Cuma Mayıs 31, 2024

Son sığınağımız; Anılarımız!

Anılar… Anılar ve yine Anılar… Onlar, yaralardan daha uzun yaşarlar! Bizim yoldaşlarımızla olan anılarımız belleğin en temiz, yüreğin en tırmanması, en ulaşılması güç zirvesine çıkarsız, namuslu, dürüst ve sevgiyle kazınır hiç çıkmayacasına. İZ belgeselinin çekimi için gittiğimizde, beni ve ekibimi işte böyle karşıladı Zeynep arkadaş. Evinde konuk ettiği sürece de bu duyguları en küçük hücrelerimize ve yüreğimize işledi.

Dünyanın en kötü şöhretli 10 zindanından biri olan Diyarbakır 5 No’lu zindanında kalan ve direnen kadınlardan biriydi. Belgeselin teması da 5 No’lu zindanında yaşananlardı. Çekim stüdyosunu Zeynep ve Kazım arkadaşların evinde kurduk. Almanya’dan gelenlerde olduğu için kalabalık ve uzun çekimler aralıksız iki-üç gün sabahtan gece yarılarına kadar sürdü. Bu süre içinde bizimle yaşam alanlarını paylaşanlardan bir diğeri de Kamber Akbalık’tı. Bu üç insan Strasburg çekimlerinin gerçekleşmesinde muazzam katkılar sundular. Zeynep arkadaş onca insana yemekler hazırlıyor, alış-veriş yapıyor, kalacak yer ayarlıyor, ara molalarda elinde demlikle veya meyve tabağıyla peşimizden dolaşıyor, çekimde ışık patlamalarını engellemek için konuşmacılara makyaj bile yapıyor, içten ve samimi gülümsemesi ise hiç eksik olmuyordu.

O zaman kanser hastalığını önemli oranda yenmişti. Fakat nasıl ki bir radyasyon sağanağı geçtiği her yerde canlı ne varsa yok ederde geçer ve o sağanağa bir tek açelya çiçeği direnir, işte öyle açelya kadar narin ve direngen duruyordu. Fakat rengi soluktu. Ölümle giriştiği o büyük muharebeyi yenerek yaşamla çıkmış ama yorulmuştu. Bizleri rahat ettirip her fırsatta bir anne düşkünlüğüyle bizlere bir şeyler yedirip içirme çabaları ve koşuşturmasından dolayı;

·         “Yoldaşım kendini yorma bu kadar. Bak hastaymışsın da dinlen lütfen. Biz ancak o zaman rahat ederiz. Böyle yaparsan rahat edemeyiz” dedim.

·         “Siz rahat etmezseniz ben hiç rahat olamam. Ayrıca ben hastalığı yendim. Hem de kaçıncı yenişim bu. Fakat bir türlü yakamı bırakmıyor. Ancak unuttuğu bir şey var ben  inatçı ve kararlıyım.”

Son sözcüklerine kadar yüzünde sevecen bir ifade vardı. “Unuttuğu bir şey var ben de inatçı ve kararlıyım” derken yüzündeki mimikler ciddileşti, göz bebekleri biraz büyüdü ve bakışları ağzından çıkan sözcükle uyumlu bir kesinlik kazandı. O bakış ve bakışta ki kesinlik, sözcüğü havaya üfüren sesinde ki o kararlı ton, mimiklerindeki netlik; hapiste en zor şartlarda direnen bu kadının, kanser karşısında da öyle kolay kolay beyaz bayrak dalgalandırmayacağını açık bir şekilde ortaya koyuyordu.

Sonrasında birkaç kez telefonla görüştük. H.Hayri ve Kamber yoldaşlardan öğrendim hastalığın tekrardan boy gösterdiğini. En son telefonla görüştüğümde sesindeki o kararlılık yerini sakin bir yorgunluğa bırakmıştı. Konuşurken kendimizi duygusal sözcükler kurmaktan sakındık. Ben hadsizlik yaparak “diren-bırakma kendini” demek istedim. Sonra “ben olsaydım bu kadar güçlü, bu kadar uzun bir direniş sergileyebilir miydim” diye sordum kendime. Yanıtını veremeyeceğim şeylerin çok daha büyüğünü, hayal dahi edilemeyecek kadarını başarmış insan(lar)a bu tür söylemlerde bulunmak hadsizlik olacaktı. Günümüzde sıkça yapılan bu hadsizliğe ve saygısızlığa düşmemek küçük bir empati yapmakla mümkündü. Nasıl ki 5 No’lu zindanında direniş bir gün-bir ay-bir yıl ile sınırlı değildiyse, kanserle mücadelesi de onun için böyle uzun, acılı ve yorucu oldu. 17 yıl boyunca teslim olmayan bir direnişle karşı koydu. Bu yüzden sanki anlaşmış gibi hiç hastalıktan bahsetmeden onların kuşaktan konuştuk yalnızca. Gençliklerinden. Kısa-kısa anlattı gençliklerinden kesitleri. Anlatırken bir yolculuğa çıkmak ister gibiydi. Uzun, sessiz ve yalnız bir yolculuğa. Çıkmak istediği yolculuk kendi ruhunaydı. Çocukluğuna, gençliğine, özlem duyduğu topraklara, çıktığı dağlara, yoldaşlarını karşıladığı illegal randevularınaydı. Annesine, babasına, kardeşlerineydi… Hiçbir kirlenmişliğin leke süremediği geçmişin saf, dürüst ve samimiyetine doğru uzun bir yolculuk yapmak ister gibiydi.

Sonra belgeselden konuştuk. Avrupa vizyonları başlayacak o zaman izleme şansları olacağını söyledim. Mutlu oldu. Strasburg gösterimine kendisi de katılacaktı. Ne yazık ki olmadı, izleyemedi.

Zeynep yoldaş görünüşte genç ve güçlüydü. Ancak zorlu bir yaşamın yorgunluğunu taşıyordu. Her defasında yendiği kanser sinsice saklandığı yerden çıkıyor onu içten içe tüketip, direncini zayıflatıyordu. Onca yıl direnip her defasında yendiği, kendi bünyesinde ki ölümü küçültüp zaferle yaşama tutunan bu dev çınarı bu güzel insanı bu hastalık en sonunda 18 Ekim çarşamba, 2017 tarihinde devirdi…

Onu yitirmeden bir gün önce Strasburg’dan Kamber Akbalık aradı. “Zeynep’in durumu ağır, hastanede ve konuşamıyor” dedi. Bir gün geçmişti ki tekrar arayarak “Zeynep artık yok” dedi. Ardından Hasan Hayri Aslan’ın “Merhaba Hakan, sana beklenen bir olayı haber vereyim. Zeynep Akkuş yoldaşı maalesef kaybettik.” mesajıyla sözlü ve yazılı gelen bu acı haberle toprak sarsıldı. Rüzgar, dalında ayrılan yaprağın bahanesi oldu. Sonbaharın sararan yaprakları gibi toprağa düşen bahar gülüşlü bir insanı daha yitirmenin hüznü kapladı bizi. Mevsim sonbahardı ve biz bütün yapraklarımızı döküyorduk yer yüzüne. Mevsim sonbahar, havadan ve topraktan bir hüzün taşıyor yüreğimize. Sonbahar hüznün ve acının saklandığı mevsim oluyor. Mevsim sonbahar ve Zeynep’i yitiriyoruz. Acısına kanat kırıyor göçmen kuşlar, başka diyarlara doğru akıp gidiyorlar.

Her şey, Hasan Hayri yoldaşın ifadesiyle o “beklenen” gerçekliğin beklenmesine karşın neden bu kadar ağır yaşanıyordu?! O acı ve ağır yoğunluğun altında ezilen duygular arasında bir soru belirmişti cevap veremediğim “İnsan bir yıla kaç tanıdığı insanın yitimini sığdırabilir?” Sonra acıyla saymaya başladım. Yetiş, Yılmaz, Serdar, Güzel ana, Zeynep… İsimler böylece uzayıp gittikçe hayat o an anılarla gerçek arasında daraldı. O eşsiz insanlarla o güzel yaşanmışlıklar acı ve hüzne dönüştü.

Anılar dizginini koparmış deli taylar gibi üstüme-üstüme geliyordu. Çocukluğumun geçtiği mahallede elektrik işlerinde yetenekli bir arkadaş pillere takılmış bir düzenek oluşturmuştu.  Bu düzenekte tutunca düşük voltajlı elektrik akımına kapılırdık. Biz mahallenin çocukları bu düzenekte “kim uzun süre tutacak ve direnecek” diye birbirimizle yarışırdık. Bilmezdik, ‘büyüdüğümüzde’ bedenlerimizin gerçek elektrik akımlarına maruz tutulacağını. Hayatta böyle bir şey. İnsanın yalnızca kemiklerine değil, duygularına verir elektriği. Bu yüzden yitirdiğimiz yalnızca tanıdığımız insanlardan ibaret şeyler değil; yaşanmışlıklarımız, anılarımız ve duygularımızdır…

Mevsim sonbahar ve varsın sızlatsın acılarınız yüreğimizi. Biliyorum bir gün hüzün yitirecek dilini, bahar yağacak yine bu yüreklere. Hayat, yitenlerin güzel anılarının sağanağında nice baharlar yağdıracak. Daha nice yaralara tuz basılıp sarılacak,  acıları dinecek yüreğimizin, matemi bitecek yıldızların… Kalanlar sizlere dair özlemlerin derinliğini duyumsayacak, anılarınızın şeridinde tüketecek yaşamı…

(Zeynep Yalçınoğlu/Akkuşa anısına…) 

47660

Hindistan İşçi Ve Emekçilerin Tarihi Mücadeleleri İle Enternasyonal Dayanışma Her Alanda Yükseltilmelidir

Emperyalist burjuvazinin ve gericiliğin "sosyalizm hayalleri öldü” yaygaraları, küçük burjuvazinin sosyalizmden öcü görmüş gibi kaçarak: ”işçi sınıfının devrimciliği bitti” söylemleriyle liberal burjuvazinin ideolojik ve siyasal güzergahında yerini almaları; dünyada işçi ve emekçilerin sosyalizme olan güvenini bütünüyle yıkmaya yetmediği gibi, onların sosyalizm için mücadele ateşini yükseltme savaşımının önünde de engel olamıyor.

Hindistan İşçi Ve Emekçilerin Tarihi Mücadeleleri İle Enternasyonal Dayanışma Her Alanda Yükseltilmelidir

Emperyalist burjuvazinin ve gericiliğin "sosyalizm hayalleri öldü” yaygaraları, küçük burjuvazinin sosyalizmden öcü görmüş gibi kaçarak: ”işçi sınıfının devrimciliği bitti” söylemleriyle liberal burjuvazinin ideolojik ve siyasal güzergahında yerini almaları; dünyada işçi ve emekçilerin sosyalizme olan güvenini bütünüyle yıkmaya yetmediği gibi, onların sosyalizm için mücadele ateşini yükseltme savaşımının önünde de engel olamıyor.

Merkel-Westerwelle ikilisiyle Alman Burjuvazisi Yeni Saldırılara Hazırlanıyor

Almanya’daki 27 Eylül genel seçimler öncesinde, nasıl bir hükümet kurulacağı, Alman tekelci burjuvazisi tarafından belirlenmişti. Kamuoyu anketleri de CDU-CSU ve FDP nin önde gittiğini teyit ederken, alman tekelci burjuvazisinin yeni hükümetini de onaylamış oluyordu. Emperyalist tekelci sermayenin, ülkeyi uzun bir süredir "büyük koalisyon” adını verdiği CDU-SPD ikilisiyle yönetmesi, onlara önemli kazanımlar kazandırmıştı.

BALIK VE MELISA

Uzun zamandır işsizdi. Hangi kapıya el uzatsa boşa çıkıyordu. Evde bulunmak, ev halkıyla göz göze gelmek istemiyordu... Erkenden kalkıyor, açlıktan guruldayan midesiyle zor atıyordu kendini dışarıya. Ardından şuursuzca, saatlerce dolaşıyordu sokaklarda, caddelerde... 


ROBOSKİ’NİN KANAYAN KARANFİLİ

 

“Acıya yenilmek istemiyorsan,

onunla yüzleşmen gerek.”

(Lanza del Vasto.)

 

Masamın üzerinde bir karanfil duruyor şu an. Rengi kızıla çalan bir karanfil. Roboskî karanfili. Çamurlu patikadan otuz dört fidanın mezarlarının yan yana dizili durduğu mezarlığa doğru tırmanırken KESK’li Sedar’ın elime tutuşturduğu… Her şeyin acıya karıldığı o sisli anlarda ne yaptığımı, ne yapacağımı bilemeyip çantama atıvermişim. Eve döndüğümde çıktı…

Ben onlardan değilim, Kaypakkayanın yoldaşıyım.

 

Çanakkale Savaşında İnsanlık Dramı (Yüzbaşı Sarkis Torosyan)

 

Savaş Şiddet Üzerine Ekonomi-Politik ve Antropolojik Notlar

 

“Yoksulların zenginlere karşı verdiği savaşa terörizm,

zenginlerin yoksullara uyguladığı terörizme de savaş denir.”[2]

 

İtiraf etmek gerekir ki, savaş hakkında konuşmak, kolay bir iş değil.

Bunun nedeni, insanın savaş konusunda, “alternatif” de olsa bir ders bağlamında konuşabilmesini sağlayacak nesnellik ve uzaklık duygusunu deneyimleyebilmenin zorluğu.

KIMSENIN KUŞKUSU OLMASIN; ONLARI MUTLAKA YENECEĞIZ![1]

 

 

“Belki de asıl ustalık budur;

her zaman acemi olmayı bilmek.”[2]

 

Yedi düvel dört iklimden hoş geldiniz…

Dersim’den, Diyarbekir’den, Antakya’dan, Çorum’dan, Sivas’dan, Samsun’dan, Ardahan’dan, İzmir’den, Adana’dan, Antep’den yani “Nuh’a beşikler veren” kadim Anadolu’nun dört bir yanından buraya gelen yoksullar, işçiler, Kürtler, Araplar, Ermeniler, Çerkezler, Lazlar, Aleviler, kadınlar, gençler, çocuklar yani ötekileştirilen mağdurlar, madunlar, ezilenler, sefa getirdiniz…

NEDEN KAYPAKKAYA

“Kemalist diktatörlük, Türk şovenizmini körüklemeye girişti! Tarihi yeni baştan kaleme alarak, bütün milletlerin Türk’lerden türediği şeklinde ırkçı ve faşist teoriyi piyasaya sürdü. Diğer azınlık milliyetlerin tarihini, kitaplardan tamamen sildi. Bütün dillerin Türkçeden doğduğu şeklindeki “Güneş Dil Teorisi” safsatasını yaydı. “Bir Türk dünyaya bedeldir!”, “Ne mutlu Türk’üm diyene!” cinsinden şovenist sloganları ülkenin her köşesine, okullara, dairelere, her yere yaydı.

KÜRTLER TARIH YAZIYOR!

 

KÜRTLER TARİH YAZIYOR!

Kürdistan halkı kendi tarihini kendisi yazıyor.

Kürdistan Ulusal Özgürlükçü Hareketi, kendi öz gücüyle T.C. devletine her alanda darbe vurarak ilerlemeye devam ediyor. Kürdistan Özgürlükçü Hareketi Artık gerilla savaşı dönemini aşmış, stratejik denge savaş sürecini yakalamıştır.

Türkiye Devrimci Hareketi tarafından Batı’da ikinci bir cephe açılamadığından dolayı Kürt Özgürlük Hareketi stratejik denge aşamasına ağır bedeller ödeyerek mücadelesini sürdürmektedir.

Sayfalar