Pazar Mayıs 26, 2024

Sevgili Sarkis,/ GARİNE SEROPYAN

Bir yazının, en azından edebi açıdan düzgün bir yazının giriş, gelişme ve sonuç bölümleri olur. Kısa süren okul maceranda bunu öğrenememiş olabilirsin ama bir hayat süren kendi maceranda, kendi eğitimini kendi tamamlayan bir buzdolapçı ustası olarak, hadi olmadı sonradan olduğun gazeteci sıfatınla, bunu kesin öğrenmişsindir. Bize okulda kafamıza vura vura öğrettiler bunu. Öğrettiler de ne oldu? Girişi ve gelişmesi olmayan bir sonuçtan başlıyoruz yaşamaya senin gidiş maceranı, tüm dilbilgisi kurallarının ihlali eşliğinde. Darmadağın kafalarımızın kâğıda dökümünün de düzgün olamayacağı aşikâr.

Giriş: Dördüncü evreye gelene kadar bahsetmediğin kanserin teşhisi

Anlayamamışız... Anlat(a)mamışsın... Ocak ortası, hayır, tam olarak 19 Ocak’ta başladığın “Midemde bir ağrı var, ama Manişağa söylemiyorum, üzülmesin” söylemlerinin son hali, 16 Mart Pazartesi günü, hani o sadece bir sayı çıkarıp sonra tetkikler için Şişli Etfal’in yollarını aşındırdığın haftadan sonra, günübirlik uğrayıp birden ‘sustuğun’ o gün, benimle telefonda 10 dakika boyunca konuşmaya çalışıp sustuğun, “Ha Garine tun es, ha ıse, ayo...” dışında, nefes nefese nasıl zorlanarak söylediğini hissettiğim “Hiç keyfim yok bugün” cümlesi oldu.

Önce kızdın sandık. Taşınmaya kızmış olamazdın. Çünkü çok ama çok uzun bir zamandır bana şevkle anlatıyordun yeni yeri. Konferans salonunu, kütüphaneyi, kütüphanedeki kitapları düzenlemek için Beyrut’tan gelen çocuğu, yeni binayı... Gözümün önünde zaten anlattıklarınla ‘yeni yer’, henüz görmemiş olsam da, muhtemelen hiç görmek istemiyor olsam da.

Sonra yorgunsun sandık. Ben telefonda çok üzgünsün sandım. Ağlamaklıydı sesin bana.

Meğer konuşamıyormuşsun. Sonra bir hafta boyunca, sen konuşmaya, dilinden dökülemeyen kelimeleri zorla çıkarmaya çalışırken, ellerin başında, alnında, gözlerinde o hallerini gördüğümde anladım. Özellikle telefonda cevap vermekte zorlanıp tekrara, yanlış kelimelere düştükçe zorlanan o dilinden çıkmayan kelimeler, cümleler, ömrünün son yıllarını anlatmaya adamış bir adamı nasıl delirtir, en büyük deşarj şekli anlatmak olan bir masalcıyı nasıl aciz kılar, işte ben o zaman gördüm gözlerimle. Görmek acıydı, ama ızdırabını anlayıp da bir şey yapamamak, inan ondan da acıydı.

Çok sustun ondan sonra. Bir daha konuşmayacakmış gibi sustun. Çok değil, iki gün sonra yanındaydım. Gelmeye çok korktum açıkçası. Maalesef haddinden fazla zeki bir adamdın ve muhtemelen beni gördüğünde aklına ilk gelecek şey “Ölüyorum da mı kız geldi çoluk çocuğunu bırakıp?”, ki biliyorsun, yayamın cenazesine bile gelememiştim “çoluk çocuğumu bırakıp”. Bunu bile göze aldım da geldim. İçeri girdiğimde Doktor Erdinç Bey muayene ediyordu seni. Geldim, sarıldık, sarmalaştık yıllardır görüşmemişiz gibi. Kemiklerini hissetti ellerim ilk kez hayatımda. Kürek kemiklerin kollarıma battı sana sarıldığımda. Beni gördüğünde gülen gözlerin olmasa hüngür hüngür ağlamaya başlayacaktım, “Ne oldu sana?” diye. Tuttum kendimi. Susman psikolojik mi, anlayabilmek için çok basit bir soru sordum: “Eee, ov egav aysor?” Cevabın açık ve netti. Gözlerinle doktoru göstererek “Ov bidi ka, as hayvanatı egav.” Bu kısacık ilk cümlenle, aslında bana “Bana bak... Nereden, kimden çıktığını unutma sakın, ve sakın beni denemeye kalkma!” dedin. Anladım ben seni. Ondan sonra merak ettiğim her şeyi açık açık sordum sana, hiç teklemeden. Sadece bildiklerimi anlatırken biraz tekledim. O kadarına da lütfen müsaade et, zorlanmak da insanlar için ve inanmayacaksın ama, ben de insanım!

Teşhisin, araya giren tanıdıklar sağ olsunlar, çok kısa sürdü. Daha doğrusu, zaten malumun ilanı gibi oldu son biyopsi raporun. O hayvanat dediğin Dr. Erdinç zaten teşhisi, algıları çok kuvvetli biri. Her dediği adım adım çıktı. Aslında tam da kitaplardaki gibi oldu teşhisin. Kitap gibi adamdın ya, düzgün yazılmış bir kitap gibi aşikârdı hastalığının aşamaları. Bir tek şey önümüze taş koydu: Korkunç yüksek bir ağrı eşiğin varmış. İkinci, hadi bilemedin üçüncü evrede dayanılmaz ağrılarla ortaya çıkan pankreas kanseri, sen “ah” dediğinde zaten dördüncü evredeymiş. Ve son gününe kadar Minoset’le idare ettik; bırak morfini, parasetamolden bir gıdım ileri gidemedik.

Araya giren tanıdık diyordum... Eğer Ani Tantiğim olmasaydı, muhtemelen sen son biyopsiyi bile yaptıramamış, teşhisinden bihaber gitmiş olacaktın. Hani derler ya, dostlar sağ olsun, aynen öyle olsun işte.

Gelişme: Hastane haftamız

Benim geldiğim akşam, bu susmanı, daha doğrusu konuşamamanı pek hayra yoramadığımızdan, Dr. Erdinç’in önerisiyle “Bir MR’a sokalım” dedik. Çarşamba akşamı yine ‘tanıdıklar sağ olsun’, hemen doktorlarla, Başhekim’le görüşüldü. “Perşembe sabahı gelsin” dediler. Ama daha önemli bir şey vardı. Artık ilgilenmediğin cep telefonuna bir mesaj gelmiş. Şişli Etfal’den. Biyopsi raporun çıkmış. Gecenin bir yarısı internetten herkesi, her şeyi zorladık. Olmadı, ulaşamadık rapora. Perşembe sabahı apar topar önce Etfal’e gidip, dörde katlanmış bir A4’teki ölüm fermanını okuduk, yarısını anlar yarısını anlamaz halde. Sonra bizim hastaneye gittik. Ve ‘iyileşme’ sandığımız gidiş sürecin başladı. Önce çok kızdın bize, küstün. İlk iki gün sancılıydı. Yemekler tatsız tuzsuz, ilaçlar acı, hemşireler haşin, doktorlar kötü, her şey kötüydü. Sana göre elbette. Bu konuda hemfikir olduğumuz tek nokta, yemeklerin tatsızlığıydı. Koskoca gurme Seropyan’a tuzsuz yemek verilmez! Çarpılır insan. Doktorunla konuştum, “Yahu merelıs bak doktor, bu adama işkence etmeyin, ne olur, adam bildiğin gurme, n’olur buna azıcık tuz verin. Tansiyon ilacı alıyor nasılsa” dedim. Resmen yalvardım adama. Öncesinde de, hani olur da izin vermez diye ben tuz stokladım odanda, sakladım çekmeceye çaktırmadan. Ama doktorun gayet insaflı çıktı, günde 1 grama izin verdi. Kalan 2 gramı da ben kaçak tuzlarla telafi ettim. Gözünün önünde döküyordum tuzu, inan diye. Çünkü o kadar inanmaz haldeydin ki... Haklıydın da. Ama inan, yalanım yoktu, sadece eksik anlattım, ki son gün eksik anlattıklarımı da tamamladım, vicdanım rahatladı.

Küstün dedim ya, şahit tuttum kendime. Yemin ederim biliyordum küstüğünü. “Yazın mangal yapacağız Baron, hadi iyileş” dedi Gökhan. Boş boş baktın. Boş değil, gayet doluydu aslında. Kısaca “Hadi oradan sen de, yazı göremeyeceğim ki ben” dedin sen gözlerinle, okudum ama görmezden geldim, görmek istemedim, inanmak istemedim, ondan. Sonra ben atladım tabii, mangal duyunca durur muyum? “Aaa, ben de geleceğim çocuklarla yaza, yaşasın mangal!” deyivermişim. Sonra, biliyorum ya olacakları, gözlerine baka baka sordum “Gelebilir miyim?” Önce kaşların kalktı sorar gibi, düşündün, kaşlarını iyice kaldırdın, “Hayır” dedin resmen. Sonra “Peki, çocuklarla Boğos gelsin mi mangala?” diye sordum. Hiç düşünmeden kafanı salladın, gelsinler manasında. Şahidim var, Kemal Gökhan Gürses ve Özlem Dalkıran. Bu da böyle biline... Söz uçar yazı kalır ya, bu da kalsın burada. Yok, hayır, kırılmadım; bilirim, bensiz rakıya mangala razı gelmez o yumuşacık kalbin. Ama geyiğin boynuzunu uzun süre iyi de kırdık “Bu adam beni mangala istemiyor, damatla torunları istiyor” söylemiyle.

Bir de Cumartesi ve Pazar günkü gezmelerimiz ve ziyaretçilerimiz pek keyiflendirdi bizi. Ha, bir de Newroz. Cumartesi berber geldi. Sinekkaydı traş etti, top sakalından kalan yanaklarını. Ellerine sağlık, cillop gibi oldun misafirler gelmeden. Sonra giyindik kuşandık, hemşireye çaktırmadan da serumun musluğunu azcık açtık ki çabuk bitsin, sen de böylece kendine geldin, yüzün güldü. Gelen gidenle eğlencemiz pek hoş oldu. Ama özellikle koridordaki koltuklara oturup, hastalığının sebep olduğu dalgınlıkla camdan görünen, karanlık basınca üzerinde kırmızı ışıklar yanıp sönen o üç gökdelen o kadar güldürdü ki bizi... Pazar günü sabahın köründe geldik hastaneye. Kapıya kadar yayılmış Newroz şenlikçileri o kadar rengârenk, o kadar şahane duruyordu ki, üşenmedim, iki puşi aldım. Birini attım çantama, diğerini boynuma. Çokbilmiş oğlun “Kızım, almazlar hastaneye seni böyle, manyak mısın nesin” diye uyarsa da dinlemedim. Sabahın sekizinde, yememiş içmemiş güvenlik görevlileri, dört gündür aşındırdığım girişte önüme atladılar “Nereye?” diye. Bende cevap hazır: “Babama, ne vardı?” Politik ve polisiye konularda benden tırsık olan oğlun “Hasta ziyaretine” diye düzeltince içeri, girmemize izin verdi güvenlikçi şekilci abi. Sonra da, son fotoğraflarımız olduğunu bilmeden, puşili anlarımızı ölümsüzleştirdik, asıl ölümün bu kadar yakın olduğunu bilmeden. Çok yakınmış şerefsiz.

Hastane süreci elbette neşeli anlardan ibaret değildi. Koluna takılı serumun asılı olduğu direk hareketlerini engelledikçe, kolundaki iğne uyumana mani oldukça kızıyordun bana, seni hastaneye yatırdım diye. Ama çarem yoktu. MR’da beynindeki onlarca emboliyi gözlerimle gördüm ben. O embolileri dağıtıp ya da bir noktaya toparlayıp, ani oluşup kansere gol atacak pıhtıyı engellemek için kortizon vermeleri gerekiyormuş. Diyabetik olduğun için ve pankreas da iflas ettiği için şekerin de fırlayabilirmiş. Çaresi vardı elbette, o beyaz saçlı tonton doktor “Şeker yükselirse insülin veririz yaaa, ne dert edeceğiz, ne var ki şekerde!” dedi. İşte bu yüzden kaldık hastanede Baron Seropyan. Ve aynı söz verdiğim gibi, Salı günü de çıktık geldik eve. Sen Agos’a gitmek istedin. Gerçekten istedin ama maalesef ödemler, pankreas, karaciğer, safra kesesi, midendeki “yumuşak dokulu zararsız(!) kütle” müsaade etmedi. Salı günü girdiğin evinde huzur içinde geçirdin son günlerini. Ağrı eşiğin o kadar yüksekmiş ki, morfinlerle kıvranan insanların geçirdiği dönemi sen Minoset’le kotardın.

Sonuç: Son

Evet, dolu dolu geçirdin yıllarını, bu da züğürt tesellimiz olsun. Son günlerini bile dolu dolu geçirdin. Efendiliğinden bir şey kaybolmamış; farkındaydın çünkü ve an be an arkanda kötü anı bırakmamak içindi çaban. En sevmediklerinle bile güler yüzle konuştun, kelimeler çıkamasa da ağzından sesli olarak, gözlerinle konuştun susarak. Nasıl demiştin Rakel’e? “Bazen susmak, konuşmaktan daha çok şey anlatır.”

Elden ayaktan düşmek, aklın gayet başındayken ‘bunadı’ damgası yemek istemedin çünkü, farkındaydım. En baba onkolog profesör, dördüncü evredeki pankreas kanseri için, sadece acıları hafifletecek en zararsız ilaç tedavisini önerirken, ben az da olsa umutlandım, sana anlattığımda ise gülerek “Tamam” dedin, kabul ettin tedavi olmayı hastane koridorunda. Müdahale edemeyeceğimizi biliyordun çünkü.‎ Yine geçtin dalganı ölümle. “Ben gidiciyim” derken biliyordun gideceğini bal gibi, kaldı ki, ne yazık ki kandıramayacağımız kadar zeki, bizden gayri kimsenin anlayamayacağı kadar aklı gayet başındaydın. Aman iyi, gidecektin, anladık, ama kanserden de gitmedin, yenik düşmedin o halta. Emboli götürdü seni.

Ama ne temiz ölüm...

Tûba Abla (Çandar) ziyaretindeymiş. Birden ellerin soğumuş. Terlemeye başlamışsın. Hani ecel teri var ya, o gerçekmiş işte. Kaçınılmaz sona sevdiklerinle, huzurla kavuşmuşsun sessizce.

Günler önce, senin iyi olmadığını söylediklerinde, kendimi bir kâbusun içinde hissetmiştim. Sanki uyanacaktım, ter su içinde, bir ferah oh çekecektim, bitti diye. En kötü yolculuğum sanmıştım sana ilk gelişimdeki o Zürih-İstanbul uçuşunu. Meğer kâbusun son penaltısı bu gelişimmiş. Bildiğin cenazene geldim yahu, ötesi var mı?

Daha 80. doğum gününe sürpriz parti yapacaktık, haftaya çocuklarla gelecektik, bekleyecektin...

Çantamı boşaltırken yan cepten senin yeşil 0,5 kalemin düştü, ajandanın üstündeydi, bir şey yazmak için yürütmüşüm. Görsen nasıl kalaylardın, “Ulan memlekette kalem mi kalmadı benimkine konuyorsun?” diye. Bense doktorların söylediği her bir şeyi o kalemle not aldım, kâh telefonda, kâh karşılıklı konuşmalarda. Sanki üstünden silgi geçince silinecekmiş gibi her şey. Şaka gibi her şey. Hâlâ, kalkıp, “Bak, ayaktayım yine” demeni bekliyordum, umudu sıfırlamışken bile.

Hep düşündük yıllardır karı koca, ara ara da dillendirdik karşılıklı. Ya birine “bir şey olursa” ne yapacak, nasıl söylenecek bana? Düşünceli adammışsın, hazırladın sona bizi. Ya da senin niyetin oydu ama kısmette hazır olmamak varmış henüz gidişine. Çarşamba günü döndüm. Cumartesi akşamüstü aldık haberi. Çıldırmanın eşiğini çoktan aşmışken ben, kendimi paltomu ayakkabılarımı giymeye çalışırken buldum. Kesik nefesimle son kelimelerimi söylemeye çalışır gibi “Gidiyorum ben, babama gideceğim” diye sayıklıyordum. En son hatırladığım bu en azından. Sonra bir sakinleşme süreci başlamak zorunda kaldı. İki el kadar bebe vardı evde çünkü, ölüme daha hazırlıklı, daha kabullenmiş ve benden daha olgun. Okulda öğrenmiş büyük torunun, duyunca bana sarıldı, “Ölüm çok kötü ama ölüm de hayata ait mamacım” dedi. Yok, hayır, su koyvermedim. Gayet metanetliydim. Ta ki Pazar akşamı eve girene kadar. O yolu nasıl geldim hatırlayamıyorum ama eve girdiğimde salon hınca hınç dolu, arka planda senin sesin, korkunç bir ortam vardı. Millet gözleri kıpkırmızı, ayaklarda galoşlar, gelip gelip bana sarılıp ağlayanlar, ne olduğumu şaşırdım. Ben herkes sarılmayı bitirse de odana gelip seni görsem diye düşünürken birden aramızda olan sana ait tek şeyin, laptopun hoparlöründen gelen sesinin olduğunu fark ediverdim.

Sonra hazırlık süreci başladı. Hangi kilise, kaç kokart, kaç papaz, kaç kahve, kaç paket pötibör bisküvi...

Şimdi ise, sırtımı yasladığım çınarın yokluğunun hissettirdiği bir sırt ağrısı, içimdeki o kocaman boşluğun yarattığı kalp ağrısı, ve engel olamadığım, geciktiremediğim bir ölüm, tıpkı diş ağrısı...

Çok bekletmeyiz seni, merak etme. İki sallan üç oyalan, su gibi geçer zaman. Sensiz azcık üşürüz, bolca öksüz hissederiz, ama torununun dediği gibi, “Ölüm de hayata ait”, bir şekilde idare ederiz.

 

53866

Misafir yazarlar

Güncele iliskin yazilariyla sitemize katki sunan yazar dostlarimiza ait bölüm

Misafir yazarlar

Rojava, Filistin, Karabağ: İşgal, Yıkım ve Direniş (Yorum)

Ortadoğu tarihi boyunca yer küremizin en çatışmalı bölgelerinden biri olmuştur. Bölgenin stratejik konumu, uygarlığın gelişim düzeyi, baskıya, sömürüye dayalı dış müdahaleler için güçlü zeminler sunmuştur. Kuşkusuz bölgedeki iç çelişkiler ve çatışmalar da her zaman dış müdahaleleri kolaylaştırmıştır. Özellikle dinsel ve mezhepsel çatışmalar hem çağdaş temelde toplumsal gelişmeleri frenlemiştir hem de bölgeyi dış saldırılara açık hale getirmiştir. Bu nesnel zemin üzerinde toplumsal çürümeler, işbirlikçi ilişkiler ve itaat kültürü bir yaşam tarzına dönüştürülmüştür.

“Hamas-İsrail Çatışmasında” İtidal Çağrısı Yapmak…(Polemik)

Filistinli 14 direniş örgütünün, 7 Ekim günü “Aksa Tufanı” adıyla İsrail devletine yönelik operasyonu, başta Ortadoğu olmak üzere tüm dünyada büyük bir yankı uyandırdı. Hamas gibi İslamcı örgütlerin yanısıra ve de Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi gibi Marksist eğilimli hareketlerin de yer aldığı hamle, Siyonist İsrail’in tarihi boyunca aldığı en büyük darbelerden biri olarak kayıtlara geçti. Sözkonusu direniş, kısa sürede dünyanın dört bir yanında devrimci, ilerici güçler nezdinde çok ciddi saflaşmaları da beraberinde getirdi.

“Çizgimiz Nubar Ozanyan’dır!” (Deniz Aras)

7 Ekim sabahı Filistin Ulusal Direnişi’nin Siyonist İsrail işgalciliğine ve zulmüne karşı “Aksa Tufanı Operasyonu” başlatması başta siyonizm olmak üzere bölge gerici devletleri ve siyonizme koşulsuz destek veren emperyalistlerde şok etkisi yarattı.

Hamas öncülüğünde başlatılan ve aralarında Filistin Ulusal Hareketi’nin tarihsel öznelerinden Filistin Halk Kurtuluş Cephesi gibi devrimci örgütlerin de yer aldığı “Operasyon Odası” tarafından yönetildiği açıklanan bu hamle, tüm dünyada olduğu gibi coğrafyamızda da tartışmalara yol açtı.

Yerini Bulan Her Vuruş Acı Verir!

Komünist partileri yaptıkları eylemleri kamuoyuna açıkladıkları gibi, yanlış yaptıkları eylemleri de kamuoyuna açıklar ve özeleştirisini yaparlar. Yanlış eylemlerin özeleştirisinin yapılması, o partinin dürüstlüğünü gösterir ve bu tür özeleştiriler kitlelere ve parti kamuoyuna güven verir.

Arif Alıç, 1978 yılında Hıdır Aykır ile Bayrampaşa  Hapishanesinden kaçtı. Parti tarafından kırsal (Dersim) alana gönderildi. 1981 yılının ortalarında, TKP/ML üyesi bir kişi tarafından öldürüldü.

Bu makaleyi, yazarken ölüm haberini aldığım, sevgili yoldaşım Turan Talay'ın anısına adıyorum.

Türk Tekelleri Afrika'yı Çok Çooook Sevdi!

TKP-ML Ortadoğu Parti Komitesi:Faşizm Ve Siyonizm Kaybedecek, Filistin ve Rojava Kazanacak!

Ortadoğu ezilen halklarının ezeli düşmanları olan Faşist T.C. ve Siyonist İsrail devletlerinin halklara yönelik saldırıları ile ezilen Rojava ve Filistin halklarının direnişine şahit oluyoruz. Bu gerici güçler, tüm teknolojik üstünlük ve emperyalist devletlerden tam destek görmelerine rağmen, Filistin ve Rojava halklarının direncini, mücadele kararlılığını kıramıyorlar. Egemenlerin tüm saldırılarına rağmen belirleyici olan yine halkın öz direnişi ve kararlılığı oluyor. Filistin ve Kürdistan halkları; İsrail Siyonizmine, T.C.

Arstahk: “Biz Beyaz Bayrak Kaldırmayız!”

Ermeni halkının soykırım ve tehcir tarihine bir yenisi daha eklendi. 1915 bitmedi. Bu kez TC destekli Azeri faşizmi eliyle utanç dolu katliam gerçekleşti. 19 Eylül günü Karabağ’ın (Arstahk) Başkenti Istepanagerd başta olmak üzere Karabağ’ın dört bir yanına saldırılar başlatan Azeri işgalcileri, saldırının birinci günü tamamlanmadan aralarında kadın ve çocukların da olduğu 35 kişiyi öldürüp yüzlerce sivil insanı yaraladı.

Vurun Abalıya - Çaresizsen Güneşe Bak... Cızz....

Proletaryalarda öğren proletaryalara öğret.

Nolurrr.... nolurrr.... bir kez de kabahati....

Fakirlik güzel şey... fakirlik güzel şey..

Hele de birde seni deniz kampına götüren, yanacam diye de çakma (yoğurt) yağlarıyla, insanın midesini bulandıracak bir şekilde,  orasını burasını yakan o... fakir...  insanları bırakıpta deniz manzaralı villalarda sabah kahvaltısı yapabilecek dostlarınız varsa... gerçekten fakirlik güzel şey.... gerçekten fakirlik güzel şey...

Kılıçdaroğlu sadece Kılıçdaroğlu değildir! -2-

Burjuva-feodal politika yapmanın bazı “incelikleri”!

II. ABDÜLHAMİD MEVZUU[*]

 

“Gerçeği bilmeniz gerekiyor,

gerçeği aramanız gerekiyor.

Gerçek sizi özgür kılacak.”[1]

 

“ÖZELEŞTİRİ”NİN ELEŞTİRİSİ[*]

 

SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER

 

“Sende, ben, imkânsızlığı seviyorum, 

fakat aslâ ümitsizliği değil.”[1]

 

Anlama/ ve kavramanın dünyayı değiştirmek için mücadele edenler için eleştirel bir “olmazsa olmaz” olması yanında; “Netlik [de] insanın en büyük gücüdür.”[2] Bu bir.

Sayfalar