Pazar Mayıs 19, 2024

Tecrit etme ve teslim almanın bir öğesi olarak TTE -2-

 “Hedef TTE’nin bertaraf edilmesiydi”

Cezaevi mücadelesi sert, hareket alanı olabildiğince sınırlı ve silahlar oldukça eşitsizdir. Ancak bu alanlarda irade ve bilinç geçişkenliğinde, burjuva-feodal argümanlara göğüs germekte mümkündür, öyle de olmuştur.

Burada bir nokta koyarak, parti örgütlülüğünün bir kolu olan gençlik alanından doğru örgütlenerek, cezaevleri direnişi sayesinde beden buldum, ruhumu yücelttim. Bunlara vesile olan ise canlı yaşayan, birebir yüzleştiğim, ileri parti kadrolarının ve militanlarının boyun eğmez tavırları, direnişlerinin yanı sıra diğer dost bir hareketin öne çıkan kadroları, itici bir rol üstlenmişti.

Zaman dönüştürür, sınıfları tanıma (felsefi, ideolojik, politik, örgütsel) her çehresini sahiplenme, öylece yeni bir vasıf edinme “kendi için” , “kendinde olana”, yeni bir dünya yaratma bunların üzerinden sınıfın politik bir neferi olarak davayı sürdürme benim açımdan büyük ve görkemli şeylerdi.

Bu arada 12 Eylül’ün ağır darbelerinden kurtulamayan örgütlenmeler, üzerlerine sinmiş olan karamsar ruh halini bazı hareketlerin öne çıkan, direniş yönelimleri sayesinde bir nebze de olsa saflarından atabildiler. Ancak doğası (sınıfsallığı) gereği bu direniş mücadelesi seyrinde kısmen toparlanan örgütler özelliklerine (sınıfsal) uygun bir konumlanış içerisine girmekten de geri durmadılar.

Bu kendisini daha çok popülizm (sekterizm ve revizyonizm) olarak gösteriyordu. Popülizm, dogmato- revizyonizmin sefaletiyle yüzleşirken- bütünleşirken-teslimiyet yönünde ilerliyordu. Fiili ve kitlesel direnişin yakıcı gerçekliği, bu tip örgütlerde çoğu zaman “bilinç yanılsamalarına” ve “yöntem aymazlıklarına” yol açıyor. Bu yüzden de başlangıçta yerinde bazı eylem biçimleri başat bir hale getirilerek her sorunun çözümün anahtarı gibi görülüyordu. Örneğin, KSAD (Kitlesel Süresiz-ya da Süreli Açlık Direnişleri) ya da ÖO (Ölüm Oruçları) bunlar arasında sayılabilir. Ancak daha öncede belirttiğim gibi cezaevleri direnişlerinin başat öğesi bir ve bütün olabilme, dolayısıyla bu kitlesellik üzerinden yükselen fiili kitlesel direniştir.

TTE, burjuva-feodal devletin cezaevleri özgülünde stratejik hamlelerinin bir halkasıydı. Politik tutsakları tek tipleştirme ve teslim almanın onlarca yönteminden biriydi. Bu “araç” belli bir yöntem dahilinde şartların elverişliliği de gözetilerek (burjuva hülyası açısından) uygulamaya konulmuş, başarı derecesi yüksek görülüyordu. Çünkü yıllarca sürdürülen baskı ve işkence sebebiyle saflarda bir sıklaşma meydana gelmişse de bir yıpranma da söz konusuydu. Faşist uygulamaların sonu gelmeyecek gibi görülüyordu, bu sebeple her daim “ayakta kalmak” oldukça zorlayıcıydı. Tek tip uygulamalarından önce gerçekleştirilen yaygın saldırılar bu stratejik hamlenin uygulamaya geçildiği anda “başarılı kılınmasının” dayanağıydı. Politik örgütler bu yeni uygulama karşısında yeterince donanımlı ve bilgili değillerdi. Burjuva-feodal devlette oyun bitmezdi, bu çok açıktı ancak “deneyimlenmemiş”, “stratejik hamlenin” hareket merkezi, dayanakları ve uygulama kriterleri çözümlenmemiş olduğu için bilimsel olana yakın tahlillerle, değerlerimize yakışır tavır takınmak da ha deyince olacak türden değildi. Sonuçta; devrimci örgütlerin saflarında yürütmeye başladığı tartışmalar, hem bu “stratejik hamlenin” ana halkalarını yakalamak hem de saflarını sıklaştırmak için başlatıldı. Hedef TTE’nin bertaraf edilmesiydi.

“TTE’nin çıkarılıp atılması faşizmin sevincinin kursağında kalmasına yol açtı”

TTE’ye karşı dönemin politik örgütlerinin başlangıçta “kesinlikle giyilmesin” , “giyilebilir geçici olarak” eğilimleri öne çıkan görüşlerdi. “Kesinlikle giyilmemelidir” tavrını sergileyen örgütler, en azından benim bulunduğum alandaki cezaevlerinde ağırlıktaydı. Ancak bu görüş kendi içinde yekpare değildi. Kesinlikle giyilmemelidir görüşünde olanların bu yaklaşımı politik öngörülerinin bir sonucu değil daha çok “kuşun taşa vurması” misaliydi. “Giyelim” diyen kesim ise direniş güçlerinin zayıfladığını dolayısıyla bu saldırının göğüslenemeyeceğini, bu yüzden taviz gibi görünse de taktik anlamda geri doğru bir adım atarak saflarımızı sıklaştırmak için zaman kazanmak amacındaydı. Diğer “giyelim” diyen kesim de direniş güçlerinin zayıfladığını, bu saldırının göğüslenemeyeceğini ayrıca esas mücadele alanlarının dışarısı dolayısıyla karşı devrimin bu alandaki uygulamalarına uyup uymamanın çok da önemli olmadığını ileri sürüyorlardı.

Birinci görüş “eklektik”, taktik, “geri çekilme” dışındakiler teslimiyet kulvarıydı. Bu arada partimizin cezaevi örgütünün kitlesine dağıttığı bir bildiride (şaşırtıcı ve sarsıcıydı) TTE’nin “mavi kefen” olduğu, bu anlamda “ölüm”le yüz yüze olduğumuz ve bu anlamda “ölürsek de onurumuzla ölelim” temelindeydi. Belki belirleme olarak (“mavi kefen” belirlemesi) doğru olabilir ancak o günün şartlarınsa bu “radikal çıkış”, “ileri kitlenin” bilinciyle örtüşmüyordu.

Cezaevi parti örgütünün kararı başlangıçta “giyilebilir” biçiminde oldu ki bu karşı devrimin stratejik hamlesinin önüne set çekmek için bir “taktik” olarak algılanıyordu. Ama eğer TTE ile birlikte saldırılar hızlanır ve yeni yaptırımlar gündeme gelirse o zaman “çıkarılıp atılır” ön fikri ile bu temellendiriliyordu. Bu süreçte parti kitlemizin çoğunluğu, başından itibaren TTE giyilmesine karşı olmasına karşın yönetici organın kararıyla uyumlu hareket etti ki bu manevi otoritenin bir yansımasıydı. Sonuçta; saflar netleşmişti bazı örgütler kesinlikle giymeyeceklerini “radikal” biçimde açıklamışlardı. Ancak sonraki yaşanılanlarla birlikte ele alındığında “radikal” olmanın da bir yere kadar olduğunu söylemek pek yanlış ve abartılı olmaz.

Bazı örgütler giyilmesi yönünde eğilim gösterdiler, bu tavır bazıların da kalıcı bazıların da ise yaptırımların devamı sonucunda yeniden “yırtıp atmak” biçiminde oldu.

TTE’nin uygulamaya geçilmesiyle koğuş operasyonlarıyla, bütün elbiseler toplatıldı. TTE giyilmesi zorunlu kılındı. Mahkemelere vb. giderken TTE ile birlikte diğer faşizan uygulamalar at başı gidiyordu. Bu sebeple kısa bir zaman sonra parti cezaevi örgütü (organı) kararıyla TTE’nin yırtılıp atılması kararlaştırıldı ve bu başarıyla uygulandı. Kısa bir dönem içinde TTE giyilmesinden vazgeçilmesi “kuşun taşa çarptığı”, “radikal”cilere bir propaganda malzemesi sağlamış olsa da- bu süreç önemliydi çünkü;

Birincisi karşı devrimin “kuru propagandasının” ve faşist saldırılarının TTE silahı başlangıçta ellerinden alınarak hızı kesilmişti;

İkincisi “radikallere” mücadelenin hiçbir aşamasında ve alanında “dümdüz” bir rota olmadığı, ilerlemenin ve geri çekilmenin, yavaşlamanın veya hızlanmanın olduğu, olabileceği gösterilmişti. Dahası sorun kitleleri, yığınları bir karara uydurmak değil, bu kararı aynı zamanda manevi otorite ile kendi deneyimleri ile uygulamalarını sağlamak, dahası “yanlış” bile olsa bu büyük bir tutarlılık ciddiyet ve özveriyle yerine getirmenin daha az kayıplara ve daha “yaratıcı” kavuşmalara olanak sağlayacağı gerçeğiydi. TTE “giyilmemeliydi, böyle olmadı” (en azından başlangıçta giyenler açısından) faşizan saldırıların devamında kısa sürede çıkarılıp atılması faşizm üzerinde dalga dalga yayılan bir şok etkisi yarattı. Siyasette “yaratıcılık”, “taktikte ustalık”, hadi diyelim “yanlıştan sağlıklı biçimde çıkma” varsa bunu TTE’ye karşı bu hamlede görebiliriz. Düşman TTE stratejik saldırılarında amacına büyük oranda ulaşmıştı, zafer kazanmıştı, artık bu başarılarını katlayabilir, şölenler düzenleyebilirdi. Ki burjuva-feodal basın-yayın organlarında bu çarşaf çarşaf dillendiriliyordu. Ama burjuva-feodal sistem şölene dursun, TTE’nin çıkarılıp atılması sevincinin kursağında kalmasına da yol açacaktı. Bu sevinç, öfke patlamalarına dönüşmüş bu “sevinç” boğazında düğümlenivermişti.

“Dönemde faşizmin yoğun saldırılarına karşı dik duruş çarpıcıydı”

Politik örgütsel bütünlük açısından buradan çıkarılacak iki önemli sonuç şudur: 1) Somut şartların somut tahlilini yaparken her an olguların, olayların gelişmesine (ya da yönüne) özel bir önem vermek 2) Direnişe katılan güçlerin bütünlüğüne (gövdesine) azami özen göstermek. Biraz önce belirttiğim gibi “en radikal”, “en kararlı”, “hep ileri hep ileri” her zaman işe yaramaz. Bazen güçlerini kuvvetlendirmek için geri çekilmesini bilmek, şu yönü değil de bu yönü tercih etmek ve harekete katılabilecek tüm güçlerin harekete katılımını sağlamaya çalışmak çok ama çok önemlidir. Ancak bütün bunları denedikten sonra yine de “bir”lik olamıyorsan bir komüniste yaraşır davranmak elzemdir.

TTE’nin yırtılıp atılmasıyla ağır saldırılara, tecrit edilemeye maruz kaldık ama şu iki şeyi de kazandık/gerçekleştirdik:

1) TTE’nin karşı devrimin, devrimcileri, yurtseverleri teslim alma hareketinin bir parçası olduğu ve stratejik birer bütünlüğe tekabül ettiği.

2) Politikada düz bir rota izlemenin, önderlikle kitle arasında kopukluklara neden olduğu ve olabileceği, tek yanlı öznelciliği içerdiği, TTE çıkarılıp atıldıktan sonra mahkemelere, ziyaretlere don-gömlek çıkılarak TTE üzerinden faşizmin teşhir edilmesi oldukça çarpıcıydı. Ki bu dönemde faşizmin yoğun saldırılarına karşı dik duruş çarpıcıydı. Böylelikle saflarımızda da “mavi kefen” söyleminin yararsızlığı, bu söylem üzerinden yılgınlık ve karamsarlık eğilimlerinin de gözlenmesinin önüne geçilmiş oldu. Zaten kısa bir dönem sonra toplumsal muhalefetin de yardımıyla bu stratejik saldırı (ileride kullanılmak üzere) rafa kaldırılmış oldu.

Faşizmin zindanlarında mücadelenin rotası bir deniz seferindeki seyri-sefer değildir. Açık denizlerdeki fırtınalara, azgın  dalgalara göğüs germenin güçlüklerine karşı, sığ sularda aynı kaptan, aynı gemi ve aynı rotayla ilerlemek, daha binbir güçlükleri de beraberinde getirir. Açık denizlerde amansız-zamansız dalgalarla boğuşmak elbette oldukça zordur ama “sığ sularda” geminin karaya oturması, kayalıklara bindirmesi, kıyıya vurması, dibe oturması yan yatması, çarkların kırılması gibi daha bin türlü zorlukları vardır.

Bu rota tekin bir rota değildir. Okyanusta boğulsanız kimse sizi suçlayamaz, bu “doğanın” bir oyunudur ancak sığ sularda öyle mi? Bu yüz kızartıcı utanç vericidir ki onulmaz yaralarda cabası ve mücadelede bir “mahirlik” aranacaksa işte burada bu anda aranmalıdır. Bu yüzden yöntemlerimiz ve araçlarımızda da ustalaşmalısınız! Kısıtlı da olsa imkanlarınızı büyük bir ustalıkla kullanmalısınız, önderlik en direnişçi olmak değil sınıfın bilinciyle, öngörüsüyle yığınları (her türlü) mücadeleye sevk edebilmek ve bu mücadelenin “değerlerini” kavratmaktır. Bunun yolu ise keskin sloganlarla sağlanamaz bu ancak karşı devrimin iyice tanınmasıyla, hareketin saflarının sıklaştırılmasıyla ve uygulamada en büyük kararlılıkla mümkündür.

Cezaevi direnişleri hiçbir zaman tekil direnişlerle başarılı kılınamaz. Bu önemli ve gereklidir ama daha önemlisi “kitlesel direngenliği” örebilmeketir. Bu yüzden öncünün direngen olması onun kahramanlığıyla da ilintili değildir. Öncünün direngenliği, politik öngörüsü ve hareketin saflarının kaynaşmış olmasındadır. Böylelikle en zor koşullarda tarihsel haklılığımız, bilimsel öngörümüz ve sınıfa bağlılığımız- kısaca davaya adanmışlığımız- somut kazanımlarla taçlanır.  (Bitti) 

http://kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/tecrit-etme-ve-teslim-almanin-bir-ogesi-olarak-tek-tip-elbise-1

43813

Kalbim Zap’ta çarpar! (Nubar Ozanyan)

Yeni bir yüzyıl direnenlerin hikayeleri ve isimleriyle yazılmalıdır. Zalimlerin yazdığı yüz yıllık faşist tarihi parçalamanın zamanı çoktan gelmiştir. Soykırımcılar, teknolojinin üstünlüğüne her gün yenilerini ekleyerek kıyıcı ve yok edici silahlar üreterek Kurdistan’ın en ışıldayan direniş parçalarına saldırsa da, 26 gün abluka ve bombardıman altında yaralı olduğu halde “teslim ol” çağrılarına direnen gerillanın karşısında çoktan yenilmiştir!

Çoktan yenilmiştir, Osmanlı’nın İttihatçı subay ve askerleri, Türk ordusunun işkenceci generalleri!

“Halkın aslanları: HBDH milisleri” (Ziya Ulusoy)

Bahsetmek istediğimiz HBDH militanları. Yaklaşık 7 yıldır Erdoğan faşizminin acımasız  saldırı ve zulmüne karşı mücadele ediyorlar. Şimdiye değin yüzlerce eyleme imza attılar.

Mücadele koşulları çok ağır. Faşizmin saldırgan ve devasa miktardaki polis aygıtı, yüksek gözetleme ve takip tekniğini de kullanarak, hareket imkanını çok daraltıyor. Az güçle ve bu duruma rağmen, HBDH militanları eylem yapabiliyor. Biribirinden çok uzak kentlerde de, değişik bölgelerde de, aynı kentin değişik semtlerinde de Erdoğan faşizmine karşı eylem yapabiliyorlar.

Dedikoducu Modacılar

Amann... sanki kendileri de proletaryalarda karşılık bulsalardı chp ve hdp'lilerde taban, oy (veyahut da boykotçu) almış olmayacaklardı.

Neysee...

Nerede kalmıştık.

Maltepe'de bir mayıs.

Yolun bir tarafında tip'liler bir tarafında hdp'liler.

Yolun sağına, soluna... gölgesine de sıkışmış... tip'çilerin giyimlerini kuşamlarını ... diğer kortejlerdeki insanlarla kıyaslayan benim gibi de dedikocu modacılar.

Bu keşmekeşliğin içerisinde de..

Tip'çilerin gözleri  hdp'lilere... hdp'lilerinki de tip'çilere kayıyor.

Bizim devrim! (Nubar Ozanyan)

Rojava’nın haritadaki yeri sorulduğunda Kürtlerin bir kısmının dışında kimsenin doğru dürüst yanıt veremeyeceği bir süreçten geçilerek gelindi bugünlere. Büyük riskler göze alındı. Ağır bedeller ödenerek kazanımlar elde edildi. Bu sayede Rojava, özgürlüğüne kavuştu. Ortaya konan devrimsel hamleler, sayısız çaba sonucu Rojava halkları daha ileri ve gelişkin bir sürece geldi. 

DİK DURUP BOYUN EĞMEYENLER[*]

 

 

“Yol daima ayaklarınızın altında,

rüzgâr daima arkanızda olsun.”[1]

 

“Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya savaşı yaklaşıyor.” Mu gerçekten de?

Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Medvedev, 11-12 Temmuz 2023 tarihlerinde Vilnius’ta gerçekleşen NATO Liderler Zirvesi’nde Ukrayna’ya yapıla gelen silah yardımlarının daha da arttırılması kararına ilişkin olarak şu değerlendirmede bulunmuş:

“Çıldırmış olan Batı, başka bir şey düşünemez oldu. Aptallık noktasına kadar en yüksek düzeyde öngörülebilirlik içerisindeler. Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya Savaşı yaklaşıyor.” (1)

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Halkın günlüğü gazetesinde yayımlanan bu makaleyi yerinde ve doğru tespitlerinden ayrıca Kaypakkaya'yı anlama ve algılama yönünden değerli bir yazı olması sebebiyle okumanızı tavsiye ederiz.

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Kaypakkaya’yı sevmek (Deniz Faruk Zeren)

Kim, ne zaman onun ismini ansa devletin en katı, en soğuk, en acımasız yüzüyle karşı karşıya kalıyor!

Kim ne zaman onun fotoğrafını assa, taşısa, devletin sorgularıyla, kelepçesiyle, zındanlarıyla tanışıyor!

Kim, ne zaman onu sevdiğini, izinde yürüdüğünü söylese vay haline!

Bu dünyada, bu ülkede sevilmesi suç olan kaç insan var?

On yıllar önce katledilmiş, katilleri açığa çıkarılmak bir yana korunup gizlenmiş, mezarına giden yollara bile karakollar kurulmuş, adına yazılan şarkılar yasaklanmış bu insan güzeli, İbrahim Kaypakkaya’yı sevmek neden suç?

“Özgür yaşa ya da öl” (Nubar Ozanyan)

Sömürgecilik pratiği ve politikası hemen her yerde ve anda benzerlikler taşımaktadır. Amerika’dan Fransa’ya, Hollanda’dan Portekiz-İspanya’ya uzanan sömürgeci tarihin işgal ve yıkıma dayalı ayak izleri hep aynıdır. Sözde yoksul ve geri kalmış ülkelere medeniyet götüren uygar ülkeler(!) sömürgeci tarihlerini kolonyal çıkarlarına göre yazarlarken yerli halklar ise tarihi direniş ve isyanla yazmaktadır. Bu hikaye, yeni biçim ve kodlarda sürdürülse de özü ve gerçekliği hep aynı kalmaktadır.

Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme ve ‘birlik” sorunu üzerine

  1. Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.

‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur.

Sınıf Savaşımı Uzun Bir Yürüyüştür

Bugün karşı karşıya olduğumuz yoksulluk tablosu, kapitalist gelişmenin ve sermaye birikiminin kaçınılmaz sonucudur. Yaratılan zenginlikler bir tarafta birikirken diğer tarafta ise yoksullaşma ve yıkım büyümektedir. Bu, kapitalizmin genel yasasıdır. Proletaryanın yoksullaşması, bir avuç egemen sınıfın ise zenginliğine zenginlik katmasıdır.

Sayfalar