Pazartesi Haziran 17, 2024

Umut, Umutsuzlukla Çatışarak Büyür…

Yeni duruma sıkça vurgu yapmamız boşuna değildir. Yeni durumu kavramazsak hatalarımızdan öğrenmeyi, yeni söylemlere açık olmayı ve dahası değişimin gerekliliğini yeteri kadar bilince çıkarmayı başaramayız. Keza yeni doğanı, gelişip büyüyeni doğru anlamak, tarihi anı doğru ve bütünsel okumakla orantılıdır.

Yine, yeni dönemin zorluklarına dikkat çekmek bir umutsuzluk ve karamsarlık işareti olarak görülmemelidir. Bu sadece bir gerçekliğin altını çizmektir. Ve yine, bu zorlukların içinde taşıdığı olanakları görmezsek, sınıf savaşımı için tarihi anı doğru okumamış oluruz.

Devrimci ve ilerici güçler içinde belirginleşen örgütsüzleşme, karamsarlık eğilimlerine karşı bu olanaklardan yararlanarak gereken duruşu gösteremeyiz. Durumu tersine çevirmek için ideolojik mücadele ile bütünleşen pratik devrimci faaliyetlerde gereken yoğunluğu sağlayamayız. Diğer bir ifadeyle yetersizliklerimize dikkat çektiğimiz kadar onları gidermek için de çaba sarf etmeliyiz.

Bu çabayı ortaya koyarken mutlaka başarılı çalışmalarımızın da altını çizmeliyiz. Bunca olumsuzluk içinde başarılı yanlarımıza işaret etmek aynı zamanda yeni başarılar için harekete geçmektir. Umut ve cesaret, umutsuzluk ve cesaretsizlikle çatışarak büyür. Kısacası gerçekliğimize bütünsellik içinde hücum etmeliyiz. Tabi ki asıl olan umudu büyütmektir, yetersizlikleri giderme, başarısızlıkları başarıya dönüştürme mücadelesinde militanca bir duruş ortaya koymaktır.

Devrimci hareketin ve enternasyonal proletaryanın almış olduğu tüm yenilgilere rağmen devrimin gerekliliği ortadan kalkmamıştır. Bunu iddia edenler ya proletaryanın sınıf düşmanlarıdır ya da reformizmin bataklığına batmış yorgun ahmaklardır.

Sınıflı bir toplumda yaşıyoruz ve sınıf savaşımı da sürüyor. Hiç kimse tarihin ileri doğru dönen çarkını geriye çeviremez. Devrimler uzun yürüyüşlerdir. Bu yürüyüşlerde zaman zaman duraksamaların, geriye savrulmaların olması sadece yürüyüş süresini uzatır. Ama engellemeye gücü yetmez. Dahası tarih bir atımlık barut değil, koca bir süreçtir. Bu nedenle tarihe daha geniş bir perspektifle bakmalıyız. Ne tarihi ne de devrimleri kısa dönemlere mahkum etmemeliyiz. Diyalektik materyalist anlayış bize bunu gösteriyor.

Ne diyordu Lenin yoldaş: “Dünya tarihinin ara sıra büyük gerilemeler göstermeksizin her zaman ileriye doğru ve pürüzsüz olarak ilerlediğini düşünmek, bilimsel ve diyalektik değildir, teorik bakımdan yanlıştır.”

Demokratik halk iktidarlarının ve sosyalizmin ilk deneyimlerinin yenilgiyle noktalanması süren sınıf savaşımının bir sonucudur. Bu mevzilerin kaybı haklı ve meşru olan mücadelemizi anlamsız kılmaz. Burjuvaların bu yönlü tüm saldırılarını boşa çıkaracak güçlü bir silaha sahibiz. O silah Marksizm’dir, bilimsel sosyalizmdir.

Her şeyden önce kapitalizmin insanlığın geleceğine dair bir projesi, çözüm reçetesi yoktur, olamazda. Çünkü “kapitalist birikiminin genel yasası proletaryanın görece ve mutlak yoksullaşması; kapitalizmin gelişmesi sermaye birikimiyle birlikte burjuva toplumunun bir kutbunda muazzam zenginliklerin yoğunlaşmasına ve sömürücü sınıfların lüks ve asalaklığının, israf ve aylaklığının artmasına yol açar. Toplumun diğer kutbunda proletaryanın sömürülmesi daha da keskinleşir. Ve emekleriyle tüm zenginlikleri yaratanların işsizliği ve sefaleti artar.” (Politik Ekonomi Ders Kitabı, s. 200)

Bu değerlendirme tam da bugünkü Türkiye’nin gerçekliğine işaret ediyor. Mutlak yoksullaşan işçi ve emekçilerin her geçen gün alım güçleri düşüyor ve iş güvencesinden yoksunlar. Diğer yanda bir avuç hain azınlık servetlerine servet katıyor. Tüm baskılara ve sansüre rağmen her gün Saray ve çevresinin şatafatlı yaşamına dair haberler çıkıyor. Hiç tartışmasız çürümüş sistem ve bu sistemin önemli oranda din ve milliyetçilik ideolojisiyle kirlettiği, çürüttüğü bir toplum gerçekliğiyle karşı karşıyayız.

Ama gerçek yalnız bu tablodan ibaret değil. Diğer yanda bu sistemi sorgulayan, çıkış yolu arayan ve yer yer tepkisini açığa vuran bir işçi ve emekçi kitlesi var. Devrimci ve sosyalist güçlerin dikkatlerini yöneltmesi gereken asıl nokta da burasıdır. Dipten gelen bu dalgayla buluşmanın yolu kitle çalışmasından geçer. Elbette ki bu yönlü çalışmayla bilincimizdeki zayıflıkları giderdiğimiz oranda bir başarıdan, kitlelere, kendimize güvenden söz edebiliriz. Ve ancak bu ideolojik donanımla “Devrimler dönemi bitti”, “Sınıf mücadelesi anlamsızlaştı” diyen burjuvaziye ve onun “sol” cephedeki ideolojik uzantılarına karşı yaşasın devrim ve sosyalizm diyerek işçi ve emekçilere ileri, daha daha ileri çağrılarında bulunabiliriz.

2599

Kaypakkaya’yı sevmek (Deniz Faruk Zeren)

Kim, ne zaman onun ismini ansa devletin en katı, en soğuk, en acımasız yüzüyle karşı karşıya kalıyor!

Kim ne zaman onun fotoğrafını assa, taşısa, devletin sorgularıyla, kelepçesiyle, zındanlarıyla tanışıyor!

Kim, ne zaman onu sevdiğini, izinde yürüdüğünü söylese vay haline!

Bu dünyada, bu ülkede sevilmesi suç olan kaç insan var?

On yıllar önce katledilmiş, katilleri açığa çıkarılmak bir yana korunup gizlenmiş, mezarına giden yollara bile karakollar kurulmuş, adına yazılan şarkılar yasaklanmış bu insan güzeli, İbrahim Kaypakkaya’yı sevmek neden suç?

“Özgür yaşa ya da öl” (Nubar Ozanyan)

Sömürgecilik pratiği ve politikası hemen her yerde ve anda benzerlikler taşımaktadır. Amerika’dan Fransa’ya, Hollanda’dan Portekiz-İspanya’ya uzanan sömürgeci tarihin işgal ve yıkıma dayalı ayak izleri hep aynıdır. Sözde yoksul ve geri kalmış ülkelere medeniyet götüren uygar ülkeler(!) sömürgeci tarihlerini kolonyal çıkarlarına göre yazarlarken yerli halklar ise tarihi direniş ve isyanla yazmaktadır. Bu hikaye, yeni biçim ve kodlarda sürdürülse de özü ve gerçekliği hep aynı kalmaktadır.

Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme ve ‘birlik” sorunu üzerine

  1. Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.

‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur.

Sınıf Savaşımı Uzun Bir Yürüyüştür

Bugün karşı karşıya olduğumuz yoksulluk tablosu, kapitalist gelişmenin ve sermaye birikiminin kaçınılmaz sonucudur. Yaratılan zenginlikler bir tarafta birikirken diğer tarafta ise yoksullaşma ve yıkım büyümektedir. Bu, kapitalizmin genel yasasıdır. Proletaryanın yoksullaşması, bir avuç egemen sınıfın ise zenginliğine zenginlik katmasıdır.

KATLİAMININ 30. YILINDA MADIMAK VE ES GEÇİLEN BAŞBAĞLAR.

Sözüm öncelikle komünist ve sol- sosyalist kesime: Ne zaman gerçek anlamıyla adil olmayı ve çifte sıtandartçı yaklaşımları terk etmeyi başaracağız acaba? Ne zaman 'bizim cenah' dediğimiz kesimlerce de  halka karşı işlenmiş ağır  suçları tereddütsüzce kınayacağız acaba?

Çok genelleme yaparak, üzerinde durmak istediğim esas konuyu bunun gölgesinde silikleştirmek  istemiyorum.

Her 2 Temmuz'da Madımak katliamı kınanırken; Başbağlar katliamı neden sessizce es geçiliyor acaba?

Komünistlerin Birliği Çağrılarına Dair

MKP’li arkadaşlar, arada kısa molalar vermekle birlikte, uzunca bir süreden beridir ki komünistlerin birleşmesi gerektiğine dair çağrılar yapmaktalar. Ve mütemadiyen yakınıp durmaktalar: "Muhataplarımızdan yanıt alamıyoruz" diye. 

Evet, görüldüğü kadarıyla muhatapları bu çağrılara ilgisiz olmalılar ki, yanıt vermiyorlar. MKP’li arkadaşlar da kendilerince bir basınç oluşturma adına; adeta Temcit pilavı misali, her fırsatta bu çağrılarını yinelemekte ve muhataplarını kamuoyuna şikâyet edip durmaktalar.

Aşka ve Hayata Dair Tutkulu Dizeler

“Şiirsiz toplum eksiktir.

Şiirsiz insan yalnızdır.”[1]

 

İzmir’in Şakran 2. Nolu T-Tipi Zindanı’nda yatan Hasan Şeker’in, ‘İki Acı Esinti’[2] başlıklı şiir kitabı; aşka ve hayata dair tutkulu dizeleriyle çıkageldi postadan…

Avrupa da İbrahim olmak!

18 Mayıs 1973‘den bugüne Kaypakkaya yoldaşın işkencede katledilişinin ellinci yılı.

50 yıldır söndürülemeyen meşaledir İbrahim Kaypakkaya!! Bu yazının amacı İbrahim Kaypakkaya‘yı anlatmak değil, Onu anlatan onlarca yazı yayınlandı bu yazı da başlıktan da anlaşılacağı üzere İbrahim Kaypakkaya‘yı Avrupa‘da anan ardıllarının pratik, teorik düzlemde, Kaypakkaya‘yı nasıl andıkları? Neyi, nasıl, ne kadar anladıklarını  irdelemek  bu yazının amacı.

“Devrimci Eylem Birliği” ve “Kaypakkayacı Güçlerin Birliği” Meselesi

Türk hakim sınıfları cumhuriyetlerinin ikinci yüzyılına hazırlanırken kendilerini yeniden örgütlüyorlar. Coğrafyamız komünist hareketinin önderi İbrahim Kaypakkaya yoldaşın Amed zindanında 18 Mayıs 1973 tarihinde katledilmesinin 50. yılında sınıf düşmanlarımız ikinci yüzyıllarına hazırlanıyor.

MLPD'nin Türkiye'deki seçim sonuçlarına ilişkin açık mektubu.

Sol ittifak için önemli bir başarı

MAHŞERİN DÖRT ATLISI: BOLSONARO, TRUMP, ORBÁN, ERDOĞAN[*]

 

“Faşizm tarihte statik ya da sabit bir moment değildir ve

aldığı biçimlerin daha önceki tarihsel modelleri taklit etmesi gerekmez.

O, bir dizi ‘devindirici tutku’yla tanımlanan bir siyasal davranış biçimidir.

Bunlar arasında demokrasiye açık saldırı, güçlü adam özlemi,

insan zaaflarına duyulan nefret, aşırı erillik takıntısı,

saldırgan militarizm, ulusal büyüklük iddiası, kadınlara… aydınlara yönelik küçümseme…

Sayfalar