Pazar Haziran 16, 2024

KÜÇÜK BURJUVAZİNİN ÖZGÜRLÜĞÜ ARADIĞI YER

Küçük burjuva aydınları sosyalizmi sevmezler. Gerçekte, onların sevdiği düzen, kapitalist sistemdir. Kapitalist sistemin kendilerine dokunmamasını isterler. Onların tek istekleri; “özgürce yazmak”, “özgürce sanatlarını gerçekleştirmek”... Ancak, bu kutsal “özgürlüğün” içinde, kapitalist sistem tarafından ezilen işçi ve emekçilerin özgürlüğü yoktur. Onlara göre, işçi ve emekçilerin görevi; kapitalist iş bölümü gereği sermaye sahibine artı-değer üretmek... Hatta o kadar ileri giderler ki; “toplumun bu alt tabakasının bir iş bulup çalışması, en büyük özgürlükleridir”  diyerek, kendi üstünlükleri üzerine toz kondurmazlar. “Aydın” oldukları için “el üstünde tutulmalıdırlar.” İşçiyi, "istihdam ve istatistik" kategorileri içinde ele alırlar.

 

Sosyalist özgürlük onlara sıkıcı gelir. Çünkü sosyalizmde öne çıkan çalışanlar ve onların eşitliğidir. Sıkça yineledikleri, "bireysel özgürlük" toplumsal özgürlüğün reddini içerir. Oysa, toplumsal özgürlük bireysel özgürlüğün teminatıdır. Ancak, bireysel özgürlük toplumsal özgürlüğün teminatı olamaz. Kapitalist toplumda, bireysel özgürlük vardır, toplumsal özgürlük ise yoktur. Küçük burjuvazi, kapitalist toplumdaki bireysel özgürlüğü savunur. Ancak, bu bireysel özgürlük, toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan milyonlarca işçi ve emekçinin kölece çalışma ve yaşamaya mahkum edilmesi pahasına olduğu gerçeği bilinir, ama görmezden gelinir. Kapitalist toplumdaki “bireysel özgürlük”ten kasıt, bir avuç burjuvazinin ve bu sistemin kırıntılarından yararlanan kesimlerdir. 

 

Kapitalist sistemdeki özgürlüğün özü, sermayenin, yani onun sahipleri olan burjuvazinin özgürlüğüdür. Bu özgürlük ise, toplumu oluşturan ezilenlerin özgürlüklerinin ellerinden alınması karşılığında oluşmuştur. Burjuvazi de, kendini savunan, kapitalist sistemin özüne dokunmayan ve onu ideolojik olarak besleyenlere kısmen özgürlük tanır. İşte küçük burjuva aydınlarımızın sözünü ettikleri “özgürlük” budur.

 

Küçük burjuva aydınları, her ağızlarını açtıklarında, “sosyalizmin bir diktatörlük olduğunu” söylerler. Ama, kapitalist sistemin ise burjuvazinin diktatörlüğü olduğu gerçeğinin üzerini örterler. Oysa, sosyalistler, sosyalizmin proletarya diktatörlüğü olduğunu, yani, çoğunluğun azınlık üzerindeki zorunlu bir diktatörlüğü olduğunu zaten gizlemiyorlar. Bunu açık açık söylüyorlar. Diğer bir söyledikleri ise, kapitalizmin de burjuvazinin diktatörlüğü olduğunu; yani, bir avuç burjuvazinin toplumun ezici çoğunluğu olan çalışanlar üzerinde bir diktatörlüğü olduğu gerçeğini vurguluyorlar.

 

Küçük burjuva aydınlar; “sosyalist sistemde aydınların yaratıcılıklarının elinden alındığını” ileri sürüyorlar.

 

İşçi ve emekçilere yabancılaşmış ve onların yaşamlarıyla ilgisi olmayan, yalnızca bir avuç burjuvazinin çirkinleşmiş beyinlerine hitap eden sanata “özgürlük ve yaratacılık” diyenlerin gerçek sanatla da bir ilişkisi olmadığı açıktır.

 

Buradan hareketle, bir çok kelli-felli meşhur aydınlar, konuyla ilgisi olmasa da konuşma aralarında Stalin’e ya da Mao’ya dokunmadan, bunlar hakkında teşhir edici sözler söylemeden rahat edemiyorlar; daha doğrusu, sosyalizmin temsilcilerine, işçi ve emekçilerin büyük bedeller pahasına yarattıkları tarihi birikimlerine ve değerlerine kem söz etmeden oturdukları konuşma koltuklarından kalkamıyorlar. 

 

Bogaziçi Ünüversitesi’nin 18.01.2013 tarihinde düzenlediği, “ Hrant Dink İnsan Hakları ve İfade Özgürlüğü Konferansı“ nda , ‘Türkiye ve Oluşan Dünya Düzeni’ adlı bir konferans veren Noam Chomsky, uzun konuşmasının arasında, şöyle bir şey de söylemeden kendini tutamıyor:

 

"Arap baharıyla ilgili bakınca, kamuoyu son derece önemli. ABD o yüzden bölgede işleyen demokrasi olsun istemiyor. Sürekli demokrasiden bahsediliyor ama bu Stalin'in demokrasi söylemi kadar ciddi. Stalin'i ciddiye alan olmamıştı, ABD yapınca herkes ciddiye alıyor." (Bkz. 19.01. 13 tarihli gazeteler)

 

Konun özü kapitalist sitemle ilgili ve daha çok da ABD emeryalizminin Ortadoğu’daki faaliyetleriyle ilgili olmasına karşın, Stalin’de bu konuşmadan nasipleniyor. Düşünür “ünlü” olunca, her sözü “doğru” kabul ediliyor ve alkışlanıyor. Aslında, Chomsky’nin bir derdi de Stalin şahsında sosyalizmdir. Onun istediği sistem, “güleryüzlü” kapitalizmdir. Ancak, kapitalizmin güleryüzlüsü olamaz. O kanlıdır ve sermayeyi, kan akıtarak, insanlığa acı vererek biriktirir. Bu nedenle de, ne kadar “insan hakları”ndan söz ederse etsin, ne kadar “demokrasi” havariliği yaparsa yapsın, bugün ne yapıyorsa onu yapmak zorundadır. Kapitalist sistemin demokrasisi budur. Tam da Chomsky’nin eleştirdiği noktalardır. Fakat, Chomsky’nin bilmezden geldiği nokta; kapitalist sistem eleştirilerle düzeltilemez. O yıkılarak ve yerine sosyalist sistem kurularak düzeltilebilir. Çünkü kapitalist sistem, bir kaç burjuvazinin aç gözlülüğünden dolayı “demokrasi dışı” işler yapmıyor. Bu, kapitalist sistemin yapısal bir özelliğidir, bir başka söylemle, genel karakteristiğidir.

 

Chomsky  gibi küçük burjuva aydınlarımız, kapitalizmi düzeltmek için boşuna çırpınıyorlar. Kapitalist sistemin “aşırı uçları” törpülenerek, kapitalizm insanlığın yaşayabileceği bir sistem haline getirilemez. Kapitalizm insanlığı ve onun üzerinde yaşadığı doğayı uçuruma götürüyor. Görülmesi gereken burası ve kapitalizmin ise alternatifi vardır: O, soyalizm ve nihayetinde komünizmdir. İnsanlığın kurtuluşu sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz komünist toplumdur. Gerçek alternatif budur.

 

Chomsky ve benzeri aydınlar, insanlığın namuslu aydınları olamak istiyorlarsa, Stalin, Mao ve diğer proletaryanın ustaları ve öğretmenlerini teşhir edecekleri yerde onlardan öğrenmeleri ve ezilen milyonların yarattığı bu değerleri sahiplenmeleri gerekir. ABD demokrasisi, Stalin demokrasisi değil, olsa olsa Hitler demokrasisi olabilir. Stalin, hiç bir zaman işçi ve emekçilere saldırmadı. Stalin, emperyalist amaçlarla bir başka ülkeyi işgal etmedi. Stalin, 2. Emperyalizm savaşında insanlığı emperyalist destekli Hitler faşizminden kurtardı. Burjuvazinin, Stalin’e karşı  hıncının büyüklüğü buradan geliyor, ya küçük burjuva aydınlarımızın hıncı nerden geliyor...? Bir tas çorba için de bu kadar eğilinmez ki!...

 

Emperyalist burjuvazinin Stalin düşmanlığı, açıktan karşı safta, işçi ve emekçilerin karşısında yer aldıkları için analaşılabilir, ancak küçük burjuva aydınlarımızın Stalin düşmanlığı hoş karşılanamaz. Çünkü bu, “kapitalizme karşıymış” gibi sahte görüntü altında, direkt işçi ve emekçilerin değerlerine, onların yaşamı güzelleştirmelerine karşı bir duruştur. Şekere bulanmış burjuva ideolojisidir.

 

Stalin’in, Sovyet aydınlarının bir toplantısında ki konuşmasından uzun bir pasajı buraya kataralım:

 

„Bir zamanlar I. Petro, Avrupa’ya kapıları açmıştı. Ama 1917’den sonra emperyalistler, sosyalizmin ülkelerine yayılmasından korkarak o kapıyı uzunca bir süreliğine sıkıca kapattılar. İkinci Dünya Savaşından önce radyolar, filmler, gazeteler ve dergiler aracılığıyla bizler dünyaya dişleri arasına kanlı bıçaklar sıkıştırmış kuzeyli barbarlar gibi tanıtıldık. Proletarya diktatörlüğünü böyle resmettiler. Halkımız ayağında hasır terlikler, eski püskü giysiler içinde, semaverden votka içen insanlar olarak gösterildi. Birden bire, bu “hasır terlikli” Rusya, bu mağara adamları, dünya burjuvazisinin alt insanlar olarak tasvir ettiği bu insanlar, karşılarında tüm dünyanın korkuyla titrediği iki büyük gücü – Almanya’daki faşistleri ve Japonya’daki emperyalistleri ezip geçti.

Bugün dünya, böylesi bir kahramanlığı kimin başardığını ve insanlığı kimin kurtardığını bilmek istiyor.

İnsanlık, gürültüsüz ve şatafatsız, en zor şartlar altında sanayileşmeyi ve kolektivizasyonu başaran, savunma sistemini canları pahasına kuvvetlendirip komünistlerin liderliğiyle düşmanı yenen sıradan Sovyet halkı tarafından kurtarılmıştır. Yalnızca savaşın ilk altı ayında cephede en az beş yüz bin ve toplamda üç milyondan fazla komünist hayatını kaybetti. Onlar aramızdaki en iyilerdi; onurlu, tertemiz, özverili, sosyalizm için, halkın mutluluğu için mücadele eden fedakar savaşçılardı. Şimdi onları özlüyoruz. Eğer hayatta olsalardı, birçok güncel sorunumuz artık geride kalmış olurdu. Bugün, yaratıcı Sovyet aydınlarımızın asıl görevi, eserlerinde bu sade, muhteşem Sovyet insanını tüm yönleriyle yansıtmak ve bu karakterin en iyi özelliklerin bulup gözler önüne sermektir. Bugün edebiyatın ve sanatın gelişimindeki genel ilke budur. (Yaratıcı Aydınlar Toplantısındaki Tartışma, 19 Ağustos 1946, Sorun Yayınları‘nın internet sitesinden)

 

Stalin ve Sovyet aydını, Sovyet insanı budur. Onlar, insanlığın kurtuluşu uğruna canlarını veren milyonlardır. Sovyet demokrasisi, Sovyetler kuruluna kadar yeryüzüne hiç gelmemişti. Sosyalzimle birlikte işçi ve emekçiler gerçek demokrasiyi tanıdılar ve yaşadılar. Sosyalist demokrasi, işçi ve emekçilerin özgürlüğü olduğu için, kendilerini burjuvaziye kiralayan küçük burjuva aydınların pek de hoşlarına gitmez. Bu nedenle de, Stalin ve Mao dönemine durmadan saldırırlar. Emperyalist burjuvazi milyonlarca insanı bombalarla katlederken, onlar yine suçu Stalin ve Mao‘da bulurlar. Çünkü onlar için, milyonlarca, milyarlarca işçi ve emekçilerin özgürlüğü değil, kendi küçük burjuva dar dünyaları daha önemlidir. Düşün ufuklarının uzaklığı, burjuva sermayesinin çizdiği ufuk çizgisiyle sınırlıdır. Bir avuç burjuvazinin özgürlüğüne bakarak kitlelerin „özgür“ olduğunu sanırlar. Bu nedenle de, işçi ve emekçilerin sosyalist sistemdeki gerçek özgürlüğünü kavrayamazlar, kavrayamadıkları içinde düşüncelerini yönlendirenin burjuvazinin bencil çıkarları olduğunun ayrımına bir tülü varamazlar.

 

Burjuvaziye ve onun küçük aydınlarına karşı Stalin, işçi ve emekçilerin dalgalandırdığı kızıl bayraklarda kurtuluşun semboli olmaya devam ediyor. Rus burjuvazisi de dahil, bütün dünya burjuvazisinin ve onun küçük aydınlarının Stalin’i yok saymalarına karşın, özellikle, Rusya işçi sınıfı, bugün, miting ve gösterilerinde Stalin’in resimlerini daha yükseklerde taşımaya devam ediyorsa, Chomsky gibi aydınlar, işçilerin ellerindeki kızıl bayraklara bakarak bir şeyler öğrenebilirler. Ancak, küçük burjuvazinin özgürlüğü aradığı yer, maalesef, burjuvazinin çöplüğüdür.

 

Eleştirilen Stalin olduğu için ondan uzun bir alıntıyla sözü noktalamam, umarım okuyucuyu sıkmaz:

 

“Coşkulu bir Amerikan senatörü “Bolşevik Rusya’yı korku filmlerimizde gösterebiliyor olsaydık, komünist inşayı mutlaka söküp atardık” diyordu. Lev Tolstoy sanat ve edebiyat beyin yıkamanın en güçlü biçimidir diye boşuna dememiştir. Bugün sanat ve edebiyatın yardımıyla kimin ve neyin beynimizi yıkadığı üstünde ciddiyetle düşünmeli, bu alandaki ideolojik sapmaya bir son vermeliyiz. Bence, kültürün, toplumsal ideolojideki önemli bir egemenlik ögesi olduğunu, onun her zaman sınıfsal olduğunu ve egemen sınıfın kültürü çıkarları için kullandığını, kültürü bizim için çalışanların çıkarlarını, proletarya diktatörlüğünün çıkarlarını korumak için kullanmak gerektiğini anlamanın ve içselleştirmenin zamanı gelmiştir. Sanat için sanat yoktur. Toplumdan bağımsız, bu toplumun üstünde duran “özgür” sanatçılar, yazarlar, şairler, oyun yazarları, yönetmenler ve gazeteciler yoktur, olamaz. Kimsenin onlara ihtiyacı yoktur. Böyle insanlar var olamazlar. Eski karşı devrimci burjuvazi geleneklerinin kalıntıları Sovyet halkına hizmet etmek istemiyorlarsa ya da kendini Sovyet halkına hizmet etmeye adamış işçi sınıfı iktidarının karşısında duruyorlarsa, ülkeyi terk etmeleri ve dışarıda yaşamaları için onlara izin veriyoruz. Bırakalım her şeyin alınıp satılabildiği, yaratıcı aydınların yaratma eylemlerinde finansal çekim merkezlerine tamamen bağımlı olduğu, kötü ünlü burjuva toplumundaki “özgür yaratıcılık” kavramı onları ikna etsin."  (aynı  konuşmadan)***20.01.2013

103573

Yusuf Köse

Yusuf Köse teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır. Ayrıca 7 adet kitabı bulunmaktadır. Kitapları şunlardır: Emperyalist Türkiye, Kadın ve Komünizm, Marx'tan Mao'ya Marksist Düşünce Diyalektiği, Marksizm’i Ortodoks’ça Savunmak, Tarihin Önünde Yürümek, Emperyalizm ve Marksist Tarih Çözümlemesi, Sınıflı Toplumdan Sınıfsız Topluma Dönüşüm Mücadelesi.

yusufkose@hotmail.com

http://yusuf-kose.blogspot.com/

 

 

Yusuf Köse

Ocak ayında Parti ve Devrim şehitleri üzerine

İnsanlık tarihine alın teriyle emekle, yürekle, bilinç ve çizilen ideolojik güzergâhla yazılırlar. Ve bir daha yüreklerde silinmezcesine kalıcılaşırlar. Orda söz biter eylem başlar, iş başlar, insanlığa adanan, insanın özgürleşme kavgası başlatılır. Bunu kelimelerle ifade etmenin mümkünatı yoktur,

Rober Koptaş yazdı: Öcalan’ın mektubundan beklenen

Rober Koptaş, Agos’taki köşesinde KCK’nin ‘lobi’ açıklamasını yazdı: Kürt illerinde gördüğüm, Hrant Dink’in hatırasına hürmeten Ermenileri el üstünde tutan, iç savaşın etkisiyle de Ermenilerin yaşadığı acılara karşı empati duygusu geliştirmiş bir tavır oldu. Bu ileri duruşa karşın, Kürt siyasi hareketinin temsilcilerinin Ermeni meselesinde daha ikircikli bir tutum aldığı söylenebilir.

Hrant belleğimizde yasıyor...Nazaret Vartanyan

 

Hrant Dink 19 ocak 2007 tarihinde katledildi. Yaşamını mensup olduğu Ermenilerin tarihsel akıbetini kamuoyuna açmaya adamıştı Hrant… Ama Hrant’a tahammül edilemedi… Bundan dolayı Hrant katledildi..

Sevan bu sefer yalnız değil

 

Sevan Nişanyan’ın zekâsına, bilgisine ve hayat görüşüne hayran, onu merak eden biri olarak benim de yolum Şirince’den geçti. Geçen yıl Şirince’ye yaptığım birkaç aylık yolculuğun yaşamımda önemli bir yere sahip olacağını biliyordum, öyle de oldu… Ancak iz bırakan yalnızca Sevan Nişanyan’ın kendisi değildi. Sevan ile Müjde Tönbekici, kamuoyunun onlar hakkında düşündüğünün aksine ve hiç tereddüt etmeden söyleyebilirim ki şahane bir aile kurmuşlar.
 

“Iyi” Papa mı?

“Yüreğin soğuksa,güneş de ısıtamaz.”[1]

Papa Benediktus’tan (ya da önceki Papa II. Jean Paul’den) sonra Vatikan’da ikamet eden Papa Francesco, “iyi” Papa mı?

Kanımca değil. Papalık kurumunun “iyi”si olmaz/ olamaz. Çünkü orası Vatikan’dır…

Tam da bu noktada Mohandas Karamchand Gandhi’nin, “Çoğunluğun onayı yanlışı doğru yapmaz,” saptamasının altını çizerek, Immanuel Wallerstein’ın, “Katolik olmayanlar kimin Papa olacağını umursamalı mı? Elbette,”[2] saptamasını paylaşmadığımızı belirtelim.

Bu Ne Şiddet,Bu ne Celal?(Yada Gulyabani Kim?)

“İnsan çıtır ekmeği ısırdığında,Kırıklar dolar kucağına,İşte orası umudun tarlasıdır.Ve orada başaklar ağırlaştığında,Sayısız ah dökülür toprağa.”[1]

Şiir şöyle: 

“gencecik cocuklardık/ milyonlar kadardık/ haykırışlarımızla türkülerimizle/ güle oynaya/ Gezi’deydik/ meydanlardaydık.

Gulyabani!/ annelerimizin masalındaydı/ zifiri karanlıktı/ çıktı geldi/ esti gürledi/ BEŞimizi yuttu/ ONİKİmizin gözünü yedi/ yetmedi organlarımızı yedi/ yetmedi/ YÜZlercemizin kolunu bacağını kafasını kırdı/ sakat bıraktı/ kimimizi komaya/ SEKiZBiNden fazlamızı yaralı kodu.

Türkiye'de paradigma değişimi ve "Derin Kürdistan aklı"

Kapitalist dönemin en önemli başarısı kitleleri gönüllü aptallaştırabilmesi, hatta köleleştirebilmesidir.Kendi çıkarlarının nerede olduğunun rasyonel bir analizini yapamadan,kitleler egemen yapının çıkarlarının kendi çıkarları olduğu yanılsamasının etkisinde ömürlerini geçirirler.Seçimlerini bu doğrultuda yaparlar,yeni nesilleri bu doğrultuda yetiştirirler.Hukukun üstünlüğüne inanırlar ve hukuk adı verilen sistem makyajının onların haklarını korumak için varolduğunu zannederler.Halbuki ezenler/ezilenler veya egemenler arası yerel/global çelişkiler suüstüne çıktığında il

Yolsuzluk

2010 yılında Anayasa refarandumu onaylanması için Maltepe meydanında halka hitaben yaptığı konuşmada Başbakan R.T.Erdoğan şöyle diyordu '' merhum Menderes'lerin biz bu yola çıkarken kefenimizi de yanımıza aldık'' dedikleri gibi,''biz kefenimizi zaten yanımızda taşıyoruz'' sözlerini şaşkınlıkla dinledim.Bir başbakan vatandaşlarına ''nasıl böyle bir şey der'' diye düşündüm.Ne yapmış olabilir ki ''kefene'' gerek duyulsun.Bu sözün ne anlam taşıdığını bugün daha rahat anlayabiliyorum.

Beni ve hamile eşimi çırılçıplak soydular!

Dışişleri eski bakanı Coşkun Kırca'nın, Kürt milletvekili K'ye cevap vermek için çıktığı meclis kürsüsünde, "Türkiye'de her Türk vatandaşı Türk'tür. Hepsi Türk'tür. Kendi vicdanınızda bunu hissediyorsanız öyledir; ama kendiniz sapmışsanız o zaman size ancak susmak ve susanlara karşı Türk devletinin gösterdiği sabırdan istifade etmek düşer, daha fazlası değil…"dediği günlerdi.

Hukuk Mu Dediniz?

Güney Afrika Cumhuriyeti'nde, emperyalist bir tekelin çıkarları uğruna maden işçilerinin katledilmesi (16.08.2012)

Burjuvazi ve onu hizmetindeki kalem erbabı; “hukuk”, “adalet”, “hukukun üstünlüğü”, “yargı bağımsızlığı”, “bağımsız Türk mahkemeleri”, “demokrasi” “insan hakları” gibi kavramları çok sever. Her fırsatta bunları dile getirirler. Burjuvaziyi tanımayanlar; “bunlar ne kadar da adalet ve hukuk düşkünüymüş” diye hayret içinde kalır ve alıkışlarlar, kendi zayıf “hukuk düşkünlüklerinnden" ve  zayıf “adaletli” oluşlarından utanır olurlar.

 

“Zamanın ruh(suzluğ)u”na karşı İbrahim Kaypakkaya

“Geçmiş asla ölü değildir.Geçmiş, geçmiş bile değildir.”[1]

 

Postmodern vazgeçiş dört yanımızı kuşatmışken; çürüyen “zamanın ruh(suzluğ)u”na inat İbrahim Kaypakkaya hakkında yazmak, konuşmak çok önemlidir ve gereklidir…

Gereklidir çünkü gerçeklerin “unutuşa”, “suskunluğa” terk edilmek istendiği yalanın egemenliğinde, Mihail Yuryeviç Lermontov’un ‘Düşünce’ başlıklı şiirindeki, “Kaygıyla bakıyorum bizim kuşağa!/ Geleceği ya boş ya karanlık görünüyor...” dizeleri anımsamamak/ anımsatmamak elde değil…

Sayfalar