Çarşamba Mayıs 8, 2024

Öncelikler yaşamda duruşu belirler! İsmail Cem Özkan

  

İnsanın yaşam kavgasında bazı şeyleri öncelikli görür ve o önceliklere göre duruşunu belirler. Kişisel tarihimiz içinde bir çok karmaşık olay içinde kendimize göre bazı şeyleri öncelikli olarak alır ve bazı şeyleri görmezden geliriz. Somut olaylar içinde somut duruma göre adım atarken bazı gelişmeleri görmezden gelip, hatta müttefik görüp işbirliği içinde önümüze gelen sorun ile mücadele ederiz. Her sorun özeldir ve o özel duruma göre tavır alır ve ona göre adım atar ve duruş belirleriz.

Yaşamın şablonu yoktur, hangi olaya nasıl davranacağımızı önceden bilemeyiz, duygusal tepkiler ile mantıklı görünen gerçekler üzerinden kendi gerçekliğimizi ortaya koyar ve adımlar (tepkiler) atarız. Herhangi bir olay göründüğü gibi olmadığı, geçmişi ve geleceği olduğunu ve olay bitmeden gerçek anlamda adlandıramayacağımızı biliriz ama elimizde değildir, olaylar yaşanırken kendimizce sonuçlar çıkarır ve sonuçların bizim lehimize olması yönünde tepkiler veririz. Adımları atarken önümüze gelebilecek sorunları minimize etmeyi ve o sorunu ortadan kaldırmayı hesaplarız. Kısaca kriz yönetimini iyi başarabilmemiz için iyi bir birikimimizin olması gereklidir. Hayata ve olaylara bakış açımız ne kadar geniş ise o kadar rahat sorunların üstesinden gelirken, açılmayan bir kapı önüne gelip sürekli omuz atarak o kapıyı açmaya çalışmak aslında krizi yönetemediğimizi ve hayatımızı karanlıklar içinde bıraktığımızı kanıtlar. Açılmayan kapı önünde radikal düşünceler içinde olursak aslında kendi kendimizi yok ettiğimizin farkına bile varmayız. Hayat içinde önümüzde binlerce kapı vardır, bazıları açılır, bazıları açılmaz. Açılan kapıdan geçilir ama açılmayan kapı önünde kalırsak hayat ve zaman bizim için durmuş demektir ama hayat farklı bir şekilde akmaya devam eder, geçer yanımızdan. Kriz yönetimi o yüzden çok önemlidir, hangi kriz karşısında olursak olalım önemli olan o krizi aşmaktır ama sol bugüne kadar önüne gelen krizler karşısında o kadar şanslı ve tutarlı olamamıştır, çünkü kriz koşullarını yaratan sol değildir, var olan girdap içine dahil olmuş ve o girdaptan çıkış yollarını el yordamı ile yapmaktadır. Her ne kadar krizler kapitalist sistemin kriz olmuş olsa da kapitalist sistemin yaratmış olduğu zemin içinde kavga edenler ister istemez bu krizlerden etkilenmekte ve ona göre tavır geliştirmektedir. Kapitalist sistem içinde kriz koşullarından müttefik ilişkisi içinde kurtulabilinir, çünkü bizim göremediğimiz alanları görebilen doğru ittifaklar hem zamandan hem de kriz yönetiminde başarılı olmamızı sağlar. Kriz koşullarında duygusal tepkileri en aza indirip, çıkarlarımızı ve beklentilerimizi gerçek anlamda ortaya koyduğumuzda tepkilerimizi sınırlayarak müttefik ilişkisi içinde başkaları ile birlikte sorunların üstünden gelebiliriz. Hiçbir siyasi organizasyon ya da birey tek başına sorunların üstesinden gelemez, komünal mücadele ederken ortak aklın nimetlerinden faydalanır… Organizasyon yaşayan bir hücredir ve bizim varlığımız ve yokluğumuz ile ortadan kalkmaz ama etkilenebilir, yön değiştirebilir.

Toplumsal olaylar içinde bir çok algı ile uyarılırız. Her algıyı algılama şansımız yoktur, bir anlamda modern dünya bizi algılar ile kör ederken düşünme kabiliyetimizi ve bir arada ortak iş yapma yeteneğimizi de elimizden almaktadır. Bireyselleştikçe sol kültürden uzaklaşmakta ve tüketici konumda olan bir rakama doğru indirgenmekteyiz. Bireyin özgürlüğü vurgusu yapılırken bile aslında özgürlük kavramının içi boşaltılmakta ve özgürlük kavramını sadece tüketim ile özdeşleştirilmektedir. Bireyin özgürlüğü kavramı bugün tüketim özgürlüğü olarak algılanır oldu. Seyahat etmek, bir yerlere gitmek, son çıkan teknoloji ürünü alabilmek, istediği yerde yaşamak gibi kavramların hepsinin temelinde her ne kadar soyut özgürlük kavramının gölgesi varsa da tüketin denmektedir. Tüketim özgürlüğü birey özgürlüğü olarak algılanması liberal düşünce yapısının temelini oluşturmaktadır.

Birey toplumun parçasıdır ve onun bütün kültürel özelliklerini üzerinde taşır. Toplumun biçimlendirdiği bireyin tek başına özgürlüğünün pek anlamı yoktur, çünkü toplumsal algı ve doğrular bireyin hayata bakışının sınırını belirlemekte ve özgürlük kavramı bireyden bireye, toplumdan topluma değişen tanımlar ile karşılaşabilirsiniz. Her ne kadar evrensel tanımlar var olsa da bazı evrensel tanımların bazı toplumlarda karşılığı yoktur. Seyahat etme özgürlüğü vize ile çevrelenmiş bir ülkede söz etmek ancak ülke içi seyahat özgürlüğü olarak algılanabilir. Protesto etme hakkı ülkemizde ülke siyasi idaresine darbe yapmak olarak algılanması gibi…

Ülkemiz içinde demokratik kitle örgütlerin yapmış olduğu etkinliklere polisin tavrı her daim tartışma konusu olmuştur, çünkü polis iktidara yakın olanlar ile iktidar karşısında olanları ayırmakta ve polis halkın polisi olmak yerine siyasi iradeye emir komuta zinciri içinde bağlı ve onun çıkarlarını koruyan konumdadır. Polisin siyasi tercihi elbette olaylar karşısında almış olduğu duruşu da belirler. Bu bilinmesine rağmen demokratik kitle örgütlerinin yapmış olduğu etkinliklere polisin saldırması üzerine "dinci yapılara polis saldırmıyor, bize neden saldırıyor" gibi karşılaştırma yapanlar hangi ülkede yaşadıklarını bilmiyorlar diye düşünüyorum... Polis, ‘devletin öz evladına ve rahatsız Sünni çoğunluğa neden saldıracak’ diye soru sormuş olsalar karşılaştırma yapmaktan hemen vazgeçerler. Zamanında doğru soru sormak, doğru çözüm yollarını açacaktır. Her sorunun pratikte başka bir karşılığı vardır ve o karşılıklardan birini tercih etme hakkı bizlerindir.

Bir çok kitle örgütü içinde yaşayan hiyerarşi ve yapılanma her ne kadar kendilerini özgürlük mücadelesi yapan olarak göstermiş olsa da aksine yaşanan kısa tarihine baktığımızda söylemlerinin tam tersi pratikleri ile karşılaşabilirsiniz. Kendi içinde özgürlüğü yaşamayan, her türlü farkı sese karşı tavır alanların özgürlük talepleri bana hep ikiyüzlü gelmiştir... Özgürlük için sokakta, meydanda birlikte yürüdüğüm bir çoğu “çok” yüzlü geliyor bana, sonuçta onlarda (katı ve keskin sınırları olan kitle örgütleri) kendi iktidarları içinde her türlü baskı yapma özgürlüğü için yürüyor! Var olan baskılardan ders alıp, insanları bunaltırsanız böyle olur yerine baskı yapma özgürlüğü için meydanlarda, siyaset arenasında olanların samimiyetine hiç inanmıyorum... Müttefik ilişkisinde samimiyete inanma kavramı yoktur, çıkarlar olduğu sürece ortak yolda yürünür, çıkarlar ayrıştığında ayrışılır.

Özgürlük kavgam, sadece yaşayan siyasi iktidar değil, tüm iktidarlara karşıdır.

Ülkemizde devlet çökmüş olmasına rağmen, boşluğu dolduracak yeni bir yapılanma (sistem) olamadığından boşluğu ölmüş olan devletin artıkları doldurdu... Özgürlük söylemleri ne yazık ki örgütlü bir şekilde ve sürekli olmadığı için devletin yıkılmasından olan boşluğu dolduramamış, özgürlük alanları yaratamamıştır. Sol, kendisini örgütleyecek yeni bir sistem yaratacak hedefe doğru kilitlenmemiş, tüketim çılgınlığı içinde kendi içinde düşünce ve insan tüketmekten öte bir adım atamamıştır. Sol, her türlü görüşün konuşulduğu, her türlü projenin hayata geçirildiği ama örgütlü gücü olamadığından hepsini yarım bırakan konuma itilmiştir. Örgütsüz sol yapıların yan yana gelip örgütlü güç olma deneyimleri başarısız olmuş olsa da bu deneyimden vazgeçilmedi, yalancı umutların oluşmasına neden olmaktan ve zaman kaybından başka işlevi olmayan girişimler sürekli hayata geçirilmiştir. Devletin yıkıntıları içinde var olan devlet mekanizması ve iktidar bu muhalefet yoksunluğundan dolayı iktidar gücünü kullanmaya ve krizden çıkmak için yollar aramaya devam etmektedir. 

Örgütlü olmayan bireylerin örgütlü gibi gözüküp, örgütsel ilişkiler içindeymiş gibi davranmasının sonucunda oluşan ortamda somut duruma somut tespit yapmak ile kalmışlar ve 11. tez’de felsefecilere söylendiği gibi değiştirmek için adım atılamamaktadır.  Rahatsızlıklar öne çıkarılıp, ortak olarak neler yapılabileceği ve kimler ile birlikte yürünebileceği tespit edilemeyen adımlar her daim boşluk içinde savrulmaya mahkumdur. Siyaset, müttefikler ilişkisidir, sürekli karşına birini alıp sürekli onu düşman olarak görmek değildir... Müttefik olarak göreceğiniz gruplar sizin amaçlarınıza hizmet edenler olacaktır. Elbette siyasetten karşı olduklarınız ile bir gün çıkarlar gereği yan yana gelme olasılığınız vardır...

Sistem ile uzlaşanları tarih pek yazmaz ama isyan eden ve isyanı için canını, düşüncesini değiştirmeyenleri tarihin sayfasında bulmazsanız bile destanlarda bulmaya devam edersiniz...

İsyan edenler düşünen insanlardır...

Biat edenler ve biat kültürünü savunanlar ile müttefik ilişkisi kuranlar, bir gün o mutlak biat içinde kendilerini biat eden bir obje olarak görme ihtimali yüksektir. Özgürlüğün sadece sözde kaldığı mücadele yönetmeleri, özgürlük getirmediğini yaşadığımız demokrasi, özgürlük, bağımsızlık kavgası içinde yaşayarak gördük.

     
48273

“Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya savaşı yaklaşıyor.” Mu gerçekten de?

Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Medvedev, 11-12 Temmuz 2023 tarihlerinde Vilnius’ta gerçekleşen NATO Liderler Zirvesi’nde Ukrayna’ya yapıla gelen silah yardımlarının daha da arttırılması kararına ilişkin olarak şu değerlendirmede bulunmuş:

“Çıldırmış olan Batı, başka bir şey düşünemez oldu. Aptallık noktasına kadar en yüksek düzeyde öngörülebilirlik içerisindeler. Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya Savaşı yaklaşıyor.” (1)

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Halkın günlüğü gazetesinde yayımlanan bu makaleyi yerinde ve doğru tespitlerinden ayrıca Kaypakkaya'yı anlama ve algılama yönünden değerli bir yazı olması sebebiyle okumanızı tavsiye ederiz.

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Kaypakkaya’yı sevmek (Deniz Faruk Zeren)

Kim, ne zaman onun ismini ansa devletin en katı, en soğuk, en acımasız yüzüyle karşı karşıya kalıyor!

Kim ne zaman onun fotoğrafını assa, taşısa, devletin sorgularıyla, kelepçesiyle, zındanlarıyla tanışıyor!

Kim, ne zaman onu sevdiğini, izinde yürüdüğünü söylese vay haline!

Bu dünyada, bu ülkede sevilmesi suç olan kaç insan var?

On yıllar önce katledilmiş, katilleri açığa çıkarılmak bir yana korunup gizlenmiş, mezarına giden yollara bile karakollar kurulmuş, adına yazılan şarkılar yasaklanmış bu insan güzeli, İbrahim Kaypakkaya’yı sevmek neden suç?

“Özgür yaşa ya da öl” (Nubar Ozanyan)

Sömürgecilik pratiği ve politikası hemen her yerde ve anda benzerlikler taşımaktadır. Amerika’dan Fransa’ya, Hollanda’dan Portekiz-İspanya’ya uzanan sömürgeci tarihin işgal ve yıkıma dayalı ayak izleri hep aynıdır. Sözde yoksul ve geri kalmış ülkelere medeniyet götüren uygar ülkeler(!) sömürgeci tarihlerini kolonyal çıkarlarına göre yazarlarken yerli halklar ise tarihi direniş ve isyanla yazmaktadır. Bu hikaye, yeni biçim ve kodlarda sürdürülse de özü ve gerçekliği hep aynı kalmaktadır.

Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme ve ‘birlik” sorunu üzerine

  1. Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.

‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur.

Sınıf Savaşımı Uzun Bir Yürüyüştür

Bugün karşı karşıya olduğumuz yoksulluk tablosu, kapitalist gelişmenin ve sermaye birikiminin kaçınılmaz sonucudur. Yaratılan zenginlikler bir tarafta birikirken diğer tarafta ise yoksullaşma ve yıkım büyümektedir. Bu, kapitalizmin genel yasasıdır. Proletaryanın yoksullaşması, bir avuç egemen sınıfın ise zenginliğine zenginlik katmasıdır.

KATLİAMININ 30. YILINDA MADIMAK VE ES GEÇİLEN BAŞBAĞLAR.

Sözüm öncelikle komünist ve sol- sosyalist kesime: Ne zaman gerçek anlamıyla adil olmayı ve çifte sıtandartçı yaklaşımları terk etmeyi başaracağız acaba? Ne zaman 'bizim cenah' dediğimiz kesimlerce de  halka karşı işlenmiş ağır  suçları tereddütsüzce kınayacağız acaba?

Çok genelleme yaparak, üzerinde durmak istediğim esas konuyu bunun gölgesinde silikleştirmek  istemiyorum.

Her 2 Temmuz'da Madımak katliamı kınanırken; Başbağlar katliamı neden sessizce es geçiliyor acaba?

Komünistlerin Birliği Çağrılarına Dair

MKP’li arkadaşlar, arada kısa molalar vermekle birlikte, uzunca bir süreden beridir ki komünistlerin birleşmesi gerektiğine dair çağrılar yapmaktalar. Ve mütemadiyen yakınıp durmaktalar: "Muhataplarımızdan yanıt alamıyoruz" diye. 

Evet, görüldüğü kadarıyla muhatapları bu çağrılara ilgisiz olmalılar ki, yanıt vermiyorlar. MKP’li arkadaşlar da kendilerince bir basınç oluşturma adına; adeta Temcit pilavı misali, her fırsatta bu çağrılarını yinelemekte ve muhataplarını kamuoyuna şikâyet edip durmaktalar.

Aşka ve Hayata Dair Tutkulu Dizeler

“Şiirsiz toplum eksiktir.

Şiirsiz insan yalnızdır.”[1]

 

İzmir’in Şakran 2. Nolu T-Tipi Zindanı’nda yatan Hasan Şeker’in, ‘İki Acı Esinti’[2] başlıklı şiir kitabı; aşka ve hayata dair tutkulu dizeleriyle çıkageldi postadan…

Avrupa da İbrahim olmak!

18 Mayıs 1973‘den bugüne Kaypakkaya yoldaşın işkencede katledilişinin ellinci yılı.

50 yıldır söndürülemeyen meşaledir İbrahim Kaypakkaya!! Bu yazının amacı İbrahim Kaypakkaya‘yı anlatmak değil, Onu anlatan onlarca yazı yayınlandı bu yazı da başlıktan da anlaşılacağı üzere İbrahim Kaypakkaya‘yı Avrupa‘da anan ardıllarının pratik, teorik düzlemde, Kaypakkaya‘yı nasıl andıkları? Neyi, nasıl, ne kadar anladıklarını  irdelemek  bu yazının amacı.

“Devrimci Eylem Birliği” ve “Kaypakkayacı Güçlerin Birliği” Meselesi

Türk hakim sınıfları cumhuriyetlerinin ikinci yüzyılına hazırlanırken kendilerini yeniden örgütlüyorlar. Coğrafyamız komünist hareketinin önderi İbrahim Kaypakkaya yoldaşın Amed zindanında 18 Mayıs 1973 tarihinde katledilmesinin 50. yılında sınıf düşmanlarımız ikinci yüzyıllarına hazırlanıyor.

Sayfalar