Kadınların Aleksandra Kollontay'a borcu;Kadının kurtuluşu
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün 107. yılı, bugünün gerçekleşmesinde birinci dereceden payı olan ve 9 Mart 1952 yılında ise aramızdan ayrılan Aleksandra Kollontay’ın ise 65. ölüm yıldönümü vesilesiyle...
İnsanlığın özgürleşmesinin şartı kadının özgürleşmesi olunca, kadınların çifte baskılardan kurtulmasının mücadelesinin öne çıkmasının da anlamı kendiliğinden ortaya çıkıyor. Kadınların kurtuluş mücadelesi kapitalizmle yaşıttır. Ondan önceki toplumlarda kadınların yer yer direnişleri söz konusu olsada, kadının üzerindeki baskıları atmasının toplumsal ekonomik koşulları söz konusu değildi. Ancak, üretimin toplumsallaşması ve işçi sınıfının ortaya çıkmasıyla kadının kurtuluş mücadelesi de işçi sınıfının kurtuluş mücadelesiyle ortaklaştı ve biri olmadan diğerinin gerçekleşemeyeceği bir toplumsal zemine oturdu.
Zengin bir burjuva aileden gelen Kolontay:
“Kadınların yazgısı beni tüm yaşamım boyunca ilgilendirdi ve beni sosyalizme çeken de bu ilgi oldu.”1 Demesi, onun kadının kurtuluş mücadelesinin hangi sınıf önderliğinde ve hangi sınıf ideolojisi yönlendirmesiyle gerçekleşebileceğini bilince çıkardığını gösteriyordu.
Kollontay, zengin bir burjuva ailesinde yaşamasına karşın, kadınların ezilmesinin daha derinden duyumsamış, gözlemleyerek, burjuva ikiyüzlülüğne yakından tanıklık etmiştir. Onu ilgilendiren bireysel bir burjuva yaşamı değil, kadının toplumsal kurtuluşunu sağlamaktı. Bu nedenle arayışlarını doğrudan Marksist düşünceler etrafında sürdürdü ve marksizmin kadının kurtuluş mücadelesi için en doğru yol olduğuna inanarak, artık geri dönülmez bir mücadele yaşamının içine girdi.
Kollontay’ın Lenin ile tanışması ve Bolşevik saflarda aktif yer alması, bir tesadüf değil, bilinçli bir seçimin sonucuydu. O, 1905 devrimi süreci içinde Bolşevikler ve Menşevikler arasında gidip gelmesi doğaldı. Marksist bilinci tam idrak edememişti. Kendi deyimiyle bu süreçte, Rusya’da Marksistler arasında haklı bir üne sahip olan Plehanov’un üzerinde etkisi vardı. Ancak, 1905 Devriminin yenilmesi ve ağır istibdat günlerinin gelmesiyle, illegal çalışmaların öne çıkması ve bu süreçte Rosa Luxemburg, Clara Zetkin, Lenin ile tanışmasından sonra, kendini Menşeviklerden uzaklaştırır. Bu yazılarına da yansır.
Onun Lenin’le tanışması, sınıf mücadelesinin aktif bir militanı, öğretmeni, örgütleyicisi olarak, 17 Ekim Devrimi’nin en önde yer alanlarından biri yaptı. Ve yaşamı boyunca da SSCB’ne her alanda katkı yapkatan kaçınmadı.
Kollontay, yaşamı boyunca kalemini kadınlar için çalıştırdı. Bundan hiç bir zaman pişmanlık duymadı. Çünkü o ne yaptığını bilen bilinçli bir komünisti. O, hem teorisyen, hem militan ve hem de sıradan bir neferdi. Bunu belirleyen sınıf mücadelesinin koşulları ve gereksinimleriydi.
Kollontay, bazılarının utangaçca ileri sürmeye çalıştığı gibi, o bir femnist değildi. Tersine bujuva ve küçük burjuva feminizmine karşı kadınların kurtuluşunun işçi sınıfının kurtuluşuyla birlikte olabileceğine inanıyordu. Kadının yerinin işçi sınıfının mücadelesinin yanı ve kadının gerçek kurtuluşunun ancak ve ancak sosyalizmle gerçekleşeceğine inanıyordu. Tüm yazıları bunu doğrular. O yazdıklarıyla, eylemleriyle, propaganda ve söylevleriyle, işçi sınıfının mücadelesinin esas almıştır. Çünkü kadınların özgürlük mücadelesinin işçi sınıfının özgürlük mücadelesinden ayrı ele almamış, bunu yapanların karşısında durmuştur.
8 Mart Emekçi Kadınlar Günü
Emekçi kadınlar, Clara zetkin ve diğer komünist kadınlara çok şey borçlu oldukları gibi, Kolontay’a da borçludurlar. Hiç bir komünist kadın, emekçilerin kendilerine borçlu kalması için mücadele etmemişlerdir, elbette. Ama, adı geçen ve geçmeyen sayısız komünist kadınlara, sadece kadınlar değil tüm erkek işçi ve emekçilerin de borçlu oldukları bir gerçektir.
Bütün komünist kadınlar gibi, Kollontay’da kadınların mücadelede öne çıkması ve kadın sorunlarını her yerde öne çıkarmak ve bunu işçi sınıfının mücadelesiyle bütünleştirmek için çaba harcar. Bunlardan biri de, 2. Komünist Enternasyonal’e bağlı “Sosyalist Kadınların 2. Konferansı”nda, artık olgunlaşmış olan 8 Mart’ın ”Dünya Emekçi Kadınlar Günü” olarak bütün dünyada kutlanmasının önerisi vardır. Clara Zetkin başta olmak üzere, o dönemin öne çıkan tüm komünist kadınları bu öneriye destek verir. Bunlardan biri de Konferans’a Bolşeviklerin temsilcisi olarak katılan Kollontay’dır. Ve Kolantay, Clara Zetkin ile birlikte Konferans’ın Başkanlık Divanı’na seçilir.
Bu Konferans’ta, çok önem verdiği konulardan biri üzerine, “ana ve çocuklar” üzerine konuşma yapar. Ana ve Çocuklar’ın sorunu, onu SSCB içinde de yaşamı boyunca takip edecektir. Çünkü onu, her zaman en fazla ezilen toplumsal kesimler ilgilendirmiştir. Konferans’ta Sosyalist Kadın Hareketi’nin Uluslararası Sekrataryası’na seçilir.
Kollontay, Sosyalist kadın konferanslarının yanı sıra, 2. Enternasyonal’in Stutgart, Kopenhag ve Basel Konferanslarına katılır. 2015-2016 yıllarında ABD’de kaldığı süre içinde adım atmadığı yer kalmaz ve kendi deyimiyle, “ABD’li solcuların II. Enternasyonal’den ayrılmasını sağlar ve III. Enternasyonalin hazırlık çalışmalarına katılır.” Bunları “Lenin talimatı”yla yapar.
Kollontay, Zetkin’in Engels’ten bu yana gelen deneyim ve birikimlerinden yaralanır. Zetkin komünist kadınların ikonasıysa, Kollontay’da, bundan sonra, Avrupa’dan Amerika Birleşik Devletleri’ne kadar, bütün mücadele alanlarında, sosyalizmin örgütleyici ve propagandacısı olarak aranan biri olur.
Kollontay’da Kadınların Kurtuluşu
“ Kadın hareketi burjuva ya da işçi değildir, aynı ruhu taşıyan ortak ve tek bir harekettir.” Bu görüş, Kollontay’a ait değil. Kollontay’ında katıldığı “Tüm Rusya Kadınlar Kongresi”nde, burjuva feministlerin kadınların ortak görüşüdür. Ve feministler bunu: Marks-Engels’in, “Bütün ülkelerin işçileri Birleşiniz”, sloganına karşı, kendi sloganlarını: “Toplumun tüm sınıflarındaki kadınlar birleşiniz” şeklinde formüle ederler.
Kollontay, bu görüşler karşısında şöyle der:
“... Sorun, işçi sınıfı kadınlarının feministlerin çağrısına uyarak kadınların eşitlik savaşımına etkin ve doğrudan katılmada bulunmaları mı, yoksa sınıfsal geleneklerine sadık biçimde kendi yollarını çizerek, yalnızca kadınları değil, tüm insanlığı toplumsal yaşamımızdaki çağdaş kapitalist kurumların baskı ve köleliğinden kurtarmak amacıyla değişik bir savaşım vermeleri mi gerektiği sorusuna yanıt bulmaktır.”2
Kollontay, kadınların kurtuluşunu işçi sınıfının kurtuluşundan ve insanlığın (kadın-erkek) kurtuluşunun ise sosyalizmle gerçekleşeceğini net olarak belirtir ve bu konuda feminizm ile arasına kalın bir çizgi çektiği gibi, feminizmin burjuva reforumculuğundan daha ileri gidemeyeceğini ve kadın işçileri aldatıcı bir rol oynadığı vurgular.
O, kadınların kurtuluşunu tarihsel materyalist felsefede görür.
“Tarihsel materyalizm, cinsiyetler arasında doğal olarak var olan ayrımları tümüyle gözönünde tutmakta, bununla birlikte tek bir talepte bulunmaktadır. Kadın olsu, erkek olsun her bireyin kendi yazgısını belirleme hakkına tümüyle ve özgür biçimde sahip olması ve herekese doğal yeteneklerin gelişitirilip, uygulayabilecekleri en geniş olanakların sağlanması”3
Ve o devamla ve üzerine basarak şunu belirtir:
“... kadınların gerçekten özgür ve eşit bir duruma ancak, dönüştürülmüş ve yeni toplumsal, ekonomik ilkeler üzerinde kurulmuş bir dünyada kavuşabilir.”
O, kadınların ev içi köleliğinden kurtulmasının, ancak ve ancak toplumsal üretim içinde yer alarak sağlayabileceklerini ileri sürer. Ev içine haps edilmiş kadınların, ekonomik durumu ne kadar iyi olursa olsun, ezilmekten ve erkek egemen baskı ve anlayışından uzak kalamayacaklarını söyler. “Ev kadını”, bir anlmada ev köleliğidir. Kadının yaşamı, çocuk bakımı, kocasına hizmet ve ev işleriyle sınırlıysa, kadının kendini geliştirmesi ve özgürleşmesi söz konusu olamaz.
Kollontay, ev işlerinin toplumsallaşmasıyla kadının özgürlüğe doğrudan adım atacağını savunur. Bu, Marks-Engels ve Lenin’inde görüşüdür ve Ekim Devrimi’nin ilk işlerinden biri de Kadını ev işlerinde kurtararak, yasal eşitliğin dışında pratik eşitliği de sağlamak olmuştur. Dünyada ilk defa kadınlar, Ekim Devrimi’yle gerçek özgürlüğün tadına varmışlardır.
Ekim Devrimi ve Kadınlar
Kollontay, Ekim Devrimi’nin başından sonuna kadar içinde yer almıştır. Menşevik-Sosyalist devrimci ve cumhuriyetçi Rus burjuvazisinden oluşan Kerensky hükümeti, Bolşevikleri en büyük tehlike olarak görürüler. 1917 Nisan’dan itibaren Bolşevikleri gözden düşürmek için özel çaba harcarlar. “Alman casusları” diye lanse ederler. Özellikle 1917 Temmuz-Ağustos günleri Bolşevikler için oldukça kötü günlerdir. Kerensky’nin hükümeti Bolşeviklere cepheden savaş açar ve tutuklanmalarını karar altına alır. Bolşevik partisi yasaklanır ve başta Lenin olmak üzere hepsi “Alman Casusu” olarak suçlanır. Burjuva basını büyük puntolara ile “alman casusu Bolşevikler” olarak kayıt düşerler. Rus Burjuvazisinin savaş cephesindeki yenilgisi Bolşeviklerin üzerine atılır. Halk arasında anti-bolşevizm yayılmaya çalışılır.
Bu sırada Lenin’in yakalanması istenir. Ancak, yoldaşları Lenin’in, güvenli bir bölgeye ulaştırmayı başarırılar. Bu saldırı dalgasının öngününde İsveç’in başkenti’te Stockholm’da Zimmerwald konferansının devamı yapılacaktı. Buraya Kollontay ve bir yoldaşıyla katılır.
Bu konferansa katılan üleklerin komünistleri Bolşevikleri küçümser.” Siz küçük bir grupsunuz”” derler. Ve Kerenski övülür ve öne çıkarılır. Yani, Komünistler, burjuva demokratik devrimi ve onun başını çekenleri övüyor ve devrimin daha ileri görütülmesine sıcak bakmıyorlar. 1918-1920 arası gelişen Alman Devrimi’ de bu anlayışla boğulur.
Rusya’da burjuvazinin Bolşeviklere saldırısı artarken, dışarıda da 2. Komünist Enternasyonal çevreleri, Kerenski ile yatıp-kalkıyor. Kautsky’nin görüşleri burjuva demokratik devrimle sınırlı ve onun etkisi altında kalanlarda aynı yoldan yürüyor.
Kollontay, Bolşeviklerin tezlerini kabul ettirmeye çalışrı. Ancak, bir karar alınamaz ve toplantı dağılır. Çünkü, Temmuz günlerinde Bolşevikler “yenilmişti”. Bu karamsarlık Rus burjuva hükümetinden yana işler. Dışarıda kısa süre içinde deteği artar. Bu destek salt “Komünistler”le sınırlı olmayıp, esas olarak uluslararası burjuvaziden büyük destek gelir. Çünkü uluslararası burjuvazi, sosyalist devrimi ne olursa olsun boğulmasını ve asla başarıya ulaşmamasını istiyorlardı.
Kollontay, daha İsveç’teyken hakkında “alman casusu” olarak yakalama kararı çıkarılır. Buna rağmen o, Rusya’ya girmeye kararlıdır ve girer. Sınırda ise tutuklanır. Ve Kolontay, tanınan ve hergün gazetelerde boy boy resimleri çıktığı için, onu tanımayan yoktur.
Kollontay içerideyken Bolşevikler konferans yapar ve onu Merkez Komitesi’ne seçerler. Bu haber kendisine içerdeyken ulaştırılır. Bu onun için büyük bir moral kaynağı olur. Gericiliğin, Bolşevikler hakkında “bittiler” şeklinde yaptığı karar propagandanın boş olduğunu anlar ve Bolşeviklerin dimdik ayakta olduğuna sevinir.
Bu iki aylık gericilik süreci, Bolşevikleri yer altına çeker. Ama, Bolşevikler yine her tarafta vardır ve Ekim aylarından itibaren açıkta yer almaya, ama bu kez daha güçlü bir şekilde, daha örgütlü ve silahlı olarak meydanlar ve alanlar Bolşeviklerin eline geçer. Bolşevikler büyüdükçe, Kerenski hükümeti küçülür ve en son “Kışlık Sarayı”nın dışına çıkamaz olur. Eski Rus takvimiyle 25 Ekim (yeni takvimle 7 Kasım) tarihinde Kışlık Sarayı, silahlı işçiler (Kızıl Ordu) tarafında kuşatılır ve Kerenski kaçar. Böylece tarihsel bir dönem biter ve yeni bir tarihsel dönem, sosyalist devrimler dönemi başlar.4
Kollontay, devrimin örgütleyicisi ve propagandacısı olarak yer alır. Meydanlarda, kızıl ordu cephelerinde, denizcilerin içinde, fabrikalarda ve işçi kadınların arasında o vardır.
O, kendisinin şöyle anlatıyor:
“Yeni bir düşünce ya da girişim yolunda savaşım ve söylev veren propagandacıyı ateşleyen şevk duygusu harika bir şeydir, aşık olmaya benzer... Ben kendimi bu duyguyla yandığımı hissettim ve ateş dinleyenelerede sıçradı. Onlara söylev vermiyor, hepsini peşimden sürüklüyordum sanki. Toplantıdan bir alkış tufanı içinde ayrıldım, yorgunluktan ayakta duracak halim kalmamıştı. Dinleyicilere kendimden bir parça vermiştim ve mutluydum.”5
Bu nedenlede, kitleler onu her yerde istiyordu. Devrimin başkenti Petrograd (Petersburg)’da askerler, işçiler, kadınlar ve gençlik Kollontay’ın kanuşmasını dört gözle bekliyor ve kendi alanlarına çağrıyorlardı. Bu sıcak ve heycanlı günlerde, bütün Bolşevikler’de olduğu gibi, ondaki hayal gücüde farklıyıd: “Başardık” diyorlardı. Oysa Lenin Devrimi başaracaklarına inanların başında geliyordu. Yalpalamalara, çekimserliklere ve gereksiz maceracılıklara prim verimiyor, yoldaşlarını bir orkestra şefi gibi yönetiyordu. O günlerde kimse uyumuyordu.
“Parti merkezleriyle Bolşeviklerin egemen oldukları Sovyetler, proletarya ve yoksul köylülüğün ısrarla ve büyük bir tarihsel eylem için ortak sınıfsal iradeyle ileri doğru sürüklediği halk kitlelerinin devrim taleplerine, örgütlülük sağlamaya çalışıyorlar. Partinin, Bolşeviklerin gücü, sadece devrim hazırlamakta değil, kitlelerin umutlarını, ruh hallerini, isteklerini kavramayı ve ifade etmeyi başarabilmesinde, bunları anlaşılır şiarlara dönüştürmesinde, işçi sınıfının ve köylülüğün iradesini örgütlülüğe yönlendirebilmesinde yatıyordu.”6
Savaştan dönen askerler içinde, meydanlarda toplanmış halk arasında sadece öne çıkan Bolşevikler konuşma yapmıyor, herkes konuşyordu. Kollontay’nda belirttiği gibi;
“Halk içinden, kitle içinden birbiri ardına, kasketli ya da başörtülü konuşmacılar çıkıyor.” Halk kendi doğal liderlerini, devrimin önücülerini içinden çıkarıyor ve onlar etrafında kenetlenerek, burjuva saraylarına, kokuşmuş düzenlerine ve sömürücü sisteme saldırıyordu. An geldiğinde böyle bir kitleyi Lenin’in bile durdurmasının olanağı yoktu. Lenin, ayaklanma işaretini tam zamanında vermişti. Ne bir saat erken ne bir saat geç!
Enternasyonalist Kollontay
Kollontay, yurtdışında kaldığı süre boyunca, Bolşevikler adına çalışmasına karşın, özellikle Alman Sosyal-Demokrat Parti adına da çalışma yapar. Onun verdiği görevleri yerine getirir. 1906 23-29 Eylül tarihlerinde Alman Sosyal-Demokrat Partisi’nin Manheim Kongresi’ne katılır. Burada, August Bebel, Karl Liebknecht, Clara Zetkin ve diğer ileri kadrolarla tanışır.
Rusya’da aranmaya başlamasından sonra Almanya , İsveç, İsviçre, İngiltere ve daha bir çok Avrupa ülkesinde enternasyonal çalışma yürütür. Alman Sosyal-Demokrat Parti adına Almanya’nın şehir ve köylerinde propaganda yapar. Ancak, bu süre içinde Lenin ile ilişkilerini sürdürür ve Bolşevikler adına bir çok uluslararası konferans ve kongrelere katılır.
Burada bir not düşmek gerekiyor. Kollontay’ın “dil sorunu yoktu.” Denebilir ki, Kollontay’ın dili -aynı Engels gibi- bütün dillere açıktı. Onun enternasyonal çalışma ve deneyimi Sovyetler Birliği kurulduktan sonra çok işe yarayacaktı. O, SSCB’ni tarihin ilk kadın büyük elçisi olarak bir çok ülkede en iyi bir şekilde temsil etti ve emperyalistlerin SSCB’ni yalnızlaştırma siyasetini boşa çıkarmada önemli katkıları oldu.
Kllontay ve Parti
İşçi sınıfının sömürü ve baskı düzeni kapitalizmden kurtulması, tek başına ideoloji ve teroiye sahip olmakla olası değildir. Marksist teroiyi pratiğe uygulayan işçi sınıfının partisi olması gerekiyor. Disiplinli, işinin ehli, çelik gibi sağlam ve doğru bir çalışma ve düşünce tarzına sahip olan bir parti ile burjuvazi yenilebilir. Kollontay, Bolşevik saflarda bunu öğrendi ve böylesi bir partiyle 17 Ekim Devrimi gerçekleştirebildi.
Bugün, özellikle komünist partilerin küçümsendiği ya da partili çalışmaların önemsizleştiği, önemsizleştirilmeye çalışıldığı bir süreçte aşağıdaki, sözleri defalarca tekararlamakta yarar var.
O’na partiye ilk girişinde bir kadın yoldaşı şöyle der:
“Partinin önündeki büyük devrimci görevler için, ilk koşulu yerine getiren herkes yararlı olabilir. Bu koşullardan ilki, partiyi sevmek, ikincisi disiplini korumayı öğrenmektir. Elbette Marks’ın artı-değer teorisini incelemeniz ve Lenin’in eserleriyle ilgilenmeniz yararlı, ama bu yetmez. Partiye bütün varlığıyla bağlanmak zorundadır insan. Tüm burjuva alışkanlıklar bırakılmalı, ‘rol’ oynama ya da kendini ön plana çıkarma isteği altedilmelidir. Küçük görevler verildiğinde gücenilmemelidir, çünkü parti çalışmasında önemsiz olan hiç bir şey yoktur. Çünkü küçük bir görevde yapılan hata büyük görevlere de zarar verebilir. Parti, sizin öncelikle son derece disiplinli bir parti üyesi olduğunuza ve politik görevlerinizi kendi görevleriniz haline getirdiğinize emein olmalıdır.”7
Parti sevilmelidir der Kollontay. Parti sevilmeden, partinin disiplinine uyulmadan, devrim ve parti değerleri bütünleştirilmeden ve bu değerler için herşey göze alınmadan, küçük burjuva alışkanlıklardan ve yaşam tarzından vazgeçilmeden, parti önderliğinde devrime yürümenin olasılığı yoktur. Küçük burjuva yaşam tarzı üzerinde “devrimci çalışma” inşa edilemez. Bir yanında küçük burjuva yaşam tarzını bir yanında ise “proleter düşünce (!)” taşıyarak komünist partili olunamaz. Çünkü, küçük burjuva yaşam tarzı, bütün komünist değerleri revize ederek onu burjuvazinin değerler sistemine entegre eder. Kollontay, salt düşünceleriyle değil, yaşam tarzıyla da geçmiş yaşam tarzından kopmuş bir komünisti.
“Serbest Aşk ve Serbest Birlik”
Kollontay, kadınların kurtuluşu ile ilgili görüşlerinden dolayı eleştirilere maruz kaldığı gibi onun görüşlerini paylaşanlarda olmuştur. O, daha ilk başlarda RSDİP içindeki kadın örütlenmesi ve kadınlar içindeki çalışmada zorluklarla karşılaşmış ve bu “erkek egemen” bakış açısına karşı mücadele etmiştir.
Aynı şekilde, kapitalizm koşullarında “serbest birlik”le sorunun çözümlenebileceğini savunan küçük burjuva feministlerine de kapsamlı eleştirler getirmiştir.
“Serbest birlik”, kapitalizm koşullarında, kadının çaresiz bırakılmasının bir başaka biçimidir. Yani, erkeğin hiç bir sorumluluk almadan ve yüklenmeden ve kadın üzerindeki bütün yaptırımlar durken, kadının özgürleşeceğini düşünmek, sorunun ekonomik yönünü, yani esasını gözardı etmektir. Kapitalizm koşullarından ezilenler için “serbestlik”, sadece ve sadece egemen olanların çıkarına gelecektir. Kapitalizm koşullarında, kadının kurtuluşunu “serbest birlikte” gören küçük burjuva feminizminin haklı olarak eleştiren Kollontay, bu sloganı, “sermaye ve emeğin serbest ortaklığı” sloganına benzetir. Oysa, gerçekte sermaye ve emeğin serbest ortaklığı yok, sermayenin tek taraflı egemenliği söz konusudur. Üretim araçlarını elinde tutan bir sınıfla, üretim araçlarından yoksun olan bir sınıfın “ortaklığından” ya da “eşitliğinden” söz edilebilr mi? Elbette edilemez! Üretim araçlarını elinde bulunduran sermaye sahibi, “işçinin özgür” olduğunu söyler. İşçi, ona gör, “isterse çalışır, istemezse çalışmaz.” Ama, işçinin yaşamak için çalışmak zorunda olduğunu en iyi sermaye sahibi bilir. Bu nedenle de, elinden üretim araçları çekilip alınan işçi sermaye sahibine mecbur bırakılmıştır.
Günümüz küçük burjuva feministleri de, kapitalizme köklü eleştiri getirmeden, kadının bazı hakları elede etmesiyle, sorunun, yani kadının kurtuluşunun sağlanabileceğini savunuyorlar.
Kollontay, bu görüşünü, Bebel’in “Kadın ve Sosyalizm” adlı eserinden aktarma yaparak zenginleştirir:
“Kadın için özel uyarlık (muvafakat) pek önemli değildir, diye belirtiyor haklı olarak Bebel, zira kendi gücü ve kapasitesine uyan bütün iş dallarında çalışarak geçimini sağlayabilir; ancak her iki halde de ezilmiş durumdadır, çünkü ne ekonomik bağımsızlık ne de kolayca evlenme ve boşanma olanağı onu, ekonomik ve toplumsal sömürünün baskısına karşı koruyamaz. Kadının toplumsal durumu (ve özellikle ekonomik durum) bütünüyle bağımsız ve erkeğinkine eşit olmadığı, siyasal haklar her iki cinse eşit olarak tanınmadığı sürece, hakları ve özgürlükleri, yalnızca zenginliği değil maddi ve manevi iktidarı da elinde bulunduran hükümetin ve egemen sınıfların isteklerine tabi olan bir halk için Anayasa’ların en güzel ne kadar yararlı olabilirse, evliliğin özel karakteri de o kadına o kadar yararlı olacaktır.”8
Bu görüşleri, aradan yüzyıl geçmesine karşın, günümüzde, özellikle de gelişmiş kapitalist ülkelerdeki kadınların ekonomik durumu desteklemektedir.
OECD’nin 2017 şubat ayı içinde açıkladığı, “Meslek ve Aile Yaşamında Almanya Raporu”nda, 24-45 yaşları arasıdaki çocuklu kadınların aile bütçesine katkıları, Danimarka’da %42 iken Almanya’da bu katkının oranı %23 kadardır. Almanya’da çocuklu kadınların %39’u haftada 20 saat çalışırken, %31 ise işsiz ve ancak %30 kadarı tam saat çalışmaktadır. OECD’nin söz konusu raporunda yer alan 22 ülkeden en kötüsü, dünyanın 4. büyük ekonomisine sahip Almanya’dır.9
Evli ve özellikle de çocuklu kadınların durumu en kötüsü ve aynı işte çalışan kadın-erkek ücreti arasındaki farkın arası da kadınların aleyhine olarak %22 düzeyindedir. Aynı işte çalışlan kadın, aynı işte çalışan erkekten %22 oranında daha az kazanıyor. Yarı zamanlı işlerin yanı sıra yaklaşık 1/5 oranında daha az kazanmak. “serbest birlik” olan ülkelerde durum bu. Demek ki, kapitalizm koşullarında “sebest birlik”, kadınlar lehine fazla da bir “iyileşme” getirmiyor. Ekonomik özgürlüğün olmadığı yerde başka özgürlüklerden söz etmek saçmadır. Ekonomik özgürlük ise, özel mülkiyetin ortadan kalkmasıyla tam olarak gerçekleşir.
Aynı yerde, “serbest aşk” konusuna değinen Kollontay;
“ ‘Serbest aşk” ilkesinin belli bir ölçüde gerçekleşebileceği elverişli zemin ancak, toplumsal ilişkiler alanındaki bir seri köklü reform, aile yükümlülüklerini topluma ve devlete geçirecek reformlar ayratacaktır. Şekli ne kadar demokratik olursa olsun, bugünkü sınıf devletinin, annenin bütün yükümlülüklerini, giderek genç kuşağın halen bireysel hücre durumundaki ailenin üstlendiği yükümlerini üstüne almayı hazır olduğunu sanmak olanaklı mıdır?”10 diye sorar.
Kapitalizm koşullarında “serbest birlik” ve “serbest aşk”ın gerçekleşmeyeceğini söylüyor ve bunun üretim ilişkileri ile doğrudan bağlantılı olduğunu savunuyor, Kolontay.
Elbette, kadın için özgürlük bu değildir. Serbest birlik ve serbest aşk, ancak ve ancak özel mülkiyetin ortadan kalktığı, çocuk ve eviçi sorunları toplumun üstlendiği bir süreçte gerçekleşebilir. Kapitalizm koşullarında, “serbest aşk” sloganı, yine burjuvazinin ve beyaz kadın tücacarlarını işine yaramaktadır. Bu nedenle, cinsiyetci ayrımların ortadan kalkması ve erkek-kadın eşitliğinin sağlanması, ekonomik özgürlüklerin sağlanmasıyla gerçekleşebilir. Yani, özel mülkiyetçi toplumsal sistemin yıkılması ve sosyalizmin gerçekleşmesi ile sağlanabilir.
Komünistlerin “serbest birlik” ve “serbest aşk”tan anladığı; emeğin özgürleşmesidir. Yani, kapitalist üretim ilişkilerin bütünüyle ortadan kaldırılması ve kadın-erkek arasındaki tüm bağımlılık ilişkilerin yıkılmasıyla sağlanabileceğidir. Onun dışındaki ilişkiler, adı ne konursa konsun, kadını kölelik zincirinden kurataramayacaktır. 11
“’Serbest aşk’ ilkesinin, kadına yeni acılar getirmeksizin yürülükte olması ancak, bugün onu hem kocasına hem sermayeye çifte bağımlı kılan maddi zincirlerden kurtulduğu zaman olanaklı olacaktır”.12
Kollontay’ın bu görüşleri ileri sürmesinin üzerinden yüzyılı aşkın bir zaman geçti. Bugün bazı ülkeler hariç çoğu ülkelerde “serbest birlik”, “serbest aşka” söz konusudur. Yasal olarak bunlar yasaklanmaz. Ancak, halen “kadın üzerindeki baskılardan” söz ediyoruz ve yukarıda OECD’den aldığımız istatistiklerin de ortaya koyduğu derin eşitsizliklerin devam ettiğini biliyorsak, kapitalizm koşullarında kadın üzerindeki çifte baskının kalkmadığına, kalkamayacağına söylemekte yanılgı olmasa gerek.
“Serbest aşk”ın işçi sınıfı içinde uygulandığını, ancak, burjuvazinin bunu “ahlaksızlık” olarak gördüğünü, dile getiren Kollontay, şöyle devam ediyor:
“Feministler, özgür ‘ergin’ burjuva kadınlar için evlilik dışı birlikteliklerin yeni biçimlerinden söz ettiklerinde, bunun adı güzel ‘serbest aşk’tır; ama işçi sınıfı söz konusu olduğunda, aynı evlilik dışı birliktelikler için hor görücü ‘düzen bozulmuş cinsel ilişkiler’ terimi kullanılır. ... Oysa, proleter kadın için ortaklaşa yaşam, ister serbest ister kilisece kutsanmış biçimde olsun, bugünkü koşullar içinde, sonuçları açısından hep aynı güçlülüğü sürdürüyor.” 13
Küçük burjuva feminizmi, günümüzde, kilise ya da resmi evlilikleri önemsemesede, kadın üzerindeki erkek baskısının kalkmasına odaklanmıştır. Ancak, bu baskıların ekonomik temelinden bağımsız olarak elel almalarından dolayı, karşı çıkışlarını temellendiremiyorlar. Çünkü erkek egemen sistemi doğuran, erkeklerden kaynaklı bir olgu olmayıp, özel mülkiyet ilişkilerinden kaynaklanmaktadır. Kapitalist özel mülkiyet ilişkilerine karşı olunmadan kadının kurutluşunu gerçekleştirmenin yoluda hep kapalı kalır.
Eviçi İşler ve Kadınlar
Son yıllarda kadının eviçi işlerinin ücretlendirilmesi üzeine çokca yazılıp çizildi, feministler tarafından. Kadının ev içi emeği ücretlendirilirse, kadının kurtulacağı gibi algılar yaratılmaya çalışıldı.
Oysa, kadının kurtulmasnın ilk şartlarından biri eviçi denen hapishaneden kurtulması gerekiyor. Kapitalizm daha baştan kadını fabrikaya bağladı. Ancak yedek sanayi ordusu olarakda önemli bir kadın kitlesini eviçi emekçi olarak, kendi kaderiyle başbaşa bırkamış durumdadır. Gereksinimi olduğu zaman kadını fabrikaya çekiyor, gereksinim duymadığı zaman ise öncelikle kadınları fabrika kapılarının dışına bırakıyor.
“... kadınların çoğunluğu için evlilik sorunun keskinliğini yitirmesi, ancak ve ancak, bu bireysel dağınık ev ekonomileri sisteminde bugün için kaçınılmaz olan bayağı ev işleri sıkıntılarından toplum onları kurtarırsa, genç kuşağın bakımını toplum üstlenirse, yine aynı
toplum analığı korursa ve her çocuğa, en azından yaşamlarının ilk aylarında bir anne verecek düzeye gelmişse olanaklı olur”.14
Yüzyıl önce tartışılan konular, bugünde komünist ve feministler arasında tartışma konusu olmaya devam ediyor. Ünlü küçük burjuva feminist teorisyenler, “eviçi emek ücretlendirilsin” kampanyaları açarak, kadının daha fazla eve bağlı kalmasını ve kapitalist sistemde kadının köleliğinin devamını istediklerinden fazlaca haberleri olmadığı açık. Reformist anlayış ve değişimler kadının kurtuluşunu gerçekleştiremez.
Burjuva feministleri, “yasal evlilik istemekte haklılar. Çünkü onlar mal varlığından pay alamak istiyorlar. Ancak, küçük burjuva feministleri ise, “serbest birlik” ve “ev içi emeğin ücretlendirilemsi” istemleri, işçi ve ev emekçisi kadının kurutuluşu değildir. Bunların gerçekleşmesi kadına kurtuluş getirmez. Ayrıca, erkek egemen analayışın yıkılışını ve kadının gerçek kurtuluşunu buraya bağlamak, sorunu yanlış yönlendirmektir. Bu tür istemler, kapitalist sistemde reformist iyileşmelerin ötesine geçemez. Ayrıca, ne amaçla olursa olsun kadını eve mahkum eden hiç bir politika ve uygulama, kadının lehine olamaz. Kadın, insanı körelten gündelik işlerden kurtulmalıdır. Kollontay’ın da belirttiği gibi, bunlar toplumsallaşmalıdır. SSCB’de bunun ciddi adımları atılmıştı. Bu konuda en büyük çabalardan biri Kollontay’a aittir.
Kapitalist sistemde, ne “serbest birlik” ne de “eviçi emeğin ücretlendirlmesi” kadının kurtuluşu olamaz, olmamıştır da. Kapitalist ülkelerin çoğunda (AB ülkeleri) asgari geçim yardımı (sosyal yardım) uygulanmaktadır. Ancak, bunlar kadının çifte baskı altında kalmasına engel olamamaktadır. Kollontay’ın sözünü ettiği de budur.
Toplumsal eşitsizliklerin ortadan kalkmasının yolu, kapitalist üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılmasından geçer. Kadının ve esas olarakta tüm emekçilerin kurutluşu buradan geçmektedir.
Çocuğun Toplumsallaşması
Kadın eviçi işlerinden kurtuldukça ve bu işler toplumsallaştıkça, kadının kurutuluşu da gerçekleşecektir. Burjuvazi eviçi işleri toplumsallaştırmaz. Kapitalist üretim ilişkileri ağı içinde bunun olasılığı yoktur. Çünkü onun işsizler ordusunun önemli bir kitlesini oluşturan kadınları “oyalama” yeri, uysallaştırma havzasına gereksinimi vardır. Eviçi işler ise bunun için biçilmiş bir kaftandır.
Çocuğun toplumsallaşması da kadını eviçi işlerden koparacak bir olgudur. Çocukların toplumsallaşmasından kasıt, çocuğun ebeveynlerinden koparma değil, bizzat onların bakımını ve yetiştirilmesini bütünüyle toplumun üstlenmesi anlamındadır.
Kollontay, bu konuya SSCB içinde de daha devrimin ilk günlerinden itibaren özel bir çaba harcamıştır.
“Analık Sarayı” kurmayı hedeflemiş, bütün olanaksızlıklara rağmen başarmıştır. Burada hem annelerin hem de çocukların eğitilmesi, barındırılması ve annelerin özgürce hareket edebilmesine olanaklar yaratmak için Sosyalist Devletin ilk gişimiydi.
“Eğitim görevinin aileden topluma geçişi aile hücresini perçinleyen son bağları da koparacaktır” diyen Kllontay, şöyle devam ediyor:
“Kadının aileye ‘yabancı kandan bir unsur’ sokmayacağının garantisi olan genç kızın bakireliği, mülk sahibi koca için vazgeçilmez olan nitelik, işçi sınıfından değerini yitiriyor; çünkü miras sorunlarının artık hiçbir rolü yok burada ...”15
Kllontay, Devrimin daha ilk yıllarında, 1918 yılında kaleme aldığı, “Yarının Toplumu” adlı makalesinde, Sosyalist toplumun Yeni Kadın’larına şöyle sesleniyor:
“İşçi sınıfı kadınları, bugünkü aileyi yok olmaya mahkum gibi görmekten acı duymasınlar. Bunun yerine, kadını ev hizmetinden özgür kılacak, annelik yükünü hafifletecek olan yeni toplumun ve nihayet adına fuhuş denen şeyin son bulduğunu görecekleri toplumun ilk ışıklarını selamlasınlar, daha iyi işçilerin kurtuluşunun büyük eserini yaratmak için mücadeleye çağrılan kadın, yeni kentte eskinin farklılaştırmalarının yeri olmayacağını anlayabilmelidir.; ‘Bunlar benim çocuklarım, tüm annelik özenim ve sevgim onlar içindir. Şunlarsa senin çocukların, komşu çocukları; onlar hiç ilgilendirmez beni. Benimkiler bana yetiyor!’ Bundan böyle, toplumsal rolünün bilincinde olan emekçi anne, benimkiler, seninkiler diye ayrım yapmayacak seviyeye ulaşmalı, yalnızca bizim çocuklarımız olduğunu aklından çıkarmamalıdır.”16
Kollontay’ın ilk yazılarından son yazılarına kadar görüşleri bir bütünsellik içindedir. O tarihsel materyalizm anlayışı içinde kadının kurtuluş sorununa yaklaşmış, Ekim Sosyalist Devrimi’nden sonrada bunu pratikte gerçekleştirmenin büyük mücadelesini vermiştir.
Emperyalist burjuvazi, ülkemizin islamcı iktidarı ve faşizm vb kesimler “anne”ye çok özel önem verdiklerini ileri sürerler. Ancak, hiçbiri anneyi kölelik bağlarından kurtarmaya yanaşmadığı gibi, yeni zincirlerle daha fazla baskı altında kalmasının ve ezilmesinin ekonomik-siyasi ilişkilerini geliştirirler.
Kollontay, kadın-erkek ilişkilerinin yarın ne olacağının yolunu sosyalist toplumda çizileceğini belirtir ve şöyle der:
“Emekçi devletinin cinsler arasında yeni bir ilişki biçimine gereksinimi vardır. Annenin çocuğuna karşı dar ve tekelci sevgisi, büyük proletarya toplumunun tüm çocuklarını kucaklayacak şekilde genişleme zorundadır. Kadının köleliği üzerine kurulan çözülmez evlilik yerine, güçlü aşk ve karşılıklı saygı ile dolu, hak ve yükümlülükleri eşit kişilerin birliği doğacaktır. Bireysel ve bencil ailenin yerine, evrensel büyük işçi ailesi güçlenecek, bu aile içindeki erkekler ve kadınlar her şeyden önce kardeş ve arkadaş olacaktır. Yarının toplumu için öngörülen kadın-erkek ilişkileri işte böyledir.”17
Kadınlar, Kollontay’a çok şey borçludurlar. Kurtuluşlarına yol gösterici teorinin yanında SSCB döneminde kadının kurtuluşu için verilen çabalara borçludurlar. Ancak, o, mücadelesini, kadınlar kendisine “borçlu” kalsın diye değil, insanlığın kapitalist köleliklten kurtulması için vermişti. Onun mücadelesi bütün işçi ve emekçi kadınlara örnek olmalı ve yol göstermelidir.
Yusuf Köse
Yusuf Köse teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır. Ayrıca 7 adet kitabı bulunmaktadır. Kitapları şunlardır: Emperyalist Türkiye, Kadın ve Komünizm, Marx'tan Mao'ya Marksist Düşünce Diyalektiği, Marksizm’i Ortodoks’ça Savunmak, Tarihin Önünde Yürümek, Emperyalizm ve Marksist Tarih Çözümlemesi, Sınıflı Toplumdan Sınıfsız Topluma Dönüşüm Mücadelesi.
http://yusuf-kose.blogspot.com/
“Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya savaşı yaklaşıyor.” Mu gerçekten de?
Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Medvedev, 11-12 Temmuz 2023 tarihlerinde Vilnius’ta gerçekleşen NATO Liderler Zirvesi’nde Ukrayna’ya yapıla gelen silah yardımlarının daha da arttırılması kararına ilişkin olarak şu değerlendirmede bulunmuş:
“Çıldırmış olan Batı, başka bir şey düşünemez oldu. Aptallık noktasına kadar en yüksek düzeyde öngörülebilirlik içerisindeler. Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya Savaşı yaklaşıyor.” (1)
“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”
Halkın günlüğü gazetesinde yayımlanan bu makaleyi yerinde ve doğru tespitlerinden ayrıca Kaypakkaya'yı anlama ve algılama yönünden değerli bir yazı olması sebebiyle okumanızı tavsiye ederiz.
“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”
Kaypakkaya’yı sevmek (Deniz Faruk Zeren)
Kim, ne zaman onun ismini ansa devletin en katı, en soğuk, en acımasız yüzüyle karşı karşıya kalıyor!
Kim ne zaman onun fotoğrafını assa, taşısa, devletin sorgularıyla, kelepçesiyle, zındanlarıyla tanışıyor!
Kim, ne zaman onu sevdiğini, izinde yürüdüğünü söylese vay haline!
Bu dünyada, bu ülkede sevilmesi suç olan kaç insan var?
On yıllar önce katledilmiş, katilleri açığa çıkarılmak bir yana korunup gizlenmiş, mezarına giden yollara bile karakollar kurulmuş, adına yazılan şarkılar yasaklanmış bu insan güzeli, İbrahim Kaypakkaya’yı sevmek neden suç?
“Özgür yaşa ya da öl” (Nubar Ozanyan)
Sömürgecilik pratiği ve politikası hemen her yerde ve anda benzerlikler taşımaktadır. Amerika’dan Fransa’ya, Hollanda’dan Portekiz-İspanya’ya uzanan sömürgeci tarihin işgal ve yıkıma dayalı ayak izleri hep aynıdır. Sözde yoksul ve geri kalmış ülkelere medeniyet götüren uygar ülkeler(!) sömürgeci tarihlerini kolonyal çıkarlarına göre yazarlarken yerli halklar ise tarihi direniş ve isyanla yazmaktadır. Bu hikaye, yeni biçim ve kodlarda sürdürülse de özü ve gerçekliği hep aynı kalmaktadır.
Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme ve ‘birlik” sorunu üzerine
- Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.
‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur.
Sınıf Savaşımı Uzun Bir Yürüyüştür
Bugün karşı karşıya olduğumuz yoksulluk tablosu, kapitalist gelişmenin ve sermaye birikiminin kaçınılmaz sonucudur. Yaratılan zenginlikler bir tarafta birikirken diğer tarafta ise yoksullaşma ve yıkım büyümektedir. Bu, kapitalizmin genel yasasıdır. Proletaryanın yoksullaşması, bir avuç egemen sınıfın ise zenginliğine zenginlik katmasıdır.
KATLİAMININ 30. YILINDA MADIMAK VE ES GEÇİLEN BAŞBAĞLAR.
Sözüm öncelikle komünist ve sol- sosyalist kesime: Ne zaman gerçek anlamıyla adil olmayı ve çifte sıtandartçı yaklaşımları terk etmeyi başaracağız acaba? Ne zaman 'bizim cenah' dediğimiz kesimlerce de halka karşı işlenmiş ağır suçları tereddütsüzce kınayacağız acaba?
Çok genelleme yaparak, üzerinde durmak istediğim esas konuyu bunun gölgesinde silikleştirmek istemiyorum.
Her 2 Temmuz'da Madımak katliamı kınanırken; Başbağlar katliamı neden sessizce es geçiliyor acaba?
Komünistlerin Birliği Çağrılarına Dair
MKP’li arkadaşlar, arada kısa molalar vermekle birlikte, uzunca bir süreden beridir ki komünistlerin birleşmesi gerektiğine dair çağrılar yapmaktalar. Ve mütemadiyen yakınıp durmaktalar: "Muhataplarımızdan yanıt alamıyoruz" diye.
Evet, görüldüğü kadarıyla muhatapları bu çağrılara ilgisiz olmalılar ki, yanıt vermiyorlar. MKP’li arkadaşlar da kendilerince bir basınç oluşturma adına; adeta Temcit pilavı misali, her fırsatta bu çağrılarını yinelemekte ve muhataplarını kamuoyuna şikâyet edip durmaktalar.
Avrupa da İbrahim olmak!
18 Mayıs 1973‘den bugüne Kaypakkaya yoldaşın işkencede katledilişinin ellinci yılı.
50 yıldır söndürülemeyen meşaledir İbrahim Kaypakkaya!! Bu yazının amacı İbrahim Kaypakkaya‘yı anlatmak değil, Onu anlatan onlarca yazı yayınlandı bu yazı da başlıktan da anlaşılacağı üzere İbrahim Kaypakkaya‘yı Avrupa‘da anan ardıllarının pratik, teorik düzlemde, Kaypakkaya‘yı nasıl andıkları? Neyi, nasıl, ne kadar anladıklarını irdelemek bu yazının amacı.