Cuma Mayıs 31, 2024

Egemen cephenin soldaki yaverleri/Derya İshak

Güney Kürdistan’daki referandumdan sonra bölgede yaşanan gelişmeler sadece egemen güçler açısından değil, egemen ülkelerin sol hareketi açısından da önem teşkil ediyor. Bu süreç bir nevi turnusol görevi gördü. Normal süreçte “demokrat”, “komünist”, “devrimci” sıfatı kullanan kesimler, kendi ulus egemenlerinin baskısı altında olan uluslar söz konusu olduğu zaman kendi egemenlerinin gözüne girmekte yarışırlar. “Toprağın bütünlüğü”, “ülkenin birliği ve bütünlüğü”, “işçi sınıfı ve sendikaların birliği ve bütünlüğü” üzerine olmadık dereden su taşırlar. Bu konuda bakışları egemen devletin üniter, bütüncüllüğüne dayanır. Ve devlet gibi düşünürler. İlhak ve baskı altındaki ulusların hareketlerini “ayrılıkçı”, “milliyetçi”, “işçi sınıfının davasına zarar verici, parçalayıcı” olarak görürler. Bakış, egemen ulus egemen kesimlerinin argümanına dayanır. Ve egemen ulus devletinin perspektifinden görünür ezilen ulusun dünyası. Ezilen ulusun kaderi, özgürlüğü, birliği konuları dertleri değildir. Ezilen-sömürge ulusların halkı, işçi sınıfı, sendikaları ve bunların birliği umurlarında değildir. Bu ulusların da egemen ulus gibi bir dünyası olduğunu pas geçerler. Genel ve somut değerlendirmeleri hep egemen ulusun koşullarına göre biçimlenir. Ezilen ulusun koşullarını kendi değerlendirmelerinin merkezi yapmazlar hiçbir zaman.

Neden ikili bir ilişki söz konusu iken hep egemen devletin penceresinden, tek yönlü olarak olaylara bir yaklaşım gösterilir? Neden iki farklı bileşen var ise bu iki farklı bileşenin genel yapısı göz önünde bulundurulmaz?

Sol’a, İleri’ye, TKP’nin parçalarına veya ÖDP’ye bakalım. Referandum değerlendirmeleri egemen ulus statüsünün devamı üzerine kurulmuştur. Ya “zamanı değildir” ya da “ABD’nin bölgedeki planları” vurgulanan. Yıllardır bölgede yaşanan olayların sebebi emperyalistler, mevcut bölge devletleri ve sistemleridir. Bölgenin bugünkü müsebbibi ezilen Kürt ulusu ve Kürdistan halkları değildir. Tersine Kürdistan halkları bu durumun mağdurudurlar. Asırlardır bu cenderenin kurbanıdırlar. Bu durumdan kurtulma çabalarına bu ilgisizlik ve karşı duruş sosyal-şoven bir tavırdır. İran ve Irak egemen devletlerinin Güney Kürdistan’a yönelik başlattıkları savaş ve Kerkük başta olmak üzere birçok önemli kent de dahil Kürdistan’ın işgali ile oluşan yeni duruma bu hareketlerin bir kısmı nerdeyse alkış tutacak bir konum almıştır.

İleri’nin haberlerinde, Irak’ın işgaline ilişkin “kontrolü sağladı” biçiminde, nerdeyse hoşgörü içeren bir dil kullanmıştır. Bölgede süren işgal, talan ve yağma savaşlarının niteliği emperyalist bir karakter taşımaktadır. Bu emperyalist yağma savaşlarının suç ortakları, meşru savunma yapanlar hariç bölge egemen devletleridir. Emperyalist savaşlar, paylaşım ve yeniden paylaşım savaşlarıdır. Ve bu savaşlar genellikle de ezilen, sömürge ve nispeten bağımlı ülkeler üzerinden yapılır. Ezilen ulus ve halklar bu savaşların ilk hedefi durumundadırlar. Savaşın asıl hedefi ve mağdur olan halklarla empati yerine kendi devletlerinin statüsünün yarattığı “ayrıcalıkları” kaybetme korkusuyla konuya yaklaşmak, egemen ulus devletlerine yaltaklanmaktır. Bu durum ezilen ulus halk kitlelerinin egemen ulus halklarına büyük bir güvensizlik duymalarının başlıca nedenidir.

“Barzanistan’a da Tayyibistan’a da karşıyız” diyen Kemal Okuyan, iki eşitsizi eşitleyerek eşitsiz ve baskı altında olanın durumunu meşrulaştırarak, egemen ulus “Tayyibistan’ın” ayrıcalığından yana tavır koyuyor. Egemen ve ezilen iki ulus arasındaki ilişkide ezilen ulusun kendi kaderini şu veya bu şekilde tayin etmesine karşı çıkmak, egemen ulus ayrıcalığını savunmak anlamına gelir. Bir ulusun ayrılığını, başka bir “kötüyle iş tutar” kaygısıyla karşı çıkmak şovenizmdir. Katolanya söz konusu olunca, “orası başkadır”a dönüşür. Bu düpedüz ikiyüzlülüktür; kendi egemen sınıflarından yana pozisyon almaktır.

Kerkük ve belli bölgelerin işgali, egemen ulusların oluşturduğu ittifakın ve emperyalistlerin gözetiminde geliştirilen bir olaydır. Bölgede süren savaş emperyalistler ve bölge devletlerinin iç çelişmelerinden kaynaklıdır. Emperyalistler arası çelişki, bölge üzerinde somut bir savaş halini almıştır. Bu savaşın ister vekaleten ister emperyalist aktörlerin dehaletinde olsun aldığı biçim, bölgenin yeniden paylaşılması ve biçimlendirilmesine yöneliktir. Ulusların bu ortamdan yararlanarak kendi kaderlerini tayin etmesi anlaşılır bir durumdur. Dünya devletlerinin büyük bir kısmı bu çelişki ve savaş ortamında doğmuşlardır. Irak, Suriye vb. ülkeler de bunlara dahildir. ABD iş birliğinde Türkiye ve Irak devletleri bir savaşın içine itilmiş ve savaşın bir parçası durumuna getirilmiştir. Bu ülkeler pastadan ne koparacaklarının derdindeler. I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda bu ülkelerle iş birliği içinde Kürdistan dört ayrı parçaya bölünerek, bu ülkelere pay edilmiştir. Adil olmayan bu durumun kurbanları durumunda olan Kürdistan halklarının bunun düzeltilmesi için mücadele etmesinin meşru olması kadar doğal ne olabilir.

“Biz burjuvaziye karşıyız”, dolayısıyla “Kürt burjuva Barzani’nin önderliğinde bir devletin oluşumuna da karşıyız” demek, Arap, Türk, Fars burjuvazisinin mevcut durumunu rasyonelleştirme politikasıdır. Doğrusu şöyle olmalıdır: “Biz bölge emekçilerinin enternasyonal birliği ve onların önderliğinde gönüllü sosyalist cumhuriyetler birliğinden yanayız.” Sosyalist bir cumhuriyet oluşmuyor diye ezilen halkların kendi kaderini tayin hakkına da karşı çıkmayız. Tersine uluslar, diller, inançlar arasında tam eşitlikten yanayız. Burjuva sınırlar içinde de olsa bu hak teslim edilmelidir. Bir ulusun diğer bir ulus üzerinde ne hakla olursa olsun ayrıcalık talep etmesi ve egemenlik statüsünü devam ettirmesi meşrulaştırılamaz. Bunu meşrulaştırmak emperyalist alçakça bir politikadır.

Emperyalist savaş ve iş çelişkilerden mümkün olduğunca biz komünistler yararlanırız. Hem bir savaşı iç savaşa çevirme temelinde hem de bir ulusun kendi kaderini tayin hakkını kullanması babında.

Kürdistan’ın köleliği bölge halklarının köleliğidir. Bu kölelik son bulmadıkça tüm egemen ulus ülkeleri, bu egemenlik “hak”larından yararlanarak kendi halkı üzerindeki despotizmini-faşizmini gizlemekte ve bunu şovenizm şalıyla örtmektedir. Hatta ilhak ve sömürgecilik faşizmin-despotizmin başlıca temelidir. Ulusların şu veya bu biçimde kendi kaderini tayin etmesi, faşizmin temellerini zayıflatacaktır. Faşizmin ilhaktan beslendiği açık bir olgudur. Dolayısıyla egemen ülke halklarının kurtuluşunu ve soluk almasını da sağlayacak bir ortam yaratır ulusların özgürlüğü.

Kürt ulusunun kendi içinde parçalı ve öznelerinin kavgalı, komünist hareketinin ise zayıf ve yok denecek bir düzeyde olması, birleşik sosyalist bir Kürdistan mücadelesini etkilemektedir. Barzani-Talabani gibi Kürt burjuvalarının önderliğinde bölge sorunu nispi bir çözüme kavuşabilir. Yarı-sömürge kapitalist bir Kürdistan’da ulusal sorunun ikinci plana itildiği, sınıfsal-toplumsal sorunların ön plana geçmesi muhtemeldir.

Sonuç olarak Kürdistan’da işgale son verilmeli; yerinde yerel nüfusun belirlediği, dış müdahaleden bağımsız halkların kendisi geleceğini belirlemedir. 

42817

KÜÇÜK BURJUVAZİNİN ÖZGÜRLÜĞÜ ARADIĞI YER

Küçük burjuva aydınları sosyalizmi sevmezler. Gerçekte, onların sevdiği düzen, kapitalist sistemdir. Kapitalist sistemin kendilerine dokunmamasını isterler. Onların tek istekleri; “özgürce yazmak”, “özgürce sanatlarını gerçekleştirmek”... Ancak, bu kutsal “özgürlüğün” içinde, kapitalist sistem tarafından ezilen işçi ve emekçilerin özgürlüğü yoktur. Onlara göre, işçi ve emekçilerin görevi; kapitalist iş bölümü gereği sermaye sahibine artı-değer üretmek...

İSLÂMCI-MUHAFAZAKÂRIN ZİHİN HARİTASINDA BİR GEZİNTİ: “NASIL BİR KADIN(LIK)”?[*]

 

“Biri kurbağa öper,

biri yüzyıllarca uyur,

biri 7 cüceyle yaşar,

biri kuleye kapatılır.

Bir masal prensesi olsan bile

kadınlık zor.”[1]

 

1. Arap-İslâm İmgeleminde Kadın: Arzu ve Tehlike

 

ZİNDANLARDAKİ ÇIĞLIK, BÜYÜK ÇIĞI OLUŞTURACAK…[1]

 

“Tarih, gelecek için

kavga verip, yitirmiş bile olsa,

insanlık için vuruşanları

hiç unutmaz.”[2]

 

Şu an elim tuttuğum 29 Ekim 2012 tarihli mektup Erzurum H-Tipi Kapalı Cezaevi’nin B-Blok’undaki 4. Odadaki Muzaffer Yılmaz’dan geldi…

Büyük kalıcı tarihsel projeleri birlikte inşa edelim...

12 Mart,12 Eylül ve daha sonraki süreçlerden günümüze dek Türk Devletinin zulmüne maruz kalmış, ülkesini, terk etmek zorunda bırakılmış, Ailesinden, eşinden, dostundan, kardeşinden, yoldaşından ve uğruna mücadele yürüttüğü halkından nedeni ne olursa olsun kopmak zorunda kalmış; kimileri işkence görmüş, kimileri uzun yıllar zindanlarda kalmış 120 civarındaki Sürgün 15 Aralık 2012 tarihinde Köln’de bir araya gelerek Avrupa’da Sürgünde yasayan İnsanların sorunlarına sahip çıkmak, bulundukları ülkelerden imkanları ve olanakları ölçüsünde Sürgünlüğe yol açan Türk Devletinin bugünde devam eden ba

Kaypakkaya Partizan ve Yol Ayrımları

        Bir görüşü savunmanın en mutlu yanı o görüşün çoğalması ve kitleselleşmesidir. Eğer yaptığınız iş buna hizmet ediyorsa, adımlarınız hep ileriye dönükse anlam kazanacaktır, tatmin edici olacaktır. Yaptığımız işlerin özeleştirisini yaptığımız kadar eleştrilerini de yapmalı ve gerekirse çıkmaza girildiğinde dönüp kendimize bakıp ne yapıyorum denilmelidir. Gittiğimiz yol 1 adım ileri 2 adım geri gidiyorsa burda durup düşünmek ve ortaya çeşitli tespitler koymamız gerekmektedir.

BARIŞ GÜVERCİNLERİNE KURŞUN SIKILMAZ

 

Sakine Cansız (Sara), Fidan Doğan (Rojbin) Leyla Şaylemez

 

Her biri birbirinden değerli onurlu üç Kürt siyasetçisi ,Farklı dönemlerde KUH katılmış adeta nesilden nesile devam eden  kurtuluş hareketinin bayraklaşan isimleri,

PKK nin kurucu kadrolarından olan, mücadelenin bütün aşamalarında alnının akıyla çıkan, düşmanın dahi  saygı duyduğu devrimci bir kadındır Sakine Cansız,

Cezaevi resimlerine bakıldığında zayıf, çelimsiz, üflesen düşecek gibi görünmektedir.

“Yarı-Feodal” Brezilya...?

 11.01.2013 tarihinde Özgür Gelecek gazetesinin internet portalında; “Süreç devrimcilerin lehine dönecektir!” adlı bir yazı okudum. Sanırım Brezilya Komünist Partisi (Maoist)’e ait. Yazının altında böyle bir imza yoktu. İsim konusunda yanılmış olabilirim. Burası çok önemli değil. Benim açımdan önemli olan, yazının Brezilya ile ilgili değerlendirmesiydi. Esas olarak da, böyle bir değerlendirme yazısının kendine “Maoist” diyen bir örgüt tarafından yapılmasıdır. Eğer, kendisini “Maoist” olarak adlandırmasaydı, böyle bir yazı yazma ihtiyacı da duymazdım.

 

AKP’nin Eğitim Sistemi: Milliyetçi, Maneviyatçı Ve Piyasacı…[*]

 

“Bilginin iktidarla ilişkisi

sadece uşaklıkla değil,

hakikâtle de ilgilidir.”[1]

 

Sürdürülemez Kapitalist Krizin Topoğrafyası[1]

 

Krizin içindeyiz.

Krizle sarsılıp, savruluyoruz.

Her gün, her an krizin “sonuçları”ndan etkileniyoruz.

Vs., vd’leri…

Bunlar böyleyken; hâlâ krizi “tartışıp”, “konuşuyoruz”.

“Hâlâ” dememek için sürdürülemez kapitalist krizin topoğrafyasını çıkarmak gerekiyor.

Neo-Liberal Türkiye'de Muhafazakârlaşma/ Düşkünleşme Diyaletiği[*]

 

“Yükselen her şey düşecektir.”[1]

 

Bir ‘Millî Gazete’ yazarı, Türkiye’de son yıllarda fuhuş,[2] uyuşturucu kullanımı, cinayet, gasp ve tecavüz gibi olayların hızla arttığına, içki kullanım yaşının 11’e düştüğüne,[3] boşanmaların arttığına,[4] kadınlara yönelik şiddetin yoğunlaştığına[5] vb. işaret edip soruyor: “Bu nasıl ‘Muhafazakârlık’?”

Alevilerin cennette zaten işi yok

 

TRT’de yayınlanan Açı programında Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Rektörü Sedat Laçiner’in Şiilik ve Şiilerle ilgili söylediği bir söz günlerdir sosyal medyada “Aleviler cennete gidemez” şeklinde yer alıyor ve kendisine ‘Aleviyim – Kızılbaşım’  diyen kimi basın yayın organları, kişi ve kurum temsilcilerince de Alevilere yapılan bir hakaret olarak algılanıyor ve kamu oyuna da öyle yansıtılıyor.

 

Sayfalar