Perşembe Mayıs 23, 2024

Garbis ve Anıya Saygı/ Erdal Emre

Hayattayken fazlaca anımsanmayan, hatta neredeyse yalnızlığa mahkûm edilen kimi insanların beklenmedik ölümü geniş kesimlerde bir şok tesiri yaratır. Ölümlerini izleyen günlerde ise birbiri ardına ve çoğunlukla birbirine benzeyen taziye mesajları, anı anlatımları, “ölümsüzleşti”, “unutulmayacak”, “yaşayacak” temalı tutkulu, tek tip konuşmalar yapılır. Sonra her şey rutine döner.

Karşı karşıya bulunduğumuz ve ne yazık ki artan ölçüde kanıksadığımız bir durumdur bu. Özellikle de, küçülen, ama aynı zamanda hızı giderek artan dünyamızın yeni gerçeği…

Yine de bunun yalnızca sürüklenen çoğunluk için geçerli olduğunu ihtiyatla belirmek gerekiyor. Çünkü rüzgâra kapılmayan azınlıkların da azınlığı “karakter devrimcileri” için durum biraz farklıdır. Onlar göre nehirleri görünmez kılan, üstünü örten reel ve sanal kirlilik her ne olursa olsun, dip akıntılar kendi mecrasında yoluna devam eder.

Onların bakışında, hissedişinde kimi diplomatik kaygılara ve günün güç dengelerine feda edilemeyecek, bireyi kendisi yapan adalet duygusu, tabu dışı düşünüş, çıkar ve eşyanın gücüne teslim olmayı reddetmek gibi temel bazı değerler vardır.

Garbis Altunoğlu’na reva görülen zulmün dozu, onun bu vahşeti göğüsleyişini sağlayan kişilik değerleri, ölümünden duyulan üzüntü ve anısına duyulan saygı üzerine çokça yazıldı/yazılıyor. Genel planda doğru esaslara dayanıyor bu yazılanlar…

Ama Garbis bunların çok daha ötesinde ve her şeden evvel yarım yüzyıllık İdeolojik-politik bir itirazın, eylemli bir kalkışmanın sembolüdür. O, yalnızca faşist/kapitalist diktatörlüklere, emperyalizme karşıtlığın değil, aynı zamanda her tür milliyetçi ve dinci “kurtuluş” reçetelerinin de esaslı bir muhalifidir. Ondan sözederken, ölümcül baskıların hedefi durumundaki etnik ve dini toplulukların siyasal plandaki meşru haklarının müdafaasıyla, din ve milliyetçiliğin toplumların gelişiminde oynadığı asli tarihsel rolün birbirine karıştırılmaması gerektiğinin ayırdında bir teorik, felsefi donanımdan da söz ediyoruz…

Saygı

Egemen diplomasinin, devletler ve şirketler arası kirli ilişkilerin kullanımında tamamen iğdiş edilmekle birlikte, saygı aslında ciddi bir değerdir. Yalnızca insanlar arası ilişkilerde değil, doğa ve diğer canlılarla olan ilişkilerimizde de ihtiyacımız olan pozitif bir duygu ve nitelikli bir davranış tarzıdır

İnsanlar arası ilişkilerde saygıyı, ‘bireyin kişilik varlığını, düşünce ve değerlerini olduğu gibi, yargılamadan, peşin hükme tabi tutmadan ve yorumlamadan kabul etmek’ diye tanımlar ve kabul edersek eğer, bazı sorumluluklarımız var demektir.

Herhangi bir müminin vefatıyla, komünist bir aydının ölümünü ve ardından gelen defin ritüellerini birbirinden ayırmak gerekir. Burada sözkonusu olan “bir ulusun, halkın kültürüne saygı” meselesi değildir. Kaldı ki hiçbir ulusun, halkın kültürü homojen değildir. Çünkü kültürlerinden söz ettiğimiz ümmet, ulus ve halk gibi toplumsal kategorilerin herbiri kendi içinde farklı fragmanlara ayrılan heterojen tarihsel oluşumlardır.

Ayrıca, dinlere eleştirel bir tarih bilinciyle bakan tutarlı demokratların, devrimci aydınların herhangi bir dinin gereklerine saygı duymak gibi bir sorumluluğu yoktur/olamaz. Aydınlanmanın bizzat kendisi, aklın imandan ve onun engizisyonundan kopması, karşısına geçmesi değil midir?

Birey ve toplulukların inanma özgürlüğü gibi demokratik haklarını savunmak ve ona saygı duymakla bizatihi dinin kendisine saygı duymak farklı şeylerdir. Konu bağlamında Garbis’in “Başörtüsü Savaşı: Bir Uygarlıklar Çatışması mı?”* başlıklı yazısına bakmak bir fikir verebilir…

Asırlar boyu iktidar kalan büyük dinlerin her biri -görece kısa dönemlerin dışında- çıplak köleliğin, her türlü sınıfsal ve cins ayrımcılığının, hatta doğrudan kadın köleliğinin, ağır emek sömürüsünün, “kutsal savaş” adı altında “öteki” halklara karşı girişilen fetih ve yağma savaşlarının, sayısız tekil cinayet ve soykırımların, gürül gürül ırkçılık ve nefret üreten doğmaların abidesi değil de nedir?

Bir komünist açısından, hiyerarşiyi, devlet ve mülkiyet dünyasını, sefalet ve yabancılaşmanın binbir türünü kutsayan dinler niçin saygı vesilesi olsun?

Dinlerin kollektif İdeolojik-felsefi uydurması olan “kutsal mekânlar” gibi mitler bir yana bırakıldığında, her biri birer mimarlık harikası olan kilise, cami, havra ve tapınak gibi dinsel mekânlarla aklı başında insanların ne gibi bir sorunu olabilir? Aynı şekilde dinsel cemaatlerin bünyesinde bulunan iyi kalpli kişilerin, pek çok ülkede devrimci sosyal hareketlere aktif katılan din adamlarının varlığı tartışma konusu yapılabilir mi?

Burada tartışma ya da eleştiri konusu edilen şeyin bu olmadığı da yeterince açıktır.

Kendi vasiyetiyle, arzulayanın arzuladığı dinsel mekânda ve ritüel eşliğinde uğurlanma hakkı da elbette tartışılamaz.

Ölen/“hakka yürüyen” herhangi bir faninin “Allahü teâlâ” katına, “Ali divanına” ya da “Göksel Kilise’ye sevinçle uğurlanma”sında bir sakınca olup olmadığını da ilgili kurumlar ve ruhbanları bilir!

Öte yandan eş, aile, akraba ve -etnik, inanç aidiyet benzerliğine dayanarak inisiyatif kullanan- kimi cemiyetlerin, vasiyetini çok önceleri hazılamamış ya da bunu önemsememiş diye kişiyi uğruna ömrünü verdiği düşünce ve değerlerine aykırı tarzda ve emrivakilerle kilise, cami ya da cemevine emanet etme “hak”larını da gözden geçirmelerinde sayısız fayda vardır.

Çok sayıda radikal sol ve komünist aydının dünya algısı, ardında bıraktığı onca muhalif yazılı külliyata, din dışı düşünüş tarzı ve bunlarla uyumlu yaşam biçimi dikkate alınmaksızın cami, cemevi, kilise gibi yerlerden “bağışlayıcı tanrı”lara yakarış eşliğinde son yolculuğa uğurlanmasının neresi “anıya saygı” oluyor?

Galiba şunu demek gerekiyor:

Siz siz olun, aile ya da herhangi bir gönüllü “Müslüman/Hristiyan/Alevi demokrat” cemiyet tarafından el çabukluğuyla bir cami, kilise ve cemevi’ne götürülüp -çoğu zaman okuyanın bile anlamadığı, inanmadığı- dualar eşliğinde uğurlanmak istemiyorsanız, tezelden bir vasiyet yazın ve yolculuklarda dahi onu yanınızdan ayırmayın!

Dışınızdakilere saygı kendinize saygısızlık değildir. Saygı, karşılıklı olduğunda asli anlamına kavuşur.

Yeryüzünün en köklü eşitsizliklerine, kadim haksızlıklarına en tutarlı/bütünlüklü itirazlar yönelten, içinde yaşadığı doğanın ve bütün bir insanlığın lehine olacak komünal bir uygarlık projesinde ısrar eden ve bu uğurda akılalmaz bedeller ödeyen devrimcilerin/komünistlerin de öz değerleriyle saygıyı hak ettiklerini anlamak iyileştirir, güzelleştirir…

Sarsılma

Yenilgiler, birey ve toplulukları sarsar, özgüven kaybına neden olur ve doğruluğu kanıtlanmış en evrensel değerlerinize bile kuşkuyla bakılmasına neden olur bazen.  Bu durumda saflarınız erir. Hatta yalnızlaşırsınız. Daha da beteri, “eski”lerinizin bir bölümü açıktan karşınıza; alenen din, devlet ve paranın egemenlik alanına geçer. Bunlar yine de ‘anlaşılabilir.’

Diğer bir kesim ise, -liberal sol aydınlarca yaratılan entelektüel terörün de etkisiyle-doğru-yanlış, haklı-haksız, bilim-iman… Arasındaki temel ayırımları bulandıran postmodern mitler üzerinden “yeni” yol ve kimlikler icat ederek, -rafine formlarda da olsa- antikomünist itibarsızlaştırma kampanyalarına cevaz verirler.

Bu “yeni” yoldan da -bilerek ya da bilmeyerek- tüm varyantlarıyla birlikte dinin, milliyetçiliğin ve kapitalizmin dünyayı nasıl bir çöküşün eşiğine getirdiğinin gözlerden saklanmasına katkı sunmuş olurlar.

Geçen yüzyılın devrimci kalkışmalarındaki kimi ciddi hataların ve komünist tarih anlayışının ortadoks versiyonlarının bazı açmazlarının beklenen düzeyde aşılamaması da, bütünü anlamsızlaştırma, gözden düşürme gayretindeki çevrelerin işlerini kolaylaştıran bir başka faktör oluyor.

Ne yazık ki solun perişan hali, eski ve yeni yanlışları, özgüven krizini tersine çevirerek yeniden ve bir üst düzeyde umut haline getiremeyişi, bir tür rant ve ikbal kapısına dönen yeni tipte kimlikçi, cemaatçi ve yerelci çözümsüzlüklere malzeme taşımaya devam ediyor.

İyimser Kalmak

Ama bütün bunlar yanıp yıkılmamızı, büsbütün yere serilmemizi gerektirmiyor elbette. Yenilmek haksız olduğumuz anlamına gelmez. Allende, “Onlar güçlü, biz haklıyız!” derken tarihsel bir olgu ve hakikate vurgu yapmıştı.

Yaşayan yanımızı, toparlanma arzumuzu ve sahip olduğumuz güçlü tarihi-nesnel referanslarımızı da hatırlamak/hatırlatmak zorundayız. Eleştiriler-özeleştiriler elbette olacaktır. Ancak eleştiriden başkalarını suçlamak, özeleştiriden ise kendimizi lanetlemek, linç etmek sonucu çıkarılmamalıdır. Eleştiri/özeleştiri bir kültür ve özgüven sorunudur ve çoklu bir gelişmişlik düzeyine işaret eder.

Yazar Hasan Oğuz’un “Kimse Kızmasın; Bu Eleştiri Kendimizedir” başlıklı yazısıyla,

Nurcan Yıldırım’ın Facebook sayfasından paylaştığı, “Biraz ‘zülfü yare dokunmak’ istiyorum” başlıklı sitemi, konumuzla ilgili ilk göze batan, yerinde eleştiriler içeriyordu.

Garbis Altınoğlu’nun uğurlanma törenine katılan kalabalık topluluğun nitelik düzeyi umut vericiydi. Geçmişte yaşanan kırgınlık, önyargı ve suçluluk psikozu gibi engellere takılmadan koşup gelen devrimcilerin neredeyse tamamı ortak bir hüzün, öfke ve “keşke” duyguları taşıyordu. Kalıcı derslere vesile olması gereken birleşik ve kararlı bir sahiplenmeye tanıklık ettik.

Eşi Yıldız Aydın’ın acılı, titrek bir sesle okuduğu kısa konuşma metnindeki, “Her ölümde sen yeniden doğmuştun. Bugün de sen yeniden doğdun. Bugün senin doğum günün. Merhaba Garbis, hoş geldin yoldaşım, öğretmenim, arkadaşım, sevgili eşim” vurgusunun duygusal titreşimleri salonunun tamamında hissedilebiliyordu.

“Bir aile yakını ve arkadaşı” sıfatıyla

Hovsep Hayreni’nin okuduğu konuşma metninden ise Garbis’in biyografik köklerine dair önemli ayrıntılar öğrendik.

“Geçerken belirtmeliyim ki, bu toprakların ilk sosyalist hareketi Hınçakyan Ermeni partisinin saflarında da Garbis abinin dedeleri ve büyük amcalarından bazıları bulunmuştur. Paramaz’ların yoldaşı Şımavon’un örgütleme yaptığı Amasya’da Altunyan soy isimli bir dizi devrimcinin ismi kayda geçmiş, bunlardan Ğugas Altunyan bir çatışmada şehit olarak kahramanlaşmıştır”  diyordu Hovsep.

Soyu kırıma uğrayan bir halkın bağrından gelip de dinlerin, ulusalların, etnik ve inanç benmerkezci çeperlerin dışına çıkabilmek, ömrünü sınırsız bir dünya düşüne hasretmek herkesin harcı değildir.

“Sözü ve eylemiyle bir tutarlılık abidesi” olmayı gerektir…

Umuyoruz ki, hayattaki net duruşuna, dünya tahayyülüne tavizsiz sadakatine hep tanıklık ettiğimiz Garbis, aramızdan bedenen ayrılırken de öğretici olmaya devam edecek…

Tarih onu, Paramaz’lardan Misak Manuşyan’a, Kaypakkaya’dan Armenak’lara uzanan bir hat üzerinden hatırlayıp hep saygıyla anacaktır.

15 Ekim-2019

*G.A. Seçme Yazılar-2 s 143

2702

“En Önde” Durmak, “En Önde” Savaşmak (Dengê Azadî )

Lozan’daki tarihsel haksızlığın 100. yıldönümünde gerilla alanlarına yönelik işgal saldırıları sürüyor. Emperyalist devletlerle İttihatçı Kemalistler arasında imzalanan ve TC devletinin emperyalistlerce kabul edilmesinin resmileştiği tarih olarak 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması’nın üzerinden yüz yıl geçti.

Kalbim Zap’ta çarpar! (Nubar Ozanyan)

Yeni bir yüzyıl direnenlerin hikayeleri ve isimleriyle yazılmalıdır. Zalimlerin yazdığı yüz yıllık faşist tarihi parçalamanın zamanı çoktan gelmiştir. Soykırımcılar, teknolojinin üstünlüğüne her gün yenilerini ekleyerek kıyıcı ve yok edici silahlar üreterek Kurdistan’ın en ışıldayan direniş parçalarına saldırsa da, 26 gün abluka ve bombardıman altında yaralı olduğu halde “teslim ol” çağrılarına direnen gerillanın karşısında çoktan yenilmiştir!

Çoktan yenilmiştir, Osmanlı’nın İttihatçı subay ve askerleri, Türk ordusunun işkenceci generalleri!

“Halkın aslanları: HBDH milisleri” (Ziya Ulusoy)

Bahsetmek istediğimiz HBDH militanları. Yaklaşık 7 yıldır Erdoğan faşizminin acımasız  saldırı ve zulmüne karşı mücadele ediyorlar. Şimdiye değin yüzlerce eyleme imza attılar.

Mücadele koşulları çok ağır. Faşizmin saldırgan ve devasa miktardaki polis aygıtı, yüksek gözetleme ve takip tekniğini de kullanarak, hareket imkanını çok daraltıyor. Az güçle ve bu duruma rağmen, HBDH militanları eylem yapabiliyor. Biribirinden çok uzak kentlerde de, değişik bölgelerde de, aynı kentin değişik semtlerinde de Erdoğan faşizmine karşı eylem yapabiliyorlar.

Dedikoducu Modacılar

Amann... sanki kendileri de proletaryalarda karşılık bulsalardı chp ve hdp'lilerde taban, oy (veyahut da boykotçu) almış olmayacaklardı.

Neysee...

Nerede kalmıştık.

Maltepe'de bir mayıs.

Yolun bir tarafında tip'liler bir tarafında hdp'liler.

Yolun sağına, soluna... gölgesine de sıkışmış... tip'çilerin giyimlerini kuşamlarını ... diğer kortejlerdeki insanlarla kıyaslayan benim gibi de dedikocu modacılar.

Bu keşmekeşliğin içerisinde de..

Tip'çilerin gözleri  hdp'lilere... hdp'lilerinki de tip'çilere kayıyor.

Bizim devrim! (Nubar Ozanyan)

Rojava’nın haritadaki yeri sorulduğunda Kürtlerin bir kısmının dışında kimsenin doğru dürüst yanıt veremeyeceği bir süreçten geçilerek gelindi bugünlere. Büyük riskler göze alındı. Ağır bedeller ödenerek kazanımlar elde edildi. Bu sayede Rojava, özgürlüğüne kavuştu. Ortaya konan devrimsel hamleler, sayısız çaba sonucu Rojava halkları daha ileri ve gelişkin bir sürece geldi. 

DİK DURUP BOYUN EĞMEYENLER[*]

 

 

“Yol daima ayaklarınızın altında,

rüzgâr daima arkanızda olsun.”[1]

 

“Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya savaşı yaklaşıyor.” Mu gerçekten de?

Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Medvedev, 11-12 Temmuz 2023 tarihlerinde Vilnius’ta gerçekleşen NATO Liderler Zirvesi’nde Ukrayna’ya yapıla gelen silah yardımlarının daha da arttırılması kararına ilişkin olarak şu değerlendirmede bulunmuş:

“Çıldırmış olan Batı, başka bir şey düşünemez oldu. Aptallık noktasına kadar en yüksek düzeyde öngörülebilirlik içerisindeler. Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya Savaşı yaklaşıyor.” (1)

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Halkın günlüğü gazetesinde yayımlanan bu makaleyi yerinde ve doğru tespitlerinden ayrıca Kaypakkaya'yı anlama ve algılama yönünden değerli bir yazı olması sebebiyle okumanızı tavsiye ederiz.

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Kaypakkaya’yı sevmek (Deniz Faruk Zeren)

Kim, ne zaman onun ismini ansa devletin en katı, en soğuk, en acımasız yüzüyle karşı karşıya kalıyor!

Kim ne zaman onun fotoğrafını assa, taşısa, devletin sorgularıyla, kelepçesiyle, zındanlarıyla tanışıyor!

Kim, ne zaman onu sevdiğini, izinde yürüdüğünü söylese vay haline!

Bu dünyada, bu ülkede sevilmesi suç olan kaç insan var?

On yıllar önce katledilmiş, katilleri açığa çıkarılmak bir yana korunup gizlenmiş, mezarına giden yollara bile karakollar kurulmuş, adına yazılan şarkılar yasaklanmış bu insan güzeli, İbrahim Kaypakkaya’yı sevmek neden suç?

“Özgür yaşa ya da öl” (Nubar Ozanyan)

Sömürgecilik pratiği ve politikası hemen her yerde ve anda benzerlikler taşımaktadır. Amerika’dan Fransa’ya, Hollanda’dan Portekiz-İspanya’ya uzanan sömürgeci tarihin işgal ve yıkıma dayalı ayak izleri hep aynıdır. Sözde yoksul ve geri kalmış ülkelere medeniyet götüren uygar ülkeler(!) sömürgeci tarihlerini kolonyal çıkarlarına göre yazarlarken yerli halklar ise tarihi direniş ve isyanla yazmaktadır. Bu hikaye, yeni biçim ve kodlarda sürdürülse de özü ve gerçekliği hep aynı kalmaktadır.

Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme ve ‘birlik” sorunu üzerine

  1. Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.

‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur.

Sayfalar