Pazar Haziran 16, 2024

“Mahşerin Atlısı” İşçi Sınıfı Gelecek

Türkiye’nin uluslararsı tekel sahipleri ve sözcüleri Erdoğan yönetimi altındaki gidişattan memnun olmadıklarını bir kaç defa tekrarlamışlardı. Bu kez, tavırlarını net olarak ortaya koydular. Erdoğan başkanlığındaki yönetimle devam edilmeyeceğini, ortaya koydukları programla netleştirdiler. Ve CHP, İyi Parti gibi muhalefet partilerinin oluşturduğu “Millet İttifak (Mİ)”ına “programınız budur!” dediler. Kendi programlarının adını da :” Yeni Bir Anlayışla Geleceği İnşa” koydular.

Anadolu Holding’in (Türk tekelleri içinde uluslararsı alanda en fazla yatırımı olanlardan biri) sahibi Özilhan, “mahşerin dört atlısı üzerimize geliyor” dedi. TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Kaslowski’de, “demokrasiden”, “hukukun üstünlüğü” vb. gibi bazı burjuva kavramlarını yeniden tekrarladı. Sıkça “hukukun üstünlüğü”nden dem vuran sermaye sözcüleri, (12 Temmuz 2017) “OHAL’le grevlere müsade etmiyoruz” diyen Erdoğan’ı “hukukun üstünlüğü” adına, yabancı sınıfdaşlarıyla birlikte büyük bir coşkuyla alkışlamışlardı. O zaman da “hukuk devleti”ydiler.

Uzun bir süredir memleketin içinde bulunduğu durum burjuvazi açısından da hiç iç açıcı değildi. Yüksek enflasyon trendinin aratarak devam etmesi, 10 milyon işsizlik içinde genç işsizliğin %25’leri aştığı, büyük bir yoksullaşma, demokratik hak ve özgürlüklerin bütünüyle budanması, gelir eşitsizliğinin yaygınlaşması ve derinleşmesi, yargı aygıtının en basit adli yargılamalarda bile güvenilmez hale gelmesi vb. gerçeklikler; kitlelerin önemli bir kesiminin develte olan güveninin sarsılması doğrudu. Bu olguların yanı sıra, devlet kurumların bütününün alabildiğine çürmüş olması, tekelci sermayeyi düşündürmeye başladı ve “atın değiştirilmesinin” zorunlu gördü.

Bütün bunlar, TL’nin değer kaybının devam etmesi,  enflasyonist ve işsizliği artırıcı bir ekonomi politikası ile birleşince ortada bir “yönetememezlik” vardı.

“Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” diye getirdikleri biçimsel rejim değişimi, tekelci burjuvazinin dertlerine kısa vadeli çözüm gibi gözükmesine karşın, görüldü ki, çözümsüzlüğü daha da derinleştirdi. Çelişmeleri ve krizleri çoğaltı. Her şeyden önce de egemen sınıflar içi çelişme giderek arttı. Sömürüden daha fazla pay alma, devlet olanaklarından daha fazla yaralanma konusunda büyük bir anlaşmazlık çıktı. Tek adamlı yönetim, sermaye kesimin bir kanadını (MÜSİAD) daha fazla kollamaya başladı. Bu da Türkiye’nin en büyük tekellerinin toplandığı TÜSİAD birleşenlerinin önemli bir bölümünü rahatsız etti. Sermaye partilerinin “Cumhuriyet İttifakı (Cİ)” ve “Mİ” şeklinde kutuplaşmaları, tekelci sermaye grupları arasındaki çelişmenin sert bir şekilde siyasal alana yansıması olarak ortaya çıktı.

Uluslararası rezerv olarak geçerli paralar karşısında kur çıtasının TL aleyhine yükselmesi, TCMB’nın politik faizi devamlı düşürücü politikaları ve buna koşut olarak, uluslararsı sermeyenin giriş trendinin de gerilemesi, büyümek için dış sermaye gereksinimi olan uluslararsı tekel haline gelmiş Türk tekellerini “endişelendirdi”. Özellikle bu “endişe” korosuna, Erdoğan’ın en yakın destekcilerden biri olarak gösterilen TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu’nun da, katılarak “reel sektörümüz tedirgin” açıklaması, geniş bir sermaye kesiminin TÜSİAD’ın yanında olduğunu gösterir.

TÜSİAD yöneticilerin “gelir dağılımı eşitsizliğinden”, “kadın hakları” ve “İstanbul Sözleşmesi”nden, “sendikasızlaşma” gibi sorunların yanında bazı burjuva demokrasisi içindeki normlardan söz etmeleri ve emekçiler adına konuşma yapmaya çalışmaları, işçi ve emekçilerin haklarını “savunur” rolüne bürünmeleri, alttan alta birikerek taşmaya başlayan işçi sınıfı öfkesini yumuşatmak, işçiyi sömüren ve ezenlerle “birlikteyiz” algısını aldatıcı bir şekilde vurgulamaktan başka bir şey değildir.

Sistemin bu denli çürümesinden, işçilerin sendikasızlaşmasından, kitlelerin yoksullaşmasından birinci derecede sorumlu olanlar; sendikalaştı diye işçileri işten (başta, “mahşerin dörtlüsünden” söz eden  Özilhan olmak üzere) atanlar, bugün karşımıza “işçi ve emekçi dostu” olarak çıkmaları, açık bir riyakarlıktır.

“Laiklik”ten söz etmeleri de açık bir riyakarlıktır. Türk burjuvazisi hiç bir zaman laik olmamıştır. Dini toplumun üzerinde bir baskı aracı olarak, sermaye birikimi için kullanmıştır. 12 Eylül 1980’den bu yana “toplumu daha fazla islamlaştırmayı” ve “ılımlı islam modeli”nin ortaya koyan yine bu sermayedir. Gördüler ki; “islamlaştırma”, tarikatları sermayeye ortak haline getirdiği gibi, toplumsal dokunun aşırı kutuplaşması ve parçalanma tehlikesi yaratacak düzeye gelmesi, gençlerin önemli bir kesiminin Türkiye’de yaşamak istememesi, küçümsenmeyecek bir beyin göçünü, sermayenin gelecek birikimi için engel gördüler. Bu nedenle de “laiklik” ve “hukukun üstünlüğü” vb. gibi kavramların vurgusunu öne çıkardılar.

Egemen sınıflar arasındaki çelişme iyice gün yüzüne çıktı. Erdoğan rejminin pekişmesinde, Erdoğan kadar sorumlu olan Kılıçdaroğlu’nun son aylarda “yiğitlenmesi”, TÜSİAD’çı sermaye kesminden aldığı destekten dolayıdır. Eğer hükümet olurlarsa, TÜSİAD’ın açıkladığı programı uygulayarak, işçi ve emekçiler için yaşam yine cehennemden farklı olmayacaktır. Belki “bir parmak bal” çalarak susturmayı deneycek, ancak, işçi sınıfının biriken sorunları, kaybettiklerini kazanma mücadelesi, “parmak bal” ile geriye itilebilecek gibi değildir. Sermaye devletinin de bu hakları verme gibi bir “lüksü” hiç bir zaman olmadı. Çünkü, burjuva demokrasisinin sınırları içinde olan burjuva demokratik haklar bile, ancak ve ancak işçi sınfının yoğun mücadelesiyle kazanılabilir.

Burjuvazi ve burjuvazinin siyasal temsilcileri olan partileri, ülkeye demokrasi getiremez. Bunu getirecek olan yine işçi sınıfının direngen sınıf mücadelesiyle olabilecektir.

Egemen sınıflar arası büyük bir dalaş çıkmayıp, seçim normal yapılır ve seçim sonuçlarına Erdoğan’ın arkasındaki sermaye güçleri razı olur ve “Mİ” de iktidara gelirse, Kürtler üzerindeki baskılar ortadan kalkmayacağı gibi, Türk devletinin saldırganlığı ve işgal girişimleri durmayacak, “en iyi Kürt ölü Kürttür” politikası devam ettirilecektir. Türk devletinin Kürtlerin en doğal ulusal demokratik haklarını yok sayma poltikasının devam etmesi, Türkiye ve Kuzey Kürdistan işçi sınıfı ve emekçilerinde demokratik hak ve özgürlüklerinin gasp edilmesi ve yok edilmesi politikası devam edecektir. “Mİ” bileşenlerin ile “Cİ” birleşenlerin Kürt ve emperyalist yayılmacı politikası aynıdır. Çünkü bu, bütün sermaye kesimlerin ortak politikasıdır. Türk tekelci devleti işgalci, yayılmacı  emperyalist bir devlettir.

Burjuva karşı devrimci işçi düşmanı bu “ittifakların”, işçi sınıfına karşı izledikleri politika da öz olarak aynıdır. Görevleri tekelci sermayenin çıkarlarını korumak, onların istemleri doğrultusunda ülkeyi yönetmek ve yasalar çıkarmaktır.

Cİ’lerin iktidardan düşürülmesi, toplumda kısmen bir geveşeme yaratabilir. Ancak bu, işçi sınıfı, emekçiler, kadınlar ve gençlik için bir kurtuluş olması bir yana kısmi düzelmelerin ötesine geçmeyecektir. Ya da bir benzetme yaparsak, 2010 öncesi AKP iktidarı dönemi gibi olacaktır.

Sermayenin o zaman da yüzü gülüyordu. Ama, işçi sınıfı ve emekçilerin yüzü gülmüyordu. Bu nedenle, işçi sınıfı, “kırk katır mı, kırk satır mı” anlamına gelen “Ci” mi, “Mİ” mi ikilemini değil, bu burjuva sistemi ortadan kaldıracak programa geçmek zorundadır. Yani, iktidarda olana karşı “daha ehveni şer” diyerek Mİ’leri seçme, onların peşine takılma yerine, kendi bağımsız sınıf politikasını, yani sosyalizm programını ortaya koymalı ve onu gerçekleştirmenin örgütlü mücadelesini vermelidir.

“Mİ”ler geldiğinde “özgürlük gelecek” diye propaganda yapanlar tekelci burjuvazinin yalakacıları liberal burjuvalardır. İşçi sınıfı karşısında her zaman birbiriyle dost  olan “Mi”ler ve “Cİ”ler, sermaye devletinin bekası için her zaman birlikte hareket ederler, ancak sermayenin bölüşümü konusunda zaman zaman biribiriyle çatışırlar. Bu bağlamda, “Mİ”lerin “güçlendirilmiş parlamenter” sistemi, bu ülke halkı çok yaşadı. Şu andaki “CB Hükümet Sistemi”nden özde bir farkı yoktur. İkisi de tekelci burjuvazinin çıkarlarına hizmet etmektedir.

İşçi sınıfının mücadelesi olmadan ne faşizm ortadan kalkar, ne burjuva demokrasisinin işçi sınıfı lehine sınırları genişler ne de yoksullaşma, işsizlik ve yoksullar lehine “adalet” gelir. 

Kapitalist sistem; kısmi reformlarla, yamalarla vb. düzelmez. O sömürü üzerine kurulmuş, devamlı gericilik ve savaşlar üreten bir burjuva toplumsal sistemdir. Tekelci burjuvazi için “mahşerin kıyamet atlısı” işçi sınıfı ve onun kuracağı sosyalizmdir. O da bu yüz yıl içinde bütün ülkelere gelecektir.

İşçi sınıfının ise, bu çürümüş kapitalist sistemi yönetme biçimlerine karşı, devrimci alternatifi: kapitalist sistemi yıkıp yerine sosyalist sistemi kurmaktır. İşçilerin ve tüm emekçilerin tek kurtuluş yolu budur.

TÜSİAD’ın programına karşı, işçilerin kısa vadeli programı:

İşçi sınıfı, sosyalizm için mücadeleyi daha ileri taşımak amacıyla acilen aşağıdaki talepleri ileri sürmelidir:

Bütün demokratik hak ve özgürlükler üzerindeki baskı yasaları ve uygulamalar derhal kaldırılmalıdır.

İşçilerin grev, sendikal ve toplu sözleşme hakları üzerindeki tüm baskı ve kıstlayıcı yasalar kaldırılmalıdır.

Asgari ücret enflasyonun üstünde bir düzeye getirilmeli, bütün işçi ücretleri yükseltilmelidir.

K-29 gibi iş yasaları derhal kaldırılmalıdır. İşten atılanlar derhal işe geri alınmalıdır.

Bütün heryerde çalışma saatleri haftada 30 saate düşürülmelidir.

Tüm çalışanlara yılda bir ay ücretli izin yasallaştırılmalıdır.

Emeklilik yaşı kadınlarda 55 erkeklerde 60 olmalıdır.

Tüm gösteri, yürüyüş ve toplantılar üzerindeki yasaklamalar kaldırılmalı.

Türk devleti, işgal ettiği bütün bölgelerden derhal çekilmelidir.

Yurtdışındaki askeri üsler derhal boşatılmalıdır.

İstanbul Sözleşmesi derhal yürülüğe sokulmalıdır.

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü resmi tatil olarak yasallaştırılmalıdır.

Kürt ulusu üzerindek baskılar kaldırılmalı, Kürtlerin ulusal demokratik hakları tanınmalı, Kürtçe eğitim serbetleşmelidir.

Bütün, Kürt yurtsever ve devrimci tutsak ve mahkumlar serbest bırakılmalıdır.

Kayyımlarla belediye başkanlıkları elinden alınanlar derhal görevlerine iade edilmeli, Kayyım poltikasını uygulayanlar yargılanmalıdır.

Hapsedilen tüm Kürt milletvekilleri, belediye başkanları derhal serbest bırakılmalı ve tazminat ödenmelidir.

İlerici ve demokrat basın üzerindeki tüm baskılar kaldırılmalı, tutuklu ve hükümlü tüm gazeteciler serbest bırakılmalıdır.

İşkenceciler, katiller, soyguncular ve yolsuzluk yapan iktidar mensupları, başta Erdoğan, Bahçeli, Soylu, MİT başkanı ve diğer bakanlar başta olmak üzere yargılanmalıdır.

YÖK lağvedilmeli. Her üniversite kendi rektörünü kendi seçmeli. Cumhurbaşkanı tarafından yapılan tüm rektör atamaları iptal edilmelidir.

Haksızlıklara karşı çıktıkları için üniversite ve yüksek okullardan uzaklaştırılan tüm öğrencilerin hakları iade ve  zararları tanzim edilmelidir.

Bütün eğitim parasız olmalıdır.

Üniverstede okuyan bütün öğrencilere kalacak yerleri bedava sağlanmalı ve üniverstelerde en az bir öğün bedava yemek verilmelidir.

Ev kiraları düşürülmeli, evsizlere ev temin edilmelidir.

KHK ile işten atılan herkes işe alınmalı, atılanlara tazminat verilmeli, bütün hakları iade edilmelidir.

Sosyal medya üzerindeki tüm yasaklamalar ve kısıtlamalar kaldırılmalıdır.

Diyanet Başkanlığı derhal lav edilmelidir.

TÜGAV ve diğer tüm gerici, dinci dernek ve vakıflar kapatılmalı ve bunların yurtiçi ve yurtdışı tüm mal varlıklarına el konulmalı, bütün faşist, dinci dernek, vakıf ve tarikatlar yasaklanmaldır.

Bütün dere yataklarına kurulan HES’ler kaldırılmalı, oramanlık alanlardaki bütün maden ocakları kapatılmalı, doğa en yüksek derece de korunmalıdır.

Sosyalist mücadele ve örgütlenmeyi kısıtlayan ya da yasaklayan tüm yasalar derhal kaldırılmalıdır.

2459

Yusuf Köse

Yusuf Köse teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır. Ayrıca 7 adet kitabı bulunmaktadır. Kitapları şunlardır: Emperyalist Türkiye, Kadın ve Komünizm, Marx'tan Mao'ya Marksist Düşünce Diyalektiği, Marksizm’i Ortodoks’ça Savunmak, Tarihin Önünde Yürümek, Emperyalizm ve Marksist Tarih Çözümlemesi, Sınıflı Toplumdan Sınıfsız Topluma Dönüşüm Mücadelesi.

yusufkose@hotmail.com

http://yusuf-kose.blogspot.com/

 

 

Yusuf Köse

Bir Kez Daha: Tehlikenin Farkında mıyız?

Bundan kısa bir süre önce, Erdoğan iktidarının; “Türkiye Yüzyıl Maarif Modeli” ile teşebbüsüne soyunduğu stratejik hamlenin Türkiye ve K. Kürdistan toplumu açısından nasıl ve ne türden güncel bir tehlike ve tehdit oluşturduğuna dair kısa bir yazı paylaşmıştım.

Ermenistan’da Tavuş Hareketi Üzerine

Ermenistan Apostolik Kilisesi Tavuş İdari Başpiskopos’u Bagrad Galstanian önderliğinde başlatılan sivil itaatsizlik gösterileri, halkın yoğun katılımı ile devam ediyor. Ermenistan’a ait dört köyün, Azerbaycan’a iade edilmesi bardağı taşıran son damla oldu. Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan’ın derhal istifa etmesi isteniyor. 4 Mayıs’ta başlayan gösteriler, yol güzergahı üstünde bulunan Lori, Sevan, Geğarhunik… şehirlerinden halkın yoğun katılımı ile Yerevan’da sonlandırıldı. 26 Mayıs’ta Cumhuriyet Meydan’ında düzenlenen miting ile yüz binlere ulaştı.

“CHP’yi demokrasi cephesıne katılmaya zorlama” yaklaşımları üzerine - 2

Sol-sosyalizm adına adeta akıllara durgunluk veren yaklaşım örnekleri bu saptama ve belirlemeler. Yani sanki de CHP işbirlikçi tekelci burjuvazinin temsilcilerinden ve T.C Devleti’nin koruyucu-kollayıcı ana güçlerinden olan bir sosyal demokrat parti değil de sol, sosyalist veya halkçı bir partiymiş gibi tenkit ve değerlendirme konusu yapılıyor. Hal böyle olunca da burada kusur, varlık nedeni gereğince davranan bir sosyal demokrat partinin değil; sosyal demokrat partiye, sahip olmadığı/olamayacağı payeleri yükleyen yaklaşımların olur doğallığıyla.

İdeolojik Netlik ve Örgütlülük

Günümüzde özgür bir geleceğe doğru yapılacak her hamle, sınıf bilinçli bir duruşu ve buna uygun bir örgütlülüğü zorunlu kılar. Tüm bunlar da yoğun bir emeği ve fedakarlığı gerektirir. Sınıf bilincinden yoksun, kendiliğinden hareketlerle köklü değişimlerin-tarihsel kopuşların yaratıcısı olunamaz. Proleter ideolojiyle donanmış partilerin tarihsel misyonu tam da burada ortaya çıkıyor. Yine partisiz-örgütsüz bir duruşla özgür bir geleceğe dair hesaplar yapılmaz.

AKP-MHP FAŞİST DİKTATÖRLÜĞÜNÜN K. KÜRDİSTAN’DA FİİLİ OLARAK UYGULADIĞI, SÖMÜRGE SİYASETİDİR.

Sömürge siyasetinin en belirgin özelliği, yerel halkın iradesinin gasp edilerek, yok sayılmasıdır. Bunun yerine, sömürgeci merkezi yönetimin doğrudan kendi memurlarını oraya yönetici olarak atamasıdır. Bunun adı bir dönem OHAL Valisi, sıkıyönetim komutanı, bölge müsteşarı oluyorken; bugün de Kayyum belediye başkanı, muhtar vs. vs. oluyor.

Günümüz koşullarında sömürge veya ezilen bağımlı uluslara, azınlıklara, baskı altındaki inançlara ve ezilen cinse karşısömürge siyasetinin aldığı biçim; aleni bir şekilde, koyu faşizmden başka bir şey değildir.

Piroğlu Ecevit (Nubar Ozanyan)

Özgürlük uğruna bedeni ölüme yatırarak bir mevsim aç kalmak… Onurlu ve özgür bir yaşam için kendisine ait olan her şeyi feda etmek. Budur, özgürlük mahkumlarının hikayesi! Dünya ve ülkemizin zindan direniş tarihi buna fazlasıyla tanıktır. Amed zindanından Metris zindanına uzanan direniş tarihi fazlasıyla buna tanıktır. Kolay mı saatlere günlere aldırmadan her gün herkesin gözü önünde santim santim erimek; yaşamın nimetlerine dokunmadan açlığa yatmak… 120 günden daha fazla süren bir direnişi sürdürmek; düşünmek ve hayal etmek bile insanı ürkütüyor.

ABRÜST - leylekler getirdi kız... leylekler...

"Sol Kal Sol Yaşa"

Sol tatile  gitmişken...

Toplumsal yapı da; bir an bile parlamentarizmi savunmakta vazgeçmediğini ilan eden her insan ve siyasi yapı da ağır  saldırılara maruz kalıyorken...

seçimlerle  siyaset yapmak istiyen  devrimcilerde proletaryaların her geçen  gün ağırlaşarak hissettiği  solcusuzluğa  karşı da proletaryanın karşısına umut olma uğruna olsa da "Sol Kal Sol Yaşa" diyerekte çıkamıyorken...

fırsatta buyken... fırsatta buyken... 

yazın gitsin kız... yazın gitsin...

abrüst... falan filan...

sanat da diyin gitsin.

Zap’a bomba Colemerg’e kayyum (Nubar Ozanyan)

Türk patronlarının ve generallerinin Kürt ve emek düşmanlığı kapsamlı ve planlıdır. Sınırlı bir zaman ve belli bir dönemle sınırlı değildir. Süreğendir. Demokrasiyi gerçekte değil sözde bilir. Uygulamada değil yasalarında yazılı haliyle tanır. Ki bunu bile kaale almaz. Tarihten günümüze dek en iyi yaptığı şey işgal ve Türk olmayan halkların canını almaktır. Emek ve topraklara konmaktır. En iyi bildiği ise “Yakma-Yıkma-Çökme”dir. İkiyüzlü ve sahtekâr olduğu kadar kinci ve intikamcıdır.

Devrimci Pratik ve Militanlaşma

Günlük, üretkenlikten yoksun, kendini tekrarlayan faaliyetler militanlaşma anlamında bir gelişmeyi tetiklemez. Yine devrimci pratiği zayıf bir özne, her şeyden önce geçmiş olumsuz alışkanlıklarıyla devrimci bir tarzda hesaplaşmaya girmez. Yani düşünsel ve pratik olarak küçük burjuva düşünüş ve yaşam tarzından militanca bir kopuş sürecine yönelmez. Çünkü devrimci militanlaşma proleter düşünüş tarzına aykırı olan her türlü burjuva anlayışla hesaplaşma düzeyine bağlıdır. Sade bir dille ifade edecek olursak; köklü bir kopuş, çok yönlü ve kapsamlı bir hesaplaşmayla mümkündür.

“CHP’yi demokrasi cephesıne katılmaya zorlama” yaklaşımları üzerine - I

Toplumda ve doğada yaşanan her değişim, dönüşüm ve gelişmeye koşut olarak, her olgu ve kavram gibi, CHP de elbette ki tartışmalar konusu olabilir, olmalıdır da. Bunda herhangi bir anormallik olmasa gerek. Hayatta, ortaya çıktığı o ilk andaki haliyle, değişmeden kalan/kalabilen hiçbir şey olamayacağına göre; CHP’de de bu kural gereği, el mecbur, bazı değişim ve dönüşümler yaşanacaktır. Bunu yadsımak, hayatın diyalektiğini yadsımakla eşanlamlıdır.

Tutuculuk,dogmatizm ve tabela devrimciliği devrime vardırmaz!

Kısa bir süre önce, “Bu Kendi Kendimizi Kandırmamız Daha Ne Zamana Kadar Sürecek Acaba?” başlıklı, kısa-özlü bir yazı kaleme alıp, bloğumda paylaşmıştım.

Yazıda Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketinin içinde bulunduğu olumsuz durum ve açmazları özetlenmiş, kendi kendine yapageldiği ajitasyona ve kafasını kuma gömme hallerine dikkat çekilmiş ve son paragraf olarak da şu soru sorulmuştu:

Sayfalar