Perşembe Mayıs 2, 2024

"Sürgün" sürgün verecek mi? Ganime Gülmez

“Teori gridir dostlarım, ama hayat ağacı yeşildir”-Goethe-

Kaldığım şehirde Eritreliler çok. Çoğuda, “henüz” iyi Almanca konuşamıyorlar. 40’lı yaşları geçkin neredeyse bütün kadınlar, Yaşlı Bakım Evleri’nde çalışıyorlar. Koloni olma aşamasını daha hala atlatamamış bir ülkeden geldikleri için, İngilizce biliyorlar. Hristiyanlar. Geldikleri ilk günden itibaren bu ülke vatandaşlarıyla kiliselere giriyorlar.

Kaldığım şehirde, Kenya’dan dünyanın öbür ucuna “siyah” insanlar çok. Koloni olma aşamasını daha atlatamamış ülkelerden geldikleri için, Fransızca biliyorlar. Onlar da hristiyanlar. İlk günden aynı kapılardan din kardeşleriyle giriyorlar!

Kaldığım şehirde, “Rusya”nın dörtbir yanından gelen çok. Çoğu ülkesinde belli bir eğitim almış olmalarına rağmen (sürülmüş Alman kökenli Ruslar dışında) tek tük kelime Almanca konuşuyorlar. Kendilerini İngilizce, Almanca’dan çok daha iyi ifade edebiliyorlar. Rus okulları var. Devlet tarafından destekleniyor. Çocuklara Rusça, Rus Edebiyatı öğretiliyor. Yine din kardeşleriyle daha ilk günden aynı kapıdan giriyorlar.

Yani “egemen diller”den birine ve “egemen din”e sahip başlıyorlar hayata.
Kaldığım şehirde Türkiyeliler’de çok! Yabancılar Polisi ve Belediye kapısı dışında, Almanlar’la gerçekten bir mekanı paylaşabilmeleri için kaç fırın ekmek yemeleri gerekiyor. Çoğunun bir ayağı kapitalizmin çarklarında parça parça öğütülürken, diğer ayaklarını camilere ya da Alevi Dernekleri’ne atarak; kültürlerini korumaya, birey olma ihtiyaçlarını gidermeye çalışıyorlar. Tıpkı bütün şehirlerde-Avrupa ülkelerindeki Türkiyeliler gibi!!!!

“Sürgün” çözümlemesini yaparken; ‘değişim’ olgusunu yeterince hesaba katmamışız-katmıyormuşuz gibi geliyor bana. Değişim, evrensel ve süreğen bir olgudur. Değişimin böyle oluşu, doğanın ve tarihin diyalektiğinin gereğidir! Bu diyalektiği iyi çözümleyemezsek, çözümlemelerimize, suçlayıcılık, inkarcılık, kendimizi-tarihimizi yadsıma…..yani; doğanın ve tarihin diyalektiğine aykırı ne varsa onu gerçekleştirme eylemi girer.

Her sağlıklı teorinin doğum aşaması, yani direk realiteyle buluştuğu-ona yol gösterdiği aşamalar vardır. Bu doğum aşamasına kadar; herşeyi bildiğimizi varsayarsak, baştan yeniğizdir. Çünkü daha baştan bilgi toplamayı elden bırakmışızdır. Hayatın yeşil ağacından vazgeçmişizdir.
Bizim coğrafyanın en temel özelliklerindendir; başkalarına radikal olmak, kendini gerekçeler altına saklamak. Bu tehlikeye karşı hep uyanık olmaya çalışıyorum. Bu yüzden, bizlerin-kendi yazdıklarımızdan çok, bulunduğumuz ülkelerin “sosyal araştırmacıları”nın bizi kobay gibi inceleyip yazdıklarına inat; bazı alıntıları sizlerle paylaşmak istiyorum. 30’lu yaşlara kadar yaşadığım toprakları bile sağlıklı çözümlemekte zorlandığım bu asırda; sonradan geldiğim bir ülkeyi ve orada yaşayan toprağımın insanlarını çözümleme hakkını kendimde bulmuyorum henüz. Hele ki bırakalım “sürgünlük” kavramını; yabancılık kavramının günden güne alnımıza damgalandığı, “teröristlik” kavramının kağıtlarımıza rahatça vurulduğu şu günlerde….;

“…Örneğin uzun süre uyumsuzsunuz dediler. Oysa trafikte böyle bir sorun yoktu. Bizim için bilmediğimiz Ali Cengiz otoyollarda otomobil sürmek de zordur; ama becerdik. İş yerlerinde uyum sorunu da kısa sürede bitti. Verimimiz iyiydi. Sosyal güvenlik konusunda hala büyük yalan söyleniyor; örneğin yılda sekiz milyar ödenti verip beş milyar sosyal yardım alıyoruz. Ama ne yapsak kendimizi beğendiremiyoruz.

Okullarda çocuklarımızın eğitimini uzun yıllar yeterince ciddiye almadılar. Gerçi birtakım önlemler ortaya kondu; ama bunlar ucun kıyı önlemlerdi…Meslek okullarında bizim gençlerden oluşan sınıflarda başıboşluk, gevşeklik alıp başını gidiyordu. …Bu yüzden eğitilemez sanısı uyandıran topluluklar çoğaldı….

Yıllar üçer beşer geçerken, artık Almanya’nın açığı kapandı, yeniden eski gücünü kazandı, hem de neşesini buldu….ne işi vardı kültürü, hem de dini ayrı Türkiyeliler’in Almanya’da?
Kapitalist ülkelerde anaparanın örgütleyip öne sürdüğü hükümetler başka türlü devinebilir mi? Gerektiği kadar ırkçılık, gerektiği kadar yabancı düşmanlığı yayıp ortama egemen olmak hiç de zor değildi.
Geri dönüşü özendiren önlemler çoğaltıldı…Aradan yıllar geçmiş, çocuklar buraya kaynamış, erkekler yürekten, mideden hasta olmuş, iş kazasında sakatlanmış, kadınlar türlü baskılardan sinir hastası olmuş; bu durumlarda nasıl döner?”-Fakir Baykurt, Duisburg 1993-
“Sürgün” dediğimiz insanlar-bizler de; böyle bir mozaiğe ve böyle bir muamele görmüş topluma giriyoruz-eklemleniyoruz. Hem de; 40-50’li yaşlara dayanıp burada büyümüş olanların, eski kuşaklarla Ruhi Su’dan “Almanya acı vatan, adama hiç gülmeyi\ Nedendir bilemedim, bazıları gelmeyi\ Üçü kız iki oğlan kime bırakıp gittin?\ Böyle güzel yuvayı ateşe yakıp gittin…” söyledikleri parçalarla ağlayışlarını bilmeden! Sadece “bizim” umutlarımızı-acılarımızı bildiklerini düşünerek! Hem de; Gettolar’ı kırmış, kaç üniversite bitirmiş Türkiyeliler’in, sırf girdikleri Alman “sol” partilere, bu Gettolar’a oy toplamak için girmekten vazgeçemediklerini bilmeden! Sadece, toprağından gelen insanlara yüzünü dönmemeyi başarabildiğini düşünerek!
Daha neler yazılabilir, kaç tür sahne aktarılabilir böylesine tarihsel döngülere ve içinden geçtiğimiz sürece dair…..

“Tekel” döneminin, bizi acımasızca “tek”leştirdiği, yabancılaştırdığı dönemlerden geçiyoruz. Avrupa’nın göbeğinde özellikle korunmuş, dağılmasının yolu bir türlü açılmamış-açılmayacak olan, kapalı kalması daha da beslenen “Gettolar”ın içinde, tutuculaşmanın boyutu daha da acı olmuştur-olacaktır; bu bilimsel bir gerçek!

Bu gerçeğin içerisinde, Sürgünler Meclisi’nin; bu gerçekliği küçümseyen-yargılayan bir düşünsel başlangıca girmemesini umudediyorum. Bu gerçeklik içerisinde; “biz iyi biliriz”den çok, “neleri öğrenmeliyiz?”in hayat ağacına gözümüzü açabilmemizi diliyorum. Ha; bu gerçeklik içerisinde, toplumsal gerçekliğimizden-bireylerden çok, kendi gerçekliğimize daha sağlıklı vuruşlar yapabileceğimiz pratik adımlarımızı umudediyorum.

Çünkü teorinin griliğini aydınlatacak, güzel-elele-umut veren pratiklere; her zamankinden, ama her zamankinden daha çok ihtiyaç var. İnsanın metaya dönüştürüldüğü, insansızlaşan toplumda, insan kalmaya ve bu ışığı saçmaya her zamankinden kat kat daha fazla ihtiyacımız-ihtiyaç var! Sürgünlerin sürgün vermesine her zamankinden kat kat daha fazla ihtiyaç var!
Umutla-sevgiyle-dirençle kalalım!

89420

Misafir yazarlar

Güncele iliskin yazilariyla sitemize katki sunan yazar dostlarimiza ait bölüm

Misafir yazarlar

Yerel Seçimler ve Proleter Tavır

 

 

Türkiye 31 Mart 2024 tarihinde yapılacak yerel seçimlere kilitlenmiş bulunuyor. Baskı, yasaklamalar, açlık, yoksulluk, pahalılık ve işsizlik en can alıcı sorun olarak ülke gündemindeki yerini korurken, tüm burjuva partiler 31 Mart’ta yapılacak yerel seçimlerde kazanacakları belediyelerin hesaplarını yapmakla meşguller.

Misak Manuşyan ve 23’ler Ölümsüzdür!

Misak Manuşyan (1.9.1906 – 21.2.1944) ve yoldaşlarını, Nazi kurşunları ile Paris’te katledilmelerinin 80. yılında saygıyla anıyoruz İnsanlığın düşmanı faşizmi ise bir kez daha lanetliyoruz.

İnsanlığın başına kara bulut gibi çöken, yıkımlar, savaşlar ve dahası onarılması mümkün olmayan felaketlere sebep olan Hitler Faşizmi, 1933 yılında Almanya’da iktidara gelmesiyle başladı. 1929 ekonomik ve sosyal bunalımını atlatamayan ve çözüm bulmakta zorlanan, kapitalist-emperyalist ülkeler, sorunlarını savaş yolu ile çözmek, pazarların yeniden paylaşma savaşına giriştiler.

ÖNCE SERMAYE, SONRA, YİNE SERMAYE

13 Şubat 2024 tarihinde Erzincan iline bağlı İliç'de Çöpler Madencilikte meydana gelen toprak kaymasında 9 (bu rakamın daha  yüksek olduğu iddiası da var) işçi toprak altında kaldı. Bu son olayda, “maden kazası” olarak adlandırılan işçi katlimının, doğa katliamı ile birlikte olağan hale getirildiği ve bu seri katliamların, sermayenin birikimi ve büyümesi için olmazsa olamaz kuralı olduğu  gerçekliğiyle karşı karşıyayız.

Ağır tecrit, büyük direniş (Nubar Ozanyan)

Biz 5 Nolu Amed Zindanı’ndan tanırız faşizmin üniformalı generallerini ve kan yüzlü zindan bekçilerini! Özgürlük mahkumlarına intikam alırcasına en ağır işkencelerin nasıl yapıldığını çok iyi hatırlarız. Devrimin öncü ve önderlerine nasıl düşmanca yüklendiklerini iyi biliriz. Sadece memleketimizden değil, biz ağır tecrit koşullarını ve ölümcül duvar sessizliğini, Peru devriminin önderi Başkan Gonzalo yoldaşın 29 yıl süren direnişinden biliriz.

„Dijitalleşme“ Kitabım Üzerine

Kitabın konusu, işçi sınıfının nicel ve nitel varlığıyla doğrudan ilgilidir. Özellikle üretim sürecinde dijitalleşmenin artmasıyla, işçi sınıfının sınıfsal niteliğine yönelik ciddi saldırılar gelmeye başladı. İşçi sınıfının ortadan kalkacağı, burjuvazinin, ücretli iş gücü sistemi olmadan, salt makineler üzerinden artı-değer elde edeceği gibi, doğrudan kapitalist sistemi var eden temel olgular yok sayılmaya başlandı.

Yavuz Proletarya Ev Sahibini Bastırırmış

-Seçimleri Boykot-

Zavallı kılıçdaroğlu.

Kazanınca (parlamentarizme) geçmeyi başarabilince) kazanabilmek için yaptığı her şeyin anlamsızlaşacağıyla o kadar ilgilenmişti ki ...

Aman neyse biz proletaryalara ne.

Ulusalcıların - sosyal demokratların ağır bedellerle anlamsızlaştırdığı parlamentarizm komplolarla tarihin tozlu sayfaları içerisinde kaybolup giderken...

imamoğlu'nun şapkada çıkardığı tavşan özgür özer'e eşbaşkan'ım diyerek itibar kazandırma yarışına düşen dem'liler ile...

Tarih bilgisi ve gelecek tasavuru (Deniz Aras)

Geçtiğimiz hafta içinde bir dönem TC içişleri memuriyeti görevinde bulunan ve bu “vatani görevi” sırasında devletin başta gözaltında kaybetmeler olmak üzere Kürt halkına ve devrimcilere yönelik katliam saldırılarını sürdürmesini “başarı”yla yerine getiren, günümüzde özü başına muhalif bir faşist partinin lideri Meral Akşener’in “mertçe cinayet” sözü çok konuşuldu.

Ermeni bir devrimci: LEVON EKMEKÇİYAN (Nubar Ozanyan)

Özgürlük uğruna yürütülen savaşımda her savaşçının önüne çıkan tehlikeli yol ayrımı ve kararlardan biridir “Ya onurunu ayaklar altına alıp teslim olacaksın! Ya da ölümlerden ölüm beğenerek direneceksin.” Levon Ekmekçiyan birkaç günlük yaşam uğruna kendini düşmana satmadan yaşamayı esas aldı. Düşündü fedailerin komutanı Kevork Çavuş’u, Antranik Ozanyan’ı, Mariam Çilingiryan’ı ve yanıbaşında çatışmada şehit düşen yoldaşı Zohrab Sarkisyan’ı. Sonra çocukluğunda anlatılan ve dinlemekte zorlandığı soykırım hikayelerini. Hangi Ermeni gencinin yüreği yaralı hafızası intikam dolu değildir ki?

“Unutturulan” Bir Devrimcinin Ardından 29 Ocak 1983, Kanlı Şafak

Çeşitli milliyetlerden Türkiye halkının başına kara bulut gibi çöken 12 Eylül Askeri Faşist Diktatörlüğü’nün elebaşı olan Kenan Evren, Muş halkına yaptığı ve tarihe geçen konuşmasının bir bölümünde “Asmayalım da besleyelim mi?” sözünü, Ermeni devrimci Levon Ekmekçiyan için söylemişti.

12 Eylül faşist cunta yılları idamların, işkencelerin, gözaltında kayıpların, vatandaşlıktan atılmaların, azgın devlet terörünün yaşandığı yıllar olmuştur. Bu dönemde siyasi nedenlerle aralarında 17 devrimcinin de olduğu 51 kişi idam edilerek katledilmiştir.

Almanya'da Faşizme Karşı Kitlelerin Büyük Protestosu

Alman emperyalist burjuvazisi, son yıllarını ekonomik kriz içinde geçirdi ve bu krizi savuşturabilmiş değildir. Tersine, giderek derinleşmektedir. Kendileri için söylenen “Avrupa'nın hasta adamı” sözüne karşı, ekonomi bakanın Lindener'in doğrudan ağzıyla; “hasta değil, yorgun adamı” olduğunu kabul etti.

Çutakımız Hrant (Nubar Ozanyan)

Soykırımcıların, hafıza katillerinin tüm çabalarına karşın Ermeni halkının ve ilerici insanlığın hafızasında halen dipdiri olan Hrant Dink; özgürlüğün ve adalet arayışının simgesi olarak anılmaya devam ediyor. Yüzbinlerin hem kalbine hem de duygularına bu denli etkili ve sarsıcı dokunmayı başaran Hrant Dink, bu gücü Ermeni soykırım gerçekliği kavrayışından, özgürlüğe ve adalete olan güçlü inancından, tutarlı duruşundan alıyordu.

Sayfalar