Pazartesi Haziran 17, 2024

Merkel-Westerwelle ikilisiyle Alman Burjuvazisi Yeni Saldırılara Hazırlanıyor

Almanya’daki 27 Eylül genel seçimler öncesinde, nasıl bir hükümet kurulacağı, Alman tekelci burjuvazisi tarafından belirlenmişti. Kamuoyu anketleri de CDU-CSU ve FDP nin önde gittiğini teyit ederken, alman tekelci burjuvazisinin yeni hükümetini de onaylamış oluyordu. Emperyalist tekelci sermayenin, ülkeyi uzun bir süredir "büyük koalisyon” adını verdiği CDU-SPD ikilisiyle yönetmesi, onlara önemli kazanımlar kazandırmıştı. Başta da sosyal hakların kısıtlanmasının devam edilmesi ve pekiştirilmesi, durgunluk içindeki emperyalist ekonominin daha derin krizlere girmesinden kurtarılması planları vardı. Almanya’da son 20 yıl içinde sosyal hakların en fazla budandığı dönem, hiç kuşkusuz Schröder yönetimindeki SPD-Yeşiller koalisyon hükümeti zamanında olmuştur. İşçi ve emekçilerin sosyal haklarına yönelik çok yönlü saldırıyı, bir önceki 16 yıllık Kohl başkanlığındaki hükümet göze alamamıştı. Ünlü "Agenda 2010” işçi ve emekçilerin sosyal haklarını budama, tekelci burjuvaziye daha fazla kaynak ayırma ve sendikaların olası "aşırılıklarını” önleme programının yürürlüğe konması tekelci burjuvazinin istediği bir ve sıkı bir şekilde uyguladığı programdı. Halk arasında "Hartz IV” diye bilinen program, halkın yaşam seviyesini düşürmüş ve işçi ve emekçiler üzerindeki sömürüyü artırmıştır. Merkel başkanlığında kurulan CDU/CSU-SPD hükümeti vasıtasıyla da, sermayenin, "2010 agenda” programının pürüzsüz uygulanmasını ve içine girdiği krizin hafif atlatılması amaçlanmıştı. Ancak, Alman emperyalist burjuvazisi de krizden nasibini ciddi şekilde almaktan kendini kurtaramadı. Alman tekelci sermayesinin iki büyük partisinin daha uzun bir süre birlikte hükümette kalması, gelecek açısından tehlikeliydi. İkisinin birden hükümette yıpranmasının önüne geçmek gerekiyordu. Ya da biri hükümetteyken, biri "muhalefet” yaparak, işçi ve emekçileri oyalanması gerekiyordu. Seçimlerden büyük bir yenilgiyle çıkan SPD’ye "muhalefet” görevi verildi. SPD, 11 yıldır hükümette yer almıştı ve hükümet olduğu günden itibaren işçi ve emekçilerin sosyal haklarına yönelik saldırılarda sınır tanımadı. Son seçim yenilgisi (1998’de % 41, 2009 genel seçiminde ise %23) bu saldırıların karşılığı oldu. Adı "sosyal-demokrat” olan bu partinin 1970’lerde izlediği politikasını çoktan terk etti, etmek zorunda kaldılar. O dönem, dünya konjöktüründe durum daha farklı olduğu için, bu tür partiler "sosyal haklardan daha fazla yana” bir taktik izliyor ya da öyle görünmeye çalışıyordu. Çünkü sosyalist ülkelerin yanı sıra işçi ve emekçilerin mücadeleleri, burjuvaziye geri adımlar attırabilecek boyutlardaydı. Alman tekelci burjuvazisi Schröder-Fischer ikilisiyle içte ve dışta saldırgan bir politika izledi. İçte işçi ve emekçilerin sosyal haklarının budanmasına yönelik olurken, dışta ise egemenlik alanlarının genişletilmesi ve bunların garantiye alınmasına yönelik ekonomik önlemlerin yanında askeri olarak da adımlar atıldı. Bir çok ülkeye asker gönderildi. Başta da Doğu Avrupa’nın Alman burjuvazisinin kıskacı içine alınması konusunda ciddi gelişmeler sağlandı ve Yugoslavya, Alman burjuvazisinin istediği gibi parçalandı, küçük devletciklere ayrıldı ve daha fazla parçalanmaya karşı çıkan Sırpistan yönetimi ise günlerce NATO savaş uçaklarınca bombardıman altında tutularak cezalandırıldı. Üstelik savaş suçluları kendileri olmasına karşın, Sırpistan yönetiminin başı Milosoviç "savaş suçlusu” ilan edilerek yakalanıp Lahey’de göstermelik yargılandı ve peşinden ise hapishanede "hastalıktan” öldü. Ya da öldürüldü. Konumuza dönersek, tekelci burjuvazi, Merkel-Westerwelle ikilisiyle yeni sürece hazırlanıyor. Bu süreç, bir önceki süreçten farklı olmayıp, işçi ve emekçiler için koşullar daha da ağırlaşacaktır. Seçim nedenleriyle işçi sınıfına ödettirilecek faturalar kısmen ertelendi. Seçim bitti ve sermaye ekonomik olarak yeni saldırılara hazırlanıyor. Bu saldırılar elbette, salt ekonomi ile sınırlı kalmayacak ister istemez siyasal saldırıları da beraberinde getirecektir. İkisini birbirinden ayırmak doğru da değil. Biri diğerini her zaman tetikler. Biri olmazsa diğeri olamaz. Bu nedenle de yeni hükümet kurulur kurulmaz, yeni "spar paketler” devreye peşi sıra girecektir. Tek bir "spar paket”lerde yetmeyecek, biri bitince diğeri gündemdeki yerini alacaktır. Elbette bu tasarruf (spar) paketleri, işçi ve emekçilerin lehine değil aleyhine, sermayenin ise lehine olacaktır. 80 milyar (€) Avro’ya yaklaşan bütçe açığı ve ayrıca 800 milyar €’luk "krizi önleme” paketi adı altında sermaye sınıfına aktarılan işçi ve emekçilerin kazanımlarının faturası ağır bir şekilde işçi ve emekçilerden çıkarılacaktır. FDP’nin "Hartz IV yardımının %30 düşürülmesini” istemesi, tekelci burjuvazinin isteğinin bu parti vasıtasıyla dile getirilmesidir. CDU bu talebi direk olarak dillendirmemesinin nedeni ise, kitler nezdinde daha fazla oy kaybına uğramaması içindi. Seçimler nedeniyle ertelenen işten çıkarmalar daha da artacaktır. Bugün resmi (iş ajendası) rakamlarla açıkalanan 3,5 milyon işsize önümüzdeki yıl içinde bir milyonu aşkın işsiz daha katılacağı hesaplanmaktadır. Yeni hükümetin göçmenlere yönelik saldırısı da devam edecektir. "entegrasyon” adı altında, göçmenlere ve yabancılara yönelik ekonomik ve siyasal baskılar hiç kuşkusuz artarak devam edecektir. Göçmenler, alman halkının gözünde kriminalize edilerek dıştalanmaya çalışılmasının yanı sıra, yabancı düşmanlığın daha fazla gelişmesinin siyasal-sosyal zeminlerini hazırlayacaklardır. Alman tekelci burjuvazisi, bir yandan göçmenlere ciddi bir gereksinim duyarken, öbür yandan ise daha kötü işlerde ve daha ucuza çalıştırılması için zaptı-rapt altına alınması politikasının izlenmesine devam edeceklerdir. Sendikaların durumu ise ortadadır. Varolan sendikalar deyim yerindeyse tekelci burjuvazinin hizmetindedir. Arada bir "aykırı” çıkışlar yapmaları eşyanın tabiatı gereğidir. Bazı "aykırı çıkışlar”da yapmasalar işçi sınıfının içinde bütünüyle teşhir olacaklarını biliyorlar. Varlıkları ile yoklukları arasında pek bir fark olmadığı ya da işçiler böyle gördüğü için, DGB’nin üye sayısı 12 milyondan 6 milyona düşmüştür. DGB, 60. yılını kutlama törenlerine sermaye ve sermaye sözcülerini davet edip onları en baş köşelere otuttururken, işçileri ve işçi temsilcilerini ise çağırmaya gerek görmemiştir. Burjuvazi, DGB gibi sarı sendikaların işçi sınıfını oyalaması ve pasif kılması sayesinde krizi daha derin yaşayamadı. Yani, işçi sınıfının burjuvaziye karşı tepkisini, "işimizi hepten kaybederiz” yollu taktik ve çeşitli manipüle argümanlarıyla pasifize etmesini başardılar. Kohler ve Merkel’in DGB’ye övgüler dizmeleri boşuna değildi. Tekelci burjuvazi krizden çıkmadı, krizin ağır ekonomik ve sosyal faturasını ezilenelere yükleyeceklerdir. Başta da bunu, çok yönlü olarak göçmenler yaşayacaktır. Bu nedenle de, göçmenlerin daha örgütlü hareket etmesi ve Alman işçi ve emekçileriyle birlikte mücadele etmeleri, kendi sorunlarını onlara taşımaları ve onlarında sorunlarına sahip çıkarak, sorunları ve mücadeleyi birleştirmeleri gerekiyor. Çözüm, milliyet temelinde örgütlenmeden ya da kendi "ulusal çitlerin” arkasına gizlenerek, burjuvazinin istediği gibi hareket edip yanlızlaşmaktan geçmiyor. Tersine, Alman işçi ve emekçileriyle daha sıkı ortak örgütlenme ve ortak mücadele etmek en doğru mücadele yolu olacaktır. Yusuf Köse 29 Ekim 2009 yusufkoese@hotmail.com

105918

Yusuf Köse

Yusuf Köse teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır. Ayrıca 7 adet kitabı bulunmaktadır. Kitapları şunlardır: Emperyalist Türkiye, Kadın ve Komünizm, Marx'tan Mao'ya Marksist Düşünce Diyalektiği, Marksizm’i Ortodoks’ça Savunmak, Tarihin Önünde Yürümek, Emperyalizm ve Marksist Tarih Çözümlemesi, Sınıflı Toplumdan Sınıfsız Topluma Dönüşüm Mücadelesi.

yusufkose@hotmail.com

http://yusuf-kose.blogspot.com/

 

 

Yusuf Köse

“Zamanın ruh(suzluğ)u”na karşı İbrahim Kaypakkaya

“Geçmiş asla ölü değildir.Geçmiş, geçmiş bile değildir.”[1]

 

Postmodern vazgeçiş dört yanımızı kuşatmışken; çürüyen “zamanın ruh(suzluğ)u”na inat İbrahim Kaypakkaya hakkında yazmak, konuşmak çok önemlidir ve gereklidir…

Gereklidir çünkü gerçeklerin “unutuşa”, “suskunluğa” terk edilmek istendiği yalanın egemenliğinde, Mihail Yuryeviç Lermontov’un ‘Düşünce’ başlıklı şiirindeki, “Kaygıyla bakıyorum bizim kuşağa!/ Geleceği ya boş ya karanlık görünüyor...” dizeleri anımsamamak/ anımsatmamak elde değil…

Beşikçi ve Kürd resmi ideolojisi

Ömrünü Türk resmi ideolojisiyle mücadele etmekle geçirmiş,Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin kırk yıllık emektarı İsmail Hoca’nın Apocu resmi ideolojinin yeniden üretiminden ve propagandasından sorumlu Ferda Çetin üzerinden eleştiri adı altında saldırıya uğraması hazin olmanın ötesinde Kürdistan’da Kürdistanlıların iktidarından yana kesimlerle Türkiyelileşme sevdalısı entegrasyoncu kesimler arasındaki ideolojik cephe savaşının başlangıç düdüğü olma potansiyeline de sahiptir.

 

Edebiyatin Latin Cephesine kenar notlari[*]

“Adını değiştir,öykü seni anlatsın.”[1]

“Resmi payeleri hep reddettim. Legion d’honneur’ü de kabul etmemiştim. Fransız akademisine de girmedim. Yazar kendisinin bir kuruma dönüştürülmesini reddetmelidir. Bu onur verici bir paye dahi olsa bunlar kişisel nedenlerim. Ayrıca şu da var: ben iki kültürün barış içinde bir arada yaşayabilmesi için uğraşıyorum. Elbette çelişki ve çatışma var ve olmalı. Burjuva bir ailede yetiştiğim hâlde sosyalist oldum. Sempatim ondan yanadır. Bir de bu yüzden, bu ödülü verenlerin konumundan dolayı, kabul edemem,” vurgusuyla ekler Jean Paul Sartre: 

Latin Amerika'dan barış süreçleri 'El Salvador’ örnegi

  * Anlaşıldı:Savaş artık Barış demek.Öyleyse bundan böyle domuzlara at,kız çocuklarına erkek deyip geçelim...”[1]

 

El Salvador’da iç savaşın tarihi, 1970’li yıllarda, topraksız köylülerin, kent yoksullarının, işçilerin, öğrencilerin sokaklara dökülen muhalefeti karşısında ABD destekli ordunun kanlı operasyonlarına dayanır.

Kanlı parseller

Bugün 2014'ün ilk günü. Hastalar sağlık, yoksullar varlık, mahpuslar özgürlük, âşıklarsa kavuşmayı diler her yeni yılda. Ben nice hayaller kurarak binlerce yıl öncesine gittim yeni yılın bu ilk dakikalarında. Hayal bu ya, Tanrı ilk yarattığında dünyayı, sihirli bir değnekle dokunsaydı eğer hayatın zümrüt yeşili bahçelerine, atalarımız olan ilk insanlar cennet bir dünyaya açacaklardı hayretle gözlerini.

Muharrem Erbey'in suçu ne

  Geçenlerde Diyarbakır cezaevine gidip bazı dostları ziyaret ettim. Uzun yıllardır tutuklu olan Senanik Öner, Hatip Dicle, Şırnak belediye başkanı Ramazan Uysal, Muharrem Erbey ve İdil belediye başkanı Resul Sadak'la kısıtlı bir zamanda da olsa hasret giderdim. Hepsi yıllardır hapiste; hapislik adeta yaşamlarının bir parçası haline gelmiş. Kendisini meselenin tarafı olarak gören mahkemeden herhangi bir beklentileri kalmamış, hukuk ve adalet duygularını haklı olarak yitirmişler. Rehin olarak içeride tutulduklarını düşünüyorlar.

Ecdat(iniz)in VukatU(lar)i[*]

“İşte bir sürü olay sana. Ve bir sürü soru.”[1]

 

Hepimize Stephen Hawking’in, “Bilginin en büyük düşmanı bilgisizlik değildir, bildiğini zannetmektir,” sözünü anımsatan bir “Ecdat” yaygarası aldı başını gidiyor…

Semih Gümüş’ün, “Tarihi anlar yaratamaz”; Giorgio Agamben’in, “Tarih asla anda yakalanamaz, sadece bütüncül süreç olarak yakalanabilir,”[2] uyarılarını kavrayamayan “ecdat körlüğü” dört yanı sarıp sarmalıyor…

Umutlarımızı Büyütüyoruz

 

“... komünist için sorun, mevcut dünyayı köklü bir biçimde dönüştürmek (revolutionieren), varolan duruma pratik olarak saldırmak ve onu değiştirmektir.”Marx-Engels

SİBEL ÖZBUDUN – TEMEL DEMİRER 2014

Hayaller(imiz)le, cüret(imiz)le, umut(larımız)la yolumuzu açacağız 2014’te de sen/siz orada biz burada; Cemal Süreya’nın, “Artık hayallerim suya düşecek diye/ kaygılanmıyorum./ Çünkü, onlar düşe düşe/ yüzmeyi öğrenmişler,” dizelerini terennüm edeceğiz inat ve ısrarla…

İT DALAŞINDA TARAF OLUNMAZ, SINIFIN NET TAVRI KONUR

Sınıfsal mücadele yaşadığımız coğrafyada belirleyici özellik taşıyor. Bölgemiz  Türkiye’deki örgütlü sınıf mücadelesinin seyrine göre şekil alacaktır. Ezilenlerin başkaldırışı da    göre ilerleme veya gerileme gösterecektir. Bu gerçek Kürdistan için de geçerlilik taşımaktadır.

Sermaye, Siyaseti Çıkarlarıyla Örtüştürür[1]

“AKP-Gülen Savaşı” içinde yolsuzlukların çok az bir kısmının dışa vurumundan sonra, siyaset, bu kirli güçler arasındaki savaşıma odaklandı. Bunun böyle olması doğal. Bu olay, özellikle Haziran (GEZİ) Ayaklanması’ndan sonra hızlanan ve beklenen bir durmdu. Daha önce yazdığım “üç vakte kadar” başlıklı bir yazıda, hükümet açısından “iki vaktin” bittiğini, “üçüncü vaktin” ise içinde olunduğunu yazmıştım. Bu herkes tarafından da bilinen bir gerçekti. Haziran Ayaklanması var olan süreci hızlandırmış ve daha kaçınılmaz bir hale getirmiştir.

Sayfalar