bu tablonun yaratıcısı faşist AKP-MHP iktidarıdır. Dolayısıyla bu iktidara karşı yani açlığa, zulme, hukuksuzluğa maruz kalanların, sistem içinde de olsa daha güçlü bir şekilde itirazlarını yükseltmeleri beklentisi hakim kılındı. Bırakalım muhalefetteki burjuva kliği, ilerici güçlerin de beklentileri esas olarak bu yöndeydi. Ama gelişmeler tersi yönde oldu.

Hiç kuşkusuz, bu süreçte burjuva muhalefeti, AKP-MHP iktidarına karşı biriken öfkeyi önemli oranda arkasına aldı. Ama cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinde gereken başarıyı elde edemedi.

Bu sonuç, değişimi sistem içinde arayan ve bazı sorunlarda görece daha duyarlı olan kitlelerde bir moral bozukluğuna yol açtı. Değişime olan inançlarını sarstı. Tüm bunlar sonuçlardan hareketle de olsa ortaya çıkan gerçeklerdir. Aynı zamanda bu tablo, kendi içinde bir değişkenliği de içerir.

Bu değişimi yaratmanın ilk adımı da, gericiliğin, ırkçılığın-faşizmin etkisi altında olan, kendisi gibi düşünmeyen herkesi düşman olarak gören ve toplum içindeki konumlanışını da, din, milliyet kodlarıyla belirleyen bu kitlelere ulaşmanın yollarını bulmakla olur. İşçi ve emekçilerin sınıfsal temelde konumlanışını sağlayacak sınıf bilincinin taşınmasıyla olur.

Sorunun daha iyi anlaşılması için DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikasının 2017 yılında üyeleri arasında yapmış olduğu bir anketin sonuçlarına bakalım: “Kendinizi hangi kimlikle tanımlıyorsunuz?” sorusuna işçilerin yüzde 47’si dini, yüzde 19’u milliyet, yüzde 15’i bölge, yüzde 14’ü sosyal sınıf ve geride kalan yüzde 5’i de diğer kimlikle tanımlamalarını ifade etmiştir.

Özellikle AKP-MHP faşist koalisyonunun seçim sürecinde din, hakim ulus milliyetçiliği temelinde propaganda yürütmesi rastlantı değildi. Çünkü sınıfsal ve siyasal duruştan, bilinçten yoksun olan kitleler bu propagandanın etkisi altına kolaylıkla girerler.

Bu faşist odaklar, seçim sürecinde her fırsatta Kürt düşmanlığı yaptılar. “İç ve dış düşman” tehlikesinde söz edip durdular. Oysa içerde Kürt halkına, devrimci ve devrimci-sosyalist güçlere, kadınlara, LGBTİ+lara saldıran faşist devletin kendisiydi. Dahası TC devleti bir bütün olarak bölge halklarına karşı ciddi bir tehdit oluşturmaktaydı.

Birçok ülkenin sınırları içinde konumlanan militarist güçleri, operasyonlara imza atmaktaydı. Ve ne yazık ki, geniş kitleler bu saldırgan, ırkçı, cinsiyetçi propagandanın etkisi altında. Seçim propagandaları sürecinde Hulusi Akar’ın “Vur de vuralım, öl de ölelim” diyen bir gruba yanıtı şu olmuştur; “Bekleyin, o da gelecek!” Dolayısıyla gelinen aşamada vurma, öldürme, faklı düşünenleri susturma üzerine kurulu olan bu sistemle hesaplaşmaktan başka bir yol yoktur. Anti- faşist, anti-emperyalist güçlere özgüveni kazandıracak olan da bu direnişçi ve savaşçı çizgidir.

Bu faşist koalisyon iktidarı, denetimindeki burjuva medya aracılığıyla her türlü yalana başvuruyor. Devlet teröründe sınır tanımayan faşist sistem aynı zamanda “terörizme” karşı mücadeleden söz ediyor. Sistemin “terörizm” dediği, enternasyonal proletaryanın, ezilen halklar ve ulusların haklı ve meşru mücadelesidir. Sistemin “terörizm” dediği tüm saldırılara, cinayetlere rağmen “susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz” diyen kadınların ve LGBTİ+ların haklı mücadelesidir.

Proleter hareket, genel olarak seçimler ve parlamentonun sınıf mücadelesi açısından ne anlam ifade ettiğine dair düşüncelerini berrak bir şekilde ortaya koymuştur. Gelinen aşamada işçi sınıfı ve ezilenlerin güncel ve genel talepleri doğrultusunda birleşik mücadele perspektifiyle devrimci çalışmalarımızı yoğunlaştırmalıyız. Faşist diktatörlüğün seçim yoluyla değil, örgütlü yığınların devrimci eylemiyle yıkılacağının propagandasını yapmalıyız.

Kaypakkaya ve Kemalist Cumhuriyet

Bu yıl İbrahim Kaypakkaya’nın faşist Türk devleti tarafından katledilişinin 50. yıldönümüdür.

Ve faşist TC’nin de kuruluşunun yüzüncü yılıdır. Kaypakkaya yoldaşın siyasal yaşamı bu tekçi, inkarcı, katliamcı tarihle hesaplaşmakla geçmiştir. Hiç kuşkusuz onun analizleri yalnız geçmişi değil geleceği de içeriyor. Dolayısıyla cumhuriyetin yüz yıllık tarihini sorgularken onun görüşleri bize yol göstermeye devam ediyor.

Yüz yıllık TC tarihini Kaypakkaya’nın ortaya koymuş olduğu görüşler çerçevesinde ele almak, eskiyi atıp, yeniyi kuşanmak onun izlemiş olduğu bilimsel tutumla mümkündür. Bunun ilk adımı da yetersizliklerimizle hesaplaşmakla, inceleme- araştırmada derinleşmeyi içermeyen, tutucu düşünüş ve hareket tarzından uzak durmakla başlar. Eğer Kaypakkaya, bu bilimsel yolu izlememiş olsaydı söz konusu tarihi süreçte ilk hesaplaşmayı geleneksel “sol” düşünüş tarzıyla yapmazdı.

Onun, Kemalizm’in önüne çekilen “sol” perdeyi çekip, faşist niteliğine ışık tutması, Kürt ulusal sorununda hakim ulus ırkçılığına, sosyal şovenizme karşı yol açıcı, tavizsiz bir mücadele içine girmesi, olayları ele alışta izlemiş olduğu bilimsel tutumdan kaynaklıdır.

Bu düşünüş tarzıyla hareket eden Kaypakkaya, kitle hareketlerine katılarak pratikten öğrenmeyi oldukça önemsemiştir. Yine tarihi tecrübelerden öğrenme, bu tecrübelerle, güncel siyasal gelişmeler arasında doğru bir tarzda bağ kurma çabasını tüm analizlerinde rahatlıkla görebiliriz.

Cumhuriyetin kuruluş sürecine, Kemalizm’e bugün de övgüler dizen her türlü anti- MLM anlayışa karşı Kaypakkaya’nın, uzlaşmaz tutumunu sürdürmek zorundayız. Çünkü yüz yıllık Cumhuriyet tarihinin özlü ifadesi “Tek vatan, tek millet, tek bayrak”tır. Dolayısıyla “tekçilik” üzerine kurulan Cumhuriyetin faşist tabutuna çivi çakma yerine “sol” adına, kırmızı şal örtmeye çalışanlar, objektif olarak kanlı bir tarihe hizmet etmiş olurlar. Oysa bu yüz yıllık tarih, askeri darbelerle, göstermelik parlamentolarla, Kürt ulusunu ve diğer azınlık milliyetleri imha ve inkar etmekle geçmiştir.

Keza, Kemalizm anti-komünizm niteliğiyle yüz yıllık Cumhuriyet tarihinin en kanlı sayfalarından biridir. M.Suphi ve yoldaşlarının katledilmesiyle başlayan bu tarihin her sayfasında devrimci ve komünist güçlerin, Kürt halkının ve azınlık milliyetlerin kanı vardır. Cumhuriyetin kuruluş döneminde M.Kemal’in elinde bir oyuncak işlevi gören Kemalist devlet, bugün de AKP-MHP koalisyon iktidarının oyuncağı durumuna gelmiştir.

Dolayısıyla Kaypakkaya’nın, Kemalist iktidarın niteliğine dair yaptığı değerlendirmeler bir yüz yıllık tarihi kapsar niteliktedir. Soruna bu bakış açısıyla yaklaştığımızda, Kemalizm’in kanlı sopasının el değiştirerek günümüze kadar geldiğini göreceğiz. Ama ne yazık ki, kendini “sol”da tanımlayan kitlelerin önemli bir bölümünün üzerindeki Kemalizm etkisi sürüyor. Özellikle siyasal İslamcı anlayışa karşı Kemalizm bir seçenek olarak sunulmakta. Bu anti-komünist düşünüş tarzına karşı Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nda kararlı bir mücadele yürütme görevi de karşımızda durmaktadır. Bu gericiliğin alternatifi Kemalizm değildir. Çünkü Kemalizm tekçidir, Kürt ulusunu, azınlık milliyetleri yok sayma, yok etmenin ideolojisidir. Emperyalizme bağımlılık, komünizme düşmanlıktır.

Kemalist Cumhuriyete “devrimci tarihsel bir rol” biçenler, her zaman Kaypakkaya’nın fikirlerine karşı mesafeli durmuşlardır. Hatta bu düşüncelerin karanlıkta kalmasını istemişlerdir. Çünkü Kaypakkaya’nın düşünceleri Kemalist Cumhuriyetin reddi üzerine kurulmuştur. Keza Kürt ulusal sorununda da sosyal şovenizmin derin etkisi altında olan anlayışların Kaypakkaya yoldaşın görüşlerine hürmet etmeleri beklenemez. Bu gerçeğin bir yönü; diğer yönü ise bu fikirlerin karanlıkta kalmasını sağlamaya hiç kimsenin gücünün yetmeyeceğidir.

Son günlerde Bursa’da Amedspor oyuncularına karşı yapılan faşist saldırıları selamlayan iktidar ortağı Bahçeli de bu kanlı tarihin sürdürücüsüdür. İdeolojik gıdasını bu çöplükten almaktadır. “Amedspor yoktur” söylemi özünde Kürt ulusunun varlığına, diline, kültürüne duyulan düşmanlığın, inkarcılığın itirafıdır. Hiç kuşkusuz dün olduğu gibi bugün de bu saldırılar sökmeyecektir. Kürt inkarcılığı başta Kürt halkı olmak üzere devrimci ve komünist güçlerin mücadelesiyle tarihin çöplüğüne gömüldü.

Ya Özgürlük Mücadelesinden Yanasınız ya da Değilsiniz

Türk egemen sınıfları, Cumhuriyetin 100. yılını kutlamaya hazırlanırken ikinci yüz yılı için de nutuk atmaya başladılar. Halkımızın deyimiyle perşembenin gelişi çarşambadan bellidir.

Nitekim ilk yüzyılı işçilere, emekçilere, devrimcilere, komünistlere, ezilen ulus ve azınlık milliyetlere, kadınlara, LGBTİ+lara, inanç gruplarına zulmetmekle geçen bir yüzyıldır. Bu baskıcı, asimilasyoncu, ırkçı, cinsiyetçi, tekçi ve emperyalizm uşağı sömürü-soygun düzeni, Kemalist cumhuriyetin ikinci yüzyılı da birinci yüz yılını izleyecektir.

Diğer bir anlatımla demokrasi ve özgürlük düşmanı olan bu kanlı cumhuriyet, ikinci yüzyılda da halk düşmanlığını sürdürmeye devam edecektir. Bu tekçi zihniyetten demokrasi ve özgürlük adına beklenti yaratan herkes, objektif olarak bu tarihin suç ortağı olmaktan kendisini kurtaramayacaktır.

Bilindiği gibi Kemalist cumhuriyet, Osmanlı yıkıntıları üzerinde kuruldu. Ve kuruluşundan itibaren tekçidir. “Tek vatan, tek millet, tek bayrak” vb. söylemler ırkçı, asimilasyoncu cumhuriyetin en özlü ifadesidir. Ama ne yazık ki, revizyonist TKP ile başlayan ve daha sonra kurulan TİP ile devam eden Kemalizm hayranlığının, reformist sol ve kimi ilerici güçler üzerindeki ideolojik etkisi bir yüzyıl sürdü. Ve görünen o ki, ikinci yüzyılda da aynı “duaları” okumaya devam edecekler. Örneğin TİP’in 29 Ekim’i kutlayarak “Cumhuriyet biziz”, “Bir kez kazandık, yine kazanırız” açıklamaları bunun en somut kanıtıdır.

Hiç kuşkusuz, bu yüzyılda da egemen sınıf klikleri arasında iç iktidar mücadelesi sürdü. Egemen sınıfların farklı klikleri hükümetler kurdu, askeri darbeler oldu. Tıpkı bugün olduğu gibi, TC uzunca dönemler olağanüstü yasalarla yönetildi. Özde değişmeyen tek şey Kemalist cumhuriyetin kuruluş felsefesidir. Demokrasi ve özgürlük düşmanı olan bu tekçi burjuva ideolojisi, farklı dilleri ve kültürleri yasakladı. Ulus ve azınlık milliyetleri yok etmeye çalıştı. Sünni İslam dışındaki inanç gruplarını baskı altına aldı. Anti komünizm de TC tarihinin değişmeyen karşı devrimci saldırılarından biridir.

Bugün hala “sol” adına “Cumhuriyet bizimdir” diyenlerin ideolojik kurmaylarına Kaypakkaya yoldaş şu yanıtı vermişti. Ki bu yanıt bugün de güncelliğini koruyor. Her şeyden önce Kemalizm’le hesaplaşmayanlar, ondan köklü bir kopuşu sağlamayanlar, yeni demokratik devrim, sosyalizm ve komünizm mücadelesine dair ortaya doğru bir proje koyamazlar. Ezilen ulus ve azınlık milliyetlerin mücadelesine ilişkin objektif bir tutum geliştiremezler. Ve dahası sosyal şovenizmin etkisinde kurtulamazlar.

Kemalizm demek, her türlü ilerici ve demokratik düşüncenin zincire vurulması demektir. Kemalizm’i övmeyen her türlü yayın faaliyeti yasaktır. İlerde Kemalist iktidar aleyhine herhangi bir yazının çıkabileceği ihtimali dahi, yayın organlarının kapatılması için yeterli sebeptir. Sonu gelmez ‘örfi idareler’ memleketi kasıp kavurmaktadır. Ve her bir ‘örfi idare’ yıllarca sürmektedir. Meclis CHP’nin tepesindeki bir avuç yöneticinin ve onun değişmez başkanı M.Kemal’in elinde oyuncaktır. Anayasada ve bütün yasalarda öyledir. Ülkeyi gerçekte ordu yönetmektedir.

Kemalizm demek, her alanda Türk şovenizminin kışkırtılması, azınlık milliyetlere amansız bir milli baskının uygulanması, zorla Türkleştirme ve kitle katliamı demektir.” (Kaypakkaya, Bütün Eserler, s. 366)

CHP, parlamentonun işlevi, yasaların niteliği vb. değerlendirmeleri güncelleştirdiğimizde karşımızda AKP-MHP koalisyon iktidarını görüyoruz. Diğer bir ifadeyle CHP yerine, bu koalisyon partilerini yazarak icraatlarına bakalım. Karşımızda Saray’ın elinde oyuncak olmuş bir parlamento ve işlevsizleşmiş yasaları var. Kısacası “tek adamdan” “tek adama” geçen bir yüzyıl. Buna askeri darbeleri de eklediğimizde bir yüzyılda “tekçiliğin” zirvesine tanıklık etmiş olacağız.

Tüm bu gerçeklerden hareketle şunu söyleyebiliriz: M.Kemal’den R.T.Erdoğan’a geçen bu yüzyıllık tarihi yöneten burjuva-feodal güçlerdir. Dolayısıyla bu cumhuriyet bizim değil egemen sınıfların cumhuriyetidir. Bilakis bu cumhuriyet, işçilere, emekçilere Kürt ulusuna, azınlık milliyetlere, inanç gruplarına, kadınlara, LGBTİ+lara ve tüm ezilen güçlere düşman olan bir cumhuriyettir.

Elbette ki yüzyıllık tarih sadece baskıcı, katliamcı güçlerden ibaret değildir. Bu yüzyıl aynı zamanda devrimciler, komünistler, ezilen ulus ve azınlık milliyetlerin inişli- çıkışlı ama süreklilik kazanan bir mücadele tarihini de içermektedir. Ve yeni yüzyılda da bu mücadele sürecektir. Dikkatlerimizi yöneltmemiz gereken nokta budur. Bu bir sınıf savaşımıdır. Ya devrim ve sosyalizm mücadelesinde yanayız ya da karşısındayız.

Harekete Geç, Kavganın Öznesi Ol

Zorluk ve fırsatların iç içe geçtiği bir süreçten geçiyoruz. Ortaya çıkan fırsatlardan yararlandığımız oranda bu zorlukları aşabiliriz.

Bugün geniş yığınlarda iktidara karşı tepkinin giderek artması, değişim için yüksek sesle dile getirilen itirazların-soruların çoğalması sınıf savaşımını geliştirme bakımından fırsatlar içermektedir.

Böylesi dönemlerde devrimci pratiklerde beklemeci, ertelemeci tutumlar kabul edilemez. Aksine “bekleme, harekete geç” veya “izleme, parçası ol” şiarı tüm öznelerin parolası olmalıdır. Zorluklarla mücadele etmekten kastettiğimiz tam da budur. Ve bütün bunlar devrimci müdahaleye, kolektifin bir parçası olmaya işaret ediyor. Bütün bunlar enerjimizi birleştirmeye, geniş yığınlarla yürümeye işaret ediyor.

Gelinen aşamada Türkiye coğrafyasında var olan ekonomik, siyasal durumu, yaşanan toplumsal yozlaşmayı-çürümeyi anlatmak tek başına yetmiyor. Bu durumu geniş yığınların bir bölümü de yaşayarak görüyor. Aslolan bu tabloyu değiştirmeye dönük ortaya konulacak devrimci çabadır. Yani sessizliğe ses olmaktır. Eğer söylem ve eylemlerimizle bu sese süreklilik kazandırırsak, arayış içinde olan yığınlar çağrılarımızı daha ciddiyetle dinler. Çünkü ilerlemenin ön şartı, yığınlarla temas kurmaktır; onların sevgi ve saygısını kazanmaktır. Ve tüm bunlar iktidarın yürütmüş olduğu baskı, sömürü ve zulüm politikalarına karşı sergilenecek başeğmez, militan bir duruşla kazanılabilir. Ve bugün pratik sahada yaşanan birçok yetersizliğin nedenini de burada aramamız gerekir.

Keza kitle çalışması, eğitim ya da propaganda-ajitasyon faaliyetleriyle sınırlanamaz. Dahası hiç kimse bu sınırlı çabayla geniş yığınları harekete geçirip savaştıramaz. Savaşçı bir kimlik, devrimci eylemlerle, dişe diş mücadeleyle kazanılır.

Devrimci eylemin sürükleyici, örgütleyici gücünün sırrı burada yatıyor. En güçlü propaganda, eylemin kendisidir. Kolektifimiz de eylemleriyle vardır. Tüm devrimci özneler bu süreçlerle birlikte değişir, dönüşür ve çelikleşir. İdeolojik arınma, mücadeleyi geliştiren, yeniyi yaratanlarla tüketenlerin ayrışması da bu militan pratiklerle sağlanır. Bunların olmadığı yerde ideolojik arınma, kadrolaşma, militanlaşma söylemleri boşlukta kalır.

Kitlelerin harekete geçirilmesi, devrimci eylemlerde sürekliliğin sağlanması örgütle, örgütlenmeyle olur. Dolayısıyla tüm devrimci çalışmalarımızda bu sorun kilit bir sorundur. Bu yönlü görevler dönemsel değil, sürekliliği sağlanması gereken görevlerdir. Tabi ki derme-çatma bir yapıdan söz etmiyoruz. Tam tersine kolektif aklı kullanan, söylem ve eylemde uyumlu olan dinamik bir yapıdan söz ediyoruz.

Kitle çalışmasında başarı elde etmenin yolu, böylesi dinamik bir yapının varlığıyla mümkün olur. Dolayısıyla kitle çalışmasına dair ortaya konulan her görevin başarısı var olan örgütsel mekanizmanın durumuyla bağlantılıdır. Dahası bunlar iç içe ve birbirini tamamlayan olgulardır. Kitle çalışmasında ileriye doğru yapılan her plan beraberinde “hangi örgütle”, “hangi önderlik tarzıyla” sorusunu getirir. Bu sorunun yanıtı ideolojik, siyasal, örgütsel kapasiteyi ve sorgulamayı içerir. İdeolojik hastalıkları somut pratikler üzerinde ele alarak tartışmanın tarihsel önemi ve anlamı da burada yatıyor. Çünkü, yapılan her yanlış, yerine getirilmeyen her görev ancak ideolojik eksenli bir müdahaleyle-sorgulamayla düzeltilir.

Devrim kitlelerin eseridir” söylemi tarih tecrübelerle ortadadır. Bu konuda Stalin şunları söylüyor: “Bir kural olarak kabul edebiliriz ki, Bolşevikler, geniş halk yığınlarıyla bağlarını korudukları sürece, yenilmez olacaklardır. Ve tersine, Bolşevikler, yığınlardan uzaklaştıkları ve yığınlarla olan bağlarını yitirdikleri an, bürokratik pasla örtüldükleri an, bütün güçlerini kaybedeceklerdir.”

Şu açık ki, kitlelerden kopuk, kitleleri hedeflemeyen her çalışma, her türlü ideolojik yozlaşmaya açık hale gelir. Kitlelerden öğrenmeyen, kitlelerin sorunlarıyla yüzyüze gelmeyen her hareket, kendi dar sorunlarıyla boğuşmaya mahkumdur. Çünkü kitlelerle buluşmak aynı zamanda tarihsel bir sorumluluk almaktır. Olay ve olgular karşısında bu sorumluluğun bilinciyle hareket etmektir. Tüm bu gerçekler ışığında güncel bağlamda da devrimde kitlelerin rolü ve kitle çizgisi vb. sorunları ele alarak tartışma, bu yönlü bir bilinç sıçraması yaratma göreviyle karşı karşıyayız.

Militana Mektuplar…(2)

Merhaba tekrardan…

Yanı başımızda sürüp giden çekişmeli hayatımızdan biriktirdiğimiz anlardan seslenebiliyoruz ancak. Sesimiz ulaşıyorsa korkmaya ve umutsuzluğa kapılmaya gerek yok, tohum mutlaka filizlenmeye yüz tutar.

Hayatımıza geri dönüp bir bakmaya ne dersin. Korkularımızın mı cesaretimizin mi baskın olduğunun muhasebesini yaptığımızda ne görürüz?

İnsan dediğimiz canlı varlık her ikisini birlikte yaşar diyalektiğin gereği olarak. Korkularımız, bastırılmış öfkelerin dışa vurumuna götürür bizi. Burada cesaret denilen olgu karşımıza çıkar.

Tüm duygularımız gibi korkularımız da sınıfsal konumlanışımızla alakalıdır. Ezilen sınıfın parçası olarak bizlerin egemen sistem tarafından korkutulduğunu, sindirildiğimizi, sömürüye/baskılara “evet!” diyerek yaşamak zorunda kaldığımızı biliyoruz. Buradan baktığımızda aslında hayatımızın çoğunda “korkularımızla” yaşadığımız ortaya çıkıyor. Bağımlı bir ilişkilenmenin getirmiş olduğu bir korku cenderesinde yaşıyoruz. Bir öğrenci olarak, “bir anlık öfkeye kapılıp geleceğimi tehlikeye atamam” diye düşünmektesin. Artık nasıl bir gelecek tasavvuru içindeysek… Zira devrimci faaliyeti bir anlık öfke olarak bize öğrettiler ya da akıntıya ters kürek çekmek olarak.

Bir iş kolunda çalışan genç bir işçiysen, yaptığın devrimci çalışmanın işine mal olacağını, sonunda “kovulacağını” düşünerek geçecek ömrünün büyük bir kısmı. Korkularımız, bizi çevreleyen duvarlar gibidir. Bazen bizi sıkıştırır, bazen üstümüze üstümüze gelir gibi olur. Sindirildikçe ufalır, ufaldıkça çaresizleşiriz.

Korku, der bilim insanları, kökeninde çaresizlik ve bilgisizlik yatar. Eski çağlarda doğal felaketlerden ya da diğer canlılardan korktuğumuz gibi sonrasında egemen sistemlerin gazaplarından(!) korktuk. Koca bir insanlık çağlar boyunca korkuları ile yaşadı. Üzerine destanlar, masallar, hikayeler ve bir tarih yığını oluşturuldu. Anlatılan tarih egemen sınıfların bizlerde yarattığı korkunun tarihidir (mi?)

Tarihe daha yakından bakarsak durum hiç de anlatıldığı gibi değildir. Tarih yıkılıp giden devasa saltanatların, tarihin çöplüğüne atılmış nice anlı şanlı cellatların, kitlelerin ve ezilen yığınların mücadelesinin tarihidir de aynı zamanda. “Tarih sınıf mücadeleleri tarihidir”. Tarihin tekerini ileriye doğru harekete geçiren şey aslında cesaretlerinden başka bir şeyleri kalmayan kitlelerin boşalan öfkesidir.

Korku, cesaret ve öfke…

Doğada bir kurt ya da bir yılanla karşılaştığımızda birbirimizden korkarız. O kendi tarafına biz kendi tarafımıza kaçarız. Eğer çok aç değilse bir kurt bize saldırmaz. Çok aç olan bir kurt saldırır. Korkusu öfkeye dönüşür ve yaşama tutunmak için biriken öfkesi ile saldırıya geçer. Bu saldırı, sıradan bir saldırı olmaz. Hayatta kalma savaşıdır ve ortaya çıkardığı öfke o denli büyür. Oldukça doğal bir durum değil mi?

Bizim bildiğimizi egemenlerin de bildiğini unutmayalım. Korku denilen şey, egemenlerin kendisinde olanı bize öğretmesinden başka bir şey değildir. Egemenlerin korkusu, yıkılıp gitme korkusudur. Bununla yaşadıklarından, yıkılmamak için bağımlı oldukları ezilen kesimleri ezerek, korkutarak sistemlerinin devamını sağlamaya büyük çaba harcarlar. Aile denilen sistemin en küçük yapı taşında en yakınlarımıza kadar tüm yaşamımızın her yanı ile korkuyu benliğimize kadar işlemek isterler. Çelişki yasasının gereği olarak bastırılmış, korkutulmuş insan topluluğunun öfkesinin sıradan bir öfke olmayacağını bilelim. Yakın zamanda ortaya çıkan Gezi İsyanı, böylesine bir öfkeyi karşımıza çıkardı.

Ezilenlerin öfkesi her zaman karşımıza çıkmaz elbette. Ancak bugün korkan kesimlerin yarın büyük bir öfke patlaması yaratacağı kesindir.

O nedenle, bizde yaratmak istedikleri çaresizlik, ezilmişlik ve yenik olma duygusunun farkına varmak gerekir. Nedenini bildiğimiz davranışlarımızı ve düşüncelerimizi değiştirmek daha kolaydır. “Yapamayız! onlar güçlü, gücümüz yok, onlar yenilmez!” diye düşündüğümüzde bil ki ezenlerin korkusunu, zayıf olan yanlarını görmüyoruz demektir. Egemenlerin en temelde işgal etmek ve bozmak istedikleri alan zihinlerimiz ve bilinçlerimizdir. Onların korkularını kendi içimizde taşıyoruz demektir. Bu korkunun temeli bizde değil, onlara ait bir korku bu.

Ne diyor Stefan Hessel yaşamının 94’ünde… Öfkelenin; Haksızlıklara karşı öfkelenin, eşitsizliklere karşı öfkelenin, zorbalığa karşı öfkelenin…” Birleşin, bu haksızlıklara karşı çıkanlarla birleşin, sizin gibi düşünenlerle birleşin, ezilenlerle birleşin… Bilincin öfkesi.” Bir yanımızla ne yapmamız gerektiği, diğer yanımızla nasıl yapmamız gerektiği açık değil mi?

Unutmayalım! Korkularımız ve öfkelerimiz yanyana yürür. Korkularımızın olduğunu biliyorsak cesaretimizde var demektir. Öfkemizi açığa çıkarmanın yegane yolu korkularımızı doğru tahlil etmekten geçer. Kime öfkeleneceğiz? Öfkemizi nasıl dışa vuracağız? Doğru adımlar, korkularımızı cesarete dönüştürecektir.

Sonuç olarak bizleri doğru yola sevk edecek şey öfkemiz olacaktır. Öfkemizi asla kaybetmeyeceğiz! Öfkenin kaybolduğu yerde umutsuzluk tohumları ekilir. Öfkelenenler harekete geçer. Sistemin “uysalları” olmayacağımıza göre, öfkeli kalabalıkların parçası olarak militanca görevlerimizi yerine getirmenin tam zamanı olduğunu bilelim.

Şu soruyu soralım, “neden bunca korkumuz, eğer devrim olacağına kesin kanaat getiriyorsak?” Korkuyorsak, devrime ve özgürlüğe olan inancımız zayıf değil midir? Hayatımızı çepeçevre saran çelişkilerin bir devrimi koşulladığını görmezsek, o zaman doğrudur, korkularımızın cesarete dönüşmesi beklenemez. Ortaya çıkan anlık öfkelerin de sistemi yıkacak tarzda gelişmesini bekleyemeyiz.

Mesele salt harekete geçme sorunu değildir elbette. Mesele aynı zamanda ileri çıkma cesaretidir, örgütleme ve örgütlenme cesaretidir. İleri atılan her adım cesaretimizi artırdığına göre sistemin köleleştirici darbelerinden bir adım daha azade oluyoruz demektir. Zira ileriye atılan her adım sisteme vurulan en iyi darbedir. Sistem bir “kölesini-uysalını” kaybediyor aynı zamanda.

Korkularımızın en büyük olduğu an, devrime en uzak olduğumuz an olur. Yakına ama ileriye adım attığımızda yani aradaki ince perdeyi araladığımızda, cesaretimizin doruğunu yakalamak kolaydır. O an devrimin asi nehrinin yanı başımızdan akıp hedefine doğru usulca akmakta olduğunu hissederiz.

Görüşmek üzere…

Sayfalar