Pazartesi Mayıs 6, 2024

12 Eylül’ün 33. yılında, 33 hikaye“Keşke Bir Öpüp Koklasaydım”

Zaman geçiyor, dünya değişiyor ve hayatlarımız yeni ufuklara açılıyor günbegün. Ama bir şeyler kalıyor geçmişten, bir türlü kabuk bağlamayan ve inceden sızlayan bir yara gibi, 12 Eylül gibi. “Keşke Bir Öpüp Koklasaydım”, işte bu yaraya dokunuyor. Yakın tarihimizin bu en travmatik toplumsal dönüşümünün ve baskı rejiminin yeni bir kaydını tutarak, cezanın yalnızca cezaevlerinde çürütülenlere değil, onların ailelerine ve aslında toplumun tamamına da kesilmiş olduğunu, kısacası bir mahpusluk halinin dışarıda kalanlar için de oluşturulduğunu gösteriyor.

Kitapta, İpek Keskin Gür anlatıyor: “Gece saat 3’te kapımız çalındı, Diyarbakır’dan sizi acele istiyorlar dendi. İşte uzun bir devrimci serüvenden sonra 1984’ün 3 Mart’ında Diyarbakır’da kaybettik Orhan’ı. Tabii babam hemen ertesi gün amcalarımla gitti. Aldılar geldiler, bir gece de evimizde kaldı. Açtık, tabutu açtık… (ağlıyor) Buraya gelirken demişler ki, Karşıyaka’ya götürelim, camiye bırakalım, yarın gelelim. Babam demiş ki, “Yok. Yıllardır eve gelmiyordu. Götüreceğim bu gece eve.” Yıllardır eve gelmemişti. Bir gece de beraber kaldık.”

Özgür Doğu: “Sokaklar cıvıl cıvıldı, bizim ev de öyleydi. Hiç bitmeyen bir sofra, toplantı ve sohbet halleri… Bir çocuk için aranıp da bulunamayacak bir ortam anlayacağınız. Bir de o ortamda çok politik büyüdük. 6-7 yaşında, Türkiye’nin atom bombası var mı yok mu? Kapitalizm meselelerini konuşurduk, emperyalizm tartışması yaptığımızı bile hatırlıyorum. Ama bir karabasan geldi ve bütün bunlar son buldu. İnanılmaz değişti her şey. Bir kere hem fiziksel olarak değişti hem ekonomik olarak değişti. İnsan görünürlüğü bir anda yok oldu. Kimse kalmadı ortalıkta, en başta babamız gitti. Karanlık bir dönem, sürekli olarak bir hayatta kalma çabası başladı. Babamızı bir şekilde oradan kurtarma isteği…”

Nigar Özdil: “Bu arada evlendim, 2 çocuğum oldu. Çocuklarıma çok küçükken anlatmadım ama onların ilk dikkatini çeken şu oldu: “Anne senin niye kimsen yok? Herkes ölmüş.” Ben artık fotoğraflara hiç bakamam ve hiç sevmem. Çünkü insanlar ölüyor ve fotoğraflar bana çok ağır geliyor. Mezarlığa gitmem, fotoğraflara bakamam, belki de ağabeyimi çok sevip de onu kaybetmenin etkisidir bana. Mesela annemde veya babamda öyle olmuyor. Annemin, babamın yaşı var, hani ölüm kabul ediliyor da ağabeyim için öyle olmuyor: Ağabeyimin acısı çok başka. Hem böyle haksız yere çekerek, haksızlıklara maruz kalarak gitmesi…”

Kitabın ortaya çıkışını yazarlarından öğreniyoruz…

Eylem Delikanlı: “Her şeyi, annemin bir akşam “Bunu sana daha önce söylememiştim ama…” diye başlayan bir cümlesi tetikledi. 25 yıl boyunca saklayıp da söylemediği şey 12 Eylül sonrası 6 ay kadar hapishanede yatmış olduğuydu. Ben o zamanlar 10 yaşlarındaymışım ama böyle bir şeyi hatırlamıyorum. Biz 3 kardeş babamın cezaevi dönemi içerisinde büyümüş çocuklarız ama annemizin de kısa da olsa bu türden bir süreçten geçtiğinden habersizdik. Annem anlattıkça anladım ki ‘yüce devletimiz’ annemin haftaiçi öğretmenlik yapmasını haftasonu da Ulucanlar’da yatmasını uygun görmüş. Şimdi konuşurken sürreel geliyor kulağa tabii ki. Önce bunca saklanmasına kızdım, sonra söylenememesine üzüldüm, devletin tacizkarlığına sinirlendim. Fakat beni ilk olarak yazmaya iten bunu onca yılın ardından öğrenmemden ziyade bir “gerçeklik” olarak 12 Eylül’ün hayatımızda hep var olduğu gerçeğiydi. Hayatın “normalleşmesini” beklemek, hele de 12 anayasasıyla yönetilen bir toplumda, elbette abesle iştigal ama Darbeyi hayatlarımızın öğesi olmaktan çıkarmanın yolu daha çok soru sormaktan geçiyordu. Ben de bu soruların ve onların yanıtlarının peşine düştüm. Adını “Kalanlar” koyduğumuz, sözlü tarih çalışması ağırlıklı bir proje başlatmaya karar verdik. Bunun ilk meyvesi ise geride kalan aileleri konu alan Keşke Bir Öpüp Koklasaydım.”

Özlem Delikanlı: “Ben çocukluk albümümdeki bir fotoğrafa takılmıştım, annemin anlattıklarınından da habersizdim: Baktığım fotoğrafta babamın çerçeveli bir resmi duruyordu masanın üstünde, bir doğumgünü kutluyoruz. Resme baktıkça şunu anımsadım, senelerce bu resme bakmışım ama bu görselin ne kadar fazla hikayeyi barındırdığını fark etmemişim. Birçok doğumgünümü babamsız geçirmişim, birlikte bir fotoğrafımız bile yok ama bütün bunları zaman içerisinde kanıksamışım. Bunun üzerine babama dair yazmaya başladım. Daha sonra Eylem’le fark ettik ki benzer çalışmalar yapıyoruz. Hikayemizi anlatmak için bu çabayı birleştirmeye karar verdik. Sorular birbirini tetikledikçe başka hikayeler de bu çalışmada yer almalı dedik. Kalanlar projesi bu şekilde doğdu.”

Planlanmasından bitişine kadar 2 yıla yayılan bir çalışma olduğunu öğreniyoruz Keşke Bir Öpüp Koklasaydım’ın. “Yüzyüze görüşmeler sonucu kayıt altına aldığımız hikayelerin akıcı metinler haline getirilmiş şeklidir bu kitap. Tabii ki dönemi taramak adına basılı ve görsel malzemeleri tekrar elden geçirdiğimiz uzun bir ön çalışma dönemimiz de oldu. Mümkün olduğunca farklı siyasetleri bir araya getirmeye çalıştık ama ister istemez eşit bir dağılım olamadı. Öyle bir iddia ile de başlamamıştık açıkçası. Hep eksik kalacağını bildiğimiz bir çalışma için kolları sıvadık diyebilirim. İki grubu bilinçli olarak Keşke Bir Öpüp Koklasaydım dışında bıraktık: Kürt Özgürlük Hareketi ve siyasi mülteciler. Bunları, Kalanlar projesi içerisinde farklı çalışmalarla tamamlamak istiyoruz.” diyor Eylem Delikanlı

Özlem Delikanlı ekliyor:  “Her ne kadar siyasetlerin mücadeleyi birebir veren için önemi olsa da geride kalan aileler için aslında bu önem muğlaklaşıyor. Çünkü yaşadıkları travma veya göğüs germek zorunda kaldıkları gidenin hangi siyasete bağlı olduğuyla azalıp çoğalmıyor.”

Kalanlar Projesi?

ED: Kalanlar Projesi devrimcilerin, mücadele insanlarının ailelerini merkeze koyan bir çalışma. Bunu yapmaktaki amaç kamerayı biraz tersine çevirmek. Darbe binlerce insanı çok kısa bir sürede cezaevlerine doldurdu. Düşünün, bir çok ilde ve ilçede neredeyse her aileden biri içeri girdi, işkenceden geçti, öldürüldü veya kaybedildi. Bu akıl almaz bir değişim, ani bir travma. Hayatlar yeniden dizayn edildi. Böylesi bir değişimi geride kalanların penceresinden bakarak incelemenin daha önce konuşulmamış birçok şeyi de gün ışığına çıkaracağını düşündük. Özellikle çocuklar açısından bakarsak, dönemi kendi jenerasyonumuz üzerinden anlatmanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Anne babalarımızın jenerasyonu darbe dönemi ve sonrasında birtakım dayanışma ağları, vakıflar, dernekler, siyasi partiler etrafında bir araya geldiler, hikayelerini paylaştılar, mücadeleye devam ettiler ama dönemin içinden geçmiş çocuklar için böylesi dayanışma ağları hiç oluşmadı. Bizler birbirimizi tanısak bile bu tür bir sağaltımdan geçmedik, hikayelerimizi paylaşmadık. Halbuki baştan aşağı hayatımıza yön veren Darbeye, döneme ailemize ve yaşadıklarımıza dair bizim de söyleyeceklerimizin olması gayet doğaldı. O diyaloğu başlatmak için Kalanlar projesini hayata geçirmek önemlidir diye düşündük.

ÖD: Kitap çocukları, eşleri, kardeşleri, anne ve babaların hikayelerini bir bütün olarak sunuyor. Dolayısıyla en az üç jenerasyonun dönemi ne şekilde yaşadığını görebiliyorsunuz. Nerelerde birleştiklerini veya nerelerde ayrıldıklarını analiz edebiliyorsunuz.  Ailelerin oluşturduğu dayanışma ağlarının İnsan Hakları Derneği gibi bir derneğe nasıl evrildiğini görebiliyorsunuz mesela. Bunlar dönemi analiz etme açısından önemli tanıklıklar.

12 Eylül ile yüzleşme adına bu kitabın yeri ne olacak sizce?

ED: “Yüzleşme” kavramının biraz toplumsal gerçekliğinden koparılarak kullanıldığını düşünüyorum. 12 Eylül’e ve daha öncesine baktığınız zaman “toplum olarak ne ile yüzleştik?” sorusuna bir yanıt bulamıyorsunuz. Dolayısıyla bu çalışmanın da “12 Eylül’le yüzleşiyoruz” gibi şaşalı bir iddiası yok ama şu iddiası var: biz kendi hikayelerimizi, yaşanmışlıklarımızı saklı oldukları yerlerden çıkarıyoruz. Anlattıkça ve dinledikçe yüzleşmeyi sağlayacak diyaloğu başlatmış oluyoruz. Türkiye üzerinde böylesi binlerce hikaye var, duymadığımız yığınla Ermeni, Kürt, Rum, Gürcü, Çingene hikayeleri var mesela. Bunlar gün yüzüne çıktıkça; acılarımızı, travmalarımızı, umudu veya umutsuzluğumuzu gördükçe, dinledikçe sorgulamaya, iyileşmeye ve yüzleşmeye başlayacağız. Bu hikayeler bizi özgürleştirecek, tabularımızı, önyargılarımızı kıracak. Kitap da umuyoruz ki bu yolda bir adım olsun. İki generalin ceza alması değildir yüzleşme, sırtını dönen komşu, hastasına bakmayan doktor, anarşistin çocuğu diyen bakkal yaptığıyla yüzleşmedikçe gerçek bir değişimden bahsetmek mümkün değil.

ÖD: 12 Eylül 1980 bu ülkede yaşayan pek çok aile için sadece bir tarih olmaktan çok öte. Hiç bitmemiş bir gün gibi. 33 yıldır bitmemiş roman gibi. Kitaplığın arka sıralarında duran bir kitap gibi. Aslında hep var ama görünmez gibi.

İnsan korkularından dolayı yüzleşemiyor bazı şeylerle, orası net. Konuşmadığında onunla baş etmek zorunda kalmıyormuş gibi düşünüyor ama aslında hayatını belirleyen en temel şeyin o bir “gün”den ibaret olduğunu da biliyor.

12 Eylül Darbesi, Türkiye gündemine yeniden geçtiğimiz yıllarda girmiş olsa da bazı kişilerin hayatlarından hiç çıkmadı. Çoğumuz “aman kimse duymasın/bilmesin” telkinleri ile belki sadece en yakınımızdakine anlatmıştık hatırladığımız, çocukluğumuzdan kalma yarım yamalak darbe günleri anılarını, ailemizin yaşadıklarını. Oysa aslolan bunların ortaya “dökülüp saçılması” idi. Çünkü yaşananlar aktarılmalı, Türkiye’de yaşayan insanlar da 33 yıl öncesi kadar yakın bir tarihte bu toplumun nasıl bir cendereden geçtiğini görmeliydi. Tragedya olarak değil, gerçek hayat hikayeleri olarak okumalıydı yaşananları. Çünkü ancak bu şekilde insanlar bir “diğerini” ötekileştirmeden, önyargısız olarak ona yaklaşabilir. Çünkü ancak o zaman darbenin gerçek sorumluları, darbenin sarmal yapısı ve etkileri ortaya çıkabilir. Çünkü ancak o durumda “ressam” olduğunu sandığı kişilerin kim olduğunu öğrenir çocuklar.

Biz sadece küçük bir adım attık. Büyük iddialarla yola çıkmadık. Naif bir dileğimiz vardı: bizim gibi darbenin içine doğmuş, içinde yoğrulmuş insanların yaşadıkları bu ülkede yaşayan herkes tarafından bilinsin istedik. Darbeyi duymamış ya da etkilerini hiç yaşamamış bir kişinin de tarihine yabancı kalmamasını diledik. Çünkü bilmek özgürleştirir!

Keşke Bir Öpüp Koklasaydım’ın nerede duracağını biraz da zaman gösterecek belki de.

Duyurmak istediginiz ne?

ED: Biz bu hikayelerin birçoğuyla büyümüş çocuklar olarak bile günlerce aklımızdan çıkmayan, çalışmamıza ara vermemize sebep olan hikayeler dinledik. Bunları dinledikten sonra dinleyen için hiçbir şey eskisi gibi olmuyor. Çünkü acılarımız taze, yaralarımız kapanmamış. Dolayısıyla toplumsal belleğin bu şekilde, ilk elden oluşturulması çok önemli. Romantize edilmiş bir 12 Eylül algısındansa, tüm gerçekliğiyle tarihin bu şekilde yazılması değerli. Bu nedenle 12 Eylül Utanç Müzesi gibi müzelerin şehir merkezlerinde kalıcı hale getirilmesinin elzem olduğunu; Diyarbakır, Mamak gibi hapishanelerin herkese açık kamusal mekanlar olması gerektiğini düşünüyorum.  Raci Tetik, Ferit Ildırar veya Esat Oktay Yıldıran gibi işkencecilerin adları hafızalarda yer etsin istiyorum.

ÖD: 12 Eylül Darbesi sadece binlerce insanın cezaevinde işkence gördüğü, öldüğü bir dönem olmanın yanında, devrimci mücadele içerisinde yer alan herkesin içeride ve dışarıda etkilendiği bir dönemdi.

Bu ülkenin daha güzel günleri olsun diye en başta kendini, ailesini, arkadaşlarını feda etmeyi, işkenceyi, ölümü göze almış gencecik insanların ardında “Kalanlar” olduğunun da bilinmesini istedik. Çünkü 12 Eylül, cezanın sadece içeride olana değil, dışarıda kalana da kesildiği bir dönemdi. Ve geride kalanların da nasıl umut dolu ve direnmekten vazgeçmemiş insanlar olduğunun, ne tür mücadeleler verdiklerinin bilinmesini istiyorduk. Bu çok kıymetliydi. Bir çocuk babası ile neden 5.5 yaşında tanışır, çocuğu müebbet aldığı için bir anne baba neden sevinir ya da neden kardeşinin kemikleri bulunduğu için kendini mutlu sayar bir abla,  bilinsin istedik. İnsan gerçekle önce yüzleşip sonra o gerçeğin ayırdına varıyor çünkü. Biz de bunu yapmaya çalıştık.

Keşke Bir Öpüp Koklasaydım, Türkiye’deki devrimci mücadelenin şekillenmesine, direniş kültürünün oluşmasına emek vermiş, umut olmuş 33 ailenin hikayesine ve bugüne ışık tutmaya çalışıyor. Bu proje, darbeden birebir etkilenmemiş ailelerin de, aslında yakın tarihimizde yaşanmış gerçek hayatlara dair bilgisi olmasını, önyargılarını yıkmasının önünü açmak istiyor, fikren yanında olsun olmasın sadece “anlamasını” bekliyor.

Işıl Öz/T24

85224

Misafir yazarlar

Güncele iliskin yazilariyla sitemize katki sunan yazar dostlarimiza ait bölüm

Misafir yazarlar

Yerel Seçimler ve Proleter Tavır

 

 

Türkiye 31 Mart 2024 tarihinde yapılacak yerel seçimlere kilitlenmiş bulunuyor. Baskı, yasaklamalar, açlık, yoksulluk, pahalılık ve işsizlik en can alıcı sorun olarak ülke gündemindeki yerini korurken, tüm burjuva partiler 31 Mart’ta yapılacak yerel seçimlerde kazanacakları belediyelerin hesaplarını yapmakla meşguller.

Misak Manuşyan ve 23’ler Ölümsüzdür!

Misak Manuşyan (1.9.1906 – 21.2.1944) ve yoldaşlarını, Nazi kurşunları ile Paris’te katledilmelerinin 80. yılında saygıyla anıyoruz İnsanlığın düşmanı faşizmi ise bir kez daha lanetliyoruz.

İnsanlığın başına kara bulut gibi çöken, yıkımlar, savaşlar ve dahası onarılması mümkün olmayan felaketlere sebep olan Hitler Faşizmi, 1933 yılında Almanya’da iktidara gelmesiyle başladı. 1929 ekonomik ve sosyal bunalımını atlatamayan ve çözüm bulmakta zorlanan, kapitalist-emperyalist ülkeler, sorunlarını savaş yolu ile çözmek, pazarların yeniden paylaşma savaşına giriştiler.

ÖNCE SERMAYE, SONRA, YİNE SERMAYE

13 Şubat 2024 tarihinde Erzincan iline bağlı İliç'de Çöpler Madencilikte meydana gelen toprak kaymasında 9 (bu rakamın daha  yüksek olduğu iddiası da var) işçi toprak altında kaldı. Bu son olayda, “maden kazası” olarak adlandırılan işçi katlimının, doğa katliamı ile birlikte olağan hale getirildiği ve bu seri katliamların, sermayenin birikimi ve büyümesi için olmazsa olamaz kuralı olduğu  gerçekliğiyle karşı karşıyayız.

Ağır tecrit, büyük direniş (Nubar Ozanyan)

Biz 5 Nolu Amed Zindanı’ndan tanırız faşizmin üniformalı generallerini ve kan yüzlü zindan bekçilerini! Özgürlük mahkumlarına intikam alırcasına en ağır işkencelerin nasıl yapıldığını çok iyi hatırlarız. Devrimin öncü ve önderlerine nasıl düşmanca yüklendiklerini iyi biliriz. Sadece memleketimizden değil, biz ağır tecrit koşullarını ve ölümcül duvar sessizliğini, Peru devriminin önderi Başkan Gonzalo yoldaşın 29 yıl süren direnişinden biliriz.

„Dijitalleşme“ Kitabım Üzerine

Kitabın konusu, işçi sınıfının nicel ve nitel varlığıyla doğrudan ilgilidir. Özellikle üretim sürecinde dijitalleşmenin artmasıyla, işçi sınıfının sınıfsal niteliğine yönelik ciddi saldırılar gelmeye başladı. İşçi sınıfının ortadan kalkacağı, burjuvazinin, ücretli iş gücü sistemi olmadan, salt makineler üzerinden artı-değer elde edeceği gibi, doğrudan kapitalist sistemi var eden temel olgular yok sayılmaya başlandı.

Yavuz Proletarya Ev Sahibini Bastırırmış

-Seçimleri Boykot-

Zavallı kılıçdaroğlu.

Kazanınca (parlamentarizme) geçmeyi başarabilince) kazanabilmek için yaptığı her şeyin anlamsızlaşacağıyla o kadar ilgilenmişti ki ...

Aman neyse biz proletaryalara ne.

Ulusalcıların - sosyal demokratların ağır bedellerle anlamsızlaştırdığı parlamentarizm komplolarla tarihin tozlu sayfaları içerisinde kaybolup giderken...

imamoğlu'nun şapkada çıkardığı tavşan özgür özer'e eşbaşkan'ım diyerek itibar kazandırma yarışına düşen dem'liler ile...

Tarih bilgisi ve gelecek tasavuru (Deniz Aras)

Geçtiğimiz hafta içinde bir dönem TC içişleri memuriyeti görevinde bulunan ve bu “vatani görevi” sırasında devletin başta gözaltında kaybetmeler olmak üzere Kürt halkına ve devrimcilere yönelik katliam saldırılarını sürdürmesini “başarı”yla yerine getiren, günümüzde özü başına muhalif bir faşist partinin lideri Meral Akşener’in “mertçe cinayet” sözü çok konuşuldu.

Ermeni bir devrimci: LEVON EKMEKÇİYAN (Nubar Ozanyan)

Özgürlük uğruna yürütülen savaşımda her savaşçının önüne çıkan tehlikeli yol ayrımı ve kararlardan biridir “Ya onurunu ayaklar altına alıp teslim olacaksın! Ya da ölümlerden ölüm beğenerek direneceksin.” Levon Ekmekçiyan birkaç günlük yaşam uğruna kendini düşmana satmadan yaşamayı esas aldı. Düşündü fedailerin komutanı Kevork Çavuş’u, Antranik Ozanyan’ı, Mariam Çilingiryan’ı ve yanıbaşında çatışmada şehit düşen yoldaşı Zohrab Sarkisyan’ı. Sonra çocukluğunda anlatılan ve dinlemekte zorlandığı soykırım hikayelerini. Hangi Ermeni gencinin yüreği yaralı hafızası intikam dolu değildir ki?

“Unutturulan” Bir Devrimcinin Ardından 29 Ocak 1983, Kanlı Şafak

Çeşitli milliyetlerden Türkiye halkının başına kara bulut gibi çöken 12 Eylül Askeri Faşist Diktatörlüğü’nün elebaşı olan Kenan Evren, Muş halkına yaptığı ve tarihe geçen konuşmasının bir bölümünde “Asmayalım da besleyelim mi?” sözünü, Ermeni devrimci Levon Ekmekçiyan için söylemişti.

12 Eylül faşist cunta yılları idamların, işkencelerin, gözaltında kayıpların, vatandaşlıktan atılmaların, azgın devlet terörünün yaşandığı yıllar olmuştur. Bu dönemde siyasi nedenlerle aralarında 17 devrimcinin de olduğu 51 kişi idam edilerek katledilmiştir.

Almanya'da Faşizme Karşı Kitlelerin Büyük Protestosu

Alman emperyalist burjuvazisi, son yıllarını ekonomik kriz içinde geçirdi ve bu krizi savuşturabilmiş değildir. Tersine, giderek derinleşmektedir. Kendileri için söylenen “Avrupa'nın hasta adamı” sözüne karşı, ekonomi bakanın Lindener'in doğrudan ağzıyla; “hasta değil, yorgun adamı” olduğunu kabul etti.

Çutakımız Hrant (Nubar Ozanyan)

Soykırımcıların, hafıza katillerinin tüm çabalarına karşın Ermeni halkının ve ilerici insanlığın hafızasında halen dipdiri olan Hrant Dink; özgürlüğün ve adalet arayışının simgesi olarak anılmaya devam ediyor. Yüzbinlerin hem kalbine hem de duygularına bu denli etkili ve sarsıcı dokunmayı başaran Hrant Dink, bu gücü Ermeni soykırım gerçekliği kavrayışından, özgürlüğe ve adalete olan güçlü inancından, tutarlı duruşundan alıyordu.

Sayfalar