Cuma Mayıs 3, 2024

Kürdistan İslami Hareketi'nin Başkanı H.Ahmet Turhallı'yla Röportaj-Hülya Yetişen

KAYPAKKAYA-partizan

 

El Ezhar Üniversitesi'nde İslam Hukuku ve Medeni Hukuk alanında yüksek tahsil yapmış, medrese kökeninden gelmiş ve şu an Civaka İslamiya Kürdistan (CİK) Kürdistan İslami Hareketi’nin  Başkanlığını yürüten  Hafız Ahmet Turhallı'ya  sorular sorduk.

Röportajı ilgiyle okuyacağınızı umuyoruz

H.Ahmet Turhallı Kimdir?

1970'te Amed'de doğdu. ilk ve orta öğrenimini de burada bitirdi. Orta öğrenimimi İmam Hatip Lisesinde yaptı. Babası ve dedesi yanında Kuran, tefsir ve İslam fıkhı konularında ders aldı. Babasının yanında kıraat esası üzerinde Kuran'ı Kerim'i hıfz etti. Daha sonra Bingöl ve Silvan'da çeşitli medreselerde eğitim gördü.

1991'den sonra devlet yoğun bir biçimde ailesine yöneldi, babasını ve iki akrabasını sokak ortasında katletti. Aileye yönelik suikastler yoğunlaştı. Öldürebildiklerini öldürüyor, öldüremediklerini de zindana atıyorlardı.

Bunun üzerine ülkeyi terk etti. Mısır El Ezhar Üniversitesi İslam Hukuku ve Medeni Hukuk bölümünde kaydını yaptırıp yüksekokul eğitimimi de burada tamamladı.

Zazaki ve Kurmanci'yi ana dil düzeyinde biliyor. Soranice'de okuyup yazıyor. iyi düzeyde Arapça, Türkçe ve Almanca biliyor. Orta düzeyde de Farsça. 17 yıldır Avrupa'da sürgünde yaşıyor. Çeşitli gazete ve dergilere de zaman zaman makale düzeyinde yazılar yazıyor. Tabi geçinmek için değişik işlerde de çalışıyor.

Civaka İslamiya Kürdistan (CİK)1993’te Güney Kürdistan’da Zelê’de kuruldu. Mele Abdurrahman Dürre  bu cemiyetin ilk başkanıydı. Daha sonra hareket, merkezini Avrupa’ya taşıdı. Avrupa’nın birçok ülkesinde şubeleri olan cemiyet PKK’ye yakınlığıyla bilinmekte,  resmi  dernek olarak faaliyetini sürdürmektedir 1996-2001 yılları arasında yönetim kurulu üyesi olan H.Ahmet Turhallı Şubat 2015’te yapılan seçimlerde CİK’in  başkanlığına seçildi.

Hülya Yetişen: İslamiyet nedir? Din mi, ideoloji mi, Arap-Türk-Fars emperyalizmi mi?

H.Ahmet Turhallı: Merhamet Sevgi ve Adaletin kaynağı olan Allah'ın adıyla.

İslam, "selam" kökünden gelen Arapça bir kelimedir. Hakkını teslim etmek, bağlı kalmak, itaat etmek anlamına da gelir. Buradaki itaat ve teslimiyet Allah'a ve onun ayetlerinedir. İslam “barış (sulh), esenlik (selamet), güvenlik (emniyet), teslimiyet (itaat)”tır. 

İslam, Allah'ın insanlara Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.) vasıtasıyla gönderdiği vahye dayalı son ilahi dinin adıdır ve İslam bir inanç ve ibadet bileşkesidir.  

Tezahür biçimiyle, Hz. Muhammed tarafından tebliğ edilen, insanlığa anlatılan öğretinin adıdır.

İslam en başta Allah'a iman etmeye davet eder ve bu inanca bağlı olarak birey ve toplum hayatını düzenler. İslam dininin ilkeleri özü itibarıyla evrensel ilkelerdir. Kuran'da buyrulan ilkelerin neredeyse tümü, İncil ve Tevrat'ta geçmektedir. Bu nedenle İslam, bir kavim veya bir coğrafya ile sınırlanmış bir din değil, evrensel içeriği ve çağrısı olan bir dindir.

İslam dininin ortaya çıkış sürecinde semavi dinler dahil, tüm dinler iktidarı ellerinde bulunduranların kontrolüne girmişti. Hak, hukuk, adalet adına hiçbir şey kalmamıştı. Asıl olan zorbalıktı. Sasaniler Zerdüşt'ün teorisini baş aşağı ederek halka ve halklara zulüm ederken, Bizanslılar da (Doğu Roma) Trakya'dan Mezopotamya'ya kadar bütün bir coğrafyayı talan ediyorlardı. Arap çöllerinde de durum Pers ve Bizans'tan çok daha gerilerde seyrediyordu.

İslam Peygamberi böylesine karanlık bir tarihi süreç içinde ortaya çıkmış, sadece ve sadece Allah'a ve onun ayetlerine itaat etmeye-teslim olmaya davet etmiştir. Bu anlamda İslam dini eşitlikçi bir dindir.

Zorbalığa karşı direnişi, adaletsizliğe karşı adaleti ve eşitliği  salık vermiştir. Din adına insana, insanlığa karşı işlenen suçlara, sapkınlığa karşı durmaya davet etmiştir. İnsanın insana kul olmasını yasaklamıştır.

İslam; sapkınlıktan, azgınlıktan, taşkınlıktan, alçalmaktan, ırkçılıktan, putçuluktan, bilgisizlikten (cehaletten), körü körüne bağlılıktan (taklitten), düşüncesizlikten, yıkıcılıktan, ümitsizlikten, yalandan, dolandan, düşmanlıktan koruyan bir din olarak, diğer ilahi dinlerin tamamlayıcısı olarak  ortaya çıkmıştır.

Çıkış itibarıyla bu nitelikte olmasına karşın ne yazık ki daha sonraki süreçlerde Arap, Fars ve Türk emperyalizminin ideolojisi haline getirilmiştir. Arap talanları, Fars istilaları ve Türk zorbalığı hep bütün dönemlerde İslam figürünü kullanmıştır. Türk İslam Sentezi, DAİŞ sapkınlığı, İran Ayetullah katliamcılığı günümüzdeki İslami Emperyalizmin temel aktörleridir.

Hülya Yetişen: İslamiyet'te mezhepler nasıl ortaya çıktı? Sunni Müslümanlara göre Şii mezhebi neden 5. Mezhep? Şiilik ile Alevilik arasında inanç (akaid) ibadet ve fıkıh (şeriat) kuralları arasındaki temel farklar nedir?

H.Ahmet Turhallı: Kavram olarak mezhep, "gidilen yol-mecra" anlamına geliyor. Dini ıstılahta (literatürde) ise içtihat (rey; görüş; hüküm) derecesine ulaşmış olan alimlerin dini meseleleri bütünlüklü bir sistem halinde ortaya koyması, inanç, ibadet ve günlük yaşamında mümine, mümin topluluklarına yol göstermesidir.

Ortalama her insanın dini, dini hükümleri, sünneti bilmesi mümkün değildir. Bu nedenle müminler dini emirleri, sünneti ve içtihadı bir bütün olarak bilen bir alime tabi olarak vecibelerini yerine getirir, dünyevi yaşamını sürdürmeye çalışır. Bir din alimine-bilginine tabi olarak yaşama arzusu ve biçimi mezhep olayının kaynağını oluşturur.

Mezhep bir gereklilik olarak ortaya çıkmıştır. Farz veya vacip değildir.

Mezhep hem kişisel, hem de toplumsal ihtiyaçların karşılanmasında kolaylık ve yakınlık sağlıyor. İbadet, yargı, idare, adab-ahlak ve toplumsal kurallar bakımından bir bütünlük sağladığı gibi dünyevi yaşamla da uyumlu olduğu için toplumsal yaşamda da dayanışma ve yakınlaşmayı sağlayan önemli bir vasıta niteliğindedir.

Mezhepler Peygamber efendimizin yaşamından sonra ortaya çıkmıştır. Onun döneminde mezhepler yoktu.

Mezhepler düşünsel kaynağını ayet ve hadislerin farklı yorumlanmasından alıyor. Peygamber döneminde bütün uyuşmazlıklar doğrudan onun tarafından çözüldüğü için farklı yoruma ve dolayısıyla mezheplere de ihtiyaç duyulmuyordu.

Ortaya çıkan sorun hakkında bir şey bilinmiyor idiyse ayetin nazil olması beklenirdi. Eğer indirilen ayet yoruma muhtaçsa o yorumu da Peygamber efendimiz yapıyordu.

Ancak Peygamber efendimizin vefatından sonra İslam dini hem coğrafik olarak hem de nitelik ve nicelik olarak çok büyüdü.

Eşitlik, özgürlük ve adalet çağrıları hızla karşılık buluyordu. Bu hızlı büyümeyi fırsat bilen iktidar hırslıları "fetih hastalığına" yakalandılar. Öyle ki kılıç zoruyla Kürdistan, İran, Irak, Suriye ve Kuzey Afrika bir bütün olarak denetime alındı. Aslında sözü geçen topraklar o dönemde Sasani ve Bizans imparatorluklarının himayesinde idi. Sasani ve Bizans krallarının uyguladığı talan ve katliam politikaları zaten yerli halkları bıktırmıştı. Sözü edilen coğrafyada İslamiyet'in bu kadar hızlı bir karşılık bulması, zulüm, talan ve katliam rejimlerinin yıkılması ümidine yöneliktir.  

Bu coğrafyalarda kavimlerin kitleler halinde Müslümanlığı kabul etmesi, İslam iktidar sahiplerinin de iştahını kabartmıştır. Öyle ki bu, zamanla istila ve talan kültürüne dönüştü.

İslamiyet'in kılıç zoru ile kabul ettirilmesi kuralı kesinlikle Kuran'a terstir ve öyle bir kural da yoktur. Zorla din kabul ettirilemez. İslamiyet rıza ve kabule dayalı imana davet eder.

( Yunus 99)  (Ey Muhammed )Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde kim varsa hepsi toptan iman ederlerdi. O halde insanları hep mü'min olsunlar diye sen mi zorlayacaksın  

Mesela Abdullah bin Mesud  Kurdistana; Ebu Mûsa el-Eşari , İmran bin Huseyn ve Enes Bin Malik  Basra’ya; Ebu’d-Derda , Muaz bin Cebel, Muaviye , Ubade bin Samit, Şam’a gitti. Her Sahabi bulunduğu yerde Islamin inanc ve yasam esaslarini ögretme, ilim öğretme işleri ile meşgul oldular. İnsanları imana ve İslam'a davet ettiler. Talan, işgal ve katliam ile değil.

Bu arada henüz mezhepler yokken ortaya çıkan bir kuraldan söz etmek istiyorum. Sahabiler, kendilerine sorulan suallerde evvela, Kur’an’a müracaat ediyorlardı. Sualin cevabını Kur’an’da bulamadıklarında Peygamber efendimizin hadis ve uygulamalarından yararlanıyorlardı. Eğer ayet ve hadis yoksa o zaman ayet ve hadislere uygun yorumlar getiriyorlardı. Buna da "ictihat" yorumda bulunan alim kişilere de "müctehid" deniliyordu..

Müslümanların dini meselelerine çözüm bulan bu müctehid sahabiler, diğer taraftan talebe yetiştirdiler. Böylece Peygamberimizin bırakmış olduğu ilim ve hikmet mirası, sahabiler yoluyla kendilerinden sonraki nesil olan Tâbiin’e intikal etmiş oluyordu.

Kasacası İslam fıkhı doğal akışı içinde Kuran-Hadis-Müctehid Sahabi- Tabiin-Tabi î Tabiin biçiminde oluştu.

Örneğin Medine’de Salim bin Abdullah bin Ömer, Zühri, Yahya bin Said, Mekke’de Atâ bin Rabah, Kûfe’de İbrahim en-Nehai, Basra’da Hasan el-Basri, Şam’da Mekhul bin Muslim el-Huzelî, Yemen’de Tavus bin Keysan (rahmetullahi aleyhim ecmain) sözü edilen Tabiin'lerden sadece bir kaçıdır.

Tabiinin yetiştirdiği bu talebelere “Tabe-i Tabiîn” denir ki, meşhur olanları şunlardır:

İmam-ı Azam Ebu Hanife, İmam Malik, İmam Evzaî, Leys Bin Sa’d, İmam Şafiî, Ahmed bin Hanbel, Süfyan-ı Servi, Süfyan bin Uyeyne.  peygamberimiz (as) den sonra ücüncü nesil bunlar oluyorlar, Tabii Tabiinler.

Bu zatlardan bazıları, mesela İmam-ı Azam, her ne kadar birkaç sahabiyi görmüşse de ilmi hüviyet itibariyle Tabe-i Tabiinden sayılır.

Tabiin alimleri sahabilerin görüşlerini topladıkları gibi Tabe-i Tabiin alimleri de Tabiinin görüşlerini topladılar. Ayrıca kendileri de görüş de belirtiyorlardı.

Tabe-i Tabiin devri, başta tefsir ve hadis olmak üzere bir çok ilm dalının ortaya çıktığı dönemdir.

Müslümanlar, kendi bölgelerinde yaşayan imamın görüşlerini biliyor, onu tercih ediyor ve onunla amel ediyordu. İşte bu tercih ve taraftarlık, zamanla yerini “gidilen yol” manasına gelen “Mezhepleri” ortaya çıkardı.

Mezhep kurucularının  hemen hepsi dönemim İslam Halifesi tarafından ya öldürülmüşlerdir, yada zindanlara atılmışlardır.

Sunni mezhebi içinde dört ana mezhep (imam) yer alır. Bunlar Şafii, Hanefi, Hambeli ve Maliki mezhepleridir.

Bununla beraber birçok Sunni alime göre Şia mezhebi de haktır. Bunlara göre Hz Muhammed'i peygamber olarak kabul eden kişi/kişiler İslam'a dahildir.

Ancak daha sonra Şia ve Sunni mezhebi arasında büyük çatışmalar hatta katliamlar yaşanmıştır. Kanaatime göre bu, bir inanç kavgası değil, iktidar kavgasıdır. İktidarda bulunan kesim bazı mezhepleri hak, bazı mezhepleri de batıl ilan ederek toplumu kendi içinde çatıştırarak iktidarlarını pekiştirme yoluna gitmişlerdir.

Kuşkusuz alim cübbesini giymiş bir çok cahil de bu şerre fetvalarıyla dahil olmuştur. Araştırma ve tecrübelerime dayanarak çok açık ve net olarak ifade edebilirim ki mezhepler arası çatışma, itikat ve iman farklılığından değil, iktidar paylaşımsızlığından kaynaklanmıştır.

İnançta ve imanda temel mesele şudur: Kişi kendini Müslüman olarak görüyorsa Müslüman'dır. İbadet şeklinin biçimi, kişinin günahkâr olması bu gerçeği değiştirmez. Kimin Müslüman olup olmadığının tartışması bile yapılamaz. Mesela bazı alimler şer-i bazı hükümlerin hilafını azap olarak değerlendirirken bazı alimler de rahmet ve lütuf olarak değerlendirmişlerdir.

Aakıl ve bilim ölçülerine uymayan, ahlakı ve insani ölçüleri dışlayan, insanlara zulmü, esas alan düşünce veya düşünce sistemlerinin İslam'la alakası yoktur. İslam, her şeyden önce İnsani olandır.

Hülya Yetişen: Sizce Alevilik İslam dininin bir mezhebi mi, yoksa İslam dışı farklı bir inanç mı?

H.Hafız Turhallı: Yukarıda belirttiğim gibi bu soruyu asıl olarak kendilerini Alevi olarak isimlendiren insanlarımıza sormak lazım.

Ama yine de Alevi kaynaklarına, telafuz ve ifade biçimlerine baktığımızda Allah ve onun peygamberine iman ettiklerini görüyoruz. Hz. Ali'ye ise özel bir sevgi besliyorlar. Bu durumun İslam'a aykırı bir yönü yoktur.

Hz. Ali ilk çocuk Müslüman'dır. Alimdir, kahramanlıkları ve İslam'a büyük hizmetleri vardır. Peygamber efendimizin amcasının oğlu ve damadıdır ve tüm zamanlarda Peygamber efendimizin yanında olmuştur.

Böylesine muteber bir insanın sevilmesi nasıl bir sakınca yaratabilir ki?

Tekrar belirtiyorum. Eğer bir Alevi kendisini Müslüman olarak ad ediyorsa Müslüman'dır. Bu kadar.

Hülya Yetişen:Kuran ve Hadis'te diğer dinler nasıl tasnif ediliyor, bu dinlere karşı Müslümanlar nasıl bir tavır sergilemişlerdir?

H.Hafız Turhallı: İslam inanışı dinleri iki kategori olarak değerlendirir

-İlahi dinler- Yahudilik, Hıristiyanlık, Müslümanlık.

-Beşeri dinler- Çok tanrılı, Put, ateş, ağaç gibi nesnelere tapıcılık...

İlahi dinlerden kasıt, tek bir yaratıcıya inanmaktır. Kuran'da 25 peygamberin ismi geçmektedir. Peygamber Efendimiz de 124 bin Peygamberin görevlendirildiğini söyler.

Kuran bütün vahiy kaynağından gelen dinlerin hak olduğunu ve hepsine inanmamız gerektiğini emreder..

"Elçi, kendisine Rabbinden indirilene iman etti, mü'minler de. Tümü, Allah'a, meleklerine, Kitaplarına ve elçilerine inandı. "O'nun elçileri arasında hiç birini (diğerinden) ayırt etmeyiz. İşittik ve itaat ettik. Rabbimiz bağışlamanı (dileriz). Varış ancak Sana'dır" dediler (Bakara 285)

İçlerinde zulmedenleri hariç olmak üzere, Kitap Ehliyle en güzel olan bir tarzın dışında mücadele etmeyin. Ve deyin ki: "Bize ve size indirilene iman ettik; bizim ilahımız da, sizin ilahınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuz." ( Ankebut- 46)

 Alemlerin Rabbine iman etmek onun yarattığı her nesneye ve varlığa saygılı olmayı gerektirir. Denilir ki Abbasi Halifesi Harun-i Reşit bir gün Müslüman olmayanların mallarını geride bırakarak ülkeyi terk etmelerini emreder. Bu emirnameden sonra Cuma namazını kıldırırken Fatiha suresini "Elhemdulillahi Rabbul Alemin" olarak okur.

Arkasında namaza durmuş olan Behlül-i Divane "Harun kardeşim, fatihayı yanlış okudun. Elhamdulillahi Rabbul Müslimin" der. Bunun üzerine Harun Behlül'ü azarlar. Behlül de "Sen Emirnamen'de öyle buyurmuşsun. Ya fatiha yanlış, yada emirnamen" der. Bunun üzerine halife emirnamesini geri alır.

Hülya Yetişen: Peygamberin yaşadığı asırda  (Asrı-Saadet'te) cariyeler ve köleler var mıydı? İslam Hukuku’nda cariye kadınlar, köle erkekler var mı, varsa statüleri nedir?

H.Hafız Turhallı: İslam dininin ortaya çıktığı süreç, köleliğin en yoğun biçimiyle yaşandığı bir dönemdir. İnsanlar at, sığır besler gibi köle besliyorlardı. Hayvan pazarları gibi köle pazarları da vardı. İnsanlar alınıp satılıyordu. Kölenin sahibi bir anlamda kölenin ilahı sayılırdı.

Tek bir İlaha iman, özü itibarıyla köleci düzene, sisteme karşı isyandır. Selam, İslam adı da zaten buradan geliyor. Kime biat, kime ibadet?

Yerlerin ve göklerin yaratıcısına....

Bilal'i Habeş bu çağrıya uyarak Müslüman oluyor ve Peygamber efendimiz bunun üzerine kölesi Zeyd'i azad ediyor ve evlatlık olarak alıyor.  

Kimilerinin söylediği gibi İslam, bir kölelik dini değil, her fırsatta köleleri azat eden bir din olarak ortaya çıkmıştır. Örneğin İslam hukukunda, yalan yere yemin etmenin, oruç tutmamanın cezası bir köleyi satın alarak azat etme olarak belirlenmiştir.

Dünya çarkının köle emeği üzerinde döndüğü bir süreçte bir anda köleliği ortadan kaldırmanın zorluğu ve hatta imkansızlığı görülebilmelidir. İslam bu konuda tedrici davranmıştır. Her fırsatta köleler azat edilirken, özgür insanın da köle edilmesini yasaklamıştır.

Kölelik İslam’da meşru zannedilen ve yanlış bilinen bir konudur.  Kuran meallerinde köle kelimesinin geçtiği yaklaşık 10 civarında ayet vardır. Öncelikle meallerde “köle” olarak çevrilen bir kaç kelimenin manasını vermek istiyorum. “Abd: Hizmetkar, İbad: Erkek hizmetkarlar” İbadet kelimesi de hizmet etmekten gelir. “Eme: Kadın hizmetli, İmai: Kadın hizmetliler” demektir. Bu kelimeler köle değil, özgür insanı tanımlar. “Rakabe: Bir malın sahipliği, Er Rikab: Boyunduruk altında olan köle” demektir.

Köle ve esir aynı kavramlar değildir. “Esrâ: Esir – Usârâ: Esirler” manasındadır. Ve köle kelimesinin geçtiği ayetlerin hükmü ile esir ayetlerinin hükmü farklıdır. Esir ise, Müslümanların müşriklerle savaşı esnasında, öldürmeden etkisiz hale getirdiği kişilerdi.

Esirin hükmü, Muhammed Suresi 4. ayette; “Sonunda üstün geldiğinizde onları esir alın; onları ya karşılıksız veya fidye karşılığında salın. Öyle ki savaş ağırlıklarını bıraksın (sona ersin).”

Yani savaş bitiminde esirler fidye karşılığı veya karşılıksız bırakılır. Yukarıdaki ayette görüldüğü üzere esirleri köle veya cariye olarak satma biçiminde bir kural yoktur.

Esirlerin köle veya cariye biçiminde pazarlarda satılması olayı cahiliye döneminden kalma bir gelenektir. İslam'da yeri yoktur.

Yukarıdaki ayetin inmesinin sebebi şudur:

Bedir savaşında yakalanan esirler için bazıları vuralım der, bazıları ise fidye karşılığında bırakılmasını önerir. Allah ta bu ayetle Islama inananlara söyle der; size insanları para karşılığında satmak veya öldürmek yakışmaz. "Ağırlıklarınızdan kurtulun" derken "Azat edin, salıverin" der.

Yine başka bir ayette Firavun ve önde gelenler, Musa ve Harun peygamberler için, ‘O ikisinin halkı bize kölelik ederken şimdi biz tutup bizim gibi iki insana mı inanalım,’ dediler. (Müminun Suresi, 47) 

Görüldüğü üzere kölelik, müşrik ve küfür sisteminin bir ürünüdür. İslam ise, kimsenin kimseye köle olmadığı özgür bir toplum idealini ortaya koymuştur. İslam’da Allah dışında kimseye Kul/Köle olunmaz.

  Ali İmran Suresi 79. ayette Allah “Allah’ın kendisine kitap, bilgelik ve peygamberlik verdiği hiç bir insan, ‘Allah’tan sonra bana da kulluk ediniz,’ diye halkı kendisine çağırmaz. Aksine, ‘Öğrenip öğrettiğiniz kitap gereğince kendisini Rabbine adayan kullar olun,’ der”

İslam hukukunda bu konu geniş bir yer tutar. Ayet tefsirleri de çoğu zaman birbiri ile çelişmektedir. Nahl suresi 75 ayette hizmetçi tanımını yaparken kimi tefsirler bunu köle olarak değerlendirir. Yine nahl suresinde benzer bir değerlendirme yanlış olarak tefsir edilmektedir.

Bakara suresinin 221. ayetinde, iman eden bir hizmetlinin , müşrik olan efendilerden daha hayırlı olduğu anlatılır.

Her fırsatta müminlerin ibadet olarak, müşriklerin elindeki kölelerin ücretlerini ödeyip azat edilmelerini bildirmiştir. Kölelik sistemini eriten, bu sistemi ortadan kaldırmanın zikir edildiği  ayetlerden bazıları özetle şöyledir:

Nisa Suresi, 92 : Kaza ile ölüme sebebiyet veren ya köle azat ederek yada ölenin ailesine tazminat ödeyerek cezadan kurtulabilir.

Maide Suresi, 89: Yemin kefareti olarak köle azat etmek olarak belirlenmiştir.

– Karısını annesine benzetenler ancak köle azat ederek eşlerine geri dönebilirler. (Mücadele Suresi ayet 3)

Tevbe suresi 60. ayette kölenin azat edilmesi için zekat verilmesi vacip görülmüştür.

Ayet ve hadisleri çoğaltabiliriz.

Kısacası İslamiyet bir kölelik dini değil, köleliği tasfiyeyi amaç edinmiş ictima-i bir dindir.

Bir hadisi Kutside Allah söyle buyuruyor:  “Üç kimse kıyamet gününde beni karşısında bulacaktır. Benim adımı kullanarak haksızlık eden, hür bir insanı köleleştireren, bir işçiyi çalıştırıp parasını vermeyen” (Hadisi kutsi buhari icare 12-15)

Hülya Yetişen: Özgür insanlar köle ve cariye yapılabilir mi, yapılabiliyorsa şartları nedir?

H.Ahmet Turhallı: Yukarıdaki soruda geniş bir çerçevede cevap vermeye çalıştım. Hz. Peygamberin vefatından sonra iktidarı eline geçirenler kölelik sisteminin devamı için bin bir hileye başvurup fetvalar çıkardılar.

Bugün IŞID vb. yapıların uyguladı işte o dönem iktidarlarının uyguladığı "güya Şerî" hükümlerdir. Her ne sebeple olursa olsun, köleleştirmeyi esas alın bir uygulama İslam dininin ahlakına ve temel felsefesine terstir. Müşrikçe bir uygulamadır.

Hülya Yetişen: İslamiyet'te kafa kesmek var mı? Kısasa kısas kuralı nedir?

H.Ahmet Turhallı: Bu sorununuzun Şer-i hükümlere göre hareket ettiğini iddia eden İran, Suudi Arabistan gibi devletler ile IŞID, Elqaide, Taliban, Bokoharam gibi örgütlerin uygulamaları ile bağlantılı olduğunu tahmin ediyorum.

"Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası içinde ebedî kalıcı olmak üzere cehennemdir. Allah ona gazab etmiş ve lânet etmiştir, ona büyük bir azap hazırlamıştır. " (en-Nisâ, 4/93)

Bu nedenle, İsrailoğullarına şunu yazdık: Kim bir nefsi, bir nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksızca) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu (öldürmesine engel olarak) diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur….” ( Maide/32)

Meşru müdafaa dışında adam öldürmek büyük günahlardandır. Savaş ortamında kılıç ve kalkanlarla yapılan muharebelerde kuşkusuz bu durumların olması kaçınılmazdır. Ancak kasapta hayvan boğazlar gibi meydanlarda insan boğazlama olayı Peygamber sonrası dönemlerde iktidar korkusunu yaymak için geliştirilmiş olan idari bir yöntemdir. Bunun İslamiyet'le de alakası yoktur.  

 Hz. Peygamber’in Yahudi kabilesi Benu Kurayza’nın erkeklerinden 960 kişiyi kılıçtan geçirdiği, kadınlarını da cariye ve köle olarak arkadaşlarına dağıttığı rivayeti yalandır.

Anlatılan olayın MS. 73 yılında Küdüs’de isyan çıkaran Zelotlara karşı Romalıların yaptığı katliam olduğu ortaya çıkmıştır. 

IŞID ve benzeri yapılar cehaletlerinden Peygamberden 600 yıl önce yaşanmış olan bu olayı baz alarak uygulama yapmaktadırlar. Savunmasız halklar üzerinde korku salmak için iktidar hırsları için kullandıkları İslam dışı bir kuraldır.

Kısasa kısas olayı Hamurabi lahitlerinden Romalılara (Lex talionis) oradan değişik dünya kavimlerine geçmiştir. O dönemlerde, özgür ve demokratik sayılan bir ülkede bu kuralın uygulanması yüksek bir adalet seviyesi olarak değerlendiriliyordu. İslamiyet'de bu kuralın mutlak değil, ancak şartların gerçekleşmesi halinde uygulanabileceği belirtilmiştir.

Bu kuralın mantığı şu: O dönemde egemen olan hukuk ve adalet anlayışı kişilere karşı işlenen suçların kamu hukuku kapsamına girmemesiydi. Sivil bir insanın katledilmesi ile  anne-baba, eş ve çocukların hakları ihlal edilmiş oluyordu.

İşte bu nedenle katil tarafı maktul tarafa yüklüce bir tazminata mahkum ediliyordu. Katil tarafı bu tazminatı ödemekten çekindiğinde kısas kuralı uygulanmış oluyordu.

Bu kural bir taraftan caydırıcı bir etki yaratırken öte yandan hakları ihlal edilen kişilerin maddi manevi acılarını dindirmeye de vesile oluyordu.

Kısasa kısas kuralı çok eski bir kuraldır. M.Ö V. yy'da bu kural giderek yerini tazminata bırakmıştır.

Günümüzde modern hukuk tarafından görülen manevi tazminat ile para cezaları da kısas kuralından alınmıştır.

İslam hukukunda kısas çok katı şartlara bağlanmıştır. Kısas için katilin ceza ehliyetine sahip olması, maktulün bir tahrikinin (masum-ü dem), yaralama veya öldürmenin silahla yapılması, öldürme fiilinde kastın bulunması, maktulün ailesi tarafından kısas istenmesi, gibi şartlar aranmaktadır. İslam ülkesi dışında işlenen suçlarda kısas kuralı uygulanmaz

Organ kesme ve yaralamalarda kısasa başvurulması için, silah kullanma dışında, adam öldürme için öngörülen bütün koşulların var olması gerekir. Ayrıca iki organ arasında yarar, eylem ve diyet değeri bakı­mından tam bir denklik koşulu aranır.

Öldürülenin vârislerinden biri­nin hazır bulunmaması durumunda da onun katili bağışlayabileceği göz önünde bulun­durularak kısas uygulanmaz. Öldürülen ki­şinin vârisleri katili bağışlayabilecekleri gibi bir karşılık alarak barış da yapabilirler. Barış için ödenecek karşılık taraflarca belir­lenir. Vârislerden yalnız birinin barış yap­ması durumunda öbürleri ya barışa katılır ya da diyet alırlar.

Kuran öldürme ve yaralamalarda kısası öngörmekle birlikte bağışlamanın adaletten daha üstün bir ilke olduğunu belirtir.

Kısas hükmü, geçmiş semavi dinlerde de yer almıştır: "Biz onda (Tevrat*ta) onların üzerine şunu da yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş karşılıktır. Sonuç olarak yaralar birbirine kısastır. Fakat kim bu hakkını bağışlarsa, o kendisine kefarettir. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse onlar zalimlerin ta kendileridir." (el-Mâide, 45)

 “Bu nedenle, İsrailoğullarına şunu yazdık: Kim bir nefsi, bir nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksızca) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu (öldürmesine engel olarak) diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur….” ( Maide/32)

Kur’an, öldürenin (katilin) bağışlanmasını tavsiye ediyor. Ancak bu af yetkisi yalnızca ölenin yakınlarına aittir. Onlar dilerlerse af ederler, dilerlerse diyet (kan bedeli) alırlar. Ama affetmezlerse, suçlunun cezası verilmelidir. Bu cezayı da ancak Müslümanların işlerini yürüten yetkililer yerine getirebilir.

Kısas, Kur’an’ın tesbit ettiği bir cezadır.

İslam fıkhında kısas geniş bir yer kaplamaktadır. Söyleşi tekniği gereği bazı önemli hususları belirterek konuyu burada bitirmek istiyorum.

-Kısas, cinayeti (suçu) kim işlemişse ona uygulanır.

-Kısası rastgele veya topluluk yapamaz.

-Şüphe halinde kısas uygulanmaz.

-Suçlulara bu ceza uygulanırken makamlarına göre ayrım yapılmaz. Halk ile devlet başkanı arasında fark yoktur.

-Kasıt kısasın temel şartıdır. Kaza ve ihmal halinde kısas uygulanmaz.

-Öldürülenin varisleri veya yaralananın kendisi ‘diyet’ isterse veya affederse, kısas uygulanmaz.

-Kısas, kendi dengine göre uygulanır, aşırıya gidilmez. 

Hülya Yetişen: İslam’da Fetihin yeri nedir? Fethedilen yerlerde kadınların cariye, erkeklerin köle yapılması ve yerleşik halkların taşınır ve taşınmaz mallarının ganimet olarak gasp edilmesi ile ilgili kuranda bir ayet var mı? Varsa hangi ayet? 

H.Ahmet Turhallı: Arapça'da "açma, yol gösterme, hüküm verme, galibiyet ve zafere ulaştırma" anlamlarına gelen fetih deyimi (çoğulu fütûhât), meşru müdafaa  savaşı, insanların kalplerini kazanma anlamına gelir.

İslam’a göre fetih, işgal, talan, sömürü ve köleleştirme hareketi olarak değerlendirilemez. Sultan ve Kralların istila anlayışının aksine İslam, fethettiği yerlerdeki insanların onurları ile asla oynamamış, onların inanç, dil ve kültürlerini zorla değiştirme yoluna asla başvurmamıştır. Peygamber Mekke'ye barış anlaşması ile girmiştir. Hiç kimsenin malını ganimet olarak almamış, kimseyi köleleştirmemiştir. Bilakis Mekke ahalisinin can ve mal güvenliğini garanti etmiştir.

Peki Peygamber dönemindeki savaşlar neden yapıldı?

O dönemde yapılan savaşların tümü ya pasif yada aktif meşru savunmadır. Bedir, Uhud ve Hendek savaşları pasif savunma savaşlarıdır. Hayber ve Tebük savaşları ise yakın ve açık bir saldırı tehdidine karşı geliştirilmiş aktif savunma savaşlarıdır. Bu savaşlar fetih (ganimet) savaşları olarak değerlendirilemez.

Kahramanlığını göstermek üzere savaşırken ölen şehit değildir, toprak, ganimet kazanmak için ölen şehit değildir. Asıl şehit, Allah ‘ın kelimesi en yüce olsun diye savaşırken ölen kimsedir.  (1 Buhari, Cihat, 15)

Hz. Peygamber ve sahabiler tarafından gerçekleştirilen savaşlarda sık sık fetih sözcüğü kullanılır. Ancak buradaki fetih işgal, talan, köleleştirme anlamında değil, zafer kazanma, muzaffer olma anlamında kullanılmıştır.

Ganimete gelince:

"Sana savaş ganimetlerinden sorarlar; de ki: Ganimetler, Allah'ın ve Resulünündür..." (el-Enfâl, 8/1). Ganimet özü itibarı ile savaş ortamında ele geçirilen eşyadır. Günümüz savaş hukukunda da benzer hükümler vardır. Şimdiki hukukta buna kamulaştırma deniliyor. İslam hukumunda da "ganimetler Allah'ındır" deniliyor. Allah'ındır demek ile kamu malıdır deme arasında hiçbir fark yoktur.

Yine saldırgan bir kavim veya ordu size saldırıyor, öldürebildiklerini öldürüyor, öldüremediklerini esir alıp götürüyor ve mallarınızı talan ediyorsa bunlara karşı savaşımınız meşru müdafaa sınırları dahilindedir ve bunlardan ele geçirilen mal da ganimete (Allah'ın mülküne) dahil edilir.

Bu mallar zenginlik payesi olarak değil, yetimlere, sakatlara ve ihtiyaç sahiplerine dağıtılıyordu.

Kısacası toprak işgali, mal talanı, köle ve cariye alma amacıyla yapılan savaşlar bir din savaşı olara değerlendirilemez. Kuran ve hadis buna kesinlikle cevaz vermez. Adı İslam Devleti'dir diye çetelerin talan savaşları din ve İslam savaşları olarak değerlendirilemez.

Hülya Yetişen: IŞID kafa kesiyor, kadınları kızları kaçırıp cariye yapıyor, erkekleri köle olarak alıp satıyor, yerli halkların mallarına el koyuyor ve bunu ayetlere dayandırarak yaptığını söylüyor. Dünya İslam alimleri de hayır öyle bir şey yoktur demiyor, IŞID'ı kınamıyor. Neden İslam dünyası IŞID'ın katliam, talan ve yıkımına karşı sessiz?

H.Ahmet Turhallı: Dört halife sonrasında Şam ve Bağdat kendi çıkarlarına göre yönetim hukukunu oluşturdular. Muaviye (Emevi) yönetimi açık bir Arap milliyetçiliği ve emperyalizmidir. Bu yönetim biçiminin İslam'a uygun olmadığını söyleyen alimler bu iktidar tarafından katledildiler. Ve işte İslam idare hukuku böylesi koşullarda oluştu. Bu koşullarda oluşan bir idare hukukunun İslam hukuku olup olmadığı tartışmaya açıktır. Açık ki bu Kuran'a dayılı ilahi bir hukuk değil, beşeri hukuktur.

Her şeyden önce din adına söz söyleme hakkına sahip olanların tümü devlet maaşlı kimselerdir. Devletin göstereceği müsamaha kadar seslerini çıkarabiliyorlar. Diyanet İşleri Başkanlığı bu kurumların başında gelir. Daha açık bir ifadeyle, din işleri, para işlerine bırakılmıştır. Mısır, Suudi, Iran, Türkiye ve bilumum İslam ülkelerinin durumu budur:

(Tevbe suresi ayet 31) "Onlar, Allah'ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini ilahlar edindiler....." Tevbe ayet 31)

Tevbe suresinin 34 ve 35. ayetlerinde din adına hareket edip de altın ve paraya göre tebliğ ve telkinde bulunanların cehenneme atılacağı, sırtlarının bu metallerle dağlanacağı söylenir.

Paralı maaşlı bu sınıf Allah ve Peygamberini değil, iktidar sahiplerinin temsilini yapmaktadırlar. İktidar ve hükümet bu vahşete karşı durmuyorsa, destek veriyorsa onlar da Allah'ın kendilerinden istediğini değil, amirlerinin kendilerinden istediğini söyler ve yaparlar.

Kuşkusuz tümü böyle değil, IŞID vahşetine karşı savaşıp şehit düşen çok sayıdaki din bilginini de unutmamak gerekiyor.

Hülya Yetişen: IŞID, Asrı Saadet hukukunu-Hadis ve Kuran'ı uyguladığını söylüyor. Hangi uygulaması Kur'an ve hadis'te yer almıyor?

H.Ahmet Turhallı: ŞID'ın hangi uygulaması Kuran ve hadiste yer alıyor ki.... Katliam, talan, soygun, köleleştirme, tecavüz,  İslam'da büyük (kebair) günahlardan sayılmıştır. Büyük günahları işlemeyi iş haline getirenler nasıl olur da İslam adına hareket edebilirler?

IŞID'ın hiçbir uygulaması İslam hukukunda yer almaz. Bütün uygulamaları Kuran'a, sünnete aykırdır

Hülya Yetişen: İslam ahlâkı ve hukukunda kadının yeri nedir, İslam toplumunda kadına nasıl bir yer statü biçilmiştir?İslam’da tesettür nedir? Kadın sadece cinsel bir nesne olarak mı değerlendiriliyor?

H.Ahmet Turhallı: Kadınlarımıza karşı yapılan ayırımcılık gelenek ve töre düşüncelerinden kaynaklanmaktadır. Reva görülen muamele bakımından İslam dini kadını erkekten farklı görmeyen bir inançtır.

Arap kültüründe, İslamiyet öncesi  kadını köle olarak kullanan ve doğan kız çocuklarını dahi öldüren bir zihniyetten oluşan ayırımcılıktan söz etmemiz gerekir. İnanç dünyamızda kadına zulüm diye bir kavram yoktur. Bu gün dahi bir çok Arap ve Müslüman diye geçinen ülkelerde kadın köle olarak kullanılmaktadır. Buna rağmen; inanç ve İslam kültürümüzden daha fazla Arap kültürüne özenti gösterenleri anlamakta zorluk çekmemek mümkün mü?

Mümin olarak, erkek veya kadın, her kim salih ameller işlerse, işte onlar cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar.”[Nisa suresi, ayet 124]

Bu ilâhî düzen içerisinde erkek veya kadın olmayı tercih etmek kendi istek ve rızamıza bağlı olmadığı gibi, bunun övünülecek yada yerinecek bir tarafı da yoktur. Zira kendisine hesap vereceğimiz Allah (c.c.), bize cinsiyetimize göre değil, yaptıklarımızın derecesine göre değer vermektedir.  

İslam dünyası da dâhil olmak üzere, dünyanın her yerinde kadınlara yönelik zalimane yaklaşımlar ve tavırlara rastlamaktayız.. Ne yazık ki bu olumsuz durumlar daha çok İslam toplumunda rastlanmaktadır. Bu, Kuran ve Hadis'ten kaynaklı değil, toplumun geriliği ve cahilliğindendir. Oysaki İslam dini bu tür kötü muameleleri cahiliye döneminden kalma uygulamalar olarak değerlendirmektedir. Kuran, kadını erkekle birlikte muhatap alır ve onlara şöyle seslenir: 

Erkeklere de kazandıklarından bir pay var kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır.” [Nisa, 4/32.] Allah (cc) bu ayette yaptıkları işe göre erkek ile kadın arasında eşitliğin olması gerektiğini emretmektedir.

Kaldı ki İslam hukukunda ödül ve ceza verilirken erkeğin kayırılmasını gerektiren tek bir ayet ve hadis yoktur.

Miras hukukunda kadının eksik pay aldığı doğrudur. Ancak İslamiyet'in ortaya çıktığı dönem bir yana son süreçlere kadar Çin, Hindistan ve Roma'da kadınlar büsbütün mirastan mahrum bırakılıyorlardı.

Nisa Sûresinin 11. ayetinde  "Allah çocuklarınız hakkında erkeğe iki kadının hissesi kadar tavsiye eder" diye buyruluyor.

Konuya yaşanan çağ, erkeğin ve kadının toplumsal yapı içindeki sorumluluğu, yaşama katılım düzeyi, psikolojik yapısı gibi değişik açılardan bir bütün olarak bıkıldığında hiçbir hakka sahip olmayan kadına mirastan pay verilmesi ileri bir aşama olarak değerlendirilmelidir.

İslam'ın çizdiği hayat felsefesine göre kadının çalışma zorunluluğu yoktur. Çocukların ve kadının iaşesinden sorumlu olan evin erkeğidir. Bu da kadına gösterilen önemli bir ayrıcalıktır. Şefkat ve merhamettir. İslam aile hukukunda kadın ev ve aile ihtiyaçlarından sorumlu değildir.

İslam'da Örtünme temel bir prensiptir. Kadının günlük yaşamda örtünmesi erkeğin kötülüklerinden sakınması içindir. İslam'da örtünmenin temel felsefesi budur.  

Mü'min erkeklere söyle: "Gözlerini (harama çevirmekten) kaçındırsınlar ve ırzlarını korusunlar. Bu, onlar için daha temizdir. Gerçekten Allah, yaptıklarından haberdardır. (Nur Suresi ayet 30)

"Gözlerini (harama çevirmekten) kaçındırsınlar ve ırzlarını korusunlar; süslerini açığa vurmasınlar, ancak kendiliğinden görüneni hariç. Başörtülerini, yakalarının üstünü (kapatacak şekilde) koysunlar." (Nur 30)

İslamiyet kadına bir kutsallık bahşetmiştir. Hz İsmail'in annesi Hacer'in ayak izlerini takip etmeyen kişiler hac farizasını yerine getirmiş sayılmaz.

Kadının toplumsal yaşama aktif olarak katılmasını yasaklayan herhangi bir kural yoktur. Cıvaka İslamiya Kurdistan olarak bizler de bu ilkeden hareketle hareketimiz içinde yer alan din görevlilerinin 18 yaşını doldurmamış kızların nikâhını kılmama biçiminde prensip kararı aldık.

Sadece erkeklerin söz sahibi olduğu bir toplulukta hak ve adalet gerçekleşemez. Bu anlayıştan hareketle, kadının toplumsal yaşama katılımını sağlamak için hareket olarak beş kadın üst şura yönetimine alınması kararlaştırılmıştır.

Hülya Yetişen: İslam’da 9 yaşındaki bir kız çocuğun evlendirilmesi caiz midir?

H.Ahmet Turhallı : Kuran evlenme şartlarını "baliğ ve akil" olarak belirlemiştir.

Baliğ olmak, çocukluk yaşını aşıp çocuk yapma yeteneğine ulaşmadır. Ancak bu yeteneğe ulaşıp  da herhangi bir nedenle çocukluk psikolojisini üzerinden atmamış olabilir veya akli melekeleri henüz tam olarak gelişmemiş olabilir. Bu  durumda akil olmayan kişinin evlenmesi mümkün değil.

Günümüz hukuk düzeni bu olgunluğu daha somut bir ifadeye kavuşturarak evlenme yaşını 18 olarak belirlemiştir.

İslami Hareket olarak bizler de 18 yaşın altında bulunan erkek ve kızların dini nikahlarını kıymama kararını alırken Kuran'daki bu ilkeye dayandık.

Hz. Ayşe'nin 9 yaşında Peygamber efendimizle evlendirildiği biçimindeki olayın doğru olmadığını düşünüyoruz.

Araplar o dönemde kız çocuklarına ergenlik çağına-bluğ ulaşmadan isim vermiyorlardı. Buluğa eren kıza hem isim veriliyor hem de yaşı başlıyordu. Bu gün de bir çok Arap kabilesinde hâlâ bu gelenek vardır. Yani Hz. Ayşe'nin yaşı 9 değil, 9+Bulğ'dur.

Hülya Yetişen: İslam ve iktidar arasında nasıl bir ilişki veya çelişki var? Medine Sözleşmesi’nin içeriği nedir, neyi amaçlamıştır, Peygamber döneminde bu sözleşme ne zamana kadar uygulanmış tır?

H.Ahmet Turhallı: İslam dininin dünya milletlerine bir korku dini olarak tanıtılmasının esas sorumlusu din ile siyasal iktidarın bir pota içine yerleştirilmesinden kaynaklanmaktadır. İslam dini vardır. İslam devleti diye bir kavram Peygamber döneminde telafuz edilmemiştir.

Peygamber Efendimiz Medine'ye geldiğinde şehrin 11 bin kişilik bir nüfusu vardı. Hz. Muhammed (s.a.v) çeşitli dinlere mensup olan ora halkı ile bir anlaşma yapmıştır. Buna 1500 kişilik muhacir gurubu da dahildir. Bu 11 bin kişiden 4.500'a Yahudi, 4 bini İslam dinini kabul etmemiş müşrikler (puta tapanlar) bin civarında kişi ise Müslümanlığı kabul etmiş Ensar'dan oluşmakta idi. Toplumsal barış ve düzenin kurulması ve korunması için bütün bu guruplar kendi aralarında bir anlaşma imzalıyorlar. Tarafların yaptığı bu anlaşmaya "Medine Vesikası" denilmektedir.

Buna göre Müslümanlar Kuran ayetlerine, Yahudiler Tevrat, müşrikler ise örf ve adetlerine göre yönetileceklerdir. Peygamber burada bir hükümdar değil, güvenilir bir hakemdir.

Şimdi bazıları daha ileri giderek "Allah'ın devleti" kavramını kullanmaktadırlar. Eğer Allah'a bir devlet bahşedersek haşa bu Allah değil, kral veya hükümdar olur. İşte tam bu noktada iktidar olmak arzusunda olanlar Allah'ın devleti ve İslam kisvesi adı altında kendi iktidarlarını oluşturmuşlardır. Kurdukları devlete de kendileri kral veya hükümdar olmuşlardır. Hükümdarın mutlak bir iktidar sahibi olduğu bir yapı veya devlet Allah'ın devleti olabilir mi?

Bunlar da din ve Allah adına Müslümanların kanını akıtmışlardır, halka ve halklara zulüm yapmışlardır. Yeryüzü iktidar sahiplerinin işledikleri suç ve günahlarla Allah ve Resulünün ne tür bir alakası var?

Sözün özü siyasal iktidarın İslamiyet'e bulaştırılması ile din gerçek amacından uzaklaştırılmıştır. Yukarıda "Aleviler Müslüman mı?" biçimindeki sorunuza verdiğimiz cevapta dinin rıza ile bir kabule dayalı olduğunu, kendisini Müslüman olarak ad edenlerin Müslüman olduğunu söylemiştik. Hiçbir halife veya Şeyhül İslam kimin Müslüman, kimlerin de Müslüman olmadığına karar verme hak ve yetkisine sahip değildir.

Ancak iktidar sahipleri ve iktidarın nimetlerinden nemalanan güdümlü din bilginler İslam'ın ruhuna ve çıkış felsefesine aykırı olarak insan ve eşya üzerinde  sınırsız bir iktidar oluşturmuşlardır. Sınırsız iktidar Allah'a karşı şirk koşmaktır. Oysaki Peygamberler dahil bütün yöneticiler Allah'ın ayetlerini birer hakem olarak uygulamakla yükümlüdürler. Hükümdar ile hakem arasında nasıl bir bağlantı olabilir ki İslamiyet'te de din ve iktidar arasında bir bağlantı olsun?

İslam, bir dindir, iktidar aracı veya ideolojisi değildir. İnsanlara zulme karşı direnmeyi, adaletle idare etmeyi ve barış içinde yaşamayı tavsiye eder.

Şimdi dönüp etrafımıza bakalım. İslam devleti olduğunu iddia eden IŞID yaptığı vahşet ve uygulamalarla Allah'ın dinini yeryüzünde hakim kılıyor, yoksa İslam'ın kalplerden silinmesine araç mı oluyor? Her gün bir kaç kişiyi vinçlerle idam sehpasına çeken İran İslam'a mı hizmet ediyor, iktidarını mı pekiştiriyor? Ha keza Şeriat kurallarına göre idare yönetildiğini iddia eden Suudi Arabistan krallarının işlediği cinayetler İslam'a mı hizmet ediyor, yoksa sömürü ve talana mı?

Dinde iktidar hırsı fitnenin baş müsebbibidir. Üç halife iktidar çekişmesi sonucu katledilmişlerdir. İslam aleminin İslam tarihinden çıkarmaları gereken temel ders budur. Eğer Peygamber elçisi halifeler, Peygamber çocukları iktidar çekişmesinde katlediliyorlarsa her Müslüman külahını çıkarıp önüne koymalıdır. İktidar hırsı en üstte bu düzeyde bir vahşetin sebebi oluyorsa daha alt katmanlarda siz varın düşün....

İslam dini sosyal mecraya dönmeli, iktidar çekişmelerinin dışına çıkmalıdır. Böyle yapıldığında İslam gerçek kaynağına çekilmiş olur. Aksi halde bir IŞID değil çok daha gaddar bin IŞID, İran ve Suudi ortaya çıkar.

Hülya Yetişen: Siz medrese geleneğinden geliyorsunuz.  Devlet okullarında (imam hatip) okuyanlar ile medreselerde eğitim gören Kürd din adamları arasında ahlâk, fıkıh ve inanç bakımından ciddi farklılıklar gözlemleniyor. Sizce neden? Dilin bunda etkisi olabilir mi, oluyorsa nasıl?

H.Ahmet Turhallı: Medreseler toplumun ilim merkezleridir. Kürdistan medreseleri İslam alemine büyük alimler yetiştirmişlerdir. Devlet okulları ise iktidar güdümünde olan memur kadrolar yetiştirir. Aradaki temel fark da budur.

Medreselerde din ve fıkıh felsefe ile birlikte öğretilirken, devlet okullarında sırf ibadetle ilgilenen görevliler yetiştirilir. Hiç kuşkusuz bunların düşünceleri kadar hal ve davranışlarında farklı olur.

Medrese hocaları, toplumda yeni bir yaşamın ve felsefenin öncüleri olurken, İmam Hatip okullarından mezun olanların millete namaz kıldırmak, oruç tutturmak dışında yaptıkları hiçbir şey yoktur. Bunlar nasıl bir olabilir ki?

Bir de dil meselesi var tabi. Bir öğretinin bireylerin kendi ana dillerinde öğretilmesinin kişilik yapılanmasında büyük değişimlere neden olduğunun en bariz örneği, medrese hocaları ile İmam Hatip okullarından mezun olan din görevlileri arasındaki farkta görmek mümkün. Kürdçe'nin medrese eğitimine sunduğu katkı gibi, yüzyıllar boyu medreselerde Kürdçe eğitim yapılması Kürdçe'nin bugüne taşınmasına da vesile olmuştur.

Hülya Yetişen: Medrese Hocalığınız nerede ne zaman başladı? Kaç öğrenciniz var? Sınıflar karma mı? Daha çok hangi yaş gurupları bu eğitime dahil oluyor? Devlet düzeyinde bir destek görüyor musunuz?

Almanya'nın Dortmund kentinde dernek biçiminde bir yapımız var. Beş yılı aşkın bir zamandır bu biçimiyle hizmet vermeye çalışıyoruz. Yapımızın ismi " Teşkilata İslamiya Kurd a Çand u Perwerde-  " KURDISCH DEUTSCHES KULTUR UND BILDUNGS ZENTRUM" dir.

Doğrusunu sorarsanız eski tabirle melle, yeni tabirle hoca değiliz. Müderrisiz. Örneğin Dedem, daha büyük dedelerim Müdderisti. Yüzlerce fakileri (medrese öğrencisi) vardı. Ha keza babam da Diyarbakır'da, Riz'de bu hizmeti sürdürmeye devam etti. Hatırladığım kadarıyla şehit edildiği dönemde 200 civarında öğrencisi vardı. (Babamı İslam- Allah devleti adına hareket ettiklerini iddia edenler katletti...) Ben de medrese eğitimimi babamın yanında aldım.

Yeni bir şeyler öğrenmek, öğrendiğini başkalarına aktarmak insana haz ve güç veriyor. İşin bir de bu boyutu var. Ben şahsen bu hizmeti verirken huzur buluyorum. Sanıyorum benden öncekiler de....

Çocuklar okula gittiği için sadece hafta sonları ve tatillerde eğitim verebiliyoruz. Hafta sonları itibarıyla yapımız içinde yaklaşık 200 öğrenciye ulaşabiliyoruz.

Eğitim müfredatımız var. Ders kitaplarını ve müfredatı Kürdçe olarak hazırlıyoruz.

Bu süreçten çıkardığım sonuç şu: Kürd çocukları iki büyük tehlike ile karşı karşıya. Birincisi Türk-Arap-Fars camilerine gidip İslam'ı onların emperyal amaçları çerçevesinde yanlış öğreniyor, asimile oluyor ve kendi halkına, hatta insanlığa düşman olabiliyorlar.

İkincisi çok daha küçük yaşlarda, uyuşturucu, sigara, alkol gibi kötü alışkanlıkları edinmeleridir. Çocuklar "benim bedenimdir. Ne yaparsam yaparım, kime ne?" diyebiliyorlar.

Ancak belli bir eğitim ve inanca ulaştıklarında kendilerine yönelik olarak yaptıkları kötülüklerin aslında topluma da zarar verdiği bilincine ulaşıyor ve bu tür zararlı şeylerden kendilerini uzak tutabiliyorlar.

Çocuklarin üyelik aidatlari ile kira ve giderlerimizi karsiliyoruz. Hiçbir kurumdan ve devletten yardım almıyoruz

 

 

 

 

2873