Pazar Mayıs 5, 2024

Teorinin Maddi Güç Olması

Teori yığınları kavradığı anda maddi bir güç haline gelir“ Marx

Çin’de kültür devrimi sırasında  „Felsefe Bir Sır Değildir“ adlı bir broşür yayınlanmıştı. Burada, kitlelerin Mao’nun düşüncelerinin pratiğe uygulanışının birebir örneklerine yer verilmiştir. Özellikle  kırsal alanda köylülerin bu düşünceler sayesinde üretimi nasıl geliştirdiklerinin ve sosyalizmin adım adım inşasının örnekleri verilir. Ve köylüler şöyle der:

“Biz manevi atom bombasına sahibiz, yani, Mao Zedung  Düşüncesiyle silahlandık.”[1]  Ve aynı zamanda, Mao’nun „bilincin maddeye, maddenin bilince dönüşür“ kuramına atıfta bulunurlar.

Elbete, Mao’nun bu önermesi, bir zamanlar Enver Hoca ve onun takipçileri tarafından „idealist“ olarak  eleştirildi. Çin köylüleri Mao’nun ne dediğini anlarken,  başta  E. Hoca olmak üzere bizim mekanik materyalistlerimiz bunu bir türlü anlayamadılar ya da anlamazlıktan geldiler. Oysa, gayet açıktı: Bunun anlamı devrimci teori olmadan devrimci pratik olmayacağının ve de daha yazının girişinde Marx’tan aktardığımız: “ Teori yığınları kavradığı anda maddi bir güç haline gelir“in  Mao‘nun dilinden Çin koşullarında dile getirilmesi ve marksist diyelektik düşüncenin geliştirilmesiydi.

Düşüncenin maddi bir güç olması, düşüncenin kitleler tarafından benimsenmesi ve onu eyleme dönüştürmesiyle olabilir. Ancak, teorinin de var olan somut durumu iyi ve doğru açıklayabilmesi, kitlelerin ruh halini yakalayabilmesi ile olanaklı olabilir. Bu da yetmez, doğru teorinin doğru bir pratikle birleşmesi yani, “devrimci teorinin devrimci pratikle” birleşmesinin zorunluluğu vardır.

Burjuvazi devamlı olarak kitlelerin gerici yanlarını, gerici duygularını öne çıkarmaya ve onu abartılı bir şekilde kendi sınıf çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalışır. Kitlelerin ulusal duygularını öne çıkarıp onun üzerinden kitleleri harekete geçirmek burjuvazinin vazgeçilmez siyasal taktiklerinden biridir. Ve bu, genellikle de kitleler üzerinde olumlu bir tepki alır ve olumlu karşılık bulur. En yoksul kesimleri ve özellikle de küçük burjuvaziyi olumlu yönde etkiler. Burjuvazinin bu siyasal ve ideolojik gerici yönlendirmesi işçiler içinde de olumlu etki yaratabilir. Nitekim bunun tarihsel örnekleri çoktur. Çünkü kitleler daha ilk okul çağından itibaren burjuvazinin “vatan, millet sakarya” gerici eğitimi ile eğitilir. Burjuvazi, kitleler ile kendi arasındaki çelişmeyi başka yöne çekme yöntemini izler ve bunda –elindeki devlet olanağını da kullanarak- önemli ölçüde başarılı da olur.

Burjuvazi, ulusal bayrak sorununu da kitleleri kışkırtmak ve kendi sınıfsal çıkarları için onları kullanmaya çalışır. Son yıllarda AKP hükümetinin yaptığı taktiklerden biri de, “Türk bayrağına sahip çık” gerici propagandasıdır. Bu konuda, AKP’ye karşıt gözüken ırkçı kemalist ulusalcılarda aynı propagandayı yapmaktadır. Burjuvazi, kapitalist üretim ilişkilerinden kaynaklanan çelişkilerden direkt etkilenen kitlelerin öfkesini başak bir yere kanalize etmenin taktiklerine sık sık baş vurur. Kitlelerin burjuva ulusalcı damarlarını kışkırtmanın yanında milliyetçilik adı altında ırkçılığı vb. olguları öne çıkarmaya çalışır. Yani, burjuvazi ile işçi sınıf arasındaki çelişkiyi ötelemeye ve bunun yerine sorunun özünü gizleyerek başka alt çelişkileri öne çıkarma taktiğini esas alır. Bu, tamda burjuvazinin sınıfsal çıkarına uygundur. Onun sınıfsal çıkarı, kitlelerin sınıfsal gerçekleri görmesini engelemenin yanında bu çelişkilerin çözümünün nerede olduğunun da öğrenilmesinin önünü tıkamaktır.

Burjuvazinin pratik felsefesi, verili durumu değiştirme yerine salt onu yorumlamakla sınırlı kalmıştır. Marksist felsefe ise, verili durumu değerlendirme ve yorumlamadan hareketle, esas olarak verili durumu değiştirmenin felsefesi olmuştur.

Toplumsal diyalektiğin fırtınası 2013 Haziran Ayaklanması’ndan, bazı küçük burjuva sol çevreler, “burjuvazinin ulusal bayrağına sahip çıkılması” dersini çıkardılar. Nedeni ise, kitlelerin bir kısmı ulusal bayrağı taşıyormuş. Aynı anlayışı devam ettirilirse, kitlelerin bir kısmı da dini sembolleri kullanıyor. Daha da devam ettirilirse, kitlelerin bir kısmı da Nazi Almanya’sında nazizmin sembolerini taşıyordu. Ve bu gerici düşünce sistematiği uzar gider...

Haziran Ayaklanması’ndan böyle bir ders çıkarılmaz. Haziran Ayaklanmasının verdiği temel derslerden biri; kitlelerin somut ilerici talepleri doğru saptandığında, kitleler örgütlenebilir ve harekete geçirilebilir. Politik özgürlüklerin kısıtlanması ve baskı altına alınması böyle bir isyanı doğururken, buradan burjuvazinin sınıfsal çıkarlarının semboli olan bayrağı “sahiplenilmeli” dersi çıkarılamaz. Bu gericilik ve de kitlelerin gerici yanlarıyla uzlaşma olur ve de kitlelerin en geri kesimlerinin duygularını öne çıkarmak olur ki, bu komünistlerin kitleleri eğitme ve örgütleme yöntemi olamaz. Kitlelerin en geri siyasal taleplerinin öne çıkarılması ve onun etrafında örgütlenmeye çalışılması, komünistlerin gericiliğe teslim olması anlamına gelir. Devrimci teorinin kitleleri kucaklama hali bu değildir.

İşçi sınıfı ve emekçileri ne zaman ki, burjuvazinin sınıfsal çıkarlarının semboli olan ulusal bayrak yerine, kendi sınıf çıkarlarını temsil eden semboller (kızıl bayrak) taşımaya başladıklarında, devrimci teorinin ete-kemiğe büründüğü söylenebilir. Bu olgu, kitlelerin ne derece bilinçlendiğinin ve kendi sınıfsal çıkarlarına sahip çıktığın önemli bir göstergesini oluşturur. Türkiye’de burjuvazinin ulusal bayrağına sahip çıkanları ve onu bir baskı aracı olarak işçi ve emekçilerin üzerinde sallayan siyasal yapılara bakıldığında durum daha iyi anlaşılabilir.

Komünistler, kitlelerin gerici yanlarıyla uzlaşma değil, onları gerici teorilerin etkisinden kurtarma ve devrimci teoriyle bütünleşme mücadelesi vermek durumundadırlar. Tersi, devrimcilik değil, gericiliktir. Proletaryanın burjuvaziye karşı verdiği sınıf savaşımı siyasal ve teorik olarak net olmalıdır. Liberal içerikler, ideolojik duruşu bulanıklaştırmalar ve sınıf uzlaşmacı siyasal taktikler, proletaryanın sınıfsal netliğini bozar ve böylesi bir siyasal yönelim, ideolojik olarak kendi sınıfsal çıkarlarından uzaklaşmayı da beraberinde getirir.

“Teori pratiğe dönüşmediği yerde, teolojik yaklaşımlara doğru geriler”[2] belirlemesi yanlış değildir. Sosyal pratikten çıkmayan ve öznelci ve dogmatik düşüncelerin teorileştirmesi, tamda teolojik bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. “Sol” adına, kitlelere bu teorilerle gidilmesi, onları devrimci tarzda kazanıcı, eğitici ve örgütleyici bir rol oynamaz. Nitekim, bazı sol çevrelerinin ülke gerçeklerinden uzak teorileri sık sık tekrarlamaları, onları, Marksist teoriyi adeta bir teolojiyi dönüştürme durumuna getirmiştir.

Teori ve pratiğin birliği Marksizmin en önemli önermelerinden biridir. Teori ve pratiğin birliği, teorinin pratikten çıkması yine pratiğe daha yüksek bir biçimde dönmesidir. Teori pratikte karşlığını bulduğunda ve değiştirebildiğinde, teori-pratik birliği de sağlanmış olur. İşte bu anda teori maddi bir güç haline gelir. Teori ve pratiğin birliği, çelişmesiz bir birlik değil, birbirini geliştirici ve değitirici özelliği olan çelişmeli bir birliktir. Devrimci teori devrimci pratikten çıkacaktır, ama onuda geliştirici bir niteliğe sahip olacaktır.

Sınıf mücadelesi içinde, proletaryanın öncülerinin doğru bir teoriye sahip olmalarının yolu; sınıf ilişkilerini ve tarihin her anını dogmalarla ve belli formüllerle değil, diyalektik materyalist bakış açısıyla ele almaları ve analiz etmelerinden geçer. Ve bu bakış açısıyla elde edilen teori, proletaryanın önderliği ile kitleleri birleştirir ve ancak böylesi bir teori kitleleri kucaklayabilir.

Lenin, 17 Ekim Devrimi’nin öngününde, Nisan Tezleri’nde “Taktik Üzerine Mektuplar” bölümünde somut koşulların nasıl ele alınması gerektiğini şöyle  açıklar:

“ Marksizm, bizi, sınıflar ilişkisinin ve tarihin her anının somut özelliklerinin en doğru, aslına en uygun ve nesnel olarak doğrulanabilir, denetlenebilir bir hesabını yapmaya zorunlu kılar. Biz bolşevikler, bu kurala, bilimsel temellere dayanan bir siyaset bakımından kesenkes zorunlu olan bu kurala her zaman bağlı kalmak zorundayız.”[3]

Lenin’inde belirttiği gibi, tarihin her somut anını doğru bir şekilde yansıtabilmek, belirlenmiş kalıplardan değil, somut koşulların analizinden hareket edebilmek; öncüyü proletarya ile proletaryayı devrimin safında yeralabilecek geniş kitleler ile buluşturabilir. Bir teori, nesnel koşulların iç çelişmelerini doğru bir şekilde yansıtabiliyor ve bu çelişmelerin çözümüne cevap olabiliyorsa, kitleler üzerinde olumlu etkide bulunabilir. Bir başka söylemle, teori kitleler üzerinde maddi bir güç halini alabilir. Mao’nun; “bilincin maddeye maddenin bilince dönüşmesi” ilkesi, teori-kitle ilişkisi diyalektiği içinde ele alınmalıdır.

Kitleler üzerinde etkin olan ve onu harekete geçiren her teorinin doğru olduğu yanılsamasına düşülmemelidir. Nazi Almanyası döneminde Alman işçi sınıfı ve emekçilerin önemli bir bölümü Nazizmin etkisi altındaydı. Yine, dinci propagandalarla kitleler gerici hareketlerin içine çekilebiliyor ve kitleler üzerinde etkinde olabiliyor. Son yıllarda islam ülkelerinde dinciliğin kitleler üzerinde etkinlik sağlaması buna bir örnektir. Bu gerici ideolojinin etkisinde kalan kitlelere yönelik devrimci siyasal faliyetlerin yapılmasının zorluğu ve bir o kadarda önemi ortadadır.

Burjuvazi ve gericilik, kitleleri mistik söylemlerle bunaltarak sınıf mücadelesinden koparırken, komünistler, kitlelerin içinde bulundukları maddi ve siyasal koşulları öne çıkararak, kitleleri kendi somut sosyal gerçeklikleri üzerinden aydınlatmalı ve örgütlemelidir. Dinci gericiliğin etkisi altındaki kitlelere, kendi somut koşullarından uzak soyut ajitasyon ve propagandanın fazla bir etkisi olmayacaktır.

Toplumsal yapının sosyal dokusu, toplumsal üretim faaliyetinin niteliğiyle belirlenir. Bu bağlamda din, liberal aydınların söylediği gibi, salt insanların aydınlanmasıyla ortadan kaldırılamaz. Özel mülkiyetçi sömürü sistemi, yani günümüzde kapitalist-emperyalist sistem dinciliğin ve her türlü gericiliğin üretiminin toplumsal koşullarını yaratır. Özel mülkiyetin ortadan kaldırıldığı sömürüsüz ve sınıfsız bir toplumda, dinin ve gericiliğin yeşermesinin idelojik ve siyasal gözenekleride kapatılmış olur.

Din, kitleleri maddi yaşamından soyutlayarak etkilemeye çalışır. İnsanı kendi nesnel dünyasına yabancılaştırdığı oranda başarı kazanır. Ancak, insan doğası gereği maddi yaşamla var olup maddi yaşamla varlığını devam ettirdiğinden mistik dünya ile sürekli bir çelişme halindedir ve gerçek olan nesnel yaşam gerçek olmayan mistik dünyaya karşı nihayetinde öne çıkar.

Sömürücü (sınıflı) toplumlarda, din olsun gelenek ve görenek olsun, her zaman sınıf mücadelesinin önünü tıkayan ideolojik-siyasal bir güç olarak varlığını korurlar. Din ve burjuva ideolojisinin kitleler üzerindeki etkisi, devrimci mücadelenin karşısına maddi bir güç olarak çıkar. Emperyalist burjuvazinin ve işbirlikçilerinin Ortadoğu ülkelerinde dini öne çıkarmaları ve kitleleri din afyonuyla uyutmaya çalışmaları ve en son olarak İŞİD (ya da İD) gibi yapıları ortaya çıkarmasının bir nedeni de, anti-emperyalist mücadelenin önüne geçmenin yanında sınıfsal uyanışın engellenmesi içindir. Bu aynı zamanda emperyalist-kapitalist sistemin kitleler üzerindeki tahribatının en yalın görüntüsü olarak karşımıza çıkmaktadır. Burjuvazi, sistemini korumak için, kitleleri en koyu karanlığın içine çekmekten kaçınmaz. Bu durum, niyetten öte, kapitalist üretim tarzının ve onun ortaya çıkardığı üretim ilişkilerinin doğal bir sürecidir.

Engels, burjuvazinin dini kullanmasını şöyle yorumlar:

„Gelenek, yavaşlatıcı bir güçtür, tarihin vis inertiae’sidir (eylemsizlik kuvveti), ama, salt edilgen olduğu için, dinecektir; ve bu yüzden, din, kapitalist toplumun sürekli koruyucusu olmayacaktır. Hukuk, felsefe ve din konularındaki idealarımız, belirli bir toplumda yürürlükte olan ekonomik ilişkilerin epey uzak uzantıları ise, böyle idealar, en sonunda, bu ilişkilerdeki tam bir değişmenin etkilerine dayanamaz.“ [4]

Günümüzde, emperyalist burjuvazi ve işbirlikçileri, kitleleri ne denli kendi sorunlarından uzak tutmak için onları mistik bir uyuşukluğun içine sokmaya çalışırsa çalışsın, yine de, bu uyuşukluktan kurtulacak olan işçi sınıfı ve emekçiler tarafından, kendi sömürücü sistemlerinin yıkılmasının önüne geçemeyeceklerdir.

Burjuvazi, ktileleri salt zorla sindirmeyi uzun süre başaramaz. Bunun yanında gerici ideolojileri de devreye sokar. Bunlardan birisi de dinciliktir. Burjuvazi, üretim süreci içinde olan insanı kendine yabancılaştırdığı oranda kitleler üzerinde etkinlik sağlayabilir. Ancak bu da bir noktaya kadar olabilir. Kendine yabancılaşan işçi, kendini yeniden kazanma yetisini de elde edecektir. Ona bu yetiyi kazandıracak olan içinde bulunduğu maddi üretim ilişkilerinin ortaya koyduğu çelişmelerdir. Bu çelişmeli yaşam, onun çözümünü de zorunlu olarak dayatacaktır. Burjuvazi, bu  nesnel çelişmeyi yok saymıyor, ama, gerici şiddet ve gerici ideolojik yönlendirmelerle kısmen çözüyor ve esas olarak da hep öteliyor. Kitlelerin bilinçsizliği ve örgütsüz bırakılması ve de engellenmesi, burjuvaziye bu „çözüm“ fırsatını veren etmenlerin arasında – hatta başında- yer alıyor. Ancak, yaşamın üretimden kaynaklanan bu temel çelişmenin ertelenmesi, çelişmeyi ortadan kaldırmak yerine daha bir keskinleştirmenin dışına çıkamıyor. İşte bu durum, üretim içindeki işçilerin kendilerine yabancılaşan bu üretim biçimini yıkmaya ve onu ortadan kaldırmaya yöneltir. Yaşamını yeniden ve yeniden üretmek zorunda kalan insan, doğal olarak nesnel yaşamın zorunluluklarını da ideolojiye (teoriye, siyasete ve örgüte) dönüştürüp, yaşamına yabancı olanlara karşı mücadeleye kalkışacaktır. Ezilen sınıflar, tarih boyunca bunu yapmıştır. Üretimin ana gücünü oluşturan işçi sınıfı da bunu yapıyor ve yapacaktır.

Marksist-Leninist-Maoist teoriyle donanmış işçi sınıfının komünist partisi, her gelişen siyasal ve sosyal olayların birbirleriyle bağlantılarını -diyalektiğini-  anlama, çözümleme ve başta işçi sınıfı olmak üzere ezilen yığınları aydınlatma ve örgütleme yeteneğine de sahiptir. Ve aynı zamanda, salt bugünü değil, yarını da görebilme teorik gücüne ve derinliğine sahiptir. Bu ilkeler etrafında hareket eden bir komünist partisinin teorisi kitleler nezdinde ete-kemiğe bürünür.

Marksist-Leninist-Maoist teoriyi ezberlemek, onu bir dogma olarak almak sorunları çözmeye yetmeyeceği gibi, kitleleri devrimci tarzda yönlendirmeyede çare olmayacaktır.

 Marksist teoriye   hakim olmak, bu teoriyi özümlemek ve onu proletaryanın sınıf savaşımının değişen koşulları içinde devrimci hareketin pratik sonuçlarının çözümü için kullanmayı bilmek demektir.

„Marksist-leninist teoriye hakim olmak, bu teoriyi devrimci hareketin yeni deneyleriyle, yeni tezleri ve sonuçlarıyla zenginleştirmek demektir; eskimiş tezlerini ve sonuçlarını yeni tarihsel koşullara karşılık düşen yenileriyle değiştirmekte hiç duraksamadan, onu –özünden hareket ederek- geliştirmek ilerlemek demektir.“ [5]  

Komünist partisinin slogan ve özlemleri, kitlelerin slogan ve özlemleri haline geldiğinde devrimde kaçınılmaz olur. Ancak, buraya erişebilmek için, komünist partisinin toplumsal ve sınıf çelişmelerini doğru analiz edip, ona uygun eylem taktikleri üretmesi önem taşımaktadır.

Stalin ise;
„… toplumun maddi yaşamının koşulları üzerinde etkili olabilmek için ve bu koşulların gelişmesi için, proletarya partisi, toplumun maddi yaşamının gelişmesinin gereksinimlerini tastamam dile getiren, ve bunun sonucu, büyük halk yığınlarını harekete geçirebilecek, onları seferber edebilecek ve onları gerici güçleri parçalamaya, ve toplumun ileri güçlerine yol açmaya hazır büyük proletarya partisi ordusu içinde örgütleyebilecek yetenekte toplumsal bir düşünceye, toplumsal bir teoriye dayanmalıdır“[6] der.

Kendiliğindencilikle ve salt pratikcilikle değil, devrimci teorinin önemi kavrandığı ve bununla kitlelere gidildiğinde, kitleler devrimci tarzda örgütlenebilir. Mekanik maddeci bir anlayışla değil, diyalektik materyalist anlayışla ve düşüncenin kitleler üzerindeki dönüştürücü etkisinin görülmesi ve bunun pratikleştirilmesiyle devrimci mücadele gelişebilecektir. Teorinin kitleler üzerindeki etkisinin kavranılması, marksist düşünce diyalektiğinin bilince çıkarılmasıyla olur.

24.11.2014
***

[1] Felsefe Bir Sır Değildir, sf. 27, Umut Yayımcılık
[2] Hans Heinz Holz, Frankfurt Okulu Eleştirisi, sf.70, Evrensel Basım
[3] Lenin, Nisan Tezleri, sf. 20, 7. Baskı, Sol Yayınları
[4] Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, sf. 53, 7. Baskı, Sol Yayınları
[5] SBKP (B) Kısa Tarihi, sf. 441- 442, birinci baskı, bilim ve sosyalizm yayınları
[6] Stalin, Leninizmin Sorunları, “Diyalektik Materyalizm ve Tarihsel Materyalizm”, sf. 666-667, Birinci Baskı, Sol Yayınları

75969

Yusuf Köse

Yusuf Köse teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır. Ayrıca 7 adet kitabı bulunmaktadır. Kitapları şunlardır: Emperyalist Türkiye, Kadın ve Komünizm, Marx'tan Mao'ya Marksist Düşünce Diyalektiği, Marksizm’i Ortodoks’ça Savunmak, Tarihin Önünde Yürümek, Emperyalizm ve Marksist Tarih Çözümlemesi, Sınıflı Toplumdan Sınıfsız Topluma Dönüşüm Mücadelesi.

yusufkose@hotmail.com

http://yusuf-kose.blogspot.com/

 

 

Yusuf Köse

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Halkın günlüğü gazetesinde yayımlanan bu makaleyi yerinde ve doğru tespitlerinden ayrıca Kaypakkaya'yı anlama ve algılama yönünden değerli bir yazı olması sebebiyle okumanızı tavsiye ederiz.

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Kaypakkaya’yı sevmek (Deniz Faruk Zeren)

Kim, ne zaman onun ismini ansa devletin en katı, en soğuk, en acımasız yüzüyle karşı karşıya kalıyor!

Kim ne zaman onun fotoğrafını assa, taşısa, devletin sorgularıyla, kelepçesiyle, zındanlarıyla tanışıyor!

Kim, ne zaman onu sevdiğini, izinde yürüdüğünü söylese vay haline!

Bu dünyada, bu ülkede sevilmesi suç olan kaç insan var?

On yıllar önce katledilmiş, katilleri açığa çıkarılmak bir yana korunup gizlenmiş, mezarına giden yollara bile karakollar kurulmuş, adına yazılan şarkılar yasaklanmış bu insan güzeli, İbrahim Kaypakkaya’yı sevmek neden suç?

“Özgür yaşa ya da öl” (Nubar Ozanyan)

Sömürgecilik pratiği ve politikası hemen her yerde ve anda benzerlikler taşımaktadır. Amerika’dan Fransa’ya, Hollanda’dan Portekiz-İspanya’ya uzanan sömürgeci tarihin işgal ve yıkıma dayalı ayak izleri hep aynıdır. Sözde yoksul ve geri kalmış ülkelere medeniyet götüren uygar ülkeler(!) sömürgeci tarihlerini kolonyal çıkarlarına göre yazarlarken yerli halklar ise tarihi direniş ve isyanla yazmaktadır. Bu hikaye, yeni biçim ve kodlarda sürdürülse de özü ve gerçekliği hep aynı kalmaktadır.

Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme ve ‘birlik” sorunu üzerine

  1. Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.

‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur.

Sınıf Savaşımı Uzun Bir Yürüyüştür

Bugün karşı karşıya olduğumuz yoksulluk tablosu, kapitalist gelişmenin ve sermaye birikiminin kaçınılmaz sonucudur. Yaratılan zenginlikler bir tarafta birikirken diğer tarafta ise yoksullaşma ve yıkım büyümektedir. Bu, kapitalizmin genel yasasıdır. Proletaryanın yoksullaşması, bir avuç egemen sınıfın ise zenginliğine zenginlik katmasıdır.

KATLİAMININ 30. YILINDA MADIMAK VE ES GEÇİLEN BAŞBAĞLAR.

Sözüm öncelikle komünist ve sol- sosyalist kesime: Ne zaman gerçek anlamıyla adil olmayı ve çifte sıtandartçı yaklaşımları terk etmeyi başaracağız acaba? Ne zaman 'bizim cenah' dediğimiz kesimlerce de  halka karşı işlenmiş ağır  suçları tereddütsüzce kınayacağız acaba?

Çok genelleme yaparak, üzerinde durmak istediğim esas konuyu bunun gölgesinde silikleştirmek  istemiyorum.

Her 2 Temmuz'da Madımak katliamı kınanırken; Başbağlar katliamı neden sessizce es geçiliyor acaba?

Komünistlerin Birliği Çağrılarına Dair

MKP’li arkadaşlar, arada kısa molalar vermekle birlikte, uzunca bir süreden beridir ki komünistlerin birleşmesi gerektiğine dair çağrılar yapmaktalar. Ve mütemadiyen yakınıp durmaktalar: "Muhataplarımızdan yanıt alamıyoruz" diye. 

Evet, görüldüğü kadarıyla muhatapları bu çağrılara ilgisiz olmalılar ki, yanıt vermiyorlar. MKP’li arkadaşlar da kendilerince bir basınç oluşturma adına; adeta Temcit pilavı misali, her fırsatta bu çağrılarını yinelemekte ve muhataplarını kamuoyuna şikâyet edip durmaktalar.

Aşka ve Hayata Dair Tutkulu Dizeler

“Şiirsiz toplum eksiktir.

Şiirsiz insan yalnızdır.”[1]

 

İzmir’in Şakran 2. Nolu T-Tipi Zindanı’nda yatan Hasan Şeker’in, ‘İki Acı Esinti’[2] başlıklı şiir kitabı; aşka ve hayata dair tutkulu dizeleriyle çıkageldi postadan…

Avrupa da İbrahim olmak!

18 Mayıs 1973‘den bugüne Kaypakkaya yoldaşın işkencede katledilişinin ellinci yılı.

50 yıldır söndürülemeyen meşaledir İbrahim Kaypakkaya!! Bu yazının amacı İbrahim Kaypakkaya‘yı anlatmak değil, Onu anlatan onlarca yazı yayınlandı bu yazı da başlıktan da anlaşılacağı üzere İbrahim Kaypakkaya‘yı Avrupa‘da anan ardıllarının pratik, teorik düzlemde, Kaypakkaya‘yı nasıl andıkları? Neyi, nasıl, ne kadar anladıklarını  irdelemek  bu yazının amacı.

“Devrimci Eylem Birliği” ve “Kaypakkayacı Güçlerin Birliği” Meselesi

Türk hakim sınıfları cumhuriyetlerinin ikinci yüzyılına hazırlanırken kendilerini yeniden örgütlüyorlar. Coğrafyamız komünist hareketinin önderi İbrahim Kaypakkaya yoldaşın Amed zindanında 18 Mayıs 1973 tarihinde katledilmesinin 50. yılında sınıf düşmanlarımız ikinci yüzyıllarına hazırlanıyor.

MLPD'nin Türkiye'deki seçim sonuçlarına ilişkin açık mektubu.

Sol ittifak için önemli bir başarı

Sayfalar