Cumartesi Temmuz 27, 2024

Misafir yazarlar

Güncele iliskin yazilariyla sitemize katki sunan yazar dostlarimiza ait bölüm

Küçük bir damla ile fırtınayı başlatanlar (Nubar Ozanyan)

Aradan 12 yıl geçti. Etki gücü Ortadoğu’ya yayılan 12 yaşında genç bir devrim yaşıyor adına Rojava denilen topraklarda. Derin yoksulluk, bitmeyen zulümle terbiye edilip cehenneme çevrilen Ortadoğu’da Rojava, bir özgürlük adası gibi duruyor.

Dünyanın ve Ortadoğu’nun eli kanlı diktatörleri, en kıyıcı generalleri Kürdistan topraklarına yönelik işgal saldırılarını ilhaka dönüştürmeye çalışıyor. Dağı, taşı, ormanları, buğday başaklarını yakan, mazlumların ocaklarını söndüren soykırımcı Türk ordusu Başûrê Kurdistan’ı bombalıyor, tehdit ve yıkıcılığını işbirlikçi KDP eliyle daha derinleştirmeye çalışıyor. Pan Türkizm’in hegemonyacı yayılmacı emellerini Başûrê Kurdistan’da egemen kılmak istiyor.

Kürt ve özgürlük düşmanlığından bir an olsun vazgeçmeyen Türk devletinin inkar ve imha saldırıları hızından bir şey kaybetmeden devam ediyor. Halklar, inançlar arasında kin, nefret ve düşmanlığı büyüten Türk devleti; halkların bilinç ve duygularını zehirleyip kirletmekte ve tedavisi çok uzun yıllar alacak yaralar açmaktadır. Ortadoğu’da yaşanılacak, özgürce soluk alınacak bir parça toprak kalmamışken; Suriye’nin Kuzey-Doğu topraklarında “başka bir dünya mümkün” diyenler özgür bir yaşamı emek bilinç ve örgütle örmektedir.

Karanlığın ve zulmün sahipleri her köşe başını tutmuşken, Rojava’da ışığın ve özgürlüğün sahipleri zorlu özgürlük yollarında yürüyerek, devrimi büyütmeye devam ediyor.

Devrim, ezilenlerin ayağa kalkıp ezenlere itiraz edip kaderlerini kendi ellerine alması demektir. Devrim, diktatörlüğe karşı meydan okumadır. Rojava her gün Türk devletinin tehdit ve saldırılarına karşın ezilenlerin özgür toprağı olmaya devam ediyor.

Ezilenlerin ezileni olan kadınlar Rojava Devrimi’nde ve inşasında öncü ve kurucu rol oynadı. Rojava devrimi bir kadın devrimi olduğu kadar aynı zamanda ezilen, gadre uğrayan, ocağı söndürülen mazlum halkların bayramıdır. Enternasyonal devrimcilerin kavga, dayanışma, sahiplenme topraklarıdır. Rojava Devrimi sadece Kuzey Doğu halklarını, inançlarını, dillerini birleştirmedi; aynı zamanda Türkiye halkıyla Rojava halkını birleştirdi. Enternasyonal devrimcileri, Rojava özgürlük savaşçılarını birleştirdi.

Rojava Devrimi büyük bedeller ödedi. Sayısız genç kadın ve erkek devrimci bu uğurda toprağa düştü. Toprağı zengin olan Rojava Devrimi aynı zamanda ortak devrimci bir dil ve bir yaşam yarattı. Arapça, Kürtçe, Ermenice, Süryanice, Asurice, Türkmen dilini konuşan Rojava halkı aynı zamanda devrim süreciyle birlikte enternasyonal devrimcilerin dünya dillerini ve yüreklerini birleştirdi.

Sayısız enternasyonalist devrimci tıpkı Rojava’nın mazlum evlatları gibi en değerli varlıklarını gözünü kırpmadan Rojava’nın özgürlüğüne armağan ederek devrime damla olmaya çalıştı. “Fırtınaları küçük bir damla ile başlatan” enternasyonal devrimci Lorenzo Orsetti’nin (Tekoşer Piling) geride bıraktığı veda mektubunda herkesi devrime damla olmaya çağırdığı sözleri halen kulaklarımızda yankılanmaya devam ediyor.

Lorenzo doğru olduğunu düşündüğü devrime katılarak en alttakileri, en zayıf olanları, mazlumları savundu. Adalet, eşitlik, özgürlük ideallerine sadık kalarak aramızdan ayrıldı. Genç gitti. Tıpkı diğer enternasyonalistler gibi erken gidişine rağmen yaşamını başarılı kabul ederek dudaklarında gülümsemeyi asla eksik etmedi.

Lorenzo sanki ölümsüzleşeceğini önceden hissedip yazdığı mektubunda “Sizin de bizden sonrakiler için hayatınızı verme kararı almanızı umuyorum. Dünya yalnızca bireyselliği ve egoizmi yenerek değiştirilebilir. Bunlar zor zamanlar biliyorum, ama sakın vazgeçmeyin, umudunuzu bir an bile yitirmeyin.

…Dünya dayanılmaz hale gelse de güç bulmaya devam edin. Bunu yoldaşlarınıza aktarın. …Her zaman hatırlayın. Bütün fırtınalar küçük bir damla ile başlar” derken ‘zor zamanlar’dan bahsediyordu.

Rojava Devrimi bu zamanların ürünü olarak bu genç devrimcilerin kanları ve canları üzerinden şekillendi ve günümüze geldi. Her şeyini devrimci savaşa ve özgürlüğe feda eden binlerce devrimci gibi Lorenzo Orsetti’nin de manifesto niteliğinde bıraktığı bu kısa mektubundaki sözlerini bir savaş talimatı olarak algılayacağız ve Rojava Devrimi’ni savunacağız.

Lorenzo’yu ve Rojava şehitlerini onurla anacağız.

Bozkurt’un anlamı (Nubar Ozanyan)

Yoksullar ve ötekiler için her yer ölüm kokan mayın tarlasına döndü. Türk olmayanların, -ötekilerin- Türkiye’de soluk alması ve yaşaması zulme dönüştü. Öteki olarak yaşamak, çalışmak, kendi ana dilinde Kürtçe, Arapça konuşmak, şarkı söylemek, yasak ve suç olan bir ülkede demokrasiden, özgürlükten, insan haklarından bahsedilebilir mi?

Kendi ırkını, dilini, bayrağını ötekilerden üstün görme, onları düşman görme ve aşağılama ideolojisi tarihin çöplüğüne atılmış çürümüş gerici bir ideolojidir. Bu ideolojinin yegane yaratıcıları ve sahipleri İttihat-Terakki’den günümüze dek Kemalistler olmuştur. Bugün AKP-MHP faşist iktidarı, toplumu Türk şovenizmiyle zehirleyip kutuplaştırıp düşmanlaştırmıştır. Türk toplumunun hatırı sayılı bir bölümü Türklük ideolojisiyle zehirlenmiştir.

Herkesin herkese düşman olduğu bir toplum yaratılmıştır.

Zehirlenmiş iktidar ve toplum kötülük üreten, yayan, her yeri yakmaya, öteki olanları öldürmeye hazır hale getirilmiştir. Bu toplumda Türk olmayanlara, ötekilere ölüm ve kandan başka bir seçenek bırakılmamaktadır. Irkçılığın neden olup yarattığı düşmanlıkları öven, kutsayan, destekleyip sahiplenen çok sayıda siyasetçi, aydın, gazeteci, solcu kötülükleri büyüten bir rol oynamaktadır.

Ülkenin tüm zenginliklerin yegane sahibi ve tek hakimi olma fikri ve eylemi yıkıcı bir şekilde sürmektedir. Egemen zihniyet “Türkiye Türklerindir”, “Ne mutlu Türk’üm diyene”, “Bir Türk dünyaya bedeldir” vb. ırkçı kafatasçı söylemler üzerinden sürmektedir.

Türk olmayan, devlet diliyle konuşmayan herkesi öteki ve düşman gören bir zihniyet; kendinden olmayana ve somutta Kürtlere, Araplara karşı yapılacak saldırıyı, linci meşru ve doğal görür. Pogroma ve soykırıma katılmayı haklı görür. Beyni ırkçılıkla kirlenenlerin elleri elbette ki kanlı olur.

Kayseri’de yaşanan ırkçı saldırılarla saha da yapılan bozkurt işaretleri aynı merkezden beslenen faşizmin kapsamlı bütünlüklü saldırılarıdır. Ne galeyana gelmiş başıbozukların hareketleri ne de heyecana gelmiş şarlatan futbolcunun fevri hareketidir. Bunlar tamamen Türk devlet eliyle yürütülen politikadır.

Kürtleri düşman gören Arapları dost görür mü? Kürtleri, Arapları düşman gören göçmen emekçileri dost görür mü? Her yerin Türk bayraklarıyla donatıldığı, dağa taşa ırkçı sloganların yazıldığı, her sabah çocuk beyinlerin ırkçı marşlarla kirletildiği topraklarda özgürlük, kardeşlik, dostluk olur mu?

Okulların, askeri kışlaların, cami ve evlerin Türkleştirildiği Türkiye’de sahalar ve futbolcular temiz kalır mı? Türk ırkçılığı devlet eliyle yaratılmış ve sürdürülmüştür. Halk düşmanı faşist bir suç örgütünün işaretinin “ulusal değer” olarak propaganda edilmesi ancak ve ancak merkezi bir devlet aklıyla açıklanabilir. Kendi ulusal marşını dahi devrimci tutsaklara ve muhaliflere işkence aracı olarak kullanan bir faşist aklın; halkı katleden, uyuşturucu başta olmak üzere her türlü kriminal suçla ilişkisi sabit olan, kontrgerilla artığı bir örgütlenmenin işaretinin “ulusal değer” olarak hararetle propaganda edilmesi ancak ve ancak faşist bir siyasetin ürünü olacağı açıktır.

TC devleti varlığını sürdürmek için, ırkçılığı ve şovenizmi ustalıkla kullanmaktadır. Kendine İslamcı diyen ve “ümmet” propagandası yapan bir iktidar dahi gerçekte Türk ırkçılığını, faşizmi ve şovenizmi uygulamaktadır. Türk hakim sınıfları, ırkçılığı ve şovenizmi, -tıpkı din gibi- ustalıkla kullanmakta ve halkın yoksulluğunun nedeni olarak ötekini göstermektedir. Bu bir devlet politikasıdır.

Dolayısıyla sahada bozkurt işareti yapan futbolcuyla Kayseri’de Arap göçmenlere saldıranlar arasında bir fark bulunmamaktadır. Aynı merkezden yönlendirilmektedir. Amed ve Merdin’de devlet eliyle gerçekleşen yangınlara sevinenlerin sahada bozkurt işareti yapan ülkücü faşistten farkı var mıdır? Her yer her şey ötekileştirilip düşmanlaştırılıyor. Aşağılama, ayrımcılık, nefret söylemi ve kana susamış eller her yerde açıktan dolaşıyor.

Futbol kitleleri en etkili uyutma silahıdır. Irkçılık ise ötekiye, Kürtlere, Araplara, göçmenlere karşı en çirkin saldırı silahıdır. Her şeyi çalan ve devşiren Türk faşistleri bozkurt işaretiyle kini, nefreti, düşmanlığı büyütürken özgürlükten, eşit koşullarda birlikte yaşamı hakkını savunanlar zafer işaretini büyütmelidir.

Oy Zemano (Nubar Ozanyan)

Her yönüyle çürümüş sistemin katilleri, Kürdistan topraklarını yakmaya devam ediyor. Amed ve Merdin’de hem insanları hem de buğday ve mısırları yaktı. Evlat kokan Kürdistan toprakları şimdi duman kokuyor. Ateş ve dumanla yazılı TC’nin yüz yıllık tarihi “yakma ve yıkma”nın tarihidir. Bilmeyenler bilsin, duymayanlar duysun. Dün Ermeni kadın ve çocukları kiliselerde, Alevileri inanç ve ibadet mekanlarında, Kürtleri mağaralarda, köylerde yakanlar bugün yine Kürdü kadim topraklarında yakıyor.

Türk devleti, yıkmadığı zaman yakar. Yakamadığı zaman yıkar. Bazen de her iki suçu birden işler. Sonra geride kalan ne varsa her şeyin üstüne çöker. Çürümüş sistemin çürümüş elektrik telleri de tıpkı İha, Siha ve savaş uçakları gibi çalışır. Bakımsız elektrik direkleri, telleri tıpkı Kürdistan toprakları gibi kaderine terk edilmiştir. Köylülerin defalarca şikayet dilekçeleri ateş ve dumanı durduramadı. Her yoksul ve mazlumun ölümünden sonra olduğu gibi zulmün ve imhanın adı AKP-MHP’li cellatların ağzında “fıtrat” oluyor.

Zulmün her türlü rengiyle halka acıyı yaşatanlar, gözyaşına boğduranlar yalanlarını çuvala sığdıramıyor. Suçlular suç üstü yakalandı. Bölge valisi katıldığı toplantıya kimseyi kandıramadan gerisin geri gitmek zorunda kaldı. Kürdistan’da sivil kurumlar tıpkı askeri kurumlar gibi imha ve yok etmenin bir parçası olmuştur.

İki gerillayı imha etmek için vakit geçirmeden Siha, uçak, helikopter kaldıran generaller, 65 kilometre karelik yangını söndürecek su bulamıyor. Yangını çıkartan katiller ateşi söndürmek yerine, yangını söndürmeye gelen köylüleri engelliyor. Zulmü bundan daha iyi anlatan, resmi bundan daha açık gösteren başka tablo var mıdır?

Ateşle, ölümler terbiye edilmek istenen yoksul Kürt halkının acısı kadar öfkesi de derindir. Felaket sonrası yanarak ölen, yaralanan hayvanların sayısı yüzlerin oldukça üzerindedir. Binlerce ton buğday ve mısırın arasında yükselen feryat ve ağıtların sesi her tarafta duyuldu da bir tek Ankara’daki savaş hükümeti ve onun yalancı borazan medyası tarafından duyulmadı!

2 Temmuz’da Sivas’ta onlarca can herkesin gözü önünde diri diri yakılmadı mı? Cana kıyanlar mala kıymaz mı? Onlar için koyunun, ineğin, buğday ve mısırın ne önemi vardır ki? Birkaç gün sonra her şeyin unutulacağını düşünen AKP-MHP savaş hükümeti fena yanılıyor. Kürt kadın ve çocukları, her gün yüreklerinde sönmeyen öfke biriktiriyor. Ateş gibi büyüyen öfke, zalimleri yaktıkları ateş içinde mutlaka boğacaktır.

Her yerde her şeye düşman ceberut bir devlet var karşımızda. Kürdistan’ı açlık yokluk zulüm ve yakmayla insansızlaştırmaya çalışıyor. Yaşayan, canlı bir şey bırakmak istemiyor. İnsanlığın beklediği büyük felaket ne zaman gelir bilinmez ancak en büyük felaketin Türk devleti olduğu açıktır. Kürtler, yoksullar, özgürlük ve adalet arayanlar her gün devlet denen felaketi yaşıyor.

Bir yandan Kürdün, yoksulun buğdayını mısırını yakanlar diğer taraftan, Kürdistan’da soykırım ve işgal operasyonlarını yaygınlaştırarak, genişletiyor.  Adalet ve hakaniyeti ilke edinen dünyanın bütün mahkemeleri bir araya gelip yıllar boyu çalışsa, aklına öldürme ve düşmanlıktan başka bir şey gelmeyen TC’nin işlediği suçların seceresini toplayamaz.

Amed ve Merdin’de halkın yarasını Ankara sarmıyor. Bir kez daha görüldü ve anlaşıldı ki, düşman öldürür, halk yaşatmaya çalışır. Düşman yaralar, halk ise yara sarar.

Yirmi saplı ilmik (Nubar Ozanyan)

Zulmün sınırının ve çapının olmadığı, çığlığın ve yüksek sesle ağlamanın yasak olduğu topraklarda yaşıyoruz. Ermeniler, Kürtler, Aleviler geçmişte yaşadıklarının yaslarını tutmaya vakit bulamadan daha kapsamlı acıların içine itiliyorlar. Diktatörler bir yandan halkların bembeyaz barış sayfalarına zulümlerini kara kalemle yazarken diğer yandan yaptıkları kötülüklerin ve işledikleri cinayetlerin unutulması ve bir daha hatırlanmaması için ellerinden gelen her şeyi yapmaya çalışıyorlar. Halkların hafıza ve belleklerini silerek sahte bir tarih yazımıyla kirletiyorlar.

Türk egemenleri halklara yönelik gerçekleştirdikleri kötülüklere Türk aydınlarını ve solcularını da dahil ederek tarih yazımlarını pekiştirmeye çalışıyorlar. Soykırımcı İttihatçı-Kemalistlerin en yakın destekçileri ve hizmetkarları Türk solcuları ve aydınları oluyor. Her şeyi kendi varlıkları ve egemenlikleriyle başlatıp açıklamaya çalışıyorlar. Hakikati alt yüz edip çarpıttıkları gibi ülkemizde zindanlar ve idamlar tarihini de ötekileri (Ermeniler-Rumlar-Kürtler-Aleviler) yok sayarak, yaşananları unutturarak anlatmaya ve yazmaya çalışıyorlar.

1915 Haziran İstanbul Beyazıt meydanında dar ağacına gönderilen 20 Hınçak devrimcisi, keza 12 Eylül’ün Ankara zindanlarında idam edilen Levon Ekmekçiyan yok sayılarak tarih yazımına ve anlatımına gidiliyor. Paramaz ve on dokuz yoldaşının idam nedenlerine, direniş gerekçelerine doğru bakamayan Şeyh Sait’in, Seyit Rıza’nın idam nedenlerini ve direniş gerekçelerini doğru anlayabilir mi? Tarihi doğru okumayan anı ve günü doğru okuyabilir mi?

Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz’in derin sularına gömülerek katledilmesi “Saplandı göğsüme 15 kara saplı bıçak” olarak unutulmadan yazılıyor da 20 Hınçak devrimcisinin devrim ve sosyalizm sloganları altında başları dik ölüme giderken korkusuz yürüyüşü neden sırtımıza saplanan 20 kanlı bıçak olamıyor?

Ezilenlerin gözünden ezilenlerin tarihine doğru bakamayanlar hakikate ulaşamaz. Ermeni-Rum-Kürt-Alevi soykırım ve katliamlarına doğu bakıp gerçek anlaşılmadan, hakikatle yüzleşilmeden adalet ve özgürlük mücadelesi yürütülemez. Yürütülmeye çalışılsa bile ağır aksak halde topal yürünür.

Osmanlı giyotinler ormanında ışık saçan Paramaz ve yoldaşları darağacına halkı ise Der Zor çöllerine, ölüme gönderildi. Özgür ve bağımsız Ermenistan kurma amacıyla “Devletin bölünmez bütünlüğüne’’ yönelik suçlar işledikleri iddiasıyla işkenceler altında hukuksuz bir yargılamayla darağacına yollanan 20 Hınçak devrimcisinin direniş geleneği Kürt ve Türk halkların özgürlük mücadelesinde sürüyor.

Dünün kırım ve barbarlık yasaları bugün de devam ediyor. 1915’de İstanbul zindanlarında Ermeni devrimcilerine yapılan utanç dolu işkence ve zulüm yöntemlerinin bir benzeri Amed zindanlarında ağırlıklı olarak Kürt devrimcilerine yapıldı. Amed zindanlarında devrimci tutsaklara atılan dayak aletleri tutsaklara yaptırıldı. Benzer bir zihniyetle 20’lerin idam edilecekleri darağaçları Ermeni ustalarına yaptırılır. Kemalistlerin ilk öğretmenleri olan İttihatçı diktatörler 20’leri idam ettikten sonra cesetleri üst üste atlı bir arabaya yükleyip, Edirne Kapı Ermeni mezarlığına götürüp topluca gömerler.  Dün, tarih anlatılınca sanki gün ve an anlatılıyor.

İdeallerinin yakın bir gelecekte gerçekleşeceğine inanan Paramaz ve 19 yoldaşı; ‘’Siz yalnız bizim vücudumuzu ortadan kaldırabilirsiniz. İdeallerimizi asla’’ sözleri bütün unutturma politikasına karşı koyarak yankılanarak dağılıyor sesiz Ermeni tanıkları arasında. Nasıl ki Şeyh Sait’in, Seyit Rıza’nın idam sehpalarına giderken başı dik cesur sözleri halen Kürt halkının belleğinde yankılanıyorsa; bütün hafıza katillerine inat Paramaz ve panvor (işçi) Yervant’ın türkülerle idam sehpasına korkusuzca yürüyüşleri özgürlük arayan Ermenilerin dağlarında nehirlerinde ve gelinlerinin sözlerinde yankılanıyor.

Mülkiyetin, toprakların, dil ve inançların Türkleştirilmesi pahasına işlenen suçlar ve gerçekleştirilen cinayetler bugün de hızından bir şey kaybetmeden devam ediyor.

Dün İttihatçı Enver-Talat-Cemal’in elleriyle Ermeni-Rum-Süryani-Asuri halklarına uygulanan soykırım, tehcir ve asimilasyon suçları bugün Kemalist-İslamcı paşalar tarafından Kürtlere karşı işleniyor. Ölüm emrinin yüksek sesle okunduğu topraklarımızda direnişin ve özgürlüğün sloganları da yüksek sesle haykırılıyor.

Piroğlu Ecevit (Nubar Ozanyan)

Özgürlük uğruna bedeni ölüme yatırarak bir mevsim aç kalmak… Onurlu ve özgür bir yaşam için kendisine ait olan her şeyi feda etmek. Budur, özgürlük mahkumlarının hikayesi! Dünya ve ülkemizin zindan direniş tarihi buna fazlasıyla tanıktır. Amed zindanından Metris zindanına uzanan direniş tarihi fazlasıyla buna tanıktır. Kolay mı saatlere günlere aldırmadan her gün herkesin gözü önünde santim santim erimek; yaşamın nimetlerine dokunmadan açlığa yatmak… 120 günden daha fazla süren bir direnişi sürdürmek; düşünmek ve hayal etmek bile insanı ürkütüyor. Ecevit Piroğlu yoldaş her gün, her dakika faşizmin zindancı hukukuna, teslimiyetine, köleliğine karşı direnerek herkese güçlü bir mesaj veriyor. Ve ağır bir sorumluluk yüklüyor. Vicdanlarımızı sorgulatıyor ve görevlerimizi yeniden hatırlatıyor.

Çakma Sırbistan yönetiminin çakma hukukuyla Ecevit yoldaşı serbest bırakmamasının arkasında faşist AKP-MHP iktidarı vardır. Erdoğan diktatörü vardır. Kinci ve intikamcı diktatör kendi iktidarına karşı duran, direnen, boyun eğmeyen onurlu her devrimci ve insanı en ağır şekilde cezalandırma yoluna gidiyor. Kobanî davası buna fazlasıyla tanıklık ediyor. En ağır-sağlıksız tecrit koşullarına mahkum ederek, özgürlük mahkumlarını hücrelerde diri diri yok etmek istiyor. Binlerce Kürt ulusal özgürlük direnişçisi, devrimci ve yurtsever en ağır zindan koşullarına karşı direnerek nefes almaya çalışıyor. Ecevit Piroğlu yoldaş, onurlu bir Gezi direnişçisidir. Yoldaşı Ulaş Bayraktaroğlu’yla birlikte Gezi’de feda ruhuyla direndiler. Gezi direnişinin bilincini ve ruhunu Rojava’ya taşıdılar. Rojava’da DAİŞ faşistlerine ve Türk işgalcilerine karşı savaştı. Şimdi Sırbistan topraklarında bir yandan Erdoğan diktatörlüğüne karşı diğer yandan Sırbistan gericiliğine ve oligarklarına karşı direniyor. Yaşamı direniş ve savaş olan Piroğlu bizleri yoldaş olmaya çağırıyor. Hücresinde tek başına direnişine sahip çıkmamıza çağırıyor.

Gezi’den, Rojava’ya devrimcilerin, ilericilerin, Kürt ulusal özgürlük savaşçılarının yoldaşı olmayı başaran Ecevit Piroğlu yoldaş, bugün güçlü bir şekilde sahiplenilmeyi, daha fazla güçlü eylemler ortaya konularak düşmanın elinde koparılıp alınmayı bekliyor. Dünyada insan ve halkların hakkını savunan evrensel adalet hukukunu koruyan bir ülke yoktur. Büyük devletlerden birkaç yüz bin nüfuslu ülke yönetimlerine dek her tarafta sermayenin ve gericiliğin kanlı kılıcı sallanıyor. Yoksulluğun, derin işsizliğin yaşandığı, halklara köleliğin ve teslimiyetin dayatıldığı ülkelerde direnişler, ayağa kalkışlar henüz istenilen düzeyde olmasa da tohum halinde olsa bile umudu büyütmektedir.

Ecevit Piroğlu yoldaş Sırbistan zindanlarında karanlık hastane koridorlarında yatağa bağlı direnerek hem Sırbistan halkına hem de ülkemizin halkına örnek oluyor. Direniş bayrağını taşıyarak umut oluyor. Türk faşizmi, kayyumlara karşı direnen Kürt halkının sokak direnişlerinde yeniliyor. Ülkemizin zindan direnişçileri karşısında yeniliyor. Sırbistan topraklarında Sırp Partizanların geleneğini sürdüren Ecevit Piroğlu yoldaşın direnişi karşısında yeniliyor. Yoldaş, Türk faşizmine yenilgiyi yaşatacak kararlılığa ve iradeye sahiptir. Kutsal özgürlük uğruna direnişten başka bir yol olmadığını bizlere gösteren Ecevit Piroğlu yoldaş bugün daha büyük sahiplenmeyi bekliyor. Selam olsun direnişçi yoldaşa.

Zap’a bomba Colemerg’e kayyum (Nubar Ozanyan)

Türk patronlarının ve generallerinin Kürt ve emek düşmanlığı kapsamlı ve planlıdır. Sınırlı bir zaman ve belli bir dönemle sınırlı değildir. Süreğendir. Demokrasiyi gerçekte değil sözde bilir. Uygulamada değil yasalarında yazılı haliyle tanır. Ki bunu bile kaale almaz. Tarihten günümüze dek en iyi yaptığı şey işgal ve Türk olmayan halkların canını almaktır. Emek ve topraklara konmaktır. En iyi bildiği ise “Yakma-Yıkma-Çökme”dir. İkiyüzlü ve sahtekâr olduğu kadar kinci ve intikamcıdır. Kemalizm’den beslenen faşizmle soluklanan Türk patronları ve generalleri, kin ve intikamcılığını “Yarına bırakır ama yanına bırakmaz” zihniyetiyle tanımlar. Türk’ün dışında başka bir halka yaşam ve var olma hakkı tanımaz. Başarısızlığı, yenilgiyi kolay kabul etmez. Kürt’ün başarısına ve gelişmesine ise asla tahammül etmez.

Her zaman ve her yerde Kürt düşmanlığı ve imhasını esas alan soykırımcı Türk devleti bir yandan kimyasal ve yasaklı silahlarla özgür Kürt’ün iradesini kırmaya çalışırken diğer yandan belediyelerine kayyum atayarak iradesini gasp etmeye çalışıyor. Bütün olanakları kullanarak ortaya çıkan fırsatları kurnazca değerlendirerek Kürt’ün imhası için çalışan Türk devleti, yüz yıldır temel politikasında bir değişikliğe gitmiyor. Emek ve özgürlük düşmanlığını, saldırganlığını her geçen gün sistematik ve süreğen hale getiren AKP-MHP faşist iktidarı, halkların uyanışı ve direnişi karşısında başarısızlıktan ve yenilgiden kurtulamıyor. Ne evrensel hukuk ve insanlık değerlerini tanıyor ne de kendi yasalarına ve hukukuna uyuyor. Çakma devletin çakma hukuku ve yazılı yasaları artık yama tutmuyor. Her tarafından sökülüp dökülerek parçalanıyor. Sokaklara meydanlara dağılıyor.

Yıllardır Kürt ulusunun özgürlük talebini görmezlikten gelen, iradesini yok saymaya çalışan diktatör Erdoğan, Çolemerg’e kayyum atayarak gasp politikasını sistemli hale getirip Kurdistan coğrafyasına yaymaya çalışıyor. Kürt ulusuna Türk egemen sınıflarının köleliği dayatılıyor. İmtiyazların ve eşitsizliğin kabul edilmesi dayatılıyor. Kürtler, Türk egemen sınıfların çıkarlarını temsil eden AKP-MHP-CHP-İYİP gibi faşist partilere oy verebilir, bu partiler içinde aday olabilir, seçilip vekil ve temsilci de olabilir. Ancak yaşadığı topraklarda seçme ve seçilme hakkına öz kimliği ve öz iradesiyle katılamaz. Temsil edilemez.

Aksi durumda Türk’ün egemenlik hakkı ve Türk hukuku olan faşizm devreye girer. Öz kimliğiyle seçilen Kürt’ün temsiliyeti ortadan kalkar. Faşizmin kayyım temsiliyeti devreye girer. Tıpkı Türk ordusunda işleyen yasalar gibi: “Komutan her zaman haklıdır. Haksız olsa bile birinci madde devreye girer.” Yani her zaman her koşulda “komutan” haklıdır. Türk hukuk ve yargı sistemi Türk ordusundaki hukuk gibi işler ve uygulanır. Türk faşizminin egemenlik hakkı ve üstünlük hukuku esastır. Kürtler ve özgürlükler karşısında ve herkesin ve her şeyin üstündedir. Türk devlet ve siyasal parti yapılanması, hukuk ve yasal sisteminde esas ve tayin edici olan kabul gören ve uygulanan Türk egemen sınıfların hakkı ve tartışmasız üstünlüğüdür. Yeri geldiğinde Türk halkı da “baldırı çıplaktır”, “dağdaki çobanla benim oyum bir midir?” olarak tanımlanır.

Devletin ve politikacıların aklı böyle çalışır ve işler. “Kutsal devlet”leri her şeyin üzerindedir. Amaç bir avuç kompradorun kasasını doldurmak, çıkarlarını korumaktır. Yaşamına, varlığına, özgürlüğüne, buğdayına tahammül etmeyen diktatörler Kürt’ün haklarına hukukuna ve iradesine saygı duyar mı? Türkiye’de yazılı hukuk, dünya kamuoyunu ve halkı kandırmak için göstermelik olarak vardır. Yazılı halin dışında bir işlevi ve hükmü yoktur. Eşitliğin özgürlüğün olmadığı yerde hukukun işlemesi mümkün müdür? TC kuruluş aşamasında yaşadığı açmazı sürdürüyor. Faşizm büyük bir kriz ve sancı içindedir. Ne ekonomik-mali sorunlarını çözebiliyor ne de demokrasi ve hukuk sorunlarını çözebiliyor.

Kayyum politikası bu çözümsüzlüğün politikasıdır. TC devletinin tarih boyunca kendi topraklarında yaşayan Kürt’ün evini işgal ve ilhak etme saldırısının devamıdır. Kayyum politikası işgalci istilacı egemen Türk devletinin Kürt ulusunun değerlerine çökme politikasıdır. Ezilen bağımlı ulus statüsünün güncellenmesidir. Ülkesine, şehrine, iradesine sahip çıkanlar “Bu memleket bizim, bu irade bizim” diyerek direnişini büyütüp her tarafa yaymaya çalışıyor. Kürt ulusunun özgürlük rüzgarı ve talebi Türk halkının da uyanışını ve silkinişini hazırlıyor ve tetikliyor. Gerillanın vurduğu her darbe, AKP-MHP rejimini azgın bir hale getiriyor. Gerillanın varlığı, mücadelesi ve eylemleri Kurdistan’ın dört parçasında halkın direniş ve kararlılığını güçlendiriyor. Dağın özgürlük rüzgarı ve sesi şehrin yoksul emekçi Kürtlerin ve emekçilerin direnme bilincini ve kararlılığını güçlendiriyor. Kürtler, ezilen sömürülen halklar ellerini ve özgürlük taleplerini birleştirdikçe dağlar, ağaçlar, nehirler, buğdaylar halka ait olacaktır. Kentler, belediyeler, okullar bizim olacaktır. Özgürlüğün yolu gerillanın direniş sesine kulak verip Çolemerg halkının yanında olmaktır.

Bugün Galatasaray Meydanında bariyerler bir genişledi ve arkasından geri daraldı.

Meydana gelmeden meydana açılan her yol denetim altına alınmış, polis denetiminden ve üst aramasından sonra meydana girdik... Arkasından heykelin olduğu yere geldim, orası da bariyer ile çevrilmişti, ön taraftan giriş yerine yan taraftan giriş açılmıştı, oradan da üst aramasından geçip oturma eyleminin olacağı heykel çevresine geldik. Heykel, cumhuriyetin 50. Yıl heykeli. 100. Yıl heykeli yapıldı mı bir yerlerde bilmiyorum...

Bariyer içinde bariyer ve onun içinde izin verilen sınırlar içinde acılarımızı haykırmak!

50. Yıl heykelinin ön tarafında cumartesi anneleri 1000. Eyleminin yerde serili platformu vardı, platform ve heykel arasında aileler oturacak, aileler ile birlikte siyasi parti temsilcileri ve medyada gözükmek isteyenler...

Galatasaray lisesinin giriş kapısı ile okul girişi arasına denk gelen alan bariyerler ile çevrilmişti.

Normal zamanlarda polislerin ve otobüslerin beklediği alan, ailelere açıldığı için otobüs ve polisler yoktu. Onlar genelde Yapı Kredi Bankası Kültür Merkezi kenarına olur, onların boşalttığı alana eylem için gelenler tarafından doldurulmaya başlandı... Birbirini tanıyanlar selam verdi, sarılanlar oldu, görüşelim niyetleri karşılıklı söylendi ve bu arada meydan dolmaya başladı...

Anonslar ile eylemin biçimi oturtulmaya başlandı.

Dolmaya başlayınca ne olur, elbette anons. “Lütfen arka taraflara doğru hareket edelim!” medyada gözükmek isteyenlerin ön tarafta bulunma mücadelesine şahitlik ettik.  Eylem oturma eylemi olduğu için oturmak için alan açılması gerekliydi. Anons ile bu hatırlatılıyor ve “lütfen” diye vurgulanırken “bu ön tarafta olma mücadelesini bırakın, ailelere ayrılmıştır orası.” sessizce söylenmiş oluyordu. Haklıydı, ama kim duyar haklı olmayı, oraya gelenlerin amacı ile orada sürekli bulunanların amacı ortak mıydı, sorusu kafamın içinden geçti ve sessizce en arka tarafa gidip gelişmeleri izlemeye devam ettim…  

Acısını duyanlar ve istikrarlı şekilde her eyleme gelenler elbette ön tarafta bulunması gereklidir, işin doğalı bu olmalıdır ama pek öyle olmuyor, ilk defa gelmiş, fotoğraf çektirip eyleme sahip çıkmak isteyenlerin ısrarı ön tarafta sürdü bir süre…

Elbette, ayakta duracak değiliz, oturma eylemi için oturacak alan yaratılması gereklidir, en doğalı ve normali bu ama sanki oraya bu eylemin biçimini unutmuşlar gelmiş gibiydi. Belki de büyük olasılıkla çok uzun zaman içinde eylemler ya yasak ya da sınırlı sayıda katılım ile olduğu için oturulması unutulmuştu, anonslar ile oturma eylemi duyuruldu. Bu arada CHP Beyoğlu temsilciliğinden Cumartesi Annelerinin daha önceki eylemlerden kayıta alınmış sesleri hoparlöre verilmişti, meydana sesi geliyordu...

Acıların ayrımı olmaz…

Resimler dağıtıldı. Resimlerin / afişlerin üzerinde yazan isimler ve fotoğraflara göre bir seçicilik olduğunu görünce önce şaşırdım, her kişi ya yakını ya da tanıdığının ya da siyasetten yakın olan kaybın afişini arıyor, ayırıyor ve meydanda göstermek için alıyordu... Şaşırmıştım, çünkü tüm kayıplar ayrımsız bizim yakınımızdır, her biri bizim bir parçamız, canımızı acıtandır...

Hangi nedenle, nasıl olursa olsun, hangi kültürden, hangi coğrafyadan, hangi zamanda olursa olsun tüm kayıplar benim gözümde eşittir, aynı düzeyde, aynı şekilde anarım, ayrım yapmam, onlar ve onların ailelerin acıları benim acım ve onlar kadar olmasa da acı duyarım…

 Gözyaşının rengi yoktur, tüm acılar aynı şekilde akar gözlerimden kalbime doğru...

Eylemde önce genel hazırlanmış mesaj okundu ve arkasından aileler söz aldı… Sessizce ve saygı içinde konuşmalar dinlendi, ne alkış ne de slogan… Ve sessizlik içinde meydanı terk ederek oturma eylemi olması gerektiği gibi sonlanmış oldu...

Dağıldıktan sonra çevrede yer alan cafelerde eyleme gelenler buluştu, hasret giderdi, işi olanlar ayrılıp gitti ve İstiklal Caddesi eski kalabalığı içinde yaşamaya devam etti.

Yarım saat sonra oradan geçerken bariyerler eski yerine gelmişti, içine polisler ve araçları diğer günlerde olduğu gibi konumlanmış olduğunu gördüm.

Cumhuriyetin 50. Yılını temsil eden heykelin üstü ve etrafında karanfiller hala duruyordu...

Bariyerler genişledi ve daraldı, eylem olmuş bitmiş gerisinde karanfiller kalmıştı...

Burada bir şey yaşanmıştı, yaşanmış ama ne yaşandığına dair bir iz kalmış mıydı? Kişisel cep telefonlarımızda çektiğimiz fotoğraflar duruyor, paylaşan paylaşıyor...

Bu sefer de 1000. Buluşma böyle gelip geçti, arkasından kocaman bir sessizlik, acılı yüreklerin isyan sesi orada bulunan taşların içine işledi...

Taş dile geldi ama yetkililer ses verip bu ailelerin acısını dindirmek için bir şey yapmadı...

Bariyerler hep orada kaldı... Kalan sadece bariyerler mi?

İsmail Cem Özkan

Selahattin Demirtaş'a ve bütün tutsaklara...

"YÜREĞİN UMUT ETTİĞİ O ADRESTE" "LI DILÊ KU DIL HÊVÎ DIKE"

Düşkünlüğün, alçaklığın, düzenbazlığın, bağnazlığın, ırkçılığın, sefilliğin, çürümüşlüğün, bencilliğin, rezilliğin ve vurdumduymazlığın rağbet gördüğü bu topraklar sana göre değil dostum.

Yıllardır tanırım seni.

Hani, yüz yüze görüşmüşlüğümüz olmasa da, beraber oturup bir bardak çay içmemiş, tek kelime sohbet etmemiş olsak da, sen hep aşinaydın bana.

Bir aralar bu aşinalığa bir isim bulayım dedim ama inan hiçbir yere oturtamadım.

Akraba desem, değil.

Komşu desem, hiç değil.

Yoldaş, can, heval, dost, arkadaş, tanıdık...

Yok.

Olmadı.

Sen hep bu sıfatların çok ötesinde bir yerdeydin.

Şimdi de öylesin.

Bir asır sonra da öyle olacaksın.

***

Abin Nurettin Buca Cezaevi'ndeydi.

Ayda bir aranızda para toplayıp ta Diyarbakır'dan Buca'ya, abin Nurettin'i görmeye giderdiniz.

Kimi zaman o kadar yolu gittikten sonra "Bugün görüş yok." sözüyle cezaevi önünde kalakalırdınız da, "ah" etmezdiniz.

Ananız, avukat tutmak için bileziğini sattı.

Sen arada bir, babanın o çok sevdiği "Çift camlardan ses gelmiyor" türküsünü çaldın.

Baba bu türküyü her dinlediğinde gizli gizli ağladı.

Aradan yıllar geçti.

Şimdi sen o çift camların ardındasın.

Bozulmadan,

Kırılıp dökülmeden,

diz çökmeden

ve sarayına, saltanatına aman etmeden.

***

Bir kez olsun şaşırtsaydın beni.

Bir kez olsun "Bak, bunu sana hiç yakıştıramadım." deseydim.

Karşına çıkıp "Bu kadar da olmaz ki." diye sitem etseydim.

Sen beni hiç ama hiç şaşırtmadın.

Bir süre avukatlık yaptın.

Ardından Diyarbakır'da İnsan Hakları Derneği'nde. Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nda ve Uluslararası Af Örgütünün Türkiye Şubesi yönetici oldun.

Bir kez olsun etiketinle,

bir kez olsun kartvizitinle ya da kariyerinle konuşmadın.

Herkesin "mühim insan" olmak istediği bu asırda, sen hep o sıradan yaşamın yolundan yürüdün.

Sonra milletvekili oldun.

Eş başkan oldun.

Kürsülere çıktın, eylemlere katıldın.

Barikatlarda, cenaze evlerinde, kutlamalarda, halaylarda, seçim meydanlarında hep sen vardın.

Ama öyle "Dünyaları ben yarattım havası" olmadan.

İnsanlara yüksekten yüksekten bakmadan.

Akıl vermeden, hot höt yapmadan, itip kakmadan, incitmeden ve üzmeden.

Kibirden ve egodan uzak.

Ne olursan ol, nerede olursan ol ve kaç yaşında olursan ol, sen yine, annesinden bile su isterken utanıp sıkılan çocuksun.

Bir eş.

Bir baba.

Bir oğul.

Kardeş, dayı, amca, kuzen.

Öylesine biri.

Öylesine, bizi utandıracak kadar "Hiç".

Düşünüyorum da,

Şimdi içerdesin ama bizden daha çok dışardasın.

Daha ne diyeyim ben sana!

***

Benim için,

bırak Türkiye'nin, dünyanın ihtiyacı olan bir iyilik var senin üstünde.

Bu senin iyiliğin, bu ülkede sadece gönül yarası, keder ve yalnızlık demektir dost.

Koltukların, alkışların, övgülerin ve sıfatların insanları köleleştirdiği bir yüzyıldan bahsediyorum.

Bu yüzyıl dostu, düşmanı birbirine kattı.

Kim dost, kim düşman, bilmiyoruz artık.

At izi, it izine karıştı.

Sular bulanık.

Hava puslu.

Yanılgılarla dolu hayatların çaresiz insanlarına dönüştürüldük hepimiz.

Artık kimseyi sevesimiz, kimseye sarılasımız ve kimseye gönül bağlayasımız yok.

Yorgunuz köyler, kasabalar kadar.

Ve yorgunuz düşler, umutlar ve inançlar kadar.

Çocuklarımız öldü bizim.

Gül yüzlü gençlerimiz öldü.

Hapishaneler tıka basa dolu.

Ayağını, elini, kolunu kaybedenler,

Kızlarından, oğullarından haber alamayan analar, babalar,

mezarlıklar,

mezar taşları,

mezar taşlarına giydirilen hırkalar, yelekler...

Artık kimseye dert diyesimiz, derman bekleyenimiz yok.

Kapılar sürgülü.

Pencereler kapalı.

Evler soğuk.

İnsanlar daha soğuk.

***

Bu senin iyiliğin, bu ülkede sadece kurşun, bomba, linç ve hapishane duvarları demektir.

Onlara benzemiyorsan, onlar gibi olmuyorsan, ötesi yok.

Biraz önce gördüm.

Açıklama yapmışsın ve "Ben kendi adıma, halkımıza layık bir politika ortaya koyamadığımız için içtenlikle özür diliyorum. Pratikteki çabalarımla bu eksiklikleri giderme sözü veriyorum. Ayrıca, bana yönelik yapıcı eleştirilere teşekkür ediyorum. Eleştirilerden yararlanmaya çalışacağım. Mücadeleyi cezaevinden her yoldaşım gibi dirençle sürdürürken, aktif politikayı bu aşamada bırakıyorum. Hepinize yoldaşça selam, sevgilerimi gönderiyor, hepinizi hasretle kucaklıyorum. Özgür günlerde görüşebilmek dileğiyle.” demişsin.

Bir kez ya hu bir kez.

Bir kez olsun beni şaşırtsan ya.

Yok.

Sen kafaya koymuşsun bir kere.

Sadece bizi utandırmakla kalmayıp, bir de yeri açıp içine sokmaya çalışıyorsun!

Hepimizin "Ölümsüz" olmak istediği, "Kahraman" olmak istediği, "Mühim insan" olmak istediği bu zamanda, sen yine "Hiç"liginle bizi dövüyorsun.

Döv vallahi.

Hakkımızdır!

***

Düşkünlüğün, alçaklığın, düzenbazlığın, bağnazlığın, ırkçılığın, sefilliğin, çürümüşlüğün, bencilliğin, rezilliğin ve vurdumduymazlığın rağbet gördüğü bu topraklar sana göre değil dostum.

Bu senin iyiliğin, eski zamanlarda kaldı.

Çoktan unuttuğumuz güzel zamanlarda...

Yaşar Kemal'İn dediği gibi "O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık."

Bu senin iyiliğin dostum, tutar, karda boranda filizlenir, gecenin içinde ışıklanır, umutsuzlukta insana düş kurdurur. Ama gel gör ki, bu topraklarda zar zor ayakta durur.

Fırtına yıkamaz da, bir nefeslik suskunluk yerle bir eder.

Fırtına kalır.

Nefes kalır.

Suskunluk kalır.

Yer kalır.

Ama bu iyilik bu topraklarda kalmaz.

ka

la

maz.

***

İyi ki, seni tanıdım, iyi ki seni bildim.

İyi ki, birkaç yıllık şu ömür yolculuğum sana denk geldi.

Bundan böyle ne olur bilmiyorum.

Belki hiç tanışamadan ölür gideriz.

Olsun.

Sen hep buralarda bir yerdesin işte.

Yüreğin umut ettiği o adreste.

Kendine iyi bakasın emi.

Hasretle...

 

T a m e r  D u r s u n

 

----------------------------

"LI DILÊ KU DIL HÊVÎ DIKE"

Ev axên ku kîn, nefret, xapandin, mezinatî, nîjadperestî, belengazî, gendelî, xweperestî, riswatî û bêbextî tê xwestin, ne ya te ne hevalê min.

Bi salan ez te nas dikim.

Tu dizanî, her çiqas me rû bi rû hev nedîtibe jî, me çayek bi hev re venexwaribe jî, me peyvek jî nepeyivî, tu bi min re her tim nas bû.

Demekê min digot qey ez ê navekî ji vê nasînê re bibînim, lê bawer bikin, min li tu derê nedît.

Ger ez bibêjim xizm, ne wisa ye.

Ger ez bibêjim cîran, qet nabe.

Rêheval, giyan, azwerî, heval, heval, heval...

Na.

Ev yek pêk nehat.

Tu her tim ji van rengdêran wêdetir bûyî.

Niha tu jî wisa.

Sedsalek şûnda hûn ê bibin.

Abin Nurettin we li Girtîgeha Buca bû.

Mehê carekê pere kom dikir û ji Amedê diçû Bucayê birayê xwe Nûrettîn.

Carinan, piştî ku bi wî awayî diçin, "Îro dîtin tune." Hûn ê bi gotinên peyvê li ber girtîgehê rûdiniştin, lê we nedigot “ax”

Diya te ji bo ku parêzerek bigire destmala xwe firot.

Carekê te ew strana ku bavê te pir jê hez dikir, "Deng ji paceyên ducaran dernakeve" lêdixist.

Bav her cara ku li vê stranê guhdarî dikir bi dizî digiriya.

Sal derbas bûn.

Niha hûn li pişt wan pencereyên ducar in.

bê xerakirin,

bê şikandin,

bê çok

û bê rehm li qesra xwe û padîşahiya wî.

Ger tu bikaribî carekê min şaş bikî.

Carekê, "Binêre, ez ji bo we qet jê hez nakim." eger min got

Ew hat cem wî û got: "Ne wilo ye." Min ê bigota.

Te qet ez şaş nekirim.

Tu demekê parêzer bûyî.

Piştre li Komeleya Mafên Mirovan a Amedê. Tu bû rêveberê Weqfa Mafên Mirovan a Tirkiyeyê û Şaxa Tirkiyeyê ya Rêxistina Efûyê ya Navneteweyî.

Carekê bi etîketa xwe,

Ne carekê we bi qerta karsaziya xwe an jî kariyera xwe re axivî.

Di vê sedsalê de ku her kes dixwaze bibe "mirovekî girîng", hûn her gav di riya wê jiyana asayî de meşiyane.

Paşê tu bû parlamenter.

Hûn bûne hevserok.

We li ser podiuman rabû û beşdarî xwepêşandanan bû.

Hûn her tim li barîkatan, malên sersaxiyê, şahî, dîlan, qadên hilbijartinê bûn.

Lê bêyî ku "min cîhan afirandin".

Bêyî ku li mirovan binêre.

Bê sedem, bê germbûn, bê pêldan, bê êşandin û bêzarkirin.

Ji quretî û egoyê bêpar.

Hûn çi bin, li ku bin û çend salî bin jî, hûn dîsa jî ew zarokê ku dema av ji diya xwe bixwaze jî şerm û bêzar dibe.

jinek.

bavek.

kurekî.

Bira, apê, mamê, pismam.

Ew wisa ye.

Ji ber vê yekê, bi şermî "Tiştek".

Ez jî difikirim

Niha hûn li hundur in, lê ji me bêtir li derve ne.

Ez ji te re çi bêjim zêdetir!

**

Bo min,

Bila Tirkiye, cîhan ji we re qenciyê bike.

Eve rehetiya te hevalno, ev tenê tê wateya êş, kul û tenêtiya vî welatî.

Ez behsa sedsalekê dikim ku tê de kursî, çepik, pesn û rengdêr mirovan kole dikin.

Dostê vê sedsalê dijmin li hev xistiye.

Kî dost e kî dijmin e, êdî em nizanin.

Rêça hespê bi şopa kûçikê re tevlihev.

Av gemar in.

Xemgîn e.

Em hemû bûne mirovên bêçare yên jiyanên tijî xapînok.

Êdî em nikarin ji kesî hez bikin, kesî hembêz bikin, ne jî dilê kesî jê re hebe.

Em wek gund û bajarokan westiyane.

Û em jî wek xewn, hêvî û baweriyan westiyane.

Zarokên me mirine.

Ciwanên me yên rûbirû mirine.

Girtîgeh tijî ne.

Yên ku ling, dest, milên xwe winda kirin,

Dayik û bavên ku ji keç û kurên xwe xeber nedane,

goristan,

kevirên goran,

qertel û cil û bergên li ser kevirên goran...

Êdî em nikarin ji kesî re bibêjin pirsgirêk, kes li benda çareyê nîne.

Derî dizivirin.

Pencere girtî ne.

Xanî sar in.

mirov sartir in

Ji bo xêra we ye, li vî welatî tenê gule, bombe, lînç û dîwarên zîndanê ne.

Ger hûn ne wek wan bin, ger hûn ne wek wan bin, êdî nema.

Min ew tenê dît.

We daxuyanî da û got, "Li ser navê xwe ez ji dil lêborînê dixwazim ku nekarîn siyaseteke layiqî gelê me bidin meşandin. Ez soz didim ku bi xebatên xwe yên pratîkî van kêmasiyan sererast bikim. Her wiha spasiya rexneyên çêker ên li ser Ez ê hewl bidim ji rexneyan sûd werbigirim. Ez di vê qonaxê de diçim. Silavên xwe yên rêhevaltiyê ji we hemûyan re dişînim, we hemûyan bi hesret hembêz dikim. Bi hêviya ku hûn di rojên azad de we bibînin." te got.

Carekê, ha, carekê.

Ger tu min yekcar şaş bikî.

Na.

We carekê biryara xwe da.

Ne tenê hûn me şermezar dikin, hûn hewl didin ku cîh vekin û bihêlin!

Di vê dema ku em hemû dixwazin bibin "Nemir", "Leheng", "Kesê Girîng", hûn dîsa bi lîga xwe ya "Tiştek" li me dixin.

Nameya gel nivîsê.

Mafê me ye!

Ev axên ku kîn, nefret, xapandin, mezinatî, nîjadperestî, belengazî, gendelî, xweperestî, riswatî û bêbextî tê xwestin, ne ya te ne hevalê min.

Ev qenciya we ye, di demên kevnar de maye.

Di demên xweş de me berê ji bîr kiriye...

Weke ku Yaşar Kemal gotiye, “Ew mirovên qenc li wan hespên bedew siwar bûn û çûn.

Ew merivê te yê baş e, ew digire,

Carekê, ha, carekê.

Ger tu min yekcar şaş bikî.

Na.

We carekê biryara xwe da.

Ne tenê hûn me şermezar dikin, hûn hewl didin ku cîh vekin û bihêlin!

Ev axên ku kîn, nefret, xapandin, mezinatî, nîjadperestî, belengazî, gendelî, xweperestî, riswatî û bêbextî tê xwestin, ne ya te ne hevalê min.

Bi salan ez te nas dikim.

Tu dizanî, her çiqas me rû bi rû hev nedîtibe jî, me çayek bi hev re venexwaribe jî, me peyvek jî nepeyivî.

t a m e r d u r s u n

werger:Weyselê Serhedî

Hepimiz Mazlum’a borçluyuz:Garabet Demirci

 

Diyarbakır Zindanı’nda işkenceye direnen teslimiyeti kabul etmeyen devrimcilerden Garabet Demirci, Yeni Özgür Politika'dan İsmet Kayhan'a Mazlum Doğan ile tanışmalarını, Diyarbakır Zindanı'nı ve Mazlum'un eylemini anlatıyor.

İsmet Kayhan: Maraş’tan, Malatya’dan ve Adıyaman’dan 60’lı yılların sonunda Kürt Alevilerin göç ettiği bir kentti Antep. O yıllar Malatya’da haşhaş, Antep’te fıstık mitingleri yapılırdı. Kurdistan’ın yoksul gençleri de Antep’e gelip hamallık yapardı. Emek sömürüsünün, sınıf çelişkisinin yoğun yaşandığı bir kentti. Bu yüzden neredeyse tüm devrimci önderlerin yolu Antep’ten geçmiştir. Antep’teki yoksul işçilerin mitinglerini, günler süren grevleri organize eden devrimciler daha sonra gruplar halinde Filistin’e savaşmaya gittiler. Filistin’e ilk devrimciler Antep’ten gitti.

İbrahim Kaypakkaya, Haki Karer, Kemal Pir, Cemil Bayık, Mustafa Karasu, Rıza Altun ve Duran Kalkan hepsinin yolu Antep’ten geçti. Antep, giderek Apocuların en önemli çalışma alanı oldu; çünkü Maraş, Adıyaman, Urfa ve kısmen Malatya’ya yönelik devrimci çalışmalar da buradan yürütülüyordu. Kent, Apocular için bir üslenme alanı gibiydi. Haki Karer’in, Kemal Pir’in özellikle Antep ve Urfa’da devrimci mücadelenin gelişmesinde çok büyük katkıları oldu. PKK’nin ilk şehidi Haki Karer de uzun süre Antep’te işçiler arasında örgütlenme çalışması yaptı. Ve orada katledildi. PKK’nin temellerinin atıldığı bu kentte Mazlum Doğan’ın yolu da geçer.

Mazlum nasıl Apocu oldu?

Mazlum, PKK’nin merkezi ideolojik-teorik çalışmalarından sorumluydu. Bu sürede “PDA-Proleter Devrimci Aydınlık” çalışmasını tamamlamıştı. Broşürün tek orijinal nüshasını da basılmak üzere yanında götürmüştü. Kendisiyle birlikte bu broşür de polisin eline geçti. Yine o dönem PKK adına birçok bildiri de Mazlum’un kaleminden çıktı. Mazlum’un Apocu olmasında Haki Karer’in emeği büyüktür. Şöyle anlatıyor Mazlum: “Haki arkadaş dört saat grubun görüşlerini anlattı, bitirince ‘hepsine katılıyorum’ dedim ve Apocu oldum.”

17 gün işkence

Mazlum Doğan’ın hepimizin bildiği bu fotoğrafını 1979 Eylül’ün sonunda Antep’te çekmişti. Yeni bir kimliğe ihtiyacı vardı. Kimlikte farklı bir görünüm için kesmişti bıyıklarını. Oysa Mazlum hep bıyıklıydı. O zamanlar Mazlum, Nuri Pazarbaşı semtindeki “Umut Apartmanı”nın giriş katındaki bir dairede kalıyordu. Komşulara kendini “Mimar” olarak tanıtmıştı. Proje üzerinde çalışıyordu, henüz büro açamadığından evde çalışıyordu. Komşulara anlattıkları hikaye böyleydi. Daha sonraki günler Antep’in Karşıyaka semtinde bir evde kaldı. Ali Haydar Kaytan’ın kaldığı evdi burası. “PKK Bülteni”nin ilk sayısı da bu evde hazırlandı. Mazlum, basım işlerinden de sorumluydu. Birkaç günlüğüne ayrıldı. Urfa’dan Viranşehir’e giderken 10 Ekim 1979’te bir arabada yakalandı. 17 gün akıl almaz işkenceler gördü.

Öcalan “Çağdaş Kawa” dedi

1982 Mart’ının ikinci haftası görüşe giden anne ve babasına, “Üzülmeyin. Çok güzel şeyler olacak” der. Bu görüşmeden bir hafta sonra, 20 Mart’ı 21 Mart’a bağlayan gece, hücresinde üç kibrit çöpü yakarak Newroz’u kutlar. “Teslimiyet ihanete, direniş zafere götürür” diyerek tarihi eylemini gerçekleştirir. Öcalan, Mazlum’un eylemini haber aldığında Şam’daydı. Bir gün boyu çalışma odasında kaldı. Akşam, “Mazlum Yoldaş’ın Anısına” yazısını hazırladı. Öcalan, bu değerlendirmesinde Mazlum’u 1982 Newroz’unda “Çağdaş Kawa” diye andı, böyle selamladı. O tarihten beri, bütün Kurdistan halkı Mazlum Doğan’ı böyle andı. Öcalan o gün “Daha yoğun bir tempo ile gerillayı hazırlayacağız” talimatını da verir.

Ermeni devrimciyle kesişen yol

Garabet Demirci, Diyarbakır Zindanı’nda işkenceye direnen teslimiyeti kabul etmeyen devrimcilerden biridir. Bir mevsim işkencede kaldı. İşkencenin her türlüsüne maruz kaldı. Çoğu zaman da sadece zevk için “Bir Ermeni’yi askıda görme zevki” için işkencelere maruz kaldı. Mehdi Zana, Mazlum Doğan ve Garabet Demirci’nin “işkencede öldü” iddialarını araştırmak için Uluslararası Af Örgütü’nden bir heyet gelir. Mazlum, Garabet ve Mehdi Zana’nın yaşadığını ispatlamak için heyetin karşısında çıkarırlar. Garabet Demirci ile Mazlum Doğan’ı konuştuk.

Mazlum Doğan nerede ve ne zaman tanıştınız?

Garabet Demirci: Mazlum Doğan arkadaşla ilk tutsak düştüğü süreçte tanıştım. Kısa bir sohbetimiz oldu. Oldukça birikimli ve inançlı bir arkadaş olduğu her cümlesinden anlaşılıyordu. Kurdistan’ın bağımsızlığına ve sosyalizme olan inancı çok güçlüydü. Etrafına ışık saçan bir arkadaştı. Daha sonra kendisini dış görüşmelere kapattı. Görüşemedik. Örgütsel eğitim çalışmalarından ya da toplantılarından dolayı dışarıyla ilişkilerini sınırlandırdığını düşünüyorduk. Mazlum arkadaşın başarılı olamayan firar eyleminden sonra neden kimseyle görüşmek istemediğini anladık. Meğer kimseyle görüşmediği süreçte firar eylemi örgütlüyormuş.

Mazlum Doğan’ın eyleminden önce Diyarbakır Zindanı’nı anlatabilir misiniz? Nedir bu zindanı diğer zindanlardan farklı kılan?

Garabet Demirci: Mazlum arkadaşın eylemi diyebilirim ki karanlığı parçalayan bir işaret fişeği oldu. Mazlum arkadaştan önce ve sonra diye iki farklı tarihten ve zamandan bahsedebiliriz. Mazlum arkadaş öncesi zifiri koyu karanlıkta derin bir zulüm çukuruna düşmüş her gün işkencecilere karşı içimizde büyük bir öfke düşmana karşı tanımsız bir kin büyütüyorduk. Bu dayanılması zor işkenceleri yaşamaktansa ölümü arıyorduk. Bu durumdan nasıl çıkacağımızı düşünüyor, fakat bir çıkış yolu bulamıyorduk. Yaşananları kimse kabul etmiyor içine düştüğümüz durumu kimse içine sindiremiyordu. Mazlum arkadaşın eylemi karanlığı parçalayan bir ışık oldu. Derin zulüm çukurundan nasıl çıkmamız gerektiğinin yolunu açtı.

Mazlum Doğan’ın eylemini nasıl duydunuz?

Garabet Demirci: 5 Nolu zindanında 29’uncu koğuştaydım. İnsani ve doğal olan her şeyin yasaklanıp tutsak edildiği zamanları yaşıyorduk. Hava, su, zaman, sevgi, merhaba, mektup, mendil yani her şey tutsak edilmişti. Bırakalım başka koğuş ve hücrelerde neler olup bittiğini anlamaya çalışmak kaldığımız koğuşta bile tutsaklarla konuşmak, dertleşmek, iletişim kurmak, neler olduğunu öğrenmek yasaktı. Cezaevi idaresi tarafından çağrılıp bir daha kendisinden haber alamadığımız arkadaşlarımız, ya da geri geldiğinde bile yanına yaklaşıp durumunu öğrenemediğimiz herkesin, herkesten ve her şeyden korktuğu ürktüğü zamanları yaşıyorduk. En küçük insani bir tepki için bile bedel ödemek gerekiyordu. İşkence sonucu yere yıkılan, kalkamayan acı içinde kıvranan can çekişen yoldaşına, dostuna elini uzatamıyordun. Uzatmak için mutlaka işkenceyi, ağır bedel ödemeyi göze alman gerekiyordu.

60 kişilik koğuşta 20 kişi ya ihbarcı ya da itirafçı olmuştu. Ancak bir birini iyi tanıyan, güvenen insanlar kendi aralarından sınırlı şekilde iletişim kurabiliyordu. Bu zulüm zamanları içinde güvendiğimiz arkadaşlar mahkeme dönüşünde gelip bize Mazlum arkadaşın eylemi gerçekleştirerek şehit düştüğünü söyleyince onu kaybettiğimizi öğrendik.

O an ne hissettiniz?

Garabet Demirci: Adı konmamış bir suskunluk ve derin bir hüzün tüm koğuşu kaplamıştı. Herkes bir anda susmuş, ürkütücü bir sessizlik koğuşta hakim olmuştu. Kimse konuşmaya cesaret edemiyordu. Sözler anlamsızlaşmıştı sanki konuşsak Mazlum arkadaşa saygısızlık yapacağız duygusunu yaşıyorduk. Eylemiyle konuşan sadece Mazlum arkadaştı. Hepimiz sessizce içimizdeki Mazlum’la vicdanımızla konuşuyorduk. Kendimizle hesaplaşıyorduk. ‘İlk’ olamamanın derin sorumluluğunu yaşıyorduk. Aynı zamanda Mazlum arkadaşın eyleminin ne anlama geldiğini, bizden neler yapmamız gerektiğini içimizde tartışıyorduk. Sanki hem içimizdeki hem dışımızdaki karanlık parçalanmış yanıp sönen bir ışığın parıltısıyla nerede nasıl yaşadığımızı neler yapmamız gerektiğini sorguluyorduk. Eğer ayağa kalkıp onurluca direnmezsek tarih, devrim, sosyalizm idealleri bizden ödeyemeyeceğimiz ağır hesap soracaktı. Mazlum arkadaşın eylemi hem elleri kırbaçlı, kalaslı, silahlı işkenceci zulüm ordularına karşı tek başına bir meydan okumaydı. Aynı zamanda biz geride kalanları gerekçesiz sorgulatan bir uyarı nitelik taşıyordu. Bir uyanış eylemiydi. Her birimizin kendi iç sorgulaması daha derinleşmişti. “Neden ilk biz olmadık. Neden halen zulmü kabul etmeye devam ediyoruz. Neden geç kalıyoruz? Daha nelerin olmasını bekliyoruz?” Sorularına yanıt olmanın artık korkmanın anlamsızlığını öğrenmeye başladığımız zamanları yaşamaya başladık.

Sizinle daha önceki bir sohbetimizde “5 Nolu’da kalan herkes Mazlum Doğan arkadaşa borçludur” demiştiniz.

Garabet Demirci: Evet, hepimiz borçluyuz. Halen borcumuzu layıkıyla ödemiş değiliz. Çünkü feda eylemi yapan her öncü geride kalanlara ağır görevler büyük sorumluluklar ve tamamlanmamış sözler bırakır. Eğer Mazlum arkadaş ilk özgürlük kıvılcımını çakmasaydı sonrasının ne olacağını bilemediğimiz zamanları fazlasıyla yaşıyor olacaktık. Hep dile getiriyorum. Eğer Mazlum, Kemal, Hayri, Dörtlerin eylemi olmasaydı, ardı sıra gelen büyük uyanış eylemleri ve direnişleri olmasaydı biz ya birer canlı ölü olurduk. Ya da şans eseri zindandan çıktığımızda iradesi kırılmış şekilde devrimcilik yapamazdık. Çünkü tanımı zor zulüm her tutsağın içinde korku, ürkme, sinme, kendine güvensizliği ekmişti. Direnişle birlikte cesaret kararlılık kazanmaya başladık ve zulme meydan okunması gerektiğini tekrar öğrendik. Nerede hangi koşullarda olursak olalım mutlak direnmenin, düştüğümüz yerden tekrar ayağa kalkmak gerektiğini öğrendik. Direnmenin, amaca büyük bağlılık ve dönüşü olmayan feda eylemi yapmamız gerektiğini öğrendik. Ve sözümüze sadık kalmaya ancak borcumuzun halen devam ettiğini öğrendik. Hem devrimci tutsaklar hem de onurlu Kürtler olarak herkes fazlasıyla Mazlum, Kemal, Hayri arkadaşlara ve Dörtlere borçludur. Ben bir devrimci tutsak olarak zindanda direniş yolunu tutmasaydım ne devrimcilik yapma iradem ne de yaşama hakkım olmazdı.

Mazlum’un eyleminden sonra Amed’de ne değişti? Bu eylem neyi tetikledi?

Garabet Demirci: Mazlum arkadaşın eylemi bizlere ‘Ya bir yol bulacağız ya da bir yol açacağızı’ bir kez daha öğretti. Ne yapılması ve ne yapmamız gerektiği sürecini başlattı. Mazlum arkadaş bize, canından çok sevdiği değerler uğruna gerektiğinde kendini feda etmeliyizi öğretti. Takip etme sürdürme sırası artık geride kalanlarda yani bizlerdeydi. İçimizdeki korkuyu tam olarak yenemediysek de artık buz kırılmış düşünmek, uyanmak ve mutlaka bir şeyler yapmak gerektiğini düşünmeye başlamış ve eyleme geçmeye hazır olmamız gerektiğini öğrenmiştik.

Siz zindanda neler yaşadınız? Uluslararası AF örgütünden bir heyet Diyarbakır Zindanı’na neden geldi?

Garabet Demirci: Siverek-Urfa-Diyarbakır işkencehanelerinde çok ağır işkenceler yaşadım. Sağ kurtulacağımı düşünemiyordum. Hem devrimci hem de Ermeni kimliğimden dolayı devlet nezdinde çift sakıncalıydım. İki ağır suçu boynumda taşıyordum. Bunun sorumluluğunu taşımanın fazlasıyla ağır olduğunu biliyordum. Esat Oktay Yıldıran’ın özel ilgisine takılmıştım. İsmimi değiştirerek hem Türk hem de Müslüman olmamı istiyorlardı. Hem ağır fiziki hem de ağır psikolojik baskılara maruz kaldım. Siverek, Urfa, Diyarbakır işkencehanelerinde tanık olan, beni gören ve ismimi duyan herkeste mutlaka öldürüleceğime dair ciddi kaygılar vardı. Üstüme herkesten fazla gelip yükleniyorlardı. Uzun süre işkencede kalmam beni ‘tanınır, meşhur’ yapmıştı. Kolordudan özel subaylar beni görmeye geliyordu. Bana bir “canavar” gibi yaklaşıyorlardı. Hayatlarında ilk kez bir Ermeni, yani bir “canavar” görmüş gibi hayrete düşüyorlardı. Her defasında aşağılama, küfür ve hakarete maruz kalıyordum. Sünnet olup olmadığımı kontrol etme bahanesiyle defalarca çıplak aramaya ve çıplak bekletilmeye maruz kaldım. Üzerime işeyen, yüzüme tükürenlerin, sırtıma binmek isteyenlerin haddi hesabı yoktu. Düşünün, insan olmayan, acayip bir canlı yakalamış gibi alay ediyorlardı benimle. Zulmün üstü ne kadar kapatılıp, ölümlerin duyulmaması için çalışılsa da bir ışık bulup dışarı sızıyor. Beni, Mazlum arkadaşı ve Mehdi Zana arkadaş hakkında öldü iddialarını soruşturmak öğrenmek için Uluslararası Af Örgütü’nden bir heyet 5 Nolu zindanına gelmişti. Bizlerle görüştüler. Mazlum arkadaşın da isminin geçtiğini öğrendim. Koridorda askerler “Mazlum’u da getirin” diye bağırıyorlardı. Sırasıyla bizi bir odaya alıp heyetin huzuruna çıkarıyorlardı.

Mazlum Doğan’ın ablasıyla sonraki yıllarda tanıştınız. Ne hissetiniz?

Garabet Demirci: TİKKO komutanı Armenak Bakırcıyan yoldaşın ablasını İstanbul’da görmeye gidince yüzünü bana dönüp yanında oturan siyah saçlı kadın arkadaşı göstererek, “Bu arkadaşı tanıyor musun?” diye sordu. Nasıl tanıyor olabilirdim ki, “Hayır tanımıyorum. İlk kez görüyorum” dedim. “Arkadaş Mazlum Doğan’ın ablası” deyince sevincimi tutamadım. Başladık derin acılı ve onur taşıyan sohbete. Her iki şehit yoldaşın ablalarının nasıl bir birini bulduklarını anlatmak zor olsa gerek. Mazlum Doğan arkadaş Karakoçanlıdır. Armenak Bakırcıyan arkadaş da Karakoçan’da Mazlum arkadaşların evinin önünde şehit düşmüştür. Karakoçan’ın bu iki büyük devrimcisinin ve öncüsünün bu kadar tesadüf dolu benzerlikte yollarının kesişmesini nasıl açıklayacağımı bilemiyorum. İki ablanın da yollarının kesişmesinin görünürde bir tesadüftük olsa da başka güçlü nedenlerin onları buluşturduklarına inanıyorum. Mazlum arkadaş Armenak Bakır’ın kendi doğduğu topraklarda şehit düştüğünü öğrenmişti. Zindanda onunla ilgili anma yapılmasını en fazla isteyen Mazlum arkadaş olmuştu. Mazlum arkadaşa Armenak Bakır’la anma yapacağımızı söylediğimde içtenlikle katılacaklarını söylemişti. Bugün yürüyen gelişerek büyüyen Kürt özgürlük mücadelesinde Mazlum Doğan arkadaşın büyük bir emeği asla unutulmayacak değerdedir. Katkıları fazlasıyladır. Mazlum arkadaşa bakılmadan onu anlamadan yürüyerek amaca varılamaz. Her Kürt her devrimci tutsak her özgürlük arayan mazlum mutlaka Mazlum Doğan arkadaşa bakmalıdır. Onun sadece Kürtlerin Mazlumu olmadığını en fazla özgürlük arayan Ermeni ve tüm ezilenlerin Mazlum’u olduğuna inanıyorum. Bizim Mazlum’u bizim Keko’yu saygı ve sonsuz minnet duygularımla anıyorum.

Ağır tecrit, büyük direniş (Nubar Ozanyan)

Biz 5 Nolu Amed Zindanı’ndan tanırız faşizmin üniformalı generallerini ve kan yüzlü zindan bekçilerini! Özgürlük mahkumlarına intikam alırcasına en ağır işkencelerin nasıl yapıldığını çok iyi hatırlarız. Devrimin öncü ve önderlerine nasıl düşmanca yüklendiklerini iyi biliriz. Sadece memleketimizden değil, biz ağır tecrit koşullarını ve ölümcül duvar sessizliğini, Peru devriminin önderi Başkan Gonzalo yoldaşın 29 yıl süren direnişinden biliriz.

Yedi düvele adını işkenceci olarak duyuran Esat Oktay Yıldıran’dan biliriz faşizmin “büyük balık”ların peşine nasıl ilgi ve merakla düştüğünü. Yüz yıldır Türk devletinin sonlanmayan zindan politikasından, şiddetinden ve zulmünden biliriz Türk faşizmini ve zindanlarını. Faşizmin generalleri, işkencenin uzmanları devrimin önderlerini susturarak onlara boyun eğdirerek devrim ve özgürlük mücadelesinin sonlanacağını düşünür. Unuturlar “büyük balık”ların kılçıklarının büyük olduğunu, unuturlar faşizmin kursağında nasıl kalıp faşizmi nasıl boğduğunu.

Zindanlarda her devrimci tutsak, her özgürlük mahkumu faşizmin hedefi durumundadır. Ancak devrimin önderleri, özgürlüğün öncüleri, herkesten daha fazla ve her zamandan daha ağır açık hedef durumundadır. Onlara akıl tutulması en ağır psikolojik baskı ve işkenceler uygulanır.

PKK lideri, Kürt ulusal özgürlük gerillalarının önderi bir çeyrek asırdır, tek kişilik hücrede tek başına kalmaktadır. Ağır bir tecrit işkencesine maruz bırakılmaktadır. Bu durum bile başlı başına büyük bir zulümdür. Yakınlarıyla, avukatlarıyla görüşmemek, dışarıdan bir haber, bir selam bile alamamak, zulmün katbekat kabul edilmez halidir. PKK lideri Abdullah Öcalan’a uygulanan tecrit, hukuk dışı olduğu kadar insanlık dışı uygulamadır. Bu utanç dolu zulme her zamandan daha güçlü karşı çıkılması gerekir. Bu, devrimci sorumluluktur. Onur ve vicdan sahibi herkes ayağa kalkıp tecrit işkencesinin üzerine yürümelidir.

Bu bitmeyen zulmün birinci nedeni Kürt halkının özgür bilincinin ve iradesinin kırılmak istenmesidir. İkinci bir neden ise Kürt halkından, onun yarım asırdır süren ulusal özgürlük mücadelesinden intikam alınmak istenmesidir.

Bir yarım asırdır Kürt halkı ve onun ulusal özgürlük gerillaları fazlasıyla kellesi kopmuş cellatlar, apoleti düşmüş generaller tanıdı. Hiçbiri başarılı olamadı. Ve hiçbir zulüm politikası, hiçbir imha edici teknoloji, kimyasal ve yakıcı gaz özgürlük yürüyüşünü durduramadı. Ve durduramayacaktır!

Kürt halkı vefalı bir halktır. Kadir kıymet bilir. Ne dostunu ne yoldaşını ne de fedailerini ve önderlerini unutur! Kürt halkına kimlik, kişilik, onur ve ulusal özgürlük bilinci kazandıran, adını ve mücadelesini dört parça Kurdistan’a on binlerce şehidin kanıyla yazan bir önderin konuşması, halkıyla ve yoldaşlarıyla buluşması önemlidir. Değerlidir.

Bugüne dek Türk faşizmin temsilcileri ve gardiyanları, Abdullah Öcalan’la her türlü iletişimi kesip onu sessizliğe mahkum edip suskunluğa gömmek istiyorsa onur ve vicdan sahibi herkes faşizmin bu zulmüne karşı durmalı ve ellerini kaldırıp seslerini yükseltmelidir.

Sayfalar