Pazar Mayıs 5, 2024

Sermayenin Cennet Devleti

TC,  kuruluşundan bugüne, işçi sınıfı ve köylülerin ve tüm ezilenlerin karşısında gericiliğin kalesi oldu. Bir taraftan emperyalizmin ileri karakolu olurken, bir taraftan ise işçi ve emekçilerin sınıf mücadelesinin karşısında yerini aldı. Hem ülke burjuvazisinin ve gericiliğin savunucusu olurken, hem de emperyalist burjuvazinin çıkarlarının koruyucusu oldu.

Özellikle SSCB’nin komşusu olması, emperyalist burjuvaznin daha fazla bu ülkenin kontrolünü elinde tutmaya itti. Bu nedenle de ideolojik ve pratik olarak da komünizm karşıtı bir politika izlemeyi hep ön planda yürüttü. 

Daha önceki tarihin devamı olarak 12 Eylül Askeri Faşist Cuntası’da, başta emperyalist burjuvazinin bölgesel çıkarlarını ve içeride neoliberal politikaların hayata geçirilmesi için gündeme getirilirken, bunların karşısında yer alan komünist ve devrimcilerin ezilmesi ve yok edilmesi politikaları vahşice yaşama geçirildi. Çünkü, işçi ve emkçileri sermayenin politika ve uygulamalarına karşı örgütleyip harekete geçirecek yegane güç bunlardı.

Dün 12 Eylül 1980 Askeri Faşist Cunta’sını  (AFC) destekleyen burjuvazi, içeride komünist ve devrimcilere karşı, hiç bir zaman elinin altından bırakmadığı dinciliği öne çıkardı. Devrimciliğin karşısına siyasal islamı çıkardı, besledi, destekledi ve büyüttü. Anlı şanlı, kemalistler, “laik” burjuvalar, liberal aydınlar AFC’yi el üstünde tuttular. Türk egemen sınıfların işçi ve emekçiler üzerindeki “balyozu”, ABD emperyalizminin apoletli “boys”ları, kısa zamanda ülkenin tüm ilerici güçleri üzerinde terör estirdi. Ülkede bir avuç kalmış azınlıkları iyice sindirdi ve kovdu. Kürtlere karşı ise ırkçı politika ve uygulamalarını ayyuka çıkardılar.

AKP, işte böylesi bir emperyalist ve ulusal politikanın ürünü olarak ortaya çıktı. Ve AKP, hala burjuvazinin çok "demokratik seçimleri"ni kazanmaya devam ediyorsa,, ayakta kalıyorsa, devlete egemen hale gelmişse, bu Türk egemen sınıflarının ve emperyalistlerin isteği ve desteği ile olmuştur.

Sınıflar arası mücadele, salt, ezilen sınıflarla (işçiler, emekçiler) burjuvazi arasında olmuyor. Egemen sınıfların kendi aralarında, iktidarın nimetlerinden daha fazla yaralanmak, daha fazla sermayeye sahip olmak içinde yapılıyor. Ve bu mücadelede yeri geldiğinde oldukça sert geçebiliyor, birbirinden karşılıklı kelle alabiliyor. Buna ülke tarihi çok yakından tanıktır.

Bugün, AKP ve Erdoğan’dan “şikayetçi” olan burjuvazinin bir kesimi, şikayetlerinin tek nedeni; devletin nimetlerinin (emekçilerin sömürüsü), “eşitçe” paylaşılmadığını, daha doğrusu, AKP’nin temsil ettiği sermaye  kesmine daha fazla peşkeş çekilmesindendir. Bunların, AKP’nin, toplumu, zorla, dinin kara örtüsü altına sokması, kadınları kara çarşafa kapatması, okulları bütünüyle imam hatiplere çevirmesinden fazlaca bir şikayetleri olmadığı açıktır. Önemli olan sermayenin karının artması, yani büyümesi ve bu büyümenin önündeki sınıf engellerinin, yani, işçilerin direnişlerinin kırılması ve yasaların bütünüyle kendi çıkarları doğrultusunda yapılmasıdır. Bunlarda, AKP burjuvazisinin “iman” gücüyle yerine getirilmektedir.

Bazı liberaller, “laik burjuvazi” diye bir kavram çıkardı. Bu, 1800’lü yılların ortalarında kaldı. Artık burjuvazinin “laik”liği, sermayenin büyümesiyle yakından ilgilidir. “Laik”lik, sermayenin büyümesine, burjuvazinin palazlanmasına hizmet ediyorsa, burjuvazi “laik” ve hatta Çin burjuvazisi gibi “komünist” dahi olurlar. Ama, “laik”lik, sermayenin çıkarlarına ters geliyorsa, en geri dinciliğe dahi sarılırlar. Dincilik, ya da günümüz islam şeriatçılığı (aynen Suudi Arabistan’da olduğu gibi) neoliberal politikaların önünde engel değil, tersine, onu yürütmenin bir arcı haline getirilmiştir. Başka türlü ayakta kalması söz konusu dahi olamaz.

AKP’nin dinciliği, şeriatçılığı ve siyasal islamcılığı ve Türk devletini siyasi islam kılıfına büründürülmesi, emperyalist neo liberal politikaların önünde engel değil, tersine bu politikaların en iyi (burjuvazinin çıkarlarına uygun) bir şekilde hayata geçirilmesidir. ABD, AB burjuvazisi boşuna AKP’yi desteklemedi. AKP, bunların eliyle büyüdü, palazlandı, işçi ve emekçiler üzerindeki faşist iktidarını pekiştirdi.

Türk burjuvazisi, AKP’nin siyasal islamcı politikasıyla, toplumu dizayn etmeye çalışıyor. Özellikle de işçi sınıfı ve emekçiler içinde biat külütürünü, yani, kayıtsız şartsız boyun eğme politikasını yerleştirmeye çalışıyorlar. AKP’de, bunu, toplumu kutplaştırarak yapıyor. Sunni, alevi kutuplaştırmasından diğer azınlıklara karşı dışlayıcı politikaları öne çıkarıyorlar. Böylece, sınıf mücadelesinin önüne geçmeyi ve onu en gerilere itmeyi hesaolıyorlar. Tabi, böylesine kutuplaştırıcı bir politika Erdoğan’ın iktidarda kalmasına da zemin hazırlıyor.

Faşist AKP iktidarı, siyasal islamı bir rejim haline getirmesi ve burjuvazinin bunu desteklemesi, Türkiye’nin, Avrupanın kıyısında  yeni bir Pakistan olarak çıkma tehlikesini ciddi bir şekilde taşımaktadır. Türk egemen sınıfları, din savaşlarını kontrol edebileceğini umuyor olmalı ki, “kutuplaştırıcı politikayı” pek önemsememiş gözüküyor. Ancak, toplumsal gelişmeler her zaman kontrol altında olmaz, onu yaratnaları ya da körükleyenleride kendi kör bıçağı altına yatırabilir. Özellikle dinsel kutuplaşmanın başını çeken Erdoğan ve diğer AKP politikacılarının boğazında böyle bir kör bıçak duruyor. İD’i (İŞİD) desteklemek, onun bölgede varlığını pekiştirmesi için her türlü yardımı yapmanın, ülke içinde karşılığı olmaması düşünülemez. Çünkü, sunni dinciliğin geliştirilmesi, bunun en geniş bir şekilde devlet eliyle propagandasının yapılması, ülke içinde de İD’nin örgütlenmesinin koşullarının yaratılmasını beraberinde getiriyor.

Ancak, bu dinci kutuplaştırıcı politika, burjuvaziye uzun süre “yar” olmaz. Çünkü kitleler, özellikle de işçi sınıfı, uzun süre din lapasıyla daha fazla oyalanamaz. Ekonomik ve sosyal gerçekler her zaman öne çıkar ve kendi koşullarını ve içinde taşıdıkları çelişkileri sınıf mücadelesi arenası içine kaçınılmaz olarak sokar. 

Türk egemen sınıfları arasında bir çelişme var. Bu doğru. Ancak, sanıldığının aksine, AKP karşıtı gibi gözüken sermaye grupları, Erdoğanın tüm politikalarına karşı değiller. Karşı oldukları yan, sömürüden daha az pay almaları, devlet olanaklarının kendilerine daha fazla cömertçe sunulmamasıdır. Son cumhurbaşkanlığı seçiminde bunu açıktan gösterdiler.

AKP-İD İşbirliği 

Daha önceki yazımda belirttiğim için yeniden uzunca üzerinde durmayacağım. İD, emperyalist burjuvazinin ürünü olarak ortaya çıktı. Özellikle Suriye’nin kaosa sürüklenmesi ve parçalanmasıyla birlikte, İD’nin ortaya çıkarılması ve geliştirilmesi içinde zemin oluşturuldu. Özellikle Türk devletinin İD ile yakın bir işbirliği söz konusudur. Musul Konsolosluğunda bulunanların “rehin” alınmasıysa tamamen AKP-İD arasında danışıklı dövüş olarak gözükmektedir. AKP, ABD ve AB gibi emperyalist ülkelerin İD’e yönelik yaptırım ve saldırılarını önlemek için böyle bir yol seçildiği gözlemleniyor. Nitekim, ABD önderliğindeki AB’li emperyalistlerin İD’e yönelik hava saldırılarına çekince koyması ve gerekçe olarak da “rehinleri” göstermesi, bu olayın danışıklı-dövüş olduğunu gösteriyor.

AKP’nin dış politikasında tek dayanağı İD kaldı. Onunda ortadan kalkması, bütün politikalarının geri tepmesi olacaktır. Ayrıca, yukarıda da belirttiğim gibi ülke içinde de İD’nin örgütlenmesi söz konusudur. İçerde bombaların patlaması, AKP’nin sonunu getirebilir.

Burada bir gelişmeyi daha vurgulamak gerekiyor. ABD önderliğindeki batılı güçlerin İD’e (Irak ve Suriye içlerine) hava saldırısı kararı almalarının arka planında Rusya-Ukrayna sorunu olduğu görmek gerekiyor. Rusya’nın, Ukrayna’nın doğusundaki faaliyetleri ve bundan geri adım atmamasına karşılık, “İD terörüne karşı savaş” gerekçesi adı altında Suriye’de Esad rejminede açıktan saldırma olanağı verdi. Bir başka söylemle, Ukrayna’ya karşı Suriye’de esad rejminin bütünüyle ortadan kaldırılması resti.

Kısacası, emperyalistler arasındaki dalaş, enerji yataklarının kontrolü, pazar paylaşımı ve egemenlik alanlarını genişletme mücadelesi, emperyalist savaş tamtamlarının sesini de yükseltmişe benziyor. ABD ve AB’nin politikasına destek vermeyen ya da bölgesel çıkarlarına zarar verebilecek bir AKP ve Erdoğan iktidarda kalamaz. Bu nedenlede AKP ve onun başı Erdoğan, ABD ve AB’ye gereksinimi vardır ve onların çıkarlarına karşı duracak ne ekonomik ne de siyasal bir durmu söz konusu değildir.

CHP Muhalefetçiliği, AKP’yi Ayakta Tutma Politikasıdır 

Türk egemen sınıfların muhalif kanatları, AKP’nin kendilerini kısmen dışlayıcı politikaları dışında diğer politikalarına destek veriyorlar. CHP’de toplumu yeniden dizayn etme politikalarına destek vermiştir. Muhalifliği, kiiteleri sessizliğe davet etmenin ve pasifize etmenin ötesine geçmemiştir. Çünkü, Türk egemen sınıfların muhalif kanadı böyle istiyor. Son Cumhurbaşkanlığı seçiminde de kitleleri sağcılaştırma ve "sermaye düzenin bekası" politikalarını daha net ortaya koymuşlardır.

CHP’nin, düzen partisi olduğu ve egemen sınıfların bir kanadının temsilciliğini yaptığı açıktır. CHP’nin sınıfsal niteliğini belirsizleştirmeye çalışan ve onu ezilen sınıflardan (halktan) yana göstermek isteyen bazı küçük burjuva kesimler mevcut. Bunların görmek istemediği ya da kabullenemedikleri CHP’nin düzenin, yani sermayenin koruyucusu bir parti olduğudur. Bu nedenle de, kitlelere CHP’yi “ilerici” bir parti olarak göstermeye çalışıyorlar ve kitleleri böylesi bir gerici partinin peşine takmak istiyorlar. Çünkü bu küçük burjuva kesimlerin kendi politikaları da düzenin revize edilmesinin ötesine geçememektedir.

Burjuvazinin tüm kanatları, Erdoğan’ın seçilmesi için her türlü olanağı sundular. Bu nedenle de CHP-MHP’e ye seçilmeyecek bir kişiyi aday gösterttiler. Bu aynı zamanda, burjuvazinin, ülkeyi daha da gerici bir ortamın içine, özellikle de siyasal islam gericilği içine çekilmesine açıktan verilen bir destekti.
AKP’yi bir zaman destekleyen liberal aydınların bir kesimi, gelinen aşamada, kendilerini “ihanete uğramış” olarak görmeleri, onların ideolojik duruşlarıyla ilgilidir. Onlar, her zaman, burjuvazinin iki kliği arasında yer almışlardır. Birinden birine top gibi ortada yuvarlanıp durmuşlardır. Ama, tek koktukları işçi sınıfının sınıf mücadelesi ve sosyalizm olmuştur. Burjuvazinin işçi ve emekçilere karşı mücadelesini ise doğal bir hak olarak kabullenmişlerdir.

Emperyalistler ve Türk egemen sınıfların bir kanadı, Erdoğan ve AKP’yi, ekonomiye zarar vererek yıkmak istemediler. Seçimlerle yıkılmasını ya da en azından hizaya getirlmesi politikasını yürüttüler. Piyasaya çıkarılan telefon konuşmaları (tapeler), Erdoğan önderliğindeki AKP’yi yıpratmak ve uzlaşmaya zorlamaktı. Özellikle emperyalist burjuvazi AKP ve Erdoğan’ı açıktan yıkma savaşına katılmadı. Sıcak parayı (sermaye) çekme (2001 Şubat Krizi’nde olduğu) gibi bir yönelime girmediler. Çünkü %70’i emperyalist sermayeninin elinde olan borsanın düşmesi, emperyalist sermayenin zararınaydı ve daha 2008 krizi atlatamamış ve yeni bir kriz kapının eşiğine gelip dayanmışken (en azından durgunluk), Türk ekonomisinin zayıflatılması ya da açıktan krize sokulması, emperyalist burjuvazi ve Türk burjuvazisinin (muhaliflerde dahil) zararınaydı ve böyle bir yönelime girmeye karşı çıktılar.

Ayrıca Erdoğan’ın yıkılması, kayıt dışı para (sermaye) akışını ve bundan çıkarları olanları (ki, bu uluslararası sermaye ve özellikle de Arap petrol krallıkları)[1] da büyük zarara uğratacaktır. Bu nedenle, Erdoğan önderliğindeki AKP uluslararası sermaye tarafından açıktan desteklenmiştir.  Erdoğan kayıt dışı paralarla ayakta duruyor dense yeridir. Üstelik Erdoğanın cumhurbaşkanı seçilmesiyle sıcak para akışı artmış. Bu da, uluslararası sermayenin, Erdoğan ile olan ilişkisini ve ona güvenini ortaya koyan bir veridir.

Emperyalist burjuvazinin AKP ve Erdoğan’dan rahatsız oldukları yanlar var. Özellikle “dış politika” ve içeride anti-semitiz (ya da anti-İsrail) politikanın yürütülmesidir. Oysa, el altında İsrail ile ekonomik ilişkiler yürütüldü. AKP döneminde İsrail ile Türk devletinin ticareti %170 arttı. Örneğin, 2005 yılında 1.5 milyar dolar olan ikili ticaret, 2011 yılında 4 milyara yükselirken, 2014 yılı tahminleri ise 5 milyarı geçeceğidir.[[2] Bu veriler, AKP’nin “anti-İsrail” propagandasının esas nedeninin kitleleri aldatmaya yönelik olduğunun göstergesidir.

 Erdoğan ve önderliğindeki AKP’nin yıkılmaması için yoğun çaba harcaması, kendi yasalarını dahi kuşa çevirmesi, hukuk tanımaması, burjuvazinin kendi yasa ve kanunlarını kendine göre "yormlaması" ve uygulaması ve istediği gibi hareket etmesinin arkasındaki güç, yerli ve uluslararası sermaye çevrelerinin açıktan desteğini almasındandır.

Sermaye Cenneti Türkiye

AKP, “Bugünün alçaklıklarını dünü alçaklıklarıyla maruz göstermek”(Marx[3] politikası izliyor. Kitlelerin en geri duygularına hitap ediyor. Dine, dinsel ve mezhepsel farklılıklara sarılıyor ve bunları birbirine karşı kışkırtıyor. TC’nin kuruluşundan beri sürdürülen ırkçı politikalar nedeniyle ülkede kalmayan azınlıklara ve Kürtlere yönelik ırkçı-faşist politikaların sürdürülerek, kitleler içinde ırkçılık ve şovenizm geliştiriliyor. Ve bunlar, bir taraftan AKP’nin iktidarda kalması için araç olarak kullanılırken, bir yandan ise işçi ve emekçiler arasındaki sınıfsal daynışma, örgütlenme ve sınıfsal hareket etmenin yolu tıkanmaya çalışılıyor.

Kendinden önce yürütülen “alçakça politikalar”ı kulanarak, kendini “madur” gösterirken, yine dünün (kendinden önceki burjuva iktidarların) alçaklıklarına sarılıyor. 12 Eylül’e karşı çıkar gibi yapıp, 12 Eylül yasalarını aratacak denli faşist yasa ve uygulamalarla kitlelerin karşısına çıkıyor.

AKP ve Erdoğan, yerli ve uluslararası sermaye için bir cennet yaratı. Son 8 ayda 1270 işçi “iş kazası” adı altında öldürüldü. Sadece Soma’da aynı anda 301 maden işçisi diri diri madene gömüldü. Son 14 yılda 13 bini aşkın işçi iş kazasından öldü. Bunlar resmi olarak açıklanan rakamlar. Ama bir de açıklanmayan, kayıt altına alınmayanlar var. Diğer yanda, sigortasız, kayıt dışı çalışma, kölelik ücretiyle çalıştırılma ve taşeronlaştırılma ise, ülkenin, sermaye açısından tam bir cenete, işçiler açısından ise cehenneme çevrildği bir yer haline getirilmiştir. Cennetin olduğu yerde cehennemin olmaması düşünülemez. Her şey kendi karşıtıyla vardır. 

Bir ülkede iş kazalarının fazlalığı, o ülkede sermayenin hoyartça hareket etmesinden ve işçileri kölece (tüm sağlık ve güvenlik tedbirlerinden yoksun ve aşırı kar için) çalıştırmasından kaynaklıdır.

AKP’nin 12 yıllık iktidarı sürecinde bir çok “torba yasası” çıkarıldı. Ve bu yasaların hiç birinde işçilerin lehine bir madde yoktu. Son (10 eylül 2014’de mecliste kabul edilen) torba yasası da aynı niteliğe sahiptir.

OECD’nin[[4] 2014 verilerine göre, dünyada, gelir dağılımı sıralamasında Şili ve Meksika’nın ardından Türkiye 3. sırada yer alıyor.

Devletin resmi istatistik kurumu TUİK’in bir yıl önceki (Eylül 2013) açıklamasına göre, nüfusun en alt ve en üst % 20’lik dilimi arasındaki gelir farkı 8 kat artmış. Yani, en üst %20’lik dilim en alttakininin aldığı toplam gelirden 8 kat fazlasına el koyuyormuş. TÜİK bunu böyle açıkladığına göre, artık saklanamaz bir durum olmasından kaynaklıdır. 

Bir avuç burjuvazinin cenneti, milyonlara ise cehennem olmaya devam ediyor. Bu iki zıt sosyal yaşam ve toplam gelirden alınan pay arasındaki eşitsizlik ve bundan kaynaklı çelişki, AKP ve Erdoğan’ı en çok köşeye sıkıştıracak olgulardan birisi olarak durmaktadır. Ne var ki, burjuvaziyi köşeye sıkıştıracak olan işçi sınıfıdır. Bütün baskılara karşın grevlerin sürmesi, yer yer direnişlerin olması, toplumsal protestoların varlığı, AKP ve arkasındaki sermaye çevresini köşeye sıkıştıracak olgular olarak gözükmektedir.

AKP iktidarı büyük baskı ve hukuksuzluklarla iktidarda durabilmektedir. Ancak, ona karşı işçi sınıfı örgütlülüğü, devrimci demokrat muhalefetin varlığı ve daha geçen yıl GEZİ gibi bir toplumsal kalkışmayı yaşamış bir ülkede, burjuvaziye fazla rahat yüzü gösterilmeyeceği de bir gerçektir. 12.09.2014  

 

 

85152

Yusuf Köse

Yusuf Köse teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır. Ayrıca 7 adet kitabı bulunmaktadır. Kitapları şunlardır: Emperyalist Türkiye, Kadın ve Komünizm, Marx'tan Mao'ya Marksist Düşünce Diyalektiği, Marksizm’i Ortodoks’ça Savunmak, Tarihin Önünde Yürümek, Emperyalizm ve Marksist Tarih Çözümlemesi, Sınıflı Toplumdan Sınıfsız Topluma Dönüşüm Mücadelesi.

yusufkose@hotmail.com

http://yusuf-kose.blogspot.com/

 

 

Yusuf Köse

Yerel Seçimler ve Proleter Tavır

 

 

Türkiye 31 Mart 2024 tarihinde yapılacak yerel seçimlere kilitlenmiş bulunuyor. Baskı, yasaklamalar, açlık, yoksulluk, pahalılık ve işsizlik en can alıcı sorun olarak ülke gündemindeki yerini korurken, tüm burjuva partiler 31 Mart’ta yapılacak yerel seçimlerde kazanacakları belediyelerin hesaplarını yapmakla meşguller.

Misak Manuşyan ve 23’ler Ölümsüzdür!

Misak Manuşyan (1.9.1906 – 21.2.1944) ve yoldaşlarını, Nazi kurşunları ile Paris’te katledilmelerinin 80. yılında saygıyla anıyoruz İnsanlığın düşmanı faşizmi ise bir kez daha lanetliyoruz.

İnsanlığın başına kara bulut gibi çöken, yıkımlar, savaşlar ve dahası onarılması mümkün olmayan felaketlere sebep olan Hitler Faşizmi, 1933 yılında Almanya’da iktidara gelmesiyle başladı. 1929 ekonomik ve sosyal bunalımını atlatamayan ve çözüm bulmakta zorlanan, kapitalist-emperyalist ülkeler, sorunlarını savaş yolu ile çözmek, pazarların yeniden paylaşma savaşına giriştiler.

ÖNCE SERMAYE, SONRA, YİNE SERMAYE

13 Şubat 2024 tarihinde Erzincan iline bağlı İliç'de Çöpler Madencilikte meydana gelen toprak kaymasında 9 (bu rakamın daha  yüksek olduğu iddiası da var) işçi toprak altında kaldı. Bu son olayda, “maden kazası” olarak adlandırılan işçi katlimının, doğa katliamı ile birlikte olağan hale getirildiği ve bu seri katliamların, sermayenin birikimi ve büyümesi için olmazsa olamaz kuralı olduğu  gerçekliğiyle karşı karşıyayız.

Ağır tecrit, büyük direniş (Nubar Ozanyan)

Biz 5 Nolu Amed Zindanı’ndan tanırız faşizmin üniformalı generallerini ve kan yüzlü zindan bekçilerini! Özgürlük mahkumlarına intikam alırcasına en ağır işkencelerin nasıl yapıldığını çok iyi hatırlarız. Devrimin öncü ve önderlerine nasıl düşmanca yüklendiklerini iyi biliriz. Sadece memleketimizden değil, biz ağır tecrit koşullarını ve ölümcül duvar sessizliğini, Peru devriminin önderi Başkan Gonzalo yoldaşın 29 yıl süren direnişinden biliriz.

„Dijitalleşme“ Kitabım Üzerine

Kitabın konusu, işçi sınıfının nicel ve nitel varlığıyla doğrudan ilgilidir. Özellikle üretim sürecinde dijitalleşmenin artmasıyla, işçi sınıfının sınıfsal niteliğine yönelik ciddi saldırılar gelmeye başladı. İşçi sınıfının ortadan kalkacağı, burjuvazinin, ücretli iş gücü sistemi olmadan, salt makineler üzerinden artı-değer elde edeceği gibi, doğrudan kapitalist sistemi var eden temel olgular yok sayılmaya başlandı.

Yavuz Proletarya Ev Sahibini Bastırırmış

-Seçimleri Boykot-

Zavallı kılıçdaroğlu.

Kazanınca (parlamentarizme) geçmeyi başarabilince) kazanabilmek için yaptığı her şeyin anlamsızlaşacağıyla o kadar ilgilenmişti ki ...

Aman neyse biz proletaryalara ne.

Ulusalcıların - sosyal demokratların ağır bedellerle anlamsızlaştırdığı parlamentarizm komplolarla tarihin tozlu sayfaları içerisinde kaybolup giderken...

imamoğlu'nun şapkada çıkardığı tavşan özgür özer'e eşbaşkan'ım diyerek itibar kazandırma yarışına düşen dem'liler ile...

Tarih bilgisi ve gelecek tasavuru (Deniz Aras)

Geçtiğimiz hafta içinde bir dönem TC içişleri memuriyeti görevinde bulunan ve bu “vatani görevi” sırasında devletin başta gözaltında kaybetmeler olmak üzere Kürt halkına ve devrimcilere yönelik katliam saldırılarını sürdürmesini “başarı”yla yerine getiren, günümüzde özü başına muhalif bir faşist partinin lideri Meral Akşener’in “mertçe cinayet” sözü çok konuşuldu.

Ermeni bir devrimci: LEVON EKMEKÇİYAN (Nubar Ozanyan)

Özgürlük uğruna yürütülen savaşımda her savaşçının önüne çıkan tehlikeli yol ayrımı ve kararlardan biridir “Ya onurunu ayaklar altına alıp teslim olacaksın! Ya da ölümlerden ölüm beğenerek direneceksin.” Levon Ekmekçiyan birkaç günlük yaşam uğruna kendini düşmana satmadan yaşamayı esas aldı. Düşündü fedailerin komutanı Kevork Çavuş’u, Antranik Ozanyan’ı, Mariam Çilingiryan’ı ve yanıbaşında çatışmada şehit düşen yoldaşı Zohrab Sarkisyan’ı. Sonra çocukluğunda anlatılan ve dinlemekte zorlandığı soykırım hikayelerini. Hangi Ermeni gencinin yüreği yaralı hafızası intikam dolu değildir ki?

“Unutturulan” Bir Devrimcinin Ardından 29 Ocak 1983, Kanlı Şafak

Çeşitli milliyetlerden Türkiye halkının başına kara bulut gibi çöken 12 Eylül Askeri Faşist Diktatörlüğü’nün elebaşı olan Kenan Evren, Muş halkına yaptığı ve tarihe geçen konuşmasının bir bölümünde “Asmayalım da besleyelim mi?” sözünü, Ermeni devrimci Levon Ekmekçiyan için söylemişti.

12 Eylül faşist cunta yılları idamların, işkencelerin, gözaltında kayıpların, vatandaşlıktan atılmaların, azgın devlet terörünün yaşandığı yıllar olmuştur. Bu dönemde siyasi nedenlerle aralarında 17 devrimcinin de olduğu 51 kişi idam edilerek katledilmiştir.

Almanya'da Faşizme Karşı Kitlelerin Büyük Protestosu

Alman emperyalist burjuvazisi, son yıllarını ekonomik kriz içinde geçirdi ve bu krizi savuşturabilmiş değildir. Tersine, giderek derinleşmektedir. Kendileri için söylenen “Avrupa'nın hasta adamı” sözüne karşı, ekonomi bakanın Lindener'in doğrudan ağzıyla; “hasta değil, yorgun adamı” olduğunu kabul etti.

Çutakımız Hrant (Nubar Ozanyan)

Soykırımcıların, hafıza katillerinin tüm çabalarına karşın Ermeni halkının ve ilerici insanlığın hafızasında halen dipdiri olan Hrant Dink; özgürlüğün ve adalet arayışının simgesi olarak anılmaya devam ediyor. Yüzbinlerin hem kalbine hem de duygularına bu denli etkili ve sarsıcı dokunmayı başaran Hrant Dink, bu gücü Ermeni soykırım gerçekliği kavrayışından, özgürlüğe ve adalete olan güçlü inancından, tutarlı duruşundan alıyordu.

Sayfalar