Pazar Mayıs 19, 2024

Sevgili Sarkis,/ GARİNE SEROPYAN

Bir yazının, en azından edebi açıdan düzgün bir yazının giriş, gelişme ve sonuç bölümleri olur. Kısa süren okul maceranda bunu öğrenememiş olabilirsin ama bir hayat süren kendi maceranda, kendi eğitimini kendi tamamlayan bir buzdolapçı ustası olarak, hadi olmadı sonradan olduğun gazeteci sıfatınla, bunu kesin öğrenmişsindir. Bize okulda kafamıza vura vura öğrettiler bunu. Öğrettiler de ne oldu? Girişi ve gelişmesi olmayan bir sonuçtan başlıyoruz yaşamaya senin gidiş maceranı, tüm dilbilgisi kurallarının ihlali eşliğinde. Darmadağın kafalarımızın kâğıda dökümünün de düzgün olamayacağı aşikâr.

Giriş: Dördüncü evreye gelene kadar bahsetmediğin kanserin teşhisi

Anlayamamışız... Anlat(a)mamışsın... Ocak ortası, hayır, tam olarak 19 Ocak’ta başladığın “Midemde bir ağrı var, ama Manişağa söylemiyorum, üzülmesin” söylemlerinin son hali, 16 Mart Pazartesi günü, hani o sadece bir sayı çıkarıp sonra tetkikler için Şişli Etfal’in yollarını aşındırdığın haftadan sonra, günübirlik uğrayıp birden ‘sustuğun’ o gün, benimle telefonda 10 dakika boyunca konuşmaya çalışıp sustuğun, “Ha Garine tun es, ha ıse, ayo...” dışında, nefes nefese nasıl zorlanarak söylediğini hissettiğim “Hiç keyfim yok bugün” cümlesi oldu.

Önce kızdın sandık. Taşınmaya kızmış olamazdın. Çünkü çok ama çok uzun bir zamandır bana şevkle anlatıyordun yeni yeri. Konferans salonunu, kütüphaneyi, kütüphanedeki kitapları düzenlemek için Beyrut’tan gelen çocuğu, yeni binayı... Gözümün önünde zaten anlattıklarınla ‘yeni yer’, henüz görmemiş olsam da, muhtemelen hiç görmek istemiyor olsam da.

Sonra yorgunsun sandık. Ben telefonda çok üzgünsün sandım. Ağlamaklıydı sesin bana.

Meğer konuşamıyormuşsun. Sonra bir hafta boyunca, sen konuşmaya, dilinden dökülemeyen kelimeleri zorla çıkarmaya çalışırken, ellerin başında, alnında, gözlerinde o hallerini gördüğümde anladım. Özellikle telefonda cevap vermekte zorlanıp tekrara, yanlış kelimelere düştükçe zorlanan o dilinden çıkmayan kelimeler, cümleler, ömrünün son yıllarını anlatmaya adamış bir adamı nasıl delirtir, en büyük deşarj şekli anlatmak olan bir masalcıyı nasıl aciz kılar, işte ben o zaman gördüm gözlerimle. Görmek acıydı, ama ızdırabını anlayıp da bir şey yapamamak, inan ondan da acıydı.

Çok sustun ondan sonra. Bir daha konuşmayacakmış gibi sustun. Çok değil, iki gün sonra yanındaydım. Gelmeye çok korktum açıkçası. Maalesef haddinden fazla zeki bir adamdın ve muhtemelen beni gördüğünde aklına ilk gelecek şey “Ölüyorum da mı kız geldi çoluk çocuğunu bırakıp?”, ki biliyorsun, yayamın cenazesine bile gelememiştim “çoluk çocuğumu bırakıp”. Bunu bile göze aldım da geldim. İçeri girdiğimde Doktor Erdinç Bey muayene ediyordu seni. Geldim, sarıldık, sarmalaştık yıllardır görüşmemişiz gibi. Kemiklerini hissetti ellerim ilk kez hayatımda. Kürek kemiklerin kollarıma battı sana sarıldığımda. Beni gördüğünde gülen gözlerin olmasa hüngür hüngür ağlamaya başlayacaktım, “Ne oldu sana?” diye. Tuttum kendimi. Susman psikolojik mi, anlayabilmek için çok basit bir soru sordum: “Eee, ov egav aysor?” Cevabın açık ve netti. Gözlerinle doktoru göstererek “Ov bidi ka, as hayvanatı egav.” Bu kısacık ilk cümlenle, aslında bana “Bana bak... Nereden, kimden çıktığını unutma sakın, ve sakın beni denemeye kalkma!” dedin. Anladım ben seni. Ondan sonra merak ettiğim her şeyi açık açık sordum sana, hiç teklemeden. Sadece bildiklerimi anlatırken biraz tekledim. O kadarına da lütfen müsaade et, zorlanmak da insanlar için ve inanmayacaksın ama, ben de insanım!

Teşhisin, araya giren tanıdıklar sağ olsunlar, çok kısa sürdü. Daha doğrusu, zaten malumun ilanı gibi oldu son biyopsi raporun. O hayvanat dediğin Dr. Erdinç zaten teşhisi, algıları çok kuvvetli biri. Her dediği adım adım çıktı. Aslında tam da kitaplardaki gibi oldu teşhisin. Kitap gibi adamdın ya, düzgün yazılmış bir kitap gibi aşikârdı hastalığının aşamaları. Bir tek şey önümüze taş koydu: Korkunç yüksek bir ağrı eşiğin varmış. İkinci, hadi bilemedin üçüncü evrede dayanılmaz ağrılarla ortaya çıkan pankreas kanseri, sen “ah” dediğinde zaten dördüncü evredeymiş. Ve son gününe kadar Minoset’le idare ettik; bırak morfini, parasetamolden bir gıdım ileri gidemedik.

Araya giren tanıdık diyordum... Eğer Ani Tantiğim olmasaydı, muhtemelen sen son biyopsiyi bile yaptıramamış, teşhisinden bihaber gitmiş olacaktın. Hani derler ya, dostlar sağ olsun, aynen öyle olsun işte.

Gelişme: Hastane haftamız

Benim geldiğim akşam, bu susmanı, daha doğrusu konuşamamanı pek hayra yoramadığımızdan, Dr. Erdinç’in önerisiyle “Bir MR’a sokalım” dedik. Çarşamba akşamı yine ‘tanıdıklar sağ olsun’, hemen doktorlarla, Başhekim’le görüşüldü. “Perşembe sabahı gelsin” dediler. Ama daha önemli bir şey vardı. Artık ilgilenmediğin cep telefonuna bir mesaj gelmiş. Şişli Etfal’den. Biyopsi raporun çıkmış. Gecenin bir yarısı internetten herkesi, her şeyi zorladık. Olmadı, ulaşamadık rapora. Perşembe sabahı apar topar önce Etfal’e gidip, dörde katlanmış bir A4’teki ölüm fermanını okuduk, yarısını anlar yarısını anlamaz halde. Sonra bizim hastaneye gittik. Ve ‘iyileşme’ sandığımız gidiş sürecin başladı. Önce çok kızdın bize, küstün. İlk iki gün sancılıydı. Yemekler tatsız tuzsuz, ilaçlar acı, hemşireler haşin, doktorlar kötü, her şey kötüydü. Sana göre elbette. Bu konuda hemfikir olduğumuz tek nokta, yemeklerin tatsızlığıydı. Koskoca gurme Seropyan’a tuzsuz yemek verilmez! Çarpılır insan. Doktorunla konuştum, “Yahu merelıs bak doktor, bu adama işkence etmeyin, ne olur, adam bildiğin gurme, n’olur buna azıcık tuz verin. Tansiyon ilacı alıyor nasılsa” dedim. Resmen yalvardım adama. Öncesinde de, hani olur da izin vermez diye ben tuz stokladım odanda, sakladım çekmeceye çaktırmadan. Ama doktorun gayet insaflı çıktı, günde 1 grama izin verdi. Kalan 2 gramı da ben kaçak tuzlarla telafi ettim. Gözünün önünde döküyordum tuzu, inan diye. Çünkü o kadar inanmaz haldeydin ki... Haklıydın da. Ama inan, yalanım yoktu, sadece eksik anlattım, ki son gün eksik anlattıklarımı da tamamladım, vicdanım rahatladı.

Küstün dedim ya, şahit tuttum kendime. Yemin ederim biliyordum küstüğünü. “Yazın mangal yapacağız Baron, hadi iyileş” dedi Gökhan. Boş boş baktın. Boş değil, gayet doluydu aslında. Kısaca “Hadi oradan sen de, yazı göremeyeceğim ki ben” dedin sen gözlerinle, okudum ama görmezden geldim, görmek istemedim, inanmak istemedim, ondan. Sonra ben atladım tabii, mangal duyunca durur muyum? “Aaa, ben de geleceğim çocuklarla yaza, yaşasın mangal!” deyivermişim. Sonra, biliyorum ya olacakları, gözlerine baka baka sordum “Gelebilir miyim?” Önce kaşların kalktı sorar gibi, düşündün, kaşlarını iyice kaldırdın, “Hayır” dedin resmen. Sonra “Peki, çocuklarla Boğos gelsin mi mangala?” diye sordum. Hiç düşünmeden kafanı salladın, gelsinler manasında. Şahidim var, Kemal Gökhan Gürses ve Özlem Dalkıran. Bu da böyle biline... Söz uçar yazı kalır ya, bu da kalsın burada. Yok, hayır, kırılmadım; bilirim, bensiz rakıya mangala razı gelmez o yumuşacık kalbin. Ama geyiğin boynuzunu uzun süre iyi de kırdık “Bu adam beni mangala istemiyor, damatla torunları istiyor” söylemiyle.

Bir de Cumartesi ve Pazar günkü gezmelerimiz ve ziyaretçilerimiz pek keyiflendirdi bizi. Ha, bir de Newroz. Cumartesi berber geldi. Sinekkaydı traş etti, top sakalından kalan yanaklarını. Ellerine sağlık, cillop gibi oldun misafirler gelmeden. Sonra giyindik kuşandık, hemşireye çaktırmadan da serumun musluğunu azcık açtık ki çabuk bitsin, sen de böylece kendine geldin, yüzün güldü. Gelen gidenle eğlencemiz pek hoş oldu. Ama özellikle koridordaki koltuklara oturup, hastalığının sebep olduğu dalgınlıkla camdan görünen, karanlık basınca üzerinde kırmızı ışıklar yanıp sönen o üç gökdelen o kadar güldürdü ki bizi... Pazar günü sabahın köründe geldik hastaneye. Kapıya kadar yayılmış Newroz şenlikçileri o kadar rengârenk, o kadar şahane duruyordu ki, üşenmedim, iki puşi aldım. Birini attım çantama, diğerini boynuma. Çokbilmiş oğlun “Kızım, almazlar hastaneye seni böyle, manyak mısın nesin” diye uyarsa da dinlemedim. Sabahın sekizinde, yememiş içmemiş güvenlik görevlileri, dört gündür aşındırdığım girişte önüme atladılar “Nereye?” diye. Bende cevap hazır: “Babama, ne vardı?” Politik ve polisiye konularda benden tırsık olan oğlun “Hasta ziyaretine” diye düzeltince içeri, girmemize izin verdi güvenlikçi şekilci abi. Sonra da, son fotoğraflarımız olduğunu bilmeden, puşili anlarımızı ölümsüzleştirdik, asıl ölümün bu kadar yakın olduğunu bilmeden. Çok yakınmış şerefsiz.

Hastane süreci elbette neşeli anlardan ibaret değildi. Koluna takılı serumun asılı olduğu direk hareketlerini engelledikçe, kolundaki iğne uyumana mani oldukça kızıyordun bana, seni hastaneye yatırdım diye. Ama çarem yoktu. MR’da beynindeki onlarca emboliyi gözlerimle gördüm ben. O embolileri dağıtıp ya da bir noktaya toparlayıp, ani oluşup kansere gol atacak pıhtıyı engellemek için kortizon vermeleri gerekiyormuş. Diyabetik olduğun için ve pankreas da iflas ettiği için şekerin de fırlayabilirmiş. Çaresi vardı elbette, o beyaz saçlı tonton doktor “Şeker yükselirse insülin veririz yaaa, ne dert edeceğiz, ne var ki şekerde!” dedi. İşte bu yüzden kaldık hastanede Baron Seropyan. Ve aynı söz verdiğim gibi, Salı günü de çıktık geldik eve. Sen Agos’a gitmek istedin. Gerçekten istedin ama maalesef ödemler, pankreas, karaciğer, safra kesesi, midendeki “yumuşak dokulu zararsız(!) kütle” müsaade etmedi. Salı günü girdiğin evinde huzur içinde geçirdin son günlerini. Ağrı eşiğin o kadar yüksekmiş ki, morfinlerle kıvranan insanların geçirdiği dönemi sen Minoset’le kotardın.

Sonuç: Son

Evet, dolu dolu geçirdin yıllarını, bu da züğürt tesellimiz olsun. Son günlerini bile dolu dolu geçirdin. Efendiliğinden bir şey kaybolmamış; farkındaydın çünkü ve an be an arkanda kötü anı bırakmamak içindi çaban. En sevmediklerinle bile güler yüzle konuştun, kelimeler çıkamasa da ağzından sesli olarak, gözlerinle konuştun susarak. Nasıl demiştin Rakel’e? “Bazen susmak, konuşmaktan daha çok şey anlatır.”

Elden ayaktan düşmek, aklın gayet başındayken ‘bunadı’ damgası yemek istemedin çünkü, farkındaydım. En baba onkolog profesör, dördüncü evredeki pankreas kanseri için, sadece acıları hafifletecek en zararsız ilaç tedavisini önerirken, ben az da olsa umutlandım, sana anlattığımda ise gülerek “Tamam” dedin, kabul ettin tedavi olmayı hastane koridorunda. Müdahale edemeyeceğimizi biliyordun çünkü.‎ Yine geçtin dalganı ölümle. “Ben gidiciyim” derken biliyordun gideceğini bal gibi, kaldı ki, ne yazık ki kandıramayacağımız kadar zeki, bizden gayri kimsenin anlayamayacağı kadar aklı gayet başındaydın. Aman iyi, gidecektin, anladık, ama kanserden de gitmedin, yenik düşmedin o halta. Emboli götürdü seni.

Ama ne temiz ölüm...

Tûba Abla (Çandar) ziyaretindeymiş. Birden ellerin soğumuş. Terlemeye başlamışsın. Hani ecel teri var ya, o gerçekmiş işte. Kaçınılmaz sona sevdiklerinle, huzurla kavuşmuşsun sessizce.

Günler önce, senin iyi olmadığını söylediklerinde, kendimi bir kâbusun içinde hissetmiştim. Sanki uyanacaktım, ter su içinde, bir ferah oh çekecektim, bitti diye. En kötü yolculuğum sanmıştım sana ilk gelişimdeki o Zürih-İstanbul uçuşunu. Meğer kâbusun son penaltısı bu gelişimmiş. Bildiğin cenazene geldim yahu, ötesi var mı?

Daha 80. doğum gününe sürpriz parti yapacaktık, haftaya çocuklarla gelecektik, bekleyecektin...

Çantamı boşaltırken yan cepten senin yeşil 0,5 kalemin düştü, ajandanın üstündeydi, bir şey yazmak için yürütmüşüm. Görsen nasıl kalaylardın, “Ulan memlekette kalem mi kalmadı benimkine konuyorsun?” diye. Bense doktorların söylediği her bir şeyi o kalemle not aldım, kâh telefonda, kâh karşılıklı konuşmalarda. Sanki üstünden silgi geçince silinecekmiş gibi her şey. Şaka gibi her şey. Hâlâ, kalkıp, “Bak, ayaktayım yine” demeni bekliyordum, umudu sıfırlamışken bile.

Hep düşündük yıllardır karı koca, ara ara da dillendirdik karşılıklı. Ya birine “bir şey olursa” ne yapacak, nasıl söylenecek bana? Düşünceli adammışsın, hazırladın sona bizi. Ya da senin niyetin oydu ama kısmette hazır olmamak varmış henüz gidişine. Çarşamba günü döndüm. Cumartesi akşamüstü aldık haberi. Çıldırmanın eşiğini çoktan aşmışken ben, kendimi paltomu ayakkabılarımı giymeye çalışırken buldum. Kesik nefesimle son kelimelerimi söylemeye çalışır gibi “Gidiyorum ben, babama gideceğim” diye sayıklıyordum. En son hatırladığım bu en azından. Sonra bir sakinleşme süreci başlamak zorunda kaldı. İki el kadar bebe vardı evde çünkü, ölüme daha hazırlıklı, daha kabullenmiş ve benden daha olgun. Okulda öğrenmiş büyük torunun, duyunca bana sarıldı, “Ölüm çok kötü ama ölüm de hayata ait mamacım” dedi. Yok, hayır, su koyvermedim. Gayet metanetliydim. Ta ki Pazar akşamı eve girene kadar. O yolu nasıl geldim hatırlayamıyorum ama eve girdiğimde salon hınca hınç dolu, arka planda senin sesin, korkunç bir ortam vardı. Millet gözleri kıpkırmızı, ayaklarda galoşlar, gelip gelip bana sarılıp ağlayanlar, ne olduğumu şaşırdım. Ben herkes sarılmayı bitirse de odana gelip seni görsem diye düşünürken birden aramızda olan sana ait tek şeyin, laptopun hoparlöründen gelen sesinin olduğunu fark ediverdim.

Sonra hazırlık süreci başladı. Hangi kilise, kaç kokart, kaç papaz, kaç kahve, kaç paket pötibör bisküvi...

Şimdi ise, sırtımı yasladığım çınarın yokluğunun hissettirdiği bir sırt ağrısı, içimdeki o kocaman boşluğun yarattığı kalp ağrısı, ve engel olamadığım, geciktiremediğim bir ölüm, tıpkı diş ağrısı...

Çok bekletmeyiz seni, merak etme. İki sallan üç oyalan, su gibi geçer zaman. Sensiz azcık üşürüz, bolca öksüz hissederiz, ama torununun dediği gibi, “Ölüm de hayata ait”, bir şekilde idare ederiz.

 

53839

Misafir yazarlar

Güncele iliskin yazilariyla sitemize katki sunan yazar dostlarimiza ait bölüm

Son Haberler

Sayfalar

Misafir yazarlar

Yavuz Proletarya Ev Sahibini Bastırırmış

-Seçimleri Boykot-

Zavallı kılıçdaroğlu.

Kazanınca (parlamentarizme) geçmeyi başarabilince) kazanabilmek için yaptığı her şeyin anlamsızlaşacağıyla o kadar ilgilenmişti ki ...

Aman neyse biz proletaryalara ne.

Ulusalcıların - sosyal demokratların ağır bedellerle anlamsızlaştırdığı parlamentarizm komplolarla tarihin tozlu sayfaları içerisinde kaybolup giderken...

imamoğlu'nun şapkada çıkardığı tavşan özgür özer'e eşbaşkan'ım diyerek itibar kazandırma yarışına düşen dem'liler ile...

Tarih bilgisi ve gelecek tasavuru (Deniz Aras)

Geçtiğimiz hafta içinde bir dönem TC içişleri memuriyeti görevinde bulunan ve bu “vatani görevi” sırasında devletin başta gözaltında kaybetmeler olmak üzere Kürt halkına ve devrimcilere yönelik katliam saldırılarını sürdürmesini “başarı”yla yerine getiren, günümüzde özü başına muhalif bir faşist partinin lideri Meral Akşener’in “mertçe cinayet” sözü çok konuşuldu.

Ermeni bir devrimci: LEVON EKMEKÇİYAN (Nubar Ozanyan)

Özgürlük uğruna yürütülen savaşımda her savaşçının önüne çıkan tehlikeli yol ayrımı ve kararlardan biridir “Ya onurunu ayaklar altına alıp teslim olacaksın! Ya da ölümlerden ölüm beğenerek direneceksin.” Levon Ekmekçiyan birkaç günlük yaşam uğruna kendini düşmana satmadan yaşamayı esas aldı. Düşündü fedailerin komutanı Kevork Çavuş’u, Antranik Ozanyan’ı, Mariam Çilingiryan’ı ve yanıbaşında çatışmada şehit düşen yoldaşı Zohrab Sarkisyan’ı. Sonra çocukluğunda anlatılan ve dinlemekte zorlandığı soykırım hikayelerini. Hangi Ermeni gencinin yüreği yaralı hafızası intikam dolu değildir ki?

“Unutturulan” Bir Devrimcinin Ardından 29 Ocak 1983, Kanlı Şafak

Çeşitli milliyetlerden Türkiye halkının başına kara bulut gibi çöken 12 Eylül Askeri Faşist Diktatörlüğü’nün elebaşı olan Kenan Evren, Muş halkına yaptığı ve tarihe geçen konuşmasının bir bölümünde “Asmayalım da besleyelim mi?” sözünü, Ermeni devrimci Levon Ekmekçiyan için söylemişti.

12 Eylül faşist cunta yılları idamların, işkencelerin, gözaltında kayıpların, vatandaşlıktan atılmaların, azgın devlet terörünün yaşandığı yıllar olmuştur. Bu dönemde siyasi nedenlerle aralarında 17 devrimcinin de olduğu 51 kişi idam edilerek katledilmiştir.

Almanya'da Faşizme Karşı Kitlelerin Büyük Protestosu

Alman emperyalist burjuvazisi, son yıllarını ekonomik kriz içinde geçirdi ve bu krizi savuşturabilmiş değildir. Tersine, giderek derinleşmektedir. Kendileri için söylenen “Avrupa'nın hasta adamı” sözüne karşı, ekonomi bakanın Lindener'in doğrudan ağzıyla; “hasta değil, yorgun adamı” olduğunu kabul etti.

Çutakımız Hrant (Nubar Ozanyan)

Soykırımcıların, hafıza katillerinin tüm çabalarına karşın Ermeni halkının ve ilerici insanlığın hafızasında halen dipdiri olan Hrant Dink; özgürlüğün ve adalet arayışının simgesi olarak anılmaya devam ediyor. Yüzbinlerin hem kalbine hem de duygularına bu denli etkili ve sarsıcı dokunmayı başaran Hrant Dink, bu gücü Ermeni soykırım gerçekliği kavrayışından, özgürlüğe ve adalete olan güçlü inancından, tutarlı duruşundan alıyordu.

Bir Sol Liberal Aydının Ezilen Ulus Milliyetçiliği Temelinde Ulus Sorununa Yaklaşımının Eleştirisi

Giriş:

Uluslar kapitalizmin şafağında ortaya çıkmıştır. Ancak, kapitalizmin emperyalizme evrilmesiyle de ulusal sorunlar çözülebilmiş değildir. Hala ezilen uluslar ve bunların kendi kaderlerini özgürce tayin etme mücadeleleri sürmektedir. Özellikle emperyalizmin ortaya çıkmasıyla birlikte, ezilen ulus sorununun çözümü doğrudan proleter devrimlere bağlanmıştır.

Dağın Sara’sı (Sakine Cansız), Nubar Ozanyan

Aradan yıllar geçse de direngenliğin hikayesini yazan Sara (Sakine Cansız), unutulmadan konuşulup anılıyorsa bu onun istisna bir kişilik olduğunu gösterir. Unutulmayacak kadar değerli çalışmalar yürüten, her dönem geride okunacak notlar bırakan Sara, Kürt Özgürlük Hareketi’nin öncü soluğu olmayı başarmış bir devrimcidir.

Cüret edip özneleşelim, kurtuluş için örgütlenelim ve hep birlikte devrimle özgürleşelim!

– Merhaba, kendinizi tanıtır mısınız?

– Merhabalar, ben Rosa Avesta, TKP-ML Komünist Kadınlar Birliği (KKB) temsilcisiyim.

– TKP-ML KKB olarak 5 Mayıs 2023 tarihinde yaptığınız açıklamada 1. Kongrenizi yaptığınızı açıkladınız. Bu Kongreye gelinceye kadar geçen süreci özetleyebilir misiniz?

Sosyalizm Bayrağının Arkasına Saklanan Sosyal Şovenizm!

Yerel seçim süreci, egemen sınıflar arasındaki kapışmanın yeni adresi olarak giderek ısınan bir gündem olarak karşımıza çıkıyor.

2023 Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimlerinde AKP-MHP faşist ittifakı ve merkezinde CHP’nin yer aldığı “Millet İttifakı” arasındaki mücadeleden ilki ezici bir üstünlükle galip çıktı. Daha doğrusu, devlet aklı, önümüzdeki dönem için yola “CHP’nin de onayıyla” Türk-İslam senteziyle, gerici ve faşist bir ittifakla devam etme kararı aldı.

Vahşet ve zulümle biten yıllar (Nubar OZANYAN)

Yeni yıl ezilen halklara yenilik adına bir şey getirmedi. Zulmün bir devamı, vahşetin bir tekrarı yeniden yaşatılıyor. Dünyanın muktedirleri, sermayenin generalleri Orta Doğu’yu yeniden paylaşmak, hegemonyalarını pekiştirmek için her gün daha fazla sayıda savaş gemisini denizlere sürüyorlar. En kıyıcı silahlarını yeni bir paylaşım savaşı ve çatışmaları için hazırlıyorlar. Filistin, Kurdistan, Ukrayna savaşın ve çatışmaların en sert ve en tahripkar geçtiği ülkeler olma gerçekliğini korumaya devam ediyor.

Sayfalar