Perşembe Nisan 18, 2024

Çağlayan Adliyesi Eylemi Dersleri- Garbis Altınoğlu

kaypakkaya-partizan

31 Mart'ta iki genç DHKC militanı Çağlayan adliyesini basarak, Berkin Elvan dosyasını soruşturan savcı Mehmet Selim Kiraz'ı rehin aldı. 1 Nisan günü ise Elif Sultan Kalsen adlı DHKC militanı İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne ateş açtığı savıyla vurularak öldürüldü. Çağlayan adliyesini basan iki DHKC militanı polisin, sadece birkaç saat sürdürdüğü bir görüşmenin ardından yaptığı baskın sonucu yaşamlarını yitirdiler. Adli Tıp'ın raporuna göre, aynı baskın sırasında savcı da militanlar tarafından yakın mesafeden vurularak öldürüldü. 1 Nisan günü bir başka olay yaşandı. AKP'nin Kartal ilçe binasına giren Umutcan Tosuncu adlı kişi, binanın yedinci katından, üzerinde Aleviler'i simgeleyen zülfikar simgesi bulunan bir Türk bayrağı sarkıttı. Daha sonra polisin yaptığı operasyonla -bu kez sağ olarak- ele geçirilen bu kişinin akli dengesinin yerinde olmadığı söylendi. Bu ara Türkiye 31 Mart günü, tarihinde ilk kez, hem de birkaç saat süren ülke çapında bir elektrik kesintisi yaşadı.

Bütün bu yaşananlara, özellikle devlet aygıtının içinden ve onun uşak ve uzantılarından gelen yoğun bir propaganda ve dezenformasyon kampanyası eşlik ettiği için bu iki gün içinde olup bitenler hakkında çok güvenilir bilgilere sahip değiliz; belki yıllarca ya da onyıllarca da sahip olamayacağız. Bu bilgi karartması sadece devrimcilerin ve sokaktaki/ köydeki emekçilerin vahşi bir biçimde öldürülmelerinde uygulanmıyor. Musa Anter, Vedat Aydın, Uğur Mumcu, Eşref Bitlis, Bahtiyar Aydın, Ahmet Taner Kışlalı, Gaffar Okkan, Musa Anter, Muhsin Yazıcıoğlu, Hrant Dink gibi pek çok tanınmış kişinin öldürülmeleri hakkında ne biliyoruz? Pek az şey. Yaşanmış olan bir dizi katliam (1 Mayıs 1977 Taksim, Aralık 1978 Maraş, 21 Mart 1991 Newroz, 2 Temmuz 1993 Sivas, 5 Temmuz 1993 Başbağlar, Ekim 1993 Lice, 28 Aralık 2011 Roboski vb.) hakkında ne biliyoruz? Gene pek az şey. Bütün bu insanlık suçlarının üzerinde kalın bir sis perdesi duruyor. Bu sis perdesini, ancak bir devrimci hükümet, bir işçi-emekçi iktidarı kaldırabilir.

Çok büyük bir değer taşımasına rağmen, devrimci öncünün irade, inisiyatif, kararlılık ve yiğitliği, proletaryanın ve diğer ezilen ve sömürülen yığınların savaşımıyla birleştirilemediği sürece, herhangi bir ülkedeki sınıf savaşımının akışı üzerinde hiçbir ciddi ve kalıcı etki bırakamamıştır ve bırakamaz da.İçinde yer alan devrimcilerin, hele de yaşamlarının baharında kendilerini feda ettikleri böylesi eylemleri değerlendirmenin önüne hemen hemen her zaman bazı duygusal engeller çıkar. Fakat, bu duygusal engellerin önünde bocalama ve daha da kötüsü, “şehitlere sahip çıkma” adına hatalı bir eylem çizgisini tartışmayı yasaklama tutumu kabul edilemez. Ne yazık ki Türkiye'de böylesi eylemleri ve onların bir parçasını oluşturduğu “sol” sapmayı eleştirmek, öteden beri sorun olmuştur. Bu tür eleştiriler, genellikle sağcılık ve sağ sapma suçlamasıyla karşılaşmış, “şehitlere sahip çıkma” adına bastırılmaya çalışılmış ve adeta yasaklanmıştır. Oysa Marksizmin ustaları, örneğin Marks ile Engels Bakunun'i ve anarşistleri, Lenin ile Stalin Narodnikleri ve “Sosyalist-Devrimciler”i hiçbir komplekse kapılmaksızın eleştirmişlerdir. (Öte yandan onlar, bizde olduğunun tersine, küçük-burjuva milliyetçilerini de aynı biçimde eleştirmekte de zerrece duraksamamış, ezilen ulusların kurtuluş davasına sahip çıkmak adına işçi sınıfının anti-kapitalist savaşımının çıkarlarını savunmaktan vazgeçmemişlerdir.) Demek ki yapılması gereken, bir yandan yaşamını feda eden devrimcilerin militan kavga ruhunu sahiplenirken, bir yandan da böylesi eylemlerin siyasal sonuç ve etkilerini soğukkanlı ve bilimsel bir tarzda ele almak ve onları Marksizm-Leninizmin ışığında değerlendirmektir.

“Sol” ve maceracı eğilimlerin eleştirisi konusundaki çekingenliğin temelinde bize özgü iki diğer faktörü de anmak gerek. Bunlar; a) Türkiye'de tarihsel olarak güçlü bir kitlesel devrimcilik geleneğinin eksik oluşunun devrimci öncüyü, daha atılgan bir savaşım tarzına itmesi ya da zorlaması ve b) devrimci hareketin bir bölümünün, PKK'nın çok farklı koşullarda Kürdistan'da sürdürmüş olduğu başarılı silahlı savaşımın etkisi altında kalarak benzer bir siyasal-askeri çizginin Türkiye'nin Batısında da uygulanabileceği yanılgısıdır.

Lenin, sağ kendiliğindenliğe olduğu gibi “sol” kendiliğindenliğe de karşı çıkıyordu. O, Ne Yapmalı? adlı ünlü yapıtında, işçilerin, güncel ekonomik talepleri temelinde yapılacak bir propaganda çalışmasıyla bilinçlendirilebileceğini savunan ekonomistler ile onların, öncünün Çarlık rejimine ve onun yetkililerine karşı yapılacak silahlı eylemleri yoluyla bilinçlendirilebileceğini savunan teröristler arasındaki ortak yanı anlatırken şöyle diyordu:

“Ekonomistlerle günümüzün teröristleri arasında ortak bir kök bulunuyor; bu, bir önceki bölümde genel bir olgu olarak ele aldığımız ve şimdi, siyasal çalışma ve siyasal savaşım üzerindeki etkisi çerçevesinde inceleyeceğimiz kendiliğindenliğe tapınmadır. ‘Günlük tekdüze savaşımı’ vurgulayanlarla bireylerin en özverili savaşımı için çağrı yapanlar arasındaki fark o denli büyüktür ki, söylediklerimiz ilk bakışta paradoksal gözükebilir. Ama bu, bir paradoks değildir. Ekonomistlerle teröristler sadece, kendiliğindenliğin farklı kutupları önünde boyun eğmektedirler: ekonomistler ‘salt işçi hareketi’nin kendiliğindenliği önünde boyun eğerken, teröristler devrimci savaşım ile işçi sınıfı hareketini ayrılmaz bir bütün içinde birleştirme yeteneğinden ya da olanağından yoksun aydınların tutkulu öfkesinin kendiliğindenliği önünde boyun eğmektedirler.” (Selected Works in Two Volumes, Cilt 1, s. 283)

Evet; ezilen ve sömürülen yığınların gerçek gereksinimi, devrimci kahramanlar değildir. Onlarıngerçek gereksinimi, yığınların faşizme, emperyalizme ve kapitalizme karşı savaşımına yol gösterecek ve önderlik edecek ve kahramanlıklarını kitlelerin kahramanlığıyla birleştirebilecek bir devrimci öncüdür. Lenin,

“Devrimci bir partinin ancak devrimci sınıfın hareketine fiilen rehberlik ettiği zaman adına layık olabileceğini akıldan çıkarmamalıyız” (“Devrimci Maceracılık”, Örgütlenme, s. 67) diyordu.

Şimdi de Türkiye'deki duruma kaba çizgileriyle bir göz atalım. Kasım 2002'den bu yana ülkeyi yönetmekte olan AKP, ancak 2010-2011'de askeri kliğin hegemonyasını altedebilmiş, ardından kendi özel gerici-İslamcı rejimini kurmaya girişmiş ve bu alanda önemli bir mesafe de katetmişti. Öte yandan, AKP iktidarının büyüsünü bozacak olan bir dizi gelişme de yaşanıyordu. Bunları şöyle sayabiliriz: Sahte barış ya da çözüm sürecinin hiçbir ciddi sonuç vermeyeceğinin yavaş yavaş anlaşılması, Haziran 2013 Gezi direnişinin İslami-faşist kliğe önemli bir şamar indirmesi, 17-25 Aralık 2013'te Tayyip Erdoğan çetesinin hırsızlıklarının açığa çıkması, ülke ekonomisinin özellikle 2011'den bu yana yerinde sayması ve gelir dağılımındaki korkunç ve giderek büyüyen adaletsizlik ve eşitsizlik halkın önemli bir bölümünün canını yakarken, Erdoğan kliğinin yakın çevresinin, AKP'nin uyguladığı vahşi kapitalizm yoluyla olağanüstü bir zenginlik biriktirmesi vb. Bunlara bu iktidarın; Gülen hareketiyle arasının bozulmasına bağlı olarak özelde polis örgütü ve genelde devlet bürokrasisi içinde geniş tasfiyeler gerçekleştirmesi, Irak'a ve özellikle de Suriye'ye karşı sürdürdüğü ve onbinlerce insanın yaşamına malolan örtülü savaşın başarısızlıkla sonuçlanması ve sözcüğün en tam ve eksiksiz anlamıyla keyfi bir rejim kurmuş olan bu kliğin herhangi bir anayasal ya da yasal kurala uyma gereksinimi duymadığını açıkça dile getirmesini ekleyebiliriz. Ve, rakip burjuva klikleri ve onların denetimindeki medya organlarına vergi cezaları yağdırmanın yanısıra onların maddi zenginliklerine elkoymanın yolunu açan, Alevi düşmanlığını gizlemeye gerek duymayan ve kadın ve işçi düşmanlığıyla ünlenen Erdoğan'ın, “Kürt sorunu yoktur” deme noktasına gelmiş olmasını vb. Bütün bu gelişmeler Türkiye toplumunun bütün çelişmelerini alabildiğine keskinleştirmiştir. Hatta, Erdoğan kliğinin sınırsız ihtirası ve maceracı iç ve dış politikasının ülkenin geleneksel fay hatlarını (“laik”-“şeriatçı”, Kürt-Türk, Alevi-Sünni) zorlamaya başladığını ve ülkenin varlığını ve birleşik bir birim olarak kalma şansını tehdit eder hale geldiğini söylemek hiç te abartma olmayacaktır.

Bu gelişmelere bağlı olarak kendi içindeki sürtüşmelerin de gün ışığına çıkmaya başladığını gördüğümüz İslami-faşist kliğin tepkisi, rejimin daha da gericileştirilmesi ve çıplak bir faşist diktatörlük doğrultusunda ilerleme çabaları biçimine bürünmektedir. Son günlerde; Erdoğan kliğiyle TSK arasındaki ilişkilerin düzeltilmesi yolundaki adımlar (Balyoz davası sanıklarının tümünün aklanması ve tutuklu sanıkların serbest bırakılması), Tayyip Erdoğan'ın kendisinin başlatmış olduğu ve şimdiye kadar sahip çıkar gözüktüğü sahte barış ya da çözüm sürecini bir yana atması ve TSK'ne PKK'ya karşı yeni askeri operasyonlar için yeşil ışık yaktığının anlaşılması, cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturduğu tarihten bu yana zaten fiilen bir başkan gibi davranan bu bayın alaturka bir başkanlık, yani açık diktatörlük propagandasını yoğunlaştırması, Tayyip Erdoğan'ın kaç-Aksaray'da adeta paralel bir hükümet ve istihbarat örgütü kurmaya girişmesi, kendisinin ve ailesinin örtülü ödenek kullanmasına olanak veren bir yasa çıkarılmasını sağlaması gibi adımlar bu tehlikeli gidişin işaretleridir.

Peki, Çağlayan Adliyesi eylemi ve onun devamı sayabileceğimiz İstanbul Emniyet Müdürlüğü eylemi bu fotoğrafta nereye oturmakta, daha doğrusu -en azından objektif olarak- bugünkü konjonktürde nasıl bir rol oynamaktadır? Konumuza yukarda özet olarak sunduğum bakış açısı temelinde yaklaştığımızda, Çağlayan Adliyesi'nde ve İstanbul Emniyet Müdürlüğü önünde yaşananların, güvenlik kaygısı, hatta korkusunu derinleştirmek ve böylece varolan kısıtlı hakları da kullanılamaz hale getirmek isteyen İslami-faşist Erdoğan kliğinin işine yaradığını söyleyebiliriz. Bu iki eylem; 7 Haziran milletvekilliği seçimlerine uzanan süreçte siyasal konumu giderek zayıflayan, arkasındaki parti ve kitle desteği daralmaya yüz tutan, bu iç çatışmalara da bağlı olarak yedekleri azalan Erdoğan kliğinin işine yaramıştır. Herşeyden önce, bu eylem için seçilen hedef yanlıştır. Bir kaynak bu konuda şunları yazıyordu:

“Savcı Mehmet Selim Kiraz,  geçen yıl ekim ayında Gezi Parkı dosyalarında bakmakla görevlendirildi. Berkin Elvan’ın öldürülmesinin yanı sıra Lobna Allami, Okan Özçelik, Volkan Kesanbilici, Erdal Sarıkaya, Aydın Aydoğan ve Burak Ünveren’in de aralarında olduğu, Gezi Parkı gösterileri sırasında yaralananlar hakkındaki soruşturma dosyalarını yürütüyordu. Savcı Kiraz’ın yürüttüğü soruşturmalarda, şüpheli kamu görevlilerinin tespiti aşamasına gelinmişti. Kiraz’ın eşi de Çağlayan Adliyesi’nde hakim olarak görev yapıyor...  

“Cumhuriyet Savcısı Mehmet Selim Kiraz, Gezi Parkı eylemeleri sırasında İstanbul Okmeyda'nında polisin attığı gaz fişeğinin başına isabet etmesi sonucu 269 gün komada kaldıktan sonra yaşamını yitiren 15 yaşındaki Berkin Elvan'ın ölümüyle ilgili soruşturmaya bakıyor.

“Yaklaşık iki ay önce bu soruşturmaya atanan Savcı Kiraz, son olarak Emniyet Müdürlüğü'nden daha önce eşkâlleri belirlenen 3 polisin açık kimliklerinin belirlenmesi amacıyla olay günü o bölgede görevli 21 polisin kimliklerini almıştı.” (“Savcı Kiraz 21 polisin kimliğini almıştı”, Cumhuriyet, 31 Mart 2015)

Bu iki DHKC militanı eylemlerini, Berkin Elvan'ın katillerinin açıklanması için yaptıklarını söylemekteydiler. Oysa, onları bu eyleme gönderenler, savcı Mehmet Selim Kiraz'ın, Berkin'in katil ya da katillerini bulma konusunda, daha önce bu dosyaya bakan savcıların yapmadığını yapmakta olduğunu ve sorumluları bulma noktasına yaklaşmış olduğunu herhalde biliyorlardı. Dahası bu savcı, Gezi direnişi sırasında yaralanan göstericilerin dosyalarına da bakıyordu. Bu savcıyı DHKC'nin değil Erdoğan kliğinin hedef alması gerekirdi. Acaba DHKC bu eylemin, iki DHKC militanının yanısıra, Berkin'in katili ya da katillerini bulmak üzere olan savcının da ölümüne yol açabileceğini ve böylelikle bu katilin ya da katillerin açıklanmasını engelleyeceğine ya da en azından geciktirmeye hizmet edeceğini düşünememiş miydi?

Bu iki eylem, başka açılardan da İslami-faşist Erdoğan kliğinin işine yaramıştır. Onlar; TBMM'nden geçen ve 3 Nisan'da Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın onamasıyla yasalaşan faşist İç Güvenlik Paketi'ne meşruiyet kazandırmaya hizmet etmenin yanısıra İslami-faşist rejime kendi saldırıları için bir ölçüde haklı gözüken gerekçeler sunmuştur. Bunlar arasında; devletin ve onun polisinin -DHKC militanlarının Çağlayan Adliyesi'ne avukatların yardımıyla ya da avukat cübbesi giyerek girdikleri bahanesiyle- avukatlar üzerindeki baskı ve terörünü arttırmasını, savcı Kiraz üzerinden, Erdoğan kliğine boyun eğmeyen savcı ve yargıçlara gözdağı verme planını, bu rehine olayını ve onun ele alınış biçimini sorgulayan muhalif basını terörü koruma ve kışkırtma gerekçesiyle hedef alma çabasını, Berkin Elvan'ın öldürülmesine karşı oluşan kitlesel meşru ve devrimci öfkeyi değersizleştirme ve terör ve DHKC ile ilişkilendirmek suretiyle Gezi direnişini ve hatta CHP'nin kişiliğinde burjuva muhalefetini karalama ve suçlama girişimlerini sayabiliriz.

Çoktandır, Türkiye'yi çıplak bir İslami-faşist diktatörlüğe götürme doğrultusunda adımlar atmakta olan faşist Erdoğan kliğinin, bu eylemleri kendi gerici amaçlarını meşrulaştırmak ve ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak için kullandığı bellidir. Çağlayan Adliyesi eylemini, Hitler kliğinin iktidarı tam olarak ele geçirmek için 27 Şubat 1933'te Marinus van der Lubbe adlı yarım akıllı bir kişiyi kullanarak gerçekleştirdiği Reichstag yangınına ya da 16 Mart 1978'de İtalyan politikacı Aldo Moro'nun kaçırılıp öldürülmesine (1) benzetmek abartılı olabilir; ancak Çağlayan Adliyesi olayının, önümüzdeki günler ve haftalarda gerçekleştirilebilecek benzer ve daha büyük ve daha kanlı eylemlerin bir işaret fişeği olması olasılığı büyüktür. Bu ise, Erdoğan kliğinin en üst düzeyde izole edilmesi ve yıkılması için uğraşın, tüm devrimci ve demokratik güçlerin ivedi ve yaşamsal görevi olduğunu bize bir kez daha anımsatıyor ve bu görevin başarıyla yerine getirilememesi durumunda Türkiye ve Türkiye Kürdistanı'nın daha kanlı ve daha karanlık bir döneme gireceğini gösteriyor.

DİPNOTLAR

(1) 16 Mart 1978’de İtalya eski başbakanı ve Hristiyan Demokrat Parti başkanı Aldo Moro, Kızıl Tugaylar adlı küçük-burjuva maceracı bir örgüt tarafından beş korumasının öldürüldüğü silahlı bir baskın sonucunda rehin alındı. İki kez başbakanlık yapmış olan Moro, 55 gün rehin tutulacak ve ardından öldürülecekti. Radikal sol bir örgüt olan Kızıl Tugaylar'ın bu eyleminin gerekçesi, başında Aldo Moro'nun bulunduğu Hristiyan Demokrat Parti 'nin, revizyonist İtalya Komünist Partisi’yle bir koalisyon hükümeti kurmak istemesiydi. Moro'nun rehin alınması olayı da, yeni koalisyon hükümetinin kurulması için parlamentoya gidişi sırasında gerçekleştirilmişti. Bu dönemde, revizyonist İKP, Şili'de Allende hükümetinin faşist bir darbe sonucu devrilmesinden ders çıkarma bahanesiyle, o zamana dek izlediği reformist rotayı daha da derinleştirmişti. “Tarihsel uzlaşma” olarak adlandırılan bu reformist rota, sözümona siyasal gericiliğe ve faşizme karşı siyasal merkezde bulunan partilerle işbirliğini savunma anlamına geliyordu. Kızıl Tugaylar adlı küçük-burjuva devrimci örgüt ise İtalya'da, devrimci proletaryanın önderliğinde silahlı bir devrimi savunuyordu. Revizyonist İKP'nin çizgisi yanlıştı ve elbette eleştirilmesi ve karşı çıkılması gerekiyordu; ama bunun alternatifi Kızıl Tugaylar'ın “sol” ve maceracı çizgisi, İtalya koşullarında silahlı devrim çizgisi değildi. Daha da önemlisi, CIA ile İtalyan istihbaratının bu örgütün içine, hatta liderliğine sızdığının ortaya çıkmasıydı. Aldo Moro'nun kaçırılması ve öldürülmesi, Kızıl Tugaylar'ı yönlendirmeye başlayan bu güçlerin işiydi. Moro'nun hedef alınmasının nedeni Revizyonist İKP'yle bir koalisyon hükümeti kurmaya girişmiş olmasıydı. İtalyan siyasal yaşamında ağırlığını arttırmak isteyen ve hatta 1970’lerde İtalyan gizli servisleriyle işbirliği hâlinde bu ülkede faşist darbe girişiminde bulunacak kadar ileri giden faşist güçler ve onlarla dirsek teması içinde olan ABD emperyalistleri, bir Hristiyan Demokrat Parti-İKP koalisyona karşıydılar; onlar, Rus sosyal-emperyalistlerinin İtalya'da ve Batı Avrupa’da nüfuzunun artmasına hizmet edeceği gerekçesiyle bu projeye ısrarlı bir biçimde karşı çıkıyorlardı. 

 

2632