Pazar Haziran 16, 2024

Paul HANZE’nin Çocukları! H.GÜRER

Kitaplığımda Hasan Kıyafet’in “İşkence öyküleri” kitabına değdi bakışlarım. İçim üşüdü. Bakışlarım sarsıldı. Baş ağrıtan, insanın yüreğini görülmez ellerle sıkan, nefesini kesen, kan akışını durduran o tarifsiz koku, işkencehanelerde ki o koku sarstı beni bir an. O kokunun sözcüklerde yeri yok! “Bir daha işkence öyküleri dinlemeyecek, okumayacak, anlatmayacağım” demiştim yıllar önce. Ancak, toplumun her kesmine kanıksatılan, toplumsallaştırılan sistematik bir işkence döngüsünü işliyor sistem. Ve mevcut sisteme dönük “baş kaldırı” ve “aykırı” özelliklerine sahipseniz, işkence görmekten, öykülerini dinlemekten, anlatırken ve yazarken işkencelere değinmekten kaçınamazsınız! İşte bu yazı, böylesi bir kaçınılmazlığın sonucu yazıldı!
         İlk gözaltına alındığımda, 1998 yılının 18 Mayısıydı. Kaypakkaya’nın katledilmesinin yıl dönümünde, yapılan bir düzine korsan eylemin ardından, “eylemlerin şüphelileri” olarak 6 arkadaşımla gözaltına alındık. Ben henüz 15 yaşındaydım. İçimizde en büyüğümüz ise 17! Günlerce Jandarma İstihbarat Teşkilatı ve Terörle Mücadele ekiplerince vardiyeli (geceli-gündüzlü) olarak sistemli ve profesyonel işkencelerden geçirildik. Günler sonra savcılığa sevk edildiğimizde, kollarımıza giren polislerin arasında zorlukla  yürüyebiliyorduk! 17 yaşıma kadar bu tür uygulamalarla değişik zamanlarda ve mekanlarda birkaç kez daha karşılaşmış, her defasında da yapılan işkenceleri savcı ve hakimlere söylemiştim. (Bunların hepsi raporlarla/belgelerle mevcut!) Ancak hiç bir hakim ve savcının işin işkence kısmıyla ilgilenmediğinide böylece görmüş oldum! Bunları neden anlatıyorum? Günlerdir, dünya kamuoyu, ABD senato İstihbarat Komitesi tarafından hazırlanan “CIA’nin işkence raporları”nı konuşuyor! Nedense raporda yer alan işkence yöntemleri hiç yabancı gelmedi! Aşşağıda sayılan işkence yöntemlerini, hatta daha yazılmayıp eksik bırakılanların türlü çeşitlerini, daha çocuk yaşta yaşattılar bizlere. İşte bundan dolayı anlatıyorum!
         Uzun süre uyutmama, idam sahnesi, çırılçıplak soyma, suda boğma, basınçlı su, soğuğa maruz bırakma, zincirleme, tabutta veya dar bir alanda uzun süre bekletme, duvara çarpma, kaba dayak, çırılçıplak soyma, rektal besleme, elektrik, askı, buzlu battaniye, yumurtalıkları burmak, cinsel taciz, aşağılama vs. gibi türlü işkence çeşitleri… Tüm bunlar, CIA Başkanı John Brennan tarafından “birçok kişinin hayatının kurtarılmasına yardımcı olduğu” gerekçesiyle savunuldu. Hemde bunları yapanlara “nişan verilmelidir” diyip ödüllendirilmelerini dahi istedi. “Bugün olsa yine yaparım” diyecek kadar da insanlığa meydan okudu!
         Fransız düşünür Micheil Foucault, “Hapishanenin doğuşu” kitabına, Fransız kralı XV. Louis’e yönelik suikast girişiminde bulunduğu iddia edilen Damiens hakkında ki cezanın infaz edilme sahnesi ile giriş yapar! “Damiens’in göğüs, kol ve bacaklarındaki et parçaları kızgın bir kerpetenle teker teker koparılır.”[1]“Çok bağıran ama küfür etmeyen Damiens bu kerpetenle çekmelerden sonra kafasını kaldırıyor ve kendine bakıyordu; kerpetenci bu kez karışımın kaynadığı kazandan demir bir kepçe ile aldığı kaynar halitayı her yaranın üzerine bolca döktü”
“Günah çıkartıcılar onunla konuşmak için indiler; ama cellat onlara onun öldüğünü söyledi”[2] Majestelerinin yaşamına kastettiği eli kükürtle yakıldıktan sonra, vücudu daha doğrusu geriye kalan kemik yığını dört ata bağlanarak dört parçaya ayrılır ve yakılarak yok edilir.
Bütün bu sahnelerin “dini bütün Paris halkının gözleri önünde” gerçekleştiğini vurgular Foucault.
         Bizlere yapılan onca işkence ise “dini bütün Türkiye halklarının gözleri önünde” gerçekleştirildi. Yaşadıklarımızı yazdık, çizdik, mahkemelerde haykırdık. Yüzbinlerce insan bu işkencelerin binlerce daha ağırını 12 eylül faşizmi ile yaşadı! Yine günümüze kadar bunları defalarca her gözaltına alındığımızda “vaz geçilmez uygulamalar” olarak bize günlerce uyguladılar!
         Garip olan şu ki, bu uygulamaları dilekçelerle ve sözlü olarak defalarca savcılıklara, hakimliklere bildirmemize, vucutlarımızda işkencenin gözle görülebilir izlerini göstermemize karşın umarsız olanlar, bugün CIA’nın yaptığı ve hatta kendilerine öğrettiği/eğitim verdiği aynı işkence tekniklerini kınıyorlar!
         Aynı şekilde tüm bunlar bizlere uygulanırken, yer vermekten kendini sakınan medyaya baktığımızda, Türk Dışişleri Bakanlığı, CIA’nın işkence raporuyla ilgili, “Raporda yer verilen uygulamalar hiçbir surette mazur görülemez. İşkence ve diğer zalimane, gayri insani veya küçültücü hiçbir muamele veya ceza, hiçbir şart altında kabul edilemez” ifadesini kullandı” diyerek manşetler atıyorlar! Pes doğrusu! Bilmesek, neredeyse “İnsan hakları evrensel beyannamesini biz yazdık! Ve tüm dünya’ya da biz imzalattık” diyecekler!..
* * *
         Önce sorularımızı Türk Dışişleri Bakanlığına soralım;
         27 Eylül 1952 yılında “Özel Harp Dairesi, Seferberlik Tetkik Kurulu” kurulduğunda, düşünceyi, finansmanı, teçhizatı ve eğitimi kimden aldınız?
         Sınavdan geçirilerek seçilmiş Türk subayları Amerka’da Özel Harp eğitimlerinden geçirilirken ne tür eğitimlerle geri döndüler?
         1952’den hemen sonra gönderilen ilk 16 subayın, (Bu subaylardan biri de Alparslan Türkeş’tir!) Amerikanın Kansas eyaletinde ki Kara harp akademisinde Bolivya, Şili, Brezilya ve Arjantinden gelen subaylarla beraber “kontgerilla” eğitimleri aldıkları, eğitimlerinin geri kalanını Georgia’da tamamladıkları ve bu “eğitimler” arasında “işkence teknikleri/sorgu eğitimleri” aldıkları yalan mıdır? Bunları ülkeye döndüklerinde kimler üzerinde kullandılar?
         12 Mart döneminde, “Ziverbey köşkü” ve “Erenköy köşkü”nde MİT ve Kontgerilla tarafından yapılan işkenceleri kim yaptı?
         “Dünyanın en kötü şöhretli 10 hapishanesinden biri” ünvanını alan Diyarbakır cezaevinde uygulanan işkence yöntemlerini, subaylarınız Kansas ve Georgia’da aldıkları eğitimlerden öğrenmiş olmasın?
         12 Eylül’de devrimcilere karşı MHP’yi, ardından da Kürt Ulusal Hareketine karşı Hizbullah’ı örgütleyip kullananalar kimlerdi?
         12 Mart 1972 ve 12 Eylül 1980 tarihlerinde ki darbelerde, anne karnında ki çocuktan, ak sakallı dedeye kadar elektrik verenler, binlerce devrimciyi işkencelerde sakat bırakıp öldürenler kimlerdi?
         İşkenceyi sistematik bir devlet politikası haline getirenler kimlerdi?
         Saydığımız klasik işkenceleri aşacak ve “telegram işkencesi” uygulayacak kadar uzmanlaşan siz değil miydiniz?
         Çok mu uzak tarihlerden söz ediyoruz? O halde daha yakın bir tarihe gelelim. AKP iktidarı döneminde, 2002 yılında Bosna Hersek’de Cezayir uyruklu 6 kişi gözaltına alındı. Ve bu kişiler önce Tuzla’da ki NATO üssüne götürüldü ve sorgulandı. Ardından incirlik üssüne, oradan da Guantanamo’ya götürüldü!
         CIA uçaklarının, çeşitli tarihlerde Sabiha Gökçen Havalimanı’na ve İncirlik Üssüne inmesi, buralarda 20 Afganlı tutuklunun bindirilip sorgulanmak üzere bilinmeyenlere doğru yol alması yalan mıdır?
         Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, 2 aralık 2005’te yaptığı açıklamada ABD İstihbarat Örgütü CIA’ya ait uçağın Sabiha Gökçen Havaalanı’na iki kez indiğini doğrulamadı mı? Bunlar, yalnızca açığa çıkanlar. Ya açığa çıkmayanlar?
         CIA’nın işkencelerini kınarken, CIA’nın sistematik işkence programı ve operasyonları kapsamında kullanılan “Richmor Aviation” şirketine ait uçaklarla yapılan uçuşlarda Türk hava sahası ve İncirlik Üssü’nün 24 kez kullanılmasına izin verdiği iddiaları yalan mıdır?
         Yalan ise, bu iddiaların hepsi WikiLeaks belgelerinde yer alırken neden red etmediniz? Alman “Die Welt” gazetesinin yayınladığı habere göre, ABD’nin eski Türkiye Büyükelçisi Ross Wilson’ın, dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Norton A. Schwartz’a 8 Haziran 2006’da gönderdiği raporda, Türkiye’nin verdiği izin detaylarıyla anlatılıyor. Schwartz’ın Türkiye seyahati öncesinde gönderilen raporda “TSK bize İncirlik’i, 2002’den itibaren ‘Fundamental Justice’ (yani ‘Tenel Adalet’)  operasyonu çerçevesinde tutuklu nakillerinde yakıt ikmali için kullanmamıza izin veriyordu. CIA İncirlik Üssü’ne 24 iniş yaptı.” Diyordu! Yani 2002-2006 yıllarında İncirlik işkenceye hazırlık üssü olarak kullanılmadı mı? Yoksa tüm bunları yazan belgeler, hayal gücü yüksek kimseler tarafından mı yazıldı?
* * *
         Şimdi de “ABD’yi işkencede kınadık!” deyip, manşetlerini süsleyen iktidarın ‘yandaş medya’sına soralım;
         Bu ülkenin (dört bir yanı adeta işkence merkezi) her karakolunun bodrumu işkence yeri olarak işliyor. Her karakolda (ister askeri karakul olsun, isterse polis karakolu olsun) manyetolar, askılar eksik olmaz! Gözaltına alınıp da işkence görmeden çıkan olmaz. Siz tüm bunlar yaşanırken ve halada yaşanıyorken, gören gözün köre, duyan kulağın sağıra oynamasını nasıl başardınız?
         Türkiye hakkında, işkence ve insan hakları ihlallerinden, AİHM’e binlerce dosya ile şikayetler yapılmış bekleniyor, yüzlerce başvuru da ise Türkiye mahkum edilmiş, siz neden bunlardan birini dahi haber yapmadınız?
         Türkiye İnsan Hakları Derneğinin yayınladığı “Türkiye’nin 2014 İnsan Hakları Karnesi” raporunu okumadınız mı?[3] 2014’ün ilk 11 ayında 64’ü çocuk olmak üzere 1018 kişinin kendilerine işkence gördüğü için başvurduğu açıklamasına hanginiz yer verdiniz?
         Gezi olaylarında sokak ortasında dövülerek/işkence edilerek katledilen Ali İsmail Korkmaz’ın öldürülmesini kaçınız yazdınız?
         Kolluk kuvvetlerinin toplantı ve gösterilere müdahalesi sonucu 21 kişi yaşamını yitirmiş, yine devletin kolluk kuvvetlerince “dur ihtarına uyulmadığı” gerekçesiyle yargısız infaz yapılarak veya rastgele ateş açması sonucu 39 kişi öldürülmüş, 61 kişi ise yaralanmışken, bunları hiç mi görmediniz?
         Oysa bakın Times gazetesi, haberinde “Kara bölge” olarak bilinen sorgu merkezlerini nasıl sıralamıştı: “Türkiye, Yunanistan, Belçika, İngiltere, İrlanda, İspanya ve Portekiz; gizli sorgu yapılan ülkeleri de S. Arabistan, Tayland, Fas, Mısır, Romanya, Libya, Polonya, Özbekistan ve Litvanya!” Siz bu haberi de mi okumamıştınız? Türkiye de medya, iktidarı alkışlamanın, övgüler dizmenin dışında bir basın-yayın eğitimi almıyor mu?
         Öyle ya, mum misali dibini aydınlatmayan “aydın” kaynayan bir ülke burası! Gerçekleri yazan dürüst gazetecilerin değil, gazeteci geçinip, Cuntanın işkence yapmadığını, emniyet şubelerinin ve askeri cezaevlerinin beş yıldızlı otelden farksız olduğunu yazan “gazetecilerin” ülkesi burası!
* * *
         İktidarın çokca propagandasını yaptığı gibi işkence olaylarının “azalması”, onların “insan hakları savunucuları” veya “işkence karşıtı” oldukları anlamına gelmiyor! Bu, tamamen sınıf mücadelesine, devrimci güçelerin etkinliklerine paralel bir durumdur. Devrimci dinamiklerin eski düzeyinde olması, etkinliklerinin artması halinde daha azgınca işkencelerin yapılacağı bir süpriz değildir! Bunu, Gezi olaylarında, Rojava ve Kobane protestolarında, işçi eylemlerinde gördük!
         Ne yazarsak yazalım. Kocaman bir boşluktur işkence karşısında. Ustanın dediği gibi; “İşkence tanımlanamaz. Romanı, öyküsü de yazılamaz. İşkence ancak yaşanır…”
         Sonuç olarak; Farklı tarihlerde, farklı mekanlarda, farklı işkence timleri tarafından, defalarca ve günlerce değişik işkence metotlarına maruz kalmış biri olarak, “İşkence yapanların, çocuklarınında işkence görmeyeceği bir dünya özlemiyle” yazıldı bu yazı. Ve son soru olarak, bu yazıyı okuyan herkesin kendisine sormasını istiyorum; böyle bir dünya için hepimiz üzerimize düşeni yapıyor muyuz dersiniz?  H.GÜRERSuisse/Genève16 Décembre 2014 
 Michel Foucault ‘Hapishanenin Doğuşu’ Çev.M.Ali Kılıçbay ,İmge yay. 2.Basım s.114Michel Foucault ‘Hapishanenin Doğuşu’ Çev.M.Ali Kılıçbay ,İmge yay. 2.Basım s.34-36

 

74763

Hozat, Altun ve Öcalan:Garbis Altınoğlu

Demir Küçükaydın ve Ayhan Bilgen'e Bir Yanıt

(Genişletilmiş versiyon)

Ocak ayında Parti ve Devrim şehitleri üzerine

İnsanlık tarihine alın teriyle emekle, yürekle, bilinç ve çizilen ideolojik güzergâhla yazılırlar. Ve bir daha yüreklerde silinmezcesine kalıcılaşırlar. Orda söz biter eylem başlar, iş başlar, insanlığa adanan, insanın özgürleşme kavgası başlatılır. Bunu kelimelerle ifade etmenin mümkünatı yoktur,

Rober Koptaş yazdı: Öcalan’ın mektubundan beklenen

Rober Koptaş, Agos’taki köşesinde KCK’nin ‘lobi’ açıklamasını yazdı: Kürt illerinde gördüğüm, Hrant Dink’in hatırasına hürmeten Ermenileri el üstünde tutan, iç savaşın etkisiyle de Ermenilerin yaşadığı acılara karşı empati duygusu geliştirmiş bir tavır oldu. Bu ileri duruşa karşın, Kürt siyasi hareketinin temsilcilerinin Ermeni meselesinde daha ikircikli bir tutum aldığı söylenebilir.

Hrant belleğimizde yasıyor...Nazaret Vartanyan

 

Hrant Dink 19 ocak 2007 tarihinde katledildi. Yaşamını mensup olduğu Ermenilerin tarihsel akıbetini kamuoyuna açmaya adamıştı Hrant… Ama Hrant’a tahammül edilemedi… Bundan dolayı Hrant katledildi..

Sevan bu sefer yalnız değil

 

Sevan Nişanyan’ın zekâsına, bilgisine ve hayat görüşüne hayran, onu merak eden biri olarak benim de yolum Şirince’den geçti. Geçen yıl Şirince’ye yaptığım birkaç aylık yolculuğun yaşamımda önemli bir yere sahip olacağını biliyordum, öyle de oldu… Ancak iz bırakan yalnızca Sevan Nişanyan’ın kendisi değildi. Sevan ile Müjde Tönbekici, kamuoyunun onlar hakkında düşündüğünün aksine ve hiç tereddüt etmeden söyleyebilirim ki şahane bir aile kurmuşlar.
 

“Iyi” Papa mı?

“Yüreğin soğuksa,güneş de ısıtamaz.”[1]

Papa Benediktus’tan (ya da önceki Papa II. Jean Paul’den) sonra Vatikan’da ikamet eden Papa Francesco, “iyi” Papa mı?

Kanımca değil. Papalık kurumunun “iyi”si olmaz/ olamaz. Çünkü orası Vatikan’dır…

Tam da bu noktada Mohandas Karamchand Gandhi’nin, “Çoğunluğun onayı yanlışı doğru yapmaz,” saptamasının altını çizerek, Immanuel Wallerstein’ın, “Katolik olmayanlar kimin Papa olacağını umursamalı mı? Elbette,”[2] saptamasını paylaşmadığımızı belirtelim.

Bu Ne Şiddet,Bu ne Celal?(Yada Gulyabani Kim?)

“İnsan çıtır ekmeği ısırdığında,Kırıklar dolar kucağına,İşte orası umudun tarlasıdır.Ve orada başaklar ağırlaştığında,Sayısız ah dökülür toprağa.”[1]

Şiir şöyle: 

“gencecik cocuklardık/ milyonlar kadardık/ haykırışlarımızla türkülerimizle/ güle oynaya/ Gezi’deydik/ meydanlardaydık.

Gulyabani!/ annelerimizin masalındaydı/ zifiri karanlıktı/ çıktı geldi/ esti gürledi/ BEŞimizi yuttu/ ONİKİmizin gözünü yedi/ yetmedi organlarımızı yedi/ yetmedi/ YÜZlercemizin kolunu bacağını kafasını kırdı/ sakat bıraktı/ kimimizi komaya/ SEKiZBiNden fazlamızı yaralı kodu.

Türkiye'de paradigma değişimi ve "Derin Kürdistan aklı"

Kapitalist dönemin en önemli başarısı kitleleri gönüllü aptallaştırabilmesi, hatta köleleştirebilmesidir.Kendi çıkarlarının nerede olduğunun rasyonel bir analizini yapamadan,kitleler egemen yapının çıkarlarının kendi çıkarları olduğu yanılsamasının etkisinde ömürlerini geçirirler.Seçimlerini bu doğrultuda yaparlar,yeni nesilleri bu doğrultuda yetiştirirler.Hukukun üstünlüğüne inanırlar ve hukuk adı verilen sistem makyajının onların haklarını korumak için varolduğunu zannederler.Halbuki ezenler/ezilenler veya egemenler arası yerel/global çelişkiler suüstüne çıktığında il

Yolsuzluk

2010 yılında Anayasa refarandumu onaylanması için Maltepe meydanında halka hitaben yaptığı konuşmada Başbakan R.T.Erdoğan şöyle diyordu '' merhum Menderes'lerin biz bu yola çıkarken kefenimizi de yanımıza aldık'' dedikleri gibi,''biz kefenimizi zaten yanımızda taşıyoruz'' sözlerini şaşkınlıkla dinledim.Bir başbakan vatandaşlarına ''nasıl böyle bir şey der'' diye düşündüm.Ne yapmış olabilir ki ''kefene'' gerek duyulsun.Bu sözün ne anlam taşıdığını bugün daha rahat anlayabiliyorum.

Beni ve hamile eşimi çırılçıplak soydular!

Dışişleri eski bakanı Coşkun Kırca'nın, Kürt milletvekili K'ye cevap vermek için çıktığı meclis kürsüsünde, "Türkiye'de her Türk vatandaşı Türk'tür. Hepsi Türk'tür. Kendi vicdanınızda bunu hissediyorsanız öyledir; ama kendiniz sapmışsanız o zaman size ancak susmak ve susanlara karşı Türk devletinin gösterdiği sabırdan istifade etmek düşer, daha fazlası değil…"dediği günlerdi.

Hukuk Mu Dediniz?

Güney Afrika Cumhuriyeti'nde, emperyalist bir tekelin çıkarları uğruna maden işçilerinin katledilmesi (16.08.2012)

Burjuvazi ve onu hizmetindeki kalem erbabı; “hukuk”, “adalet”, “hukukun üstünlüğü”, “yargı bağımsızlığı”, “bağımsız Türk mahkemeleri”, “demokrasi” “insan hakları” gibi kavramları çok sever. Her fırsatta bunları dile getirirler. Burjuvaziyi tanımayanlar; “bunlar ne kadar da adalet ve hukuk düşkünüymüş” diye hayret içinde kalır ve alıkışlarlar, kendi zayıf “hukuk düşkünlüklerinnden" ve  zayıf “adaletli” oluşlarından utanır olurlar.

 

Sayfalar