Çarşamba Nisan 24, 2024

Muzaffer Oruçoğlu

Muzaffer Oruçoğlu, 20 şubat 1948’de, Kars’ın Göle kazasına bağlı Büyük Zavot köyünde doğdu. Köyünde ilkokul olmadığı için İlkokulun ilk üç yılını komşu köyün (Küçük Zavot) okulunda, bir yılını kendi köyünde, son yılını da Kars’ta okudu. Kars Orta Okulu’nu bitirdikten sonra, Öğretmen okulu sınavlarını kazanarak Rize Öğretmen okuluna, iki yıl sonra da İstanbul Çapa Yüksek Öğretmen Okulu hazırlık Lisesine gitti. Bir yılsonra, Fen Fakültesi Matematik Astronomi bölümüne girdi. 67’de içlerinde İbrahim Kaypakkaya’nın da olduğu 9 arkadaşıyla birlikte, Amerikan 6. Filosuna karşı yayınladıkları bildiri gerekçesiyle Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’dan atıldı. 68 öğrenci hareketlerine katıldı. 1969’da Değirmen Köyündeki toprak işgaline katıldı ve tutuklanıp Silivri cezaevine konuldu. 1972’de TKP(M-L) kurucuları arasında yer aldı. 1973’de İstanbul’da yakalandı ve ömürboyu hapse mahkum edildi. Tutsaklık yıllarını şiir ve roman yazarak geçirdi. 13 yıl tutsaklıktan sonra askere alındı. Askerden 40 gün sonra, mayıs 1986’da firar edip Yunanistan’a geçti. Fransa’da iltica etti. Yeniden roman yazmaya ve resim yapmaya başladı. Siyaset ve edebiyat dergilerinde makaleleri yayınlandı. 1988’ de evlenerek Avustralya’ya yerleşti. Bu kıtada ilkin iki yıllık resim ve heykel kolejini (Greensborough TAFE COLLEGE - NMIT) bitirdi. Daha sonra Royal Melbourne Teknoloji Enstitüsüne (RMIT) bağlı, PUBLİC ART bölümünde üç yıl Resim ve Heykel eğitimi yaptı. Şimdiye kadar toplam 6 ülkede altmışa yakın kişisel resim sergisi açtı. 13’ü roman, 7’si şiir, 2’si masal olmak üzere 30 kitabı yayınlandı. 2011’de Abdullah Baştürk işçi edebiyat ödülü ,Grizu romanına verildi. Halen Avusturalya'da yaşamaktadır.

Garip Şahin

Garip Şahin bir müddeten beridir hasta. Sağlığına kavuşup, aramıza döneceği umudundayım. Bu umudum güçlü. Güçlü diyorum çünkü dünyanın derdini kendi özel derdi haline getirmiş ve yaşamını direnme üzerine kurmuş bir ozandır Garip Şahin. Hastalığa karşı da direniyor

   Kendisini ilk kez, Emekçi ile birlikte, Niğde cezaevine, bizleri ziyarete geldiğinde tanıdım. O zaman açık görüş vardı. Hem devrimci hareketlerin taraftarları hem de aileler geliyordu. Sohbetlerimizin ve yemeklerimizin çeşnisi zenginleşmişti. Garip Şahin ve Emekçi ile bir masanın çevresinde kümelenip saatlerce sohbet ettik. Geçmişimizi, günümüzü ve geleceğimizi kattık bu sohbete. Halk kültürünün bağrından çıkıp komünist harekete katılmış iki özgür ruhlu ozanla yaptığımız bu sohbetin anılarımda ayrı bir yeri vardır. 

   Her ikisi de marşları ve besteledikleri türküleri, köy köy dolaşıp, halka okuma arzularını açtılar. Müziğin ve sözün birleşik gücünü, Süleyman Cihan ve Erhan Gencer gibi partinin önder kadroları çok iyi kavramış olmalılar ki, ozanların bu arzularını, hem tek tek, hem ikili, hem de kurmayı kafalarından geçirdikleri gezginci tiyatro ekiplerinin eşliğinde hayata geçirme kararında olduklarını söylüyorlardı. İki güçlü ozanın, her yaş ve cinsten toplanan köylülere, müzik şöleni sunmalarını, konuşmalarını düşünün. Bir tiyatro ekibinin de bunu bir oyunla taçlandırmasını düşünün. Bu tasarımda benim de bir nebze payım olduğu için heyecanıma diyecek yoktu. Köyler, sanatla siyasetin iç içe geçtiği sahneler haline gelecek, canlanacak, aydınlanacaktı.

   Ben müziğin ve tiyatronun yığınlar üzerindeki etkisini, Aşık İhsani’nin icrasında ve Mehmet Ulusoy’un sokak tiyatrosunda yakinen görmüş gözlemlemiştim. Değirmenköy toprak işgalinde, Mehmet Ulusoy’un işgalci köylüleri nasıl sevindirip canlandırdığını da biliyordum. 

   Garip Şahin ile Emekçi’nin müziği, kitleler üzerinde, duygu ve bilinç yaratma, düşündürme harekete geçirme bakımından iki etkin müziktir. Garip Şahin’in tarzında, uyuşuk insanı, sarsma, silkeleme, yürütme ateşi vardır. Bu, nispeten daha ajitatif, duvarı zayıf yerinden zorlayan, çatlatıp yıkmaya çalışan bir tarzdır. İktidar odakları için ürkütücüdür. Bu, söz ile müziğin uyumundan, üslubun ritmik, vurucu mizacından alıyor gücünü.

   Emekçinin müziğinin bir bölümüne, devrimci romantizmin hüzün iklimi hakimdir. Bu hüzün, önemli ölçüde, vurulan devrimcilerin veya göçük altında kalan madencilerin yoğunlaşmış hazin anına sinen yaşam öyküsünden kaynaklanıyor. 

   Farklı iki müzik ama halkın ruhunda yarattıkları etkiler, değişimler aynı. Düşünmeye ve hayal kurmaya yönlendiren iki müzik.

   Son yirmi yıldır halk türkülerini fazla dinlemiyorum. Dinlediğim zaman da eskisi kadar etkilenmiyorum. Ama bu iki ozanı dinlediğim zaman, beni geçmişime götüren, orayla hemhal eden, oradan bana yeni duygular, anılar yükleyen bir iklim içinde buluyorum kendimi. Bir ayağa kalkış, bir değişim coşkusu, ince bir hüzün ve melankoli……

   Garip Şahin’in hastaneden sazıyla birlikte, gülümseyerek çıkmasını ve “Dağ dumandır,” diyerek sakalını dumana yaymasını umuyorum. 

Halklar Masum Mu?

 

Yayınladığım son yazılar konusunda, arkadaşlardan açık sayfalara ve emailime gelen eleştirilere tek tek cevap yerine, buradan toplu cevap vermeyi daha uygun buldum.

Arkadaşlar, Ermeni jenositi konusunda halkların bir bölümünü suçlu ilan etmenin, yanlış olduğunu; ezilen, katliama uğrayan bir halkın, bir başka halkı katletemeyeceğini, dolayısıyla halkların masum olduğunu söylüyorlar.

Yeryüzünde, belli bir yaştan sonra suç işlemeyen tek bir insanın dahi olmadığı kanısındayım. Bu ayrı ve alengirli bir konu. Geçelim. Halkların, kitle katliamlarına ilişkin suçları konusunda bir noktaya özellikle dikkat ederim. Katliamı planlayıp örgütleyen esas güçleri, kışkırtılıp harekete geçirilen ikincil güçlerden ayırırım. Yağmalar, katliamlar tarihinde, yağma ve katliam kampanyalarına katılan yığınları masum göstermenin ağır sonuçları vardır. Tarih bunun sayısız örnekleriyle doludur. İsterseniz, uzağa gitmeyelim. Seçim meydanlarında insanlığa meydan okuyan Hitler’i, oylarıyla iktidara taşıyan Alman halkının bir bölümü, masum mudur? Cezayir savaşını sessizce seyreden Fransız halkı masum mudur? Jean Paul Sartre’ın gözünde bu hak katildir. Ben, suçludur demeyi tercih ederim. Kürtlerin ulusal varlığını, bağımsız yaşama hakkını inkar eden, onlara yönelik askeri seferleri canla başla destekleyen, askerleri davul zurna ile gönderen Türk halkının bir bölümü masum mudur? Örnekler saymakla bitmez. Yeryüzünde hiçbir sınıf, kategori ve zümre, gerekçesi ne olursa olsun, eleştiri üstü değildir, pir ü pak değildir. İnsan suç işler. Halklar, insanlardan oluşur, halklar da suç işler.

Kırılan mazlum bir halkın, bir diğer mazlum halkın kırılmasına bulaşıp suç işlemeyeceği, tarihte buna örnek gösterilemeyeceği, halkların masum olduğu görüşüne gelince, bunun da tarihteki örnekleri çoktur. Yine isterseniz, uzağa gitmeyelim. Batılı emperyalistler ve onların yardakçıları tarafından köleleştirilen Türk halkının bir bölümünün, İttihat Terakki’nin teşvikiyle, Rum, Ermeni, Kürt, Süryani yağma ve katliamlarına bulaştığını, suça iştirak ettiğini biliyoruz. Osmanlı tarihinin son dört yüz yılı içinde, Osmanlı egemenlerinin teşvik ve desteği ile, Kürdistan’da, Şafi Kürtlerin bir bölümünün, ezilen alevi yığınlara yönelik tenkil hareketleri düzenlediklerini biliyoruz. Ondokuzuncu yüz yılın ortalarında, Bedirhan Beyin önderliğindeki Kürtlerin, Osmanlı egemenlerinin sinsi teşvikiyle ezilen Nasturileri ezdiğini, sonra da Osmanlı tarafından Bedirhan ve Kürtlerin ezildiğini biliyoruz. Aynı planın, 1915 ile 1925 arasında uygulandığını, Ermeni tehcir ve kırımına karar veren devletin, Kürtlerin bir bölümünü bu suça bulaştırdığını, 1920 ve 1925’de de Kürtleri ezdiğini biliyoruz.

Bazı arkadaşlar, İbo’nun, Ermeni Jenositinden söz etmediğini, böyle bir görüşü, İbo’ya benim mal ettiğimi söylüyorlar. Bu soru, öyle zannediyorum ki İbo’yu okumamaktan ya da dikkatlice okumamaktan kaynaklanıyor. İbo’yu okursak, orada “Ermeni Jenositi” ibaresiyle karşılaşırız. Sadece bununla değil, “Türk tarihinde birden çok jenositlerin mevcut olduğu” ibaresiyle de karşılaşırız. Bu ibarelerin dışında onun bu konuda ne dediğini de aktarmak istiyorum: “Türkiye sınırları içindeki diğer milliyetler meta üretiminin ve kapitalizmin gelişmesi ölçüsünde Türkiye’den koparak ayrı milli devletler içinde (veya çok milletli devletler içinde) örgütlenmişlerdir. 1915’de ve 1919-20’de kitle halinde katledilen ve topraklarından sürülen Ermenilerin hareketi müstesna.” (Seçme Yazılar, sf. 215, Ocak Yayınları) “İttihat ve Terakki döneminde olduğu gibi, Cumhuriyet döneminde de, Kurtuluş Savaşına katılan orta burjuvazinin bir kesimi, ele geçirdiği devlet gücünü, zenginleşmek için bir kaldıraç gibi kullanarak, … Türkiye’yi terkeden ve katledilen Ermeni ve Rum kapitalistlerinin mallarına, mülklerine el koyarak iyice zenginleştiler..).(age, sf. 127)

Arkadaşlar, Ermenilerin de kırım yaptıklarını, bu sorunun, tek yönlü bir soy kırım olarak değil, iki halkın karşılıklı birbirlerini kırdığı bir sorun olarak göründüğünü söylüyorlar. Ermenilerin de kırım yaptıları doğrudur ama sorun, genel hatlarıyla karşılıklı bir kırım gibi görünmüyor. Tarihi hesaba katarak baktığımızda sorun şöyle görünüyor: sen, Orta Asya’dan kalkıp İran üzerinden, Ermenistan, Kürdistan ve Bizans coğrafyasına giriyorsun. İşgal ettiğin Batı Ermenistan’ı bin yıl içinde eritmeye, müslümanlaştırmaya çalışıyorsun. Yirminci yüz yılın başlarına geldiğinde ise, Ermenilerin, Batı Ermenistan için verdikleri bağımsızlık mücadelesini tehcir kararıyla, yani Ermeni nüfusunu, onların ana yurdu olan Batı Ermenistan’dan ve tüm Anadolu’dan sürme ve yer yer de kırıp çıkarma kararıyla cezalandırıyorsun. Sürgün yolları cesetlerle aşılmaz hale geliyor ve Batı Ermenistan’daki Ermenilerin varlığı, bir varmış, bir yokmuş masalına dönüşüyor. Sonra kalkıp şöyle diyorsun: ortada tek yönlü bir soykırım yok, onlar da bizi kırdı. Bu, bana, jenosit’i hasır altı etme eğilimi olarak görünüyor. Türk milliyetçileri sadece bunu değil, Ermeni milliyetçilerinin Hocaali’deki katliamlarını da jenositi hasır altı etmenin bir gerekçesi olarak kullanıyorlar.

Lenin, Stalin ve Mao’nun, Kurtuluş Savaşı ve Kemalist hareket konusunda, İbo’dan farklı düşündüklerini söylüyor ve sorular yöneltiyorlar bazı arkadaşlar. Olabilir. Bu, İbo’nun, yanlış tesbitler yaptığının bir kanıtı olamaz. Lenin’in, Kemalist harekatın ya da Kurtuluş Savaşı önderliğinin sınıf karekterine dair nerede ne dediğine rastlamış değilim. Lenin’in ne dediğini Lenin’den değil, bir Sovyet elçisinden, Aralof’tan öğreniyoruz. Stalin’i daha iyi biliyoruz; Mustafa Kemal’i, Türkiye’nin Sun Yat Sen’i olarak gösterenlere karşı çıkıyor ve onu Türkiye’nin Çan Kay Şek’i olarak niteliyor. Çan Kay Şek kim? Çin Komprador burjuva ve büyük toprak ağalarının temsilcisi.

 Mao ise, “Yeni Demokrasi Üzerine” adlı yazısında, “Burjuvazinin küçük kemalist diktatörlüğü,” diye bir niteleme yapıyor. Ona göre bu diktatörlük, “…sonunda kendisini İngiliz-Fransız emperyalizminin kollarına atmak zorunda kaldı ve giderek daha fazla bir yarı-sömürge ve gerici emperyalist dünyanın parçası haline geldi.” (Selected Works, vol.2, PRC, 1965, sf.355)

Şimdilik bu kadar. Yanılabilirim. Yerelliğin, milliyetçiliğin ötesinde, doğru bildiğim şeyleri söylemeye çalışıyorum. Sonsuz uzay karanlığında, varlığı, varlık alemi tarafından pek ciddiye alınmayan bir toz zerreciğinin üzerinde yaşadığımı hissediyorum. Bu bakımdan, hiçbir değer yargısına, felsefi mülahazaya kalıcılık atfetmiyorum.

Nisan 2020

Açlık grevleri

Helin Bölek’in ölümü vesilesiyle, “Uzun soluklu, çetin bir direniş. Ve yeni bir dünya talebini hayata dayatan, anlamlı bir ölüm,” dediğim için birçok arkadaş tarafından eleştirildim. Ölümü yücelttiğimi, teşvik ettiğimi söyleyenler de oldu. Bu eleştiriler, iyi bir duygudan, ölüme karşı olma duygusundan ve açlık grevleriyle şimdiye kadar dikkate değer kazanımlar elde edilmemiş olmasından kaynaklanıyor hiç kuşkusuz. Bunu anlıyorum. Helin ve arkadaşlarının taleplerini ve bu talepler uğruna verdikleri uzun soluklu, çetin mücadeleyi anlamlı bulmanın eğri tarafı nedir, işte bunu anlayamıyorum. Arkadaşlar, ölüm, ölümdür, ölümün anlamlısı olmaz demek istemiyorlardır umarım.

Bu eleştirilerin önemli bir bölümü, bana öyle geliyor ki, açlık grevlerinin bir mücadele biçimi olmadığı anlayışından kaynaklanıyor. Açlık grevleri, İrlanda’dan Hindistan’a, oradan Amerika’ya uzayan ve dünyayı çepeçevre kuşatarak tarihe mal olan, barışçıl bir mücadele biçimidir. Kısa veya uzun vadeli bir açlık grevinin zamanlaması veya talepleri konusunda görüş ve eleştirilerimizi bildirmemiz iyidir. Anlaşılır bir durumdur bu. Anlaşılır olmayan, açlık grevlerine, bir mücadele biçimi olarak karşı çıkmaktır. Bu karşı çıkış, genellikle, “Kendini harap edip öldüreceğine, yaşa ve mücadele et,” gerekçesiyle yapılıyor. Böylesi bir gerekçeyle karşı çıkanlar, ister istemez, sadece günümüzün açlık grevlerini değil, aynı zamanda, geçmişin ve geleceğin açlık grevlerini de karşılarına almış oluyorlar. Zorluk, tarihte ortaya çıkmış ve defalarca sınanmış bir mücadele biçimine karşı çıkıştan kaynaklanıyor. Bağımsızlık mücadelesi vermiş olan İrlandalılara, Hintlilere bunu anlatmak oldukça zordur.

Deniliyor ki, bu mücadele biçimi bir intihar gibidir, bununla zalimlerden hak almak da zordur. Zamanlaması ve talepleri doğru ve makulse, sorun yoktur. İsterse alamasın hakkını. Tarih bize, kazanılmış büyük hakların veya devrimlerin, sadece son vuruşun eseri değil, asıl olarak, çeşitli biçimlerde zamana yayılan, irili ufaklı mevzi hak mücadelelerinin, biriken, birleşik gücünün bir eseri olduğunu söylüyor. Bu gerçeği göremeyen Türkiye aydınları, alınan hakların, mücadele ile alınmadığını, tepeden verildiğini söyleye gelmişlerdir hep. Gerçeği yansıtmayan bu anlayışı artık aşmamız gerekiyor. 

Dersim ve Biz

Karın kalınlığı bir buçuk metreyi buluyordu. Dağ mahallesinde, taştan örülmüş, toprak damlı, tek gözlü bir evin içinde, arkadaşım Kabil Kocatürk’le baş başaydım. Çevremizdeki evler, dağdan kopup gelmiş ve şehre tutunamayıp kar altında kaybolmuş ortaçağ izbelerini andırıyorlardı. Köşede bir öğrenci yatağı, yatağın yanında, boş bir domates kasasının üzerinde, bir parça ekmekle yarım sana yağı duruyordu. Genel tutuklama furyasında,  lise öğrencisi Mehmet Uzun’un da içinde bulunduğu tüm Siverek kadrolarını kaybetmiş, Kaypakkaya’nın önerisi üzerine gizlice gelip Dersim’e sığınmıştım.

Dağa çıkmak için karların erimesini bekliyordum. Kafamda, kırıma uğramış yoksul bir halk, diş diş yükselen hükümran dağlar ve liseden ayrılıp bu dağlara çıkmak isteyen bir grup deli fişek vardı. Arada bir, kovalanmış ama postu deldirmemiş yaşlı bir tilki güdüsüyle inimden çıkıyor, köylerinden çay, şeker almaya gelen köylülerin, delilerin, velilerin, kahve sakinlerinin, üniformalı ve sivil aynasızların kolaçan ettiği Palavra Meydanı’na inerek havayı kokluyordum. Meydan bana, hayal ettiğim baş eğmez, mücadeleye hazır, ciddi bir halkı değil, delilerini seven, kendi deli yanını, delilere takılarak konuşturan, her şeyi konuşan, hatta kışı yese doymaz bir sıcaklıkla tartışan, ama kulağı ile dimağı arasındaki bağlantıyı da pek fazla önemsemeyen, orijinal fikirlere ve yeniliğe oldukça açık bir halkı telkin ediyordu. En uygun bölgeyi bulmak, işe oradan başlamak için bölgeleri bir an önce tanımam gerekiyordu. Karların erimeye başlayıp, dağlara ılık sislerin çöktüğü bir zaman, Kabil ve Gorcan’lı Yasin’le birlikte, Mazgirt’in Gorcan köyüne gittik.

 Çoğunluğun Türkçe konuştuğu bu köy bana Çarsancak Ermenileri’nin, sürgün anında başına gelenleri anlattı. Munzur’un sürükleyip getirdiği ağaçları, uzun sırıklarla, türkü söyleye söyleye kıyıya çeken, ilk tanışmada hal hatırı ve çoluk çocuğu sorarken, davar doluğu da soran ve her gece bir evde toplanıp, kahkaha ata ata özgürce tartışan bu köylülerin yaşama bağlılıkları hoşuma gitti. Eski devleti yıkıp, yerine yepyeni, devrimci bir devlet kurmamız gerektiğine ilişkin düşüncelerimi kuşkuyla karşıladılar. ”Madem bir devlet kurulacak, eskiyi yıkmaya ne gerek var,” diye karşı çıkanlar da oldu. “Okuyun, yüksek mevkilere gelin, devleti içten ele geçirin,” eğilimini hemen sezdim. Yaşlı bir kadın, bizim de memur olacağımız ve sonunda halkı unutacağımızı söyledi. Bir başkası, Mazgirt’in kel tepelerinde tutunamayacağımızı, insanların aç olduğu yüksek dağlara gitmemizi önerdi. Deniz’lerin idamlarından birkaç gün sonra, Kaypakkaya ve Kabil Kocatürk’ün eğittikleri liseli kadroların  desteğiyle Zeynel Aydın’ı buldum ve birlikte Ovacığa gittik. Eğilimim, postu, ovanın kuzeyindeki görkemli  Munzur Dağlarına sermekti. Dar ve çetin geçitlerle yer yer parçalanan Munzurların karlı  zirvelerinden, eteklerdeki kayalıklara ve ovadaki çiçek cümbüşüne boğum boğum sis iniyordu. Zeynel’le Ovacık’tan yürüyerek ilkin kendi köyüne, Partların önemli bir yerleşim merkezi olan Pardi’ye gittik.

 Toprak damlı, toprak zeminli bir eve girdik. Munzur ayazının tatlandırdığı ateşin başında oturup, dağ çayı içtik. Evin bir köşesinde, toprak zemine serilmiş bir yün döşeğin üzerinde Zeynel’in romatizmalı anası yatıyordu. Kulağım, Zeynel’in abisi Hıdır’ın barbunya ekimine ve ticaretine dair anlattıklarından daha çok, Munzur kayalarından düşmüş yaralı bir atmaca gibi bakınan kadının acılı iniltilerine takılmıştı. Hayatını evinin içinde ve beş on hayvanın barındığı ahırda geçiren, yılda birkaç kez, kutsal gözelere gidip gelen, Munzurlara çıkan ve ocak başında bol bol Ermeni tertelesi ile 38’e dair kırım anılarını dinleyen bu kadının iniltisiyle hiç kimsenin ilgilenmemesini, iniltinin sürekliliğinden dolayı derinliğini yitirmiş olmasına ve kanıksanmasına yormuştum. Ertesi sabah Zeynel’le birlikte diğer evleri gezmeye başladık. Birkaç gün içinde köyün iklimini solumuş oldum. Hiçbir evde tüfek ve tabanca yoktu. Sohbetlere Hızır’ın değneği ile Ali’nin kılıcı egemendi. Una, ayrana, tereyağına, Munzur Baba ile Bağır Baba’nın kerametlerine dayanan, mistik ve kıt kanaat bir hayatla kuşatılmıştım.

İşsizlik köpekleri bile etkilemişti, hiçbirisi havlamıyordu. Sınıf ayrımları belirgin değildi. Üç beş hayvan, bir parça toprak ve şehirden çay şeker gibi zaruri ihtiyaç mallarının alımı şeklinde karakterize edebileceğim basit bir meta üretimiyle karşı karşıyaydım. Munzur kıyısından gelen rüzgâr, alabalık, su samuru ve porsuk kokusuyla yüklüydü. Okumak ya da çalışmak için gittikleri için köyde genç nüfus pek göze çarpmıyordu. Dikkatimi yaşlıların birbirine benzeyen sorularından ve abartılı hikâyelerinden, aralarında bana bakarak zazaca konuşan kadınların iç dünyasına kaydırmaya çalışıyordum. Kadınların acıma duygularından kaynaklanan içli, sıcak yaklaşımları hoşuma gidiyordu.  Zeynel’e Munzur dağlarını kolaçan etmeyi önerdim. Ve güneşli bir sabah, Mavi Munzur tilkisine, sise ve ışkın kokusuna doğru tırmanmaya koyulduk. İki üç bin metrelik zirvelerde kutsal krater göllerinin olduğunu söylüyorlardı. Dimdik yükselen kayaları, derin vadileri, kovuk ve mağara arama merakıyla dikkatle inceledim. Keklik ve üveyik ötüşlerinin baskın olduğu kuş cıvıltıları, beni sise ve silsilelerin derinliğine doğru çekiyordu.  Köye döndüğümüzde, Çoban Munzur’un döktüğü sütten doğan duru Munzur Gözelerini görme önerisini erteleyip, Hozat ormanlarını ve Ali Boğazındaki mağaraları görmeye karar verdim. Ertesi sabah yola çıktık.

 Yeraltından şifalı sular çıkaran, tahta kılıcıyla yedi başlı devi öldüren ve öldüğünde, kırk tabutta, aynı anda bedeni görülen, zalimlerin düşmanı Sarı Saltık’ın diyarındaydık. Göğün maviliğini ve orman iklimini soluya soluya, doğruca Karataş Köyüne, Zeynel’in ablasının evine gittik ve eniştesi İbrahim ile Hozat köylerine ilişkin haylice sohbet ettik. Ali Boğazı’na gitme fırsatı bulamadan geri döndük. Dönüş yolu üzerinde, eşeğine binmiş birisinin bize doğru geldiğini görünce: “Bak işte Mao geliyor,” dedi Zeynel. “Ovacık’ta dayanabileceğin adamlardan birisi budur.”  Mao’ya şaşılacak derecede benzeyen adam, eşeğini durdurdu, indi ve künyemi tahmin etmişçesine, bana bakarak devrim propagandası yapmaya başladı. Moralim yükseldi. Sözlerine sinen yerel renkler ve 38’e ilişkin kısa değiniler dikkatimi çekti.

 Nereye yerleşeceğime, birkaç önemli bölgeyi gezdikten sonra karar vermeyi aklıma koydum. Zeynel’le birlikte Dersim merkezine döndüm. Bu sefer, liseli sempatizanlardan ve Ali İşçi’den 1938’de çatışmaların en yoğun olduğu Demenan ve Haydaran bölgeleri hakkında bilgi aldım. Bu bölgeleri gezmeyi ve direnişin hayatta kalan liderlerinden Kırmızı Kamer’le (Kemo Sur) konuşmayı aklıma koydum. Üç kişi, Süleyman Yeşil, Haydaran’lı Ali İşçi ve ben yola koyulduk. Çetin direnişlere ve kırımlara tanık olan Heybetli dağlar mıntıkasındaydık. Roşnik yamaçlarını tırmandık, Hıdır Ağadan sonra, Haydaran’lıların en ünlü direnişçisi Kırmızı Kamerin sırtını dağa veren kömüne girdik. Gayet konuksever, kuşkucu ve sır vermez bir edayla karşıladı bizi. Yetmiş yaşını geçkin olmasına rağmen, dinç görünüyordu. Koçboynuzunu andıran bıyıkları ile kırmızı yüzüne temkin ve gurur iklimi yayan minnacık gözlerine kaymıştı dikkatim. Hoşbeşten sonra, künyemi, gayemi, geleceğe dair planlarımı ve dayandığım güçleri ayrıntılı sorular ve dikkatli bir dinleyişle öğrenmeye çalıştı. Konuşma sırası kendisine geldiğinde, bir bardak kaynamış tereyağı içti. Bıyıklarındaki yağı elinin tersiyle sildi ve parmak uçlarıyla mor damarlarına yaydı. Halkın ruhuna ve hakikatine yabancı olduğumuzu, halkı gözümüzde büyüttüğümüzü, devletten kopuk olduğumuz için devletin gizli dünyasında dönen fitne fesat siyasetlerinden haberdar olmadığımızı, dağa silahsız çıktığımızı, bölündüğümüzü, kendi geçmişinden örnekler vererek anlattı ve konuşmasını, hepimizin dağda bayırda devlet tarafından keklik gibi avlanacağı kehanetiyle noktaladı.

Mumyalanıp, kilden tabuta konmuş gibi oldum. Dışarı çıktığımızda, köpek üzerimize hamle ederek havlamaya başladı. Ayağım, bir taşa takıldı, elimdeki eğri değneğin sayesinde düşmekten kıl payı kurtuldum. Arkadan, Kırmızı Kamer’in karısının, sitem edercesine, zazaca bir şeyler mırıldandığını duydum. Ali İşçi’ye kadının ne dediğini sordum. Süngüsü düşmüş, karıncalı bir sesle:  “Boş ver cahili,” diye homurdandı. “Babanızın ağzına sıçayım, diyor. Dağa çıkmışlar da bir eğri çubukla hükümeti devirecekler.”  Yeniden Dersim merkezine döndük. Bu sefer Nazimiye bölgesi hakkında bilgi topladım ve bir liseli sempatizanla, Nazimiye’li Hüseyin Tekin’le birlikte yola çıktım. Uzun bir yürüyüşten sonra, yerleşmeyi düşündüğüm Düzgün Dağına yaklaştık. Karnımızı doyurmak için Kıl’a bağlı bir köme girdik. İçerde yetmiş yaşlarında bir karı koca oturuyordu. Hoş geldin faslında, ben ikisinin de öpülmek için kendiliğinden yukarı kalkan ellerini öptüm. İkisi de, inanılmaz bir saygıyla eğilip, dede aşiretine (Kureyşan) mensup olan liseli Hüseyin’in elini öptüler. Halkın, Dersim Bölgesi sorumluluğunu benden alıp, Hüseyin’e verdiği hissine kapıldım o an. Hüseyin beni bazı köylülerle tanıştırdıktan sonra gitti. Dağlarda yalnız başıma kaldım, keçi çobanlarını tanıdım ve yoğun bir şekilde mağara aramaya koyuldum. İki mağara buldum. Bir tanesinin ağzı çok küçük olduğu için köylüler bilmiyorlardı. Yarasaları çıkardım, içini temizledim, kuru odun yığdım. Karanlık çökünce ateşimi yakıp, yaban domuzlarını, kurbağaları, cırcır böceklerini ve  kayalıklarda gezinirken taş düşüren dağ keçilerini dinlemeye koyuldum. Artık kendi mekânımdaydım; geceyi huzur içinde geçirdim. Her mıntıkada gizli bir mağara ya da barınak ayarlamadan, bölgede tutunamayacağıma inanmıştım. Herkesin üç beş keçisi, yamaca tutunan, mendil büyüklüğünde çorak bir tarlası vardı. Birbirinin aleyhinde atmayan insan yok gibiydi. Herkes 38 kırımından söz ediyor, devletten korkuyor ve komşusunu sevmiyordu.

Gittiğim her ev, ‘gelirken dikkat et komşum görmesin, görürse ihbar eder, beni içeri attırır,’ diye uyarıyordu. Durumu değiştirecek bir taktik uyguladım. Her eve gitmeye ve gittiğim her eve de ‘benim bu köyde gitmediğim tek ev kalmadı,’ demeye başladım.  İbrahim Halil Akyol’u bulunca, gezdiğim alan genişledi, ilişkilerim zenginleşti. Daha önemlisi Akyol, Ali Haydar Yıldız gibi tutkun ve romantik bir devrimciyi dağa getirerek profesyonelliği iki kat çoğaltmış oldu. Akyol gitti, Ali Haydar’la birlikte, iki kişilik bir bölge komitesi olarak Dersim köylerini gezmeye başladık. Köylerde cem yapılmıyordu. Din, dedelerle birlikte köylerden göçüp gitmişe benziyordu. Dipte köşede kalan birkaç dede ise, lakırdıyı ağzında çiğneyen, ama hiçbir şey söylemeye sıradan köylülere dönüşmüştü. Köylerde bazen, hakullah ya da çıralık toplamak için şehirlerden gelen ve dert dinler gibi görünen dedelere rastlıyorduk. Çetin dağ şartlarının kuşattığı yoksullar arasında capcanlı yaşayan tek şey, sıfatı pirden veliye, veliden peygambere ve hakka kadar yorumlanan, korku salmayan, cezalandırmayan, yardım eden, bilge ve gezginci Hızır’dı. Bu durum, köy köy gezerek halkı bilinçlendirmeye çabalayan, yardım ve kurtarıcılık kültüyle hareket eden yoksul bir örgütün durumuyla da pek çelişmiyordu. 

Ali Haydar’la birlikte yörenin en kutsal dağı olan Düzgün dağına ve dağın uzantısı üzerindeki iki mağaraya yerleştik. Düzgün Baba’nın kırk gün çileye girdiği dağın eteğindeki, Çele adlı mağarayı ziyaretgâh olduğu için tercih etmedik. Zirveler ve zirvelerdeki ulu ağaçlar bizim ilgi alanlarımız içindeydi, buralara derin illetler ve ihtiyaçlar içinde olan insanlar geliyor, kurbanlar kesiyor, dallara rengârenk dilek çaputları bağlıyorlardı. Dağın eteğindeki Bostan köyü, bizim en çok dayandığımız köydü. Ve bu köy, Düzgün’ün babası Kureyş’in köyü olduğu için kurbanların kesildiği, paraların dağıtıldığı bir ziyaretgâhtı. Kureyşin evini dolduran kalabalıklara ilk kez girdiğimde, kendimi güvenlikte hissettim ve değişik yörelerden gelen insanlarla tanıştım. Bu gibi yerlerde, herkes kendi yöresinin velilerinden, onların gösterdikleri kerametlerden söz ediyordu. Ziyaretgâhlar bana farklı bir diyarda olduğumu telkin ediyordu. Boz ayıya binip, yılanı kamçı olarak kullanan, ördüğü duvara binince duvarı yürüten ya da atıldığı alevli fırından sağ salim çıkan velilerin, gazaba gelince top gibi taş gülleler savuran kutsal dağların diyarındaydım.  En güçlü destekçilerimiz, yaşamları evle ahır arasında geçen kadınlardı. Hayatın değişmesini, insanın kozasından çıkarak dünyaya açılmasını arzulayan bu insanlar, evlere girdiğimizde varını yoğunu getirip sofraya koyuyor, çıkarken de elimize yiyecek dolu torbalar veriyorlardı. Türkçeleri zayıf olmasına rağmen, en iyi dinleyicilerimiz kadınlardı. Ben en güçlü desteği, Ermeni tertelesi sırasında çocuğuyla Dersim ailelerine sığınan veya çocukken sürgün kafilelerinden zorla alınan insanlardan ve bunların çocuklarından gördüm. Bu kayıp ailelerin künyelerini ve geçmişlerini güçlükle tespit ettim. Bazıları, süreç içinde bana güvenleri ve sempatileri arttıkça açıldılar ve acılı geçmişlerini, kimseye söylememem kaydıyla ayrıntılı bir şekilde anlattılar.

 Mazgirt kırsalında, Ermeni kökenli, yaşlı alevi bir kadın, gökyüzünde kanatları benekli kartal donunda uçan Düzgün Baba’nın dağda bayırda sahipsiz kalan Ermeni çocukları üzerinde uçtuğunu, onlara göz kulak olduğunu ve iyi niyetli insanlara çocukların yerlerini gösterdiğini ve bu insanların, döne döne uçan düzgün Baba’yı görünce gelip bu çocukları bulduklarını ve kendisinin de bu çocuklardan birisi olduğunu anlatmıştı. Kadına göre, Ermenilerin başına gelen bela, Ermenileri korudukları için Dersim’lilerin de başına gelmişti. Dersim’de Ermeniler için kutsal olan bütün yüce dağlar, Dersimliler için de kutsaldı. Ermeni sürgününden önce, bazı mıntıkalarda, Dersimlilerin, Ermeni kiliselerini kutsal ziyaretgâhlar olarak addettiklerini, roze qaxan orucunu kısa bir zaman aralığıyla aynı adla tuttuklarını, bazı ortak efsanelere sahip olduklarını öğrendim. Bütün yaşlı Dersim’liler, Horasan’dan geldiklerini söylüyorlardı. Sonraları, Uçurum Geyikleri romanını yazarken, Dersim’in eski bir halkı olan ve Zerdüşt inancını koruyan Ermenilerin, Part istilası döneminde, Daylem veya Horasan bölgesinden, yani Zerdüşt ikliminden Dersim’e gelen bugünkü Dersimlilerin atalarını derinden etkiledikleri ve bugünkü Dersim kültürünün, üç sacayağı ( Hitit, Ermeni, Daylemi) üzerinde yükseldiği kanısına vardım. 

Filistin’den gelen Mümtaz Çeltik’le birlikte, Profesyonellerin ve komite üyesinin sayısı üçe yükseldi. Mit mensubu olduğu söylenen Senatör Aslan Bora ile Kureyşan aşiretinin lideri Haydar Koç’un, barındığımız yerleri araştırdıkları haberini aldık. Mağaralar güvenlikli değildi. Mümtaz’la beraber, Düzgün dağlarında, iki barınak inşa ettik. Halk bize, ‘dağ yollarını kullanmayın, mağaralarda kalmayın, tilki gibi kendinize in hazırlayın ve geceleyin yalnız gezin,’ tavsiyesinde bulundu. Üçümüzde silahsızdık. Bir kadın, ayıyla karşılaşmam durumunda nasıl davranmam gerektiğini, bir diğeri, yenilecek bitkileri ve dumansız ateş yakmanın yöntemini anlattı. Bir başkası, dağ keçilerini vurmamamızı, Düzgün Baba’nın kışın, kayalardan çıkıp, değneğini kar tutmuş ağaçlara vurduğunu, ağaçların anında yeşillendiğini ve bu keçilerin gelip karınlarını doyurduklarını anlattı. Tabi akıl vermeyenler de vardı. Hatta oraya gitmeyin asker görür, şurda durmayın asker gelir, diye akıl verenlere “Akıl vermeyin, arkası yara olan hayvan, karganın nerden geleceğini bilir,” diye çıkışanlar da vardı. Kışın dişlerini gösterdiği bir zamanda, İstanbul’dan gelen Murat Aydın’la birlikte, barınma yerleri ayarlamak, yiyecek toplamak için Haydaran üzerinden ovacığa gitmeye karar verdik. 1938’de adı direnişe çıkan ünlü Laç Deresi’nden, mağaraların önünden geçip, Ovacık’a gittik. 

Çiçeklerin dilini, koyunun meramını bilen doğa insanları, Şavaklar, turnalarla birlikte çekip gitmişlerdi. Munzurlar, çengel boynuzlu yaban keçilerine, çil kekliklere, kaya kartallarına ve kerkenezlere kalmıştı. Huş ağaçlarına daldık, çoraplarımızı çıkarıp, kırmızı benekli balıkların sürüler halinde gezindikleri, duru Munzur’u sığ yerinden geçtik. Ceviz ağaçlarının dibinde, çoraplarımı giyerken boz ayılardan kalma çürük ceviz kabuklarına bakınca, yanlış bir mevsimde yiyecek arayışına çıktığımızı anladım. Zeranik, Ada ve Pardi’nin dışında diğer köylere gidemedik. Yarım çuval barbunya, yağ, çökelek, çay şeker vs. toplayıp arkadaşların kaldıkları mağaraya döndük. Ve korktuğumuz başımıza geldi, kış, tüm şiddetiyle bastırdı. Dağ hayatı zorlaştı. Sekiz kişilik bir grup olarak, heybetli dağların dergâhı Haydaran’a ve Demenan’a gitmeye karar verdik. Grubun toplam silah sayısı, tırnağı bozuk bir av tüfeği ile mağaralarda yaptığımız üç beş bombaydı. Gittiğimiz evlere üsteğmen Fehmi Altınbileğe bağlı timler tarafından devrimci kılığında siviller gönderiliyor, baskınlar düzenleniyordu. Karakoçan, Mazgirt ve Dersim Merkezinde gözaltına alınanlar falakaya yatırılmışlardı. Düzgün dağında en sevdiğimiz insanın, Süleyman Nakış’ın evi basılmış, kendisi ağır yaralanmış, küçük kızının bir gözü ise kurşunla göremez hale getirilmişti. Halk,1938’i ve o döneme ilişkin kırım öykülerini anımsamaya başlamıştı. Hafiyelerin çoğaldığı, yakında büyük tevkiflerin olacağı söylentileri yaygınlaştığı için korkudan kimse kapısını açmıyordu.

Kar, bir buçuk metreyi bulmuş, evler küçülmüş, yaşam belirtisi, bacalardan çıkan dumanlarla kurt sürülerine sığınmıştı. Yaşlıların, ocak başında, Sey Qaji ve Silo Qız’dan klamlar mırıldandıkları, binlerce kez anlattıkları olayları, hiç anlatmammışlarcasına ballandıra ballandıra bir kez daha anlattıkları bir andı.  Laç Deresi, derin bir dere olduğu için kar tutmuyordu. Kışı, grup olarak oradaki mağaralarda geçirmeyi düşünüyorduk. 38’de  Demenan halkının sığındığı o mağaralarda kalırken, Demenan’lılarla da ilişki kurmuş olacaktık. Birkaç aşiret mensubundan, Demananlıların, konuşurken hep birlikte, aynı anda, anlaşılmaz bir uğultu halinde, bağıra bağıra konuştuklarını, en sonunda, soluğu uzun, çenesi güçlü olanın diğerlerine meramını anlattığını duymuştum. Hakis tarafından gelen dereyi izleyerek, geceleyin Haydaran dağlarına geçtik. Şafak aydınlığı bizi Vartinik’e yönlendirdi. Kartal yuvaları gibi uçurumlara tutunan evlerin bacalarından tüten dumanlara baka baka Barık başı’nı geçip Vartinik’e geldik. Uçurumun kıyısında, Zeynel Açıkgöz’e ait boş bir köme yerleştik.

Zeynel, 38 kırımında, çocukken tek gözünü kaybederek, ölümden tesadüfen kurtulan bir yaylacıydı. Birkaç ay önce, uçurumun karşı kıyısında bulduğumuz bir mağarada, yarı yarıya çürümüş bir saz bulmuştuk. Vartinik’e gelince aklım o mağaradaki çürük saza ve kaldığımız yerin az ötesinde bulunan, yıkılmış Ermeni evlerine takıldı. Definecilerin zaman zaman kazıya çıktıkları, kazmalarının altın değil, su testilerine, bıçaklara ve kemiklere çarptığı bir bölgedeydik. Sayımız dokuza çıkmıştı; toplandık, kışın şiddeti ve yiyecek sıkıntısından dolayı ikişer ikişer dağılıp, kışı köylerde geçirmeye, üretici faaliyetlere katılmaya karar verdik.  Bir grup gitti. Geride beş kişi kaldı. Gidecekleri bölgeler üzerinde düşünen bu grup, karın bir metreyi aştığı bir şafak vakti, teğmen Fehmi Altınbilek’in komutasındaki müfreze tarafından basıldı. Ali Haydar Yıldız vuruldu, Kaypakkaya yaralandı, içlerinde benim de olduğum diğer üç kişi, kendilerini, kar tarhlarından uçuruma yuvarlayarak kurtuldu. Kendimi buzu kırılmış suyun içinde buldum. Sol ayağım burkulduğu için şişti. Soğuktan ellerim ve yüzüm kabardı.

Ben Dersim halkını, faaliyet gösterdiğim bir yıl içerisinde değil, asıl bu baskından sonra, değneğimle, azgın kışa karşı topallaya topallaya gezerken, daha doğrusu, köy köy barınmaya çalışırken tanıdım. Haksızlığa ve kırıma uğramış bir halkın, kendisini bende hissederek, içine girdiği derin acıma duygusunun, her türlü tehlikeye rağmen, barındırma ve sahiplenme arzusuna nasıl dönüştüğünü o zaman gördüm. En öne geçerek, müfrezeyi kaldığımız yere getiren ve av tüfeğindeki saçma fişeğiyle Kaypakkayı kafasından yaralayan Hüseyin Güngör bile arkadaşımla birlikte dereden kurtulduğum zaman bize güvenli bir yol gösterdi. Derede iki saate yakın bir süre oyalanmıştık, bu süre içinde Güngör evine dönmüştü. Onun gösterdiği yola sapmasaydık, Mirik’te bekleyen bir başka müfreze ile karşılaşabilirdik. Hüseyin’in yaptığı belki de, karısının baskısıyla (daha önce gittiğimizde, kadın bize karşı çok iyi davranmıştı), işlediği bir günahı, bir sevapla silme arzusuydu. Mazgirt köylerinde gizlendiğim günlerde Dersim’i anlamaya  çalıştım. Dersim, gezdiğim diğer bölgelerden (Trakya, Malatya, Adıyaman, Urfa ve Diyarbakır) birçok yönden farklı bir bölgeydi. Halk, semavi dinlerden ziyade, doğal, ya da paganist inançlara daha yakındı. İnanca dair vecibeler, ne insan ruhuna yansıyan coşkun doğa yalınlığını, ne de gücünü keçi ve koyun sürülerinden alan çoban kültürünü, yani hayatı iğdiş edebilmişti. Hatta bu vecibeler, Mazgirt gibi yerlerde, yoruma, hicve, dolaysız eleştiriye açıktı. Diğer illerde hüküm süren bağnazlık, Dersim’de hükümsüzdü. Bırakalım gençleri, doğaüstü mucizelere inanmalarına rağmen, ileri düşüncelere açık bir yaşlılar kuşağına sahipti Dersim. Kendi çıplaklığına ve çobansı yoksulluğuna sarılan bu bölge, kültürel çeşitlilikten geliyordu ve 1938’e kadar yarı-hükümrandı; geçmişte hep savunma zemininde kalmış, ciddi tarihsel felaketler, travmalar yaşamıştı. Bu ve benzeri şartlar, onun divane, dervişane tiplerini çoğaltmış, hicvini, mizahını ve şakasını, ön plana çıkarmış, İslam dünyasının ciddi uhrevi duruşu karşısında ona farklı bir varoluş kimliği kazandırmıştı.  

 Tüm bu özelliklerine rağmen, aile bağının ve eşlerin birbirleri üzerindeki sahiplik duygusunun güçlü olduğu bir bölgedir Dersim. Dedelik, pirlik kurumunun zayıflamasına karşın (1971-72’lerden söz ediyorum), aşiret kültürünün nispeten daha az zayıfladığını, şafi Kürtlere karşı tarihten gelen ve bilinç altına yerleşen hıncın, önyargıların gücünü ve bu gücün, bir kısım Dersim yaşlısını, 38’e rağmen, Cumhuriyete ve Mustafa Kemal’e yaklaştırdığını da burada belirtmeliyim.  

Tabure

İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu.

Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı.

Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu.

Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu.

İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı.

İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başlıyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor.

Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi takdirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor.

İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize.

İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek,

“Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor.

“Biraz bekle,” diyorum.

Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden:

“Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor.

“Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan.

“Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?”

Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor:

“Otur yerine be, ne konuşacaksın!”

“Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.”

İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı.

Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu.

Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı.

Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı.

Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı.

İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti.

İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz.

Karanlık çöktüğünde geliyor İbo.

“Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor.

“Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.” 

(Gazete Patika. 19 Mayıs 2019) 

Geriye dönüş mümkün değil

Irak ordusunun ilerleyişi karşısında Peşmerge bazı mevzilerini terk ederek geri çekiliyor ve bazı Peşmerge komutanları niçin çekildiklerini bilmiyor. Emir bir yerlerden geliyor. ABD, Petrol yataklarının selameti açısından Kerkük’te bir çatışmadan yana değil. ABD, Kürtlere baskı yapıyor, petrol yataklarının ve havaalanının Irak devletine bırakılması karşılığında, Kerkük savaşının sonlandırılmasını istiyor. Gelgelelim ki her şey ABD’nin isteklerine göre şekillenmiyor. Irak devleti, Kerkük ve Musul başta olmak üzere geniş alanların sahibi olmak ve Kürtleri dar bir alanda tecrit ederek teslim almak istiyor. 

Irak devletinin ne kadar toprak koparacağını bilemem ama mümkün olmayan bir şey var ki o da Kürtlerin bu referandumdan sonra, bağımsızlık noktasında geri adım atmayacaklarıdır. Sadece Güney değil, bir bütün olarak Kürt ulusu, referandumu iptal edip geriye dönüş yapan bir yönetimi başında tutmaz. Böylesine bir tavrı zaten dünyanın aydınlanmış, ileri güçleri de kabul etmezler. 

Kürtler, kırk yıl öncesinin Kürtleri değiller. Ayağa kalkan bir ulusal bilinçle; örgütlenmiş, uzun ve çetin mücadeleler içinde pişmiş, düzenli ordular, hareketli birlikler ve gerilla kolları haline gelmiş bir halkla karşı karşıyayız. Kürtleri teşvik eden bir dünya ile karşı karşıyayız. Sömürgeci faşist bölge devletlerinin telaşı bundandır.

Her halükârda Kürt ulusunun kendi kaderini tayin etme hakkını savunacağız. Bu hakkın, içinde bulunduğumuz tarihi şartlarda kullanılmasını savunacağız. Kendi kaderini tayin etme hakkı, ezilen, uyruk bir ulusa özgü bir hak değildir sadece. Bu, bireye ve topluma şamil bir hak, genel bir haktır. Ezilen bir kadının boşanma hakkını düşünelim. Veya işçi sınıfının kendi kaderini tayin hakkını düşünelim; bu hak, her şeyden önce, kapitalist sömürüden kurtulma ve kendi emeğinin biricik sahibi olma hakkıdır. Ezilen bir ulusun kendi kaderini tayin etme hakkına karşı çıkan bir insanın, işçi sınıfının kendi kaderini tayin etme hakkını savunması mümkün müdür?

Yaşamı tüm doğallığı ile, özgürce yaşayamamış, hayati güçlerini ve en başta da özgüvenini yitirmiş halkların ayağa kalkması, yenilmesi, yeniden ayağa kalkması; yeniden yenilmesi ve bu kez çok daha derinlikli bir şekilde yeniden ayağa kalkması bir devrim ilkesidir. Bu ilke insan için de geçerlidir. Hayat budur. Gerisi teferruattır.

 

Kürdlerin Edebiyat Sancağı

Özgürlük tarihi, adı üstünde, sadece zalimlerden değil, mazlumlardan da hesap soran bir tarihtir.

Kürtler hariç, bildiğim kadarıyla hiçbir ulus, iki bin yıl esaret altında yaşamamıştır; şu veya bu şekilde bir yolunu bulmuş, bağımsızlığına kavuşmuştur. Tarihte tek bir uzun ömürlü, ciddi Kürt devleti vardır ki o da Med’dir ve 128 yıllık (MÖ 678-549) bir imparatorluk devletidir. Med’den bu yana Annaziler, Hezarhespiler, Mervaniler, Şeddadiler gibi küçük Kürt emirlikleri, hanedanlıkları ile geçen yüz yılda ortaya çıkan ve kıvılcım gibi parlayıp sönen yani on on beş ay bile ömrü olmayan küçük Kürt Cumhuriyetlerini, kusura bakmayın, oturmuş ciddi birer devlet olarak sayamayız.

Tarih kendini bu minval üzre ayan edince, ortaya çok acı bir gerçek çıkıyor: Kürtlerin 2200 yıldır esaret altında yaşayan bir kavim veya ulus olduğu gerçeği. Bu gerçeğin tarih, insan, bölge bazında sorgulanması gerekiyor. Sorgulanması da oldukça zor. İşin içinden, Kürt halk ruhunu, Kürt dünyasını çok iyi bilen ve ateşli bir bağımsızlık aşığı olan Ehmede Xani de çıkamıyor. “Ben Allah’ın hikmetinden şaşakaldım,” diyor. “Kürtler dünya devletinde/Acep ne sebeple kalmışlar boynubükük/Hepsi birden niçin olmuş mahkum.”

İşin içinden Güney Kürdistan, 25 eylülde bağımsızlığını ilan ederek çıkarsa, Kürt köleliğini içselleştiren Kürtler başta olmak üzere tüm halklar şaşıracak ve bu durum Ortadoğuda hem yeni bir dönemi başlatmış olacak hem de büyük Kürdistan’ın tüm parçalarında, içten içe harlanan bağımsızlık ateşine hatırı sayılır bir güç katacak. 
Aydınlar, yazarlar hala ‘Zamanı mı değil mi?’ diye tartışıyorlar. 2200 yıl geciken bu gereksiz tartışma bana Bertolt Brecht’in, ölmeden öce yazdığı Turandot veya Aklayıcılar Kongresi adlı eserindeki aydınların tartışmasını anımsatıyor: Sarı Nehir akıyor mu akmıyor mu?

İŞİD’in zalimane varlığı, Rojavalı kadın savaşçılar başta olmak üzere Kürtlerin kitlesel direnişlerini öne çıkarıp tüm dünyaya tanıtmakla kalmadı, aynı zamanda Kürdistan’ı sömürgeleştiren bölge devletlerinin kendi aralarındaki birliği de parçaladı. Kürt köleliğinin yeminli bekçileri, tarihin, kaçınılmaz gücüyle karşı karşıyalar şu anda; ‘Tarihsiz uluslar’ın minnacık devletler kurduğu bir dünyada, bağımsızlık talep eden, elli milyonluk bir köle ulusla karşı karşıyalar. 

Ne demişti Ehmede Xani:
Eğer bizim de bir hükmümüz, birliğimiz ve önderimiz olsaydı, Arap ve Acem’in egemenliği altında olmazdık. O zaman Kürtlerin edebiyat sancağını gökkubbeye dikerdim” 

Öyle görünüyor ki 21. yüz yıl, ‘Kürtlerin edebiyat sancağı’nın Ehmede Xani eliyle gökkubbeye dikildiği bir yüz yıl olacak 

Bu Senin Hikâyendir

Sen bir halksın. "MÜMİN VE EFENDİ" bir halksın.

"Evet bu zalim ve yiyici bir ekiptir ama iş yapıyor, soframa bir lokma daha fazla getiriyor, bunu seçeyim," diyorsun ve seçiyorsun. Seçtiğin ekip, sana bin yıldır kölelik eden ve uyanmakta olan bir halkı 'çözüm masası'da ilkin oyalıyor, sonra tankları, topları ve uçaklarıyla topyekün ona karşı saldırıya geçiyor. Bu saldırıyı sen, seçim sandıklarına gidip oylarınla onaylıyor ve aynı ekibi yeniden kumada merkezine oturtuyorsun. Seçtiğin ekip bu kez saldırıyı derinleştiriyor, kentleri ağır silahlarla, efendisi olduğun " köle halkın" başına yıkıyor. 

Evet, sen kesinlikle bir halksın, "MÜMİN VE EFENDİ" bir halksın.

Dahası, yaşadığın şehirlerde ziyadesiyle rahatsın. Bu rahatlıkla, seçtiğin ekibin enkaz yığını haline getirdiği şehirleri seyrediyorsun. Yer yerinden oynuyor, yangınlar, dumanlar tütüyor, sesin çıkmıyor. Dizi dizi çocuk ölülerini seyrediyorsun, yaralıların bodrum katlarında yakılışlarını, kurşunlanışlarını seyrediyorsun, sesin çıkmıyor. Demir kıtaların demir çemberinde vurulan ve anası tarafından, kokmasın diye buz dolabına konan bir çocuğun ruhundan kopan çığlığı dinliyorsun, sesin çıkmıyor. Ve derken, enkazların altından sağ çıkanlar, senin yaşadığın sakin şehirlere geliyorlar. Barınacakları yerleri yoktur. Arabaları çalıyorlar. Patlayıcıları çalıyorlar sonra. Çalıntı arabalara yüklüyorlar çalıntı patlayıcıları. Sesinin çıkmadığı, merkezi, hassas yerlerine sürüyorlar arabaları. Patlatıyorlar. Sesin çıkıyor. Sesin çok acayip çıkıyor. Ölmeye başlıyorsun çünkü. Ses duvarını aşıyor sesin, Düveli Muazzam'a ulaşıyor. Ben hakir, seni katledenleri kınasam ne yazar, kınamasam ne yazar. Çünkü sen, anlı şanlı bir halksın. Kılıcı kanlı bir halksın. "MÜMİN VE EFENDİ" sin. 

Hendek Birliği

Kürt halkı yenilsin yenilmesin, iyi direndi ve iyi direniyor. Kitleler şehirlerde kendilerini savunmak istediklerinde, zorunlu olarak barikata ve hendeğe baş vururlar. Bazı aydınların hendeklere karşı çıkmasının, hendeklerin kapatılmasını talep etmesinin hiçbir anlamı yoktur. Kürtler hendeklerde sadece kendi ulusal hakları için değil,

Türkiye'nin demokratikleşmesi için de direniyorlar. Devrimciliğin ve demokratlığın bugünkü mihenk taşı hendeklerdir. Hendeğin hangi tarafında duruyorsun? Hendeği kazanların tarafında mı, kapatmak isteyenlerin tarafında mı? 

Her devrimci, mevzisini ister sabit, isterse gerilla gibi hareketli bir zeminde kursun, son tahlilde bir hendektir.

Önce kendi iç dünyasına, sonra kendini kuşatan dış dünyaya karşı bir hendektir. Tembelliğinin, alışkanlıklarının, kurallar ve kalıplar sisteminin, yani ahlakının ve metafiziğinin, yani kendi iç devletinin saldırısına karşı bir hendektir. Sınıflı toplumun, devletin ve halkın, dilin ve kültürün, inancın ve tarihin saldırısına, yani dış dünyaya karşı bir hendektir. Devrimcilerin büyük bir bölümü ne yazık ki, kazdığı hendeğin hendek tarafında değil, karşı- hendek tarafındadır. Halisane niyetine rağmen, bu ters duruşunun farkında bile değildir. Sistem içinde, "sisteme karşı" olma durumudur bu.

Kürtlerin hendek savunmasında temel bir güdü ve vazgeçilmez bir varolma çığlığı vardır: "Ben bir ulusum. Özgür bir irade ve özgür bir dil ile kendi özgür yaşamımı kurmak ve bastırılmış, küllenmiş kültürümü açığa çıkarmak, inşa etmek hakkım vardır. Bu hakkı yoksayan hiçbir ulus, kendi özgürlüğünün sesini duyamaz ve yaşam haline getiremez onu."

Kürdistan'daki direniş güçleriyle Türkiye'deki devrimci demokratik güçlerin daha fazla zaman geçirmeden, bir hendek birliği, bir cephe birliği kurmaları gerekiyor. Böylesi bir cephenin, Emeğin, ezilen dillerin, inançların, kadınların, çocukların ve yaşlıların çok daha demokratik ve ileri bir yaşam şartına kavuşmaları temelinde, ortak bir programla mücadele sahasında yerini alması gerekiyor. Kürdistan'ın tam hak eşitliği uğruna verdiği mücadele ile Türkiye devrimci demokratik güçlerinin demokrasi mücadelesi, kesinlikle güçlü bir mücadele aracını, geniş, birleşik bir cepheyi emrediyor. Gerçek hiçbir bir devrimci, hiçbir komünist bu görevden kaçamaz. Halk, parçalı güçlere güvenmez ve kendini bu parçalı güçlere doğru parçalamaz. Direnmeyi her alanda, özgürlük ve barış şiarıyla sürdürecek olan birleşik bir cephenin, içte ve dışta tecrit olan AKP hükümetine karşı, halkın önemli bir bölümünün sempatisini ve desteğini almaması için hiçbir neden yoktur.

 

24 Ocak Vartinik Baskını ve ALi HAYDAR YILDIZ

Hayatımın unutulmaz anı. Menzil ve yaşam hakkı vermeyen haşin bir kış. Geyiklerini mağaralarına kapatan sisli, boranlı yüce zirveler. Yarı yıkık bir ev ve halkın korkarak, 'sizi öldürecekler, gidin buralardan,' diye mırıldana mırıldana acıdığı, destek vermeye çalıştığı bir avuç silahsız gerilla.


Ve seher öncesinin toz karı hafif hafif ırgalayan ruzigarı ve tüfek şakırtıları. Sık sık kopan çığlarını dinlediğim karşı dağ ve geyikleri ne alemdedir, oradan çığ koptu mu bilemiyorum. Uçurum kıyısında ilerleyerek ileride Ermeni evlerinin kalıntılarına doğru ineyim diyorum. Mermi sağanağı altında kendimi taa aşağılara, dereye atıyorum birden. Taş gibi yuvarlanarak, düşerek iniyorum buzlu sulara kadar. Dereye doğru yuvarlanış ve toz kar, beni ve diger iki arkadaşı kurtarıyor. Ama bana öyle geliyor ki bizi asıl kurtaran, Ali Haydar'ın attığı el bombası ile sıktığı tek kırma mermisidir. Fehmi Altınbilek'i ve müfrezesini tam siper toz karlara yatırıp bize biraz daha uzaklaşma fırsatı veren Ali Haydar'ın bu karşı koyuşudur. Beş kişilik Grupta iki el bombası ve iki kırma (av tüfeği) vardır. Ali Haydar ile nöbetçinin dışındaki üç kişi (İbo, ben ve Süleyman Yeşil) silahsızdır.


Derede buzlu sular içinde iki kişiyiz. Aşağıya inemiyorlar, kurşun sıkıyor, arada bir de el bombası atıyorlar. Yukarda, kömün çevresinde iki yaralı var. İbo ve Ali Haydar. İbo kaçmış, Ali Haydar orada, kanlı karlar üzerinde. Sırığa bağlayıp dağdan indirecekler. Feci bir şelilde ölecek. Mirikten ve Kutu Deresinden geçerken manzaranın fecaatı karşısında kadınlar bakıp bakıp ağlayacaklardır.


24 Ocak Vartinik Baskınını nedendir bilemem, ben hep Ali Haydar'ın adıyla özdeşleştirmişimdir. Üç kişilik Dersim Bölge Komitesi üyesi ve askeri sorumlusu olduğu ve de Vartinikte müfrezeye karşı cesurca direndiği için mi? Sanmıyorum. Beni en çok onun saf, çocuksu ve romantik kişiliği etkilemiştir. Sırtını kayaya yaslar, kötü bir sesle Ali Ekber Çiçek ile Mahsuni'den türküler okurdu. 'Bizim üç şeye ihtiyacımız var,' derdi, 'kitaba, tüfeğe ve transistörlü radyoya.' Zaman zaman dağdan iner, Elazığ'a, Karakoçan'a ve Dersim merkezine giderdi. Toplam bir yıllık dağ hayatında, gittiği yerlerden dağa tüfek getiremedi, hatta yanılmıyorsam kitap bile getirmedi ama Almancılardan bir transistörlü radyo alıp getirdi. Sırtını dağlara verdi, cıgarasını tüttürerek bol bol türkü dinledi.


Bana sürekli Che Guevara'yı anımsatmıştır. Zekiydi. İnsanların komik yanlarını anlatır ve en çok kendisi gülerdi anlattıklarına. Ailesi oldukça yoksuldu. Yanılmıyorsam, ünlü direnişçi Xıdır Ağa'nın torunu olduğunu söylerdi. Roşnik köyünde akrabaları vardı. 38'e dair kırım hikayelerinden söz ederdi. Vartiniğin karşısında, sulu bir mağarada çürük bir saz bulmuş, tartışmıştık. Ben sazın Ermeni, o ise sazın çürüme derecesine bakarak 38 kırımından kalma olduğunu savunmuştu. Gördüğümüz her kemiği, her harabeyi de aynı minval üzere tartışıyorduk. Bana, ya ' Dersimlilerin Ermenileri kırdığını sanmıyorum, ' der, ya da 'bu evler küçük, taşlar ise düzenli ve biçimli değil, burası Ermenilere ait olamaz,' diye karşı çıkardı.


Girdiği her mağaraya öldürülen bir devrimcinin adını verirdi. Gezmiş mağarası, Çayan Mağarası, Suphi Mağarası.... Bir gün Kureyş (Bostanlı) köyünün arkasındaki derede, Çayan mağarasındayım bir baktım Ali Haydar geldi. 'Köyde cem var, halk gelmiş, kalk gidip ceme katılalım,' dedi. Süleyman Nakışın evinin önünden geçip, cem evine vardık. Cemin dedesi Kızılkanlardan, Kureyşanlı ve bizim güvenilir bir sempatizanımız. Dallıbahçe Karakol başçavuşunun da tavla arkadaşı. Bizden Başçavuşa, Başçavuştan da bize bilgi getirip götürüyor. Tabi bizden verdiği bilgiler uydurma. Aksi taktirde mağarayı bastırırdı. Karakolu, dedenin sayesinde karakol kadar tanıyoruz. Cem, Düzgün babanın babası Kureyşin evinde oluyor. Cemevine girdiğimizde Halk ayağa kalktı, bizi saygıyla karşıladı. Şaşırdım ve bu durumu dedenin marifetine yordum. İçeride ve dışarıda elli altmış insan var. Evin dışına bir de nöbetçi dikmişler. Yerde oturma yok. Duvara dayalı uzun tahta oturaklar var. Her neyse oturduk. Evin önünde kesilen kurbanın etleri torbaya dolduruldu. Herkes avucunu açtı, biz de açtık. Önce etler, sonra da bir başka torbada bekleyen bozuk paralar avuçlara pay edildi. Aslan payı bize düştü tabi ve utandık. Gülbenkler, konuşmalar, küslerin barışması derken cem bitti. İki yaşlı bizi bir kenara çekti, 'sizlerden bir ricamız var,' dedi birisi, 'Düzgün Baba ziyaretinde kurbanın kesilip etlerin paylaştırıldığı sırada, gençler birbirlerine giriyorlar, çirkin kavgalar oluyor, oraya bir iki adamınızı gönderirseniz, onları dinlerler, bu kavgalar da olmaz.' İhtiyarları efendice dinledikten sonra 'tamam,' dedik, 'önceden haberimiz olursa, göndeririz.'


Ali Haydar halkla iletişim kurmakta, gençleri dağa yönlendirmekte ve kaçanları ikna edip geri getirmekte oldukça yetenekliydi. ' Şu köyde şu genç var. Onu dağa çekersek kaçmaz, ama anasını karşımıza alırız. En iyisi o köyünde örgütlü olarak kalsın. Şu anda toplam üç öğretmen iki ebe örgütlü. Elazığ, Karakoçan ve Dersim merkezinde birer komite kurmamız gerekiyor. Keban baraj inşaatından gidip dinamit ayarlamam gerekiyor. Bir komite de orada oluşturursak işlerimiz kolaylaşır.' Düşünce sistemini bu tip pratik işlerler üzerine oturtmuştu. El bombalarını birlikte yapıyor, küllüklerden bulduğumuz eski tokyo lastiklerine harfleri birlikte oyuyor ve bunlarla el ilanlarını birlikte basıyorduk. Ama bunları mıntıklardaki adamlara götürüp veren hep oydu. Gece gündüz daglarda tek başına gezen, kolayca yol bulan, ilişki bulan azimli bir insan. Karınca gibi... Şaşılacak derecede iyimser, cesur ve sempatik. Yoktan var edişin adamı. 'Halk, anlattıklarımızda kendi dertlerini bulursa bizi dinler ve anlatacağımız çözüm yolunu daha kolay kavrar,'ın adamı.

 

24 ocakta aklıma gelen ilk adam odur.
________________________________
Ocak-2014


Sayfalar