Pazartesi Haziran 17, 2024

Kiminle Çuvala Girdiğini Bilmek- Fikret Başkaya

 HDP’li milletvekillerini Meclis dışına atma operasyonunun terörle mücadeleyle uzaktan-yakından bir ilgisi yok. Tam tersine savaşı şiddetlendirmek ve faşist tırmanışı kurumsallaştırmak için öyle bir yola giriliyor. Asıl amaç tek adam diktatörlüğünü tesis etmek!

TBMM’den HDP milletvekillerini atma operasyonu haklı olarak şaşkınlık ve öfke yarattı. Oysa TBMM’nin ve siyasi partilerin ne mene şeyler olduğu bilinirse, öyle bir şaşkınlığa kapılmaya yer olmazdı… Benzer bir operasyon bundan 20 yıl kadar önce de yapılmıştı ve henüz belleklerden silinmiş değil… Aslında sorun rejimin niteliğine dair bir dizi yanlış anlamayla ilgili. O halde bir kaç kısa hatırlatma durumu netleştirmeye yarayabilir:

Resmi ideolojinin yüz yıldır yaymaya çalıştığının aksine 1923 yılında devlet kurulmadı. Adı değiştirildi. Bu devleti Türklerin ve Kürtlerin birlikte kurduğu söylemi de tam bir yalandı. Devletin kurulmaya ihtiyacı yoktu. Biraz sarsılmış olsa da yerli yerinde duruyordu. O süreçte bırakın Kürtlerin bir dahli olmasını Türklerin dahi bir dahli olmadı.

Türkiye Büyük Millet Meclisi [TBMM] ne büyüktü ve ne de ‘milletin meclisiydi’. Baştan itibaren mülk sahibi egemen sınıfların ve devletin meclisiydi ve hep öyle kaldı. Oradaki “millet” dedikleri de kendileriydi. TBMM’nin halkla reel bir ilişkisi yoktu, İleri sürüdüğü gibi CHP devleti kuran parti değildi. devleti devralan devlet partisiydi. Nasıl TBMM’nin “milletle” bir ilgisi yok idiyse, CHP’nin de halkla reel bir ilişkisi yoktu. Tamı tamına bir devlet partisiydi ve hep öyle kaldı. Zaten 1923-1946 aralığında parti, hükümet ve devlet bir ve aynı şeydi. Şimdilerde de bu üçü yeniden birleşmiş bulunuyor… Bu gün artık iktidar partisi, hükümet ve devlet arasındaki ‘sınırlı ayrım’ ortadan kalkmış bulunuyor. Böyle bir durumda burjuva anlamda bir siyasi partiden söz etmek artık mümkün değil. Bu “az gittik, uz gittik ama sonunda başa döndük” demeye gelir…

Geride kalan 97 yılda halk kitleleri şeylerin seyri üzerinde yeteri kadar etkili olamadı. Tüm düzenlemeler devlet (memleketin sahipleri) tarafından dayatıldı. Bu durum siyasal kültürün azgelişmişliğin sonucuydu. İmparatorluk döneminin tebâsı, kulu modern bir cumhuriyetin yurttaşı olamadı. Bütün bu zaman zarfında kolayca itilip-kakıldı, aşağılandı… Demokratik-sol muhalefet bu yüzden akıl almaz bedeller ödemek zorunda kaldı. Geniş halk kitlelerinde ‘aydınlanma’ bir karşılık bulabilmiş değildi… Elbette bu hep böyle olacak diye bir kural yok. Şeylerin seyri eninde sonunda değişecektir. Zira, özgürlük mücadelesi söz konusu olduğunda kaybetmek diye bir şey yoktur

Siyasi partiler halkın değil, devletin ve daha genel bir çerçevede mülk sahibi egemen sınıfların (oligarşinin) partileridir ki, zaten bu ikisi bir ve aynı şeydir… Mülk sahibi sınıflar devlet, devlet de mülk sahibi sınıflar demektir… Bütün bu zaman zarfında ezilen ve sömürülen halk sınıflarının kendi iradelerini temsil eden siyasi partiler kurup, sürece müdahale etmelerine izin verilmedi. Her şeye rağmen kurulanlara da yaşama şansı tanınmadı. Sanılanın aksine siyasi partilerle halk arasında, seçenle seçilen arsında bir temsil ilişkisi söz konusu değildir. Siyasi partiler halktan oy alıyorlar ama aslında mülk sahibi oligarşiyi ve devleti temsil ediyorlar! Bizde siyasi partiler devletin diğer kurumları gibidirler, devletin uzantısıdırlar. Dolayısıyla kullanılan oyun bir karşılığı yoktur…

1946 yılında “çok partili sisteme” geçiş, iktidarın (devletin) bir manipülasyonuydu. Sadece birden çok devlet partisinin kurulmasına izin verilmişti. İşçilerin, küçük çiftçilerin, daha genel olarak ezilen ve sömürülen sınıfların örgütlenmesi yasaktı. Kurulanların tamamı kapatıldı ve cezalandırıldı. 1962 yılında kurulan Türkiye İşçi Partisinin ve 1990’lı yıllardan beri kurulan Kürt partilerinin başına nasıl çorap örüldüğü biliniyor…

Türkiye’de siyasi partilerin iki işlevi var: a. rejimi meşrulaştırıp-dayatmak, bu amaçla kitleleri aldatmak- oyalamak, sisteme ‘demokratiklik’ süsü vermek ve b. bütçeyi ve hazineyi yağmalatmak ve yağmalamak, eşi- dostu zengin etmek… Halkı aldatıp oyunu alıyorlar, sonra da “milli irade” tecelli etti diyorlar! Şeylerin seyri üzerinde halk kitlelerin gerçekten bir dahli olsaydı bu gün burası böyle mi olurdu? Siyasi partiler aslında benim “asıl devlet partisi” dediğim güç ve iktidar odağının (memleketin sahiplerinin) taşeronudurlar. Sınırı aştıkları düşünüldüğünde bir darbeyle veya ‘mevzuat gereği’ kapatılırlar, “sözleşmeleri” feshedilir… Zira devlet partisi de olsalar oy almak için halka bir şeyler vadetmek zorundadırlar. Bu onları kendilerine tanınan sınırı geçmeye, güdümlü olmaktan çıkmaya zorluyor. Yaşanan gerilimin nedeni budur.

Türkiye’de “demokrasi” denilen tam bir sirk oyunudur. Siyasi partiler de zaten bir devlet kurumudur ve öyle işler… İç işleyişlerinde demokrasinin kırıntısı bile yoktur. Tek adam şirketidirler. Her şey bir tek adamın iradesine bağlıdır. Ve o tek adam bir kere partinin tepesine çöreklendi mi, öyle kolay kolay orayı terk etmez . Osmanlı İmparatorluğunda padişahların tahtta kalma ortalama süresi (aritmetik ortalama) 17,3 yıldı. Bizde sadece siyasi partilerin değil, derneklerin, sendikaların, odaların, vb. 30-40 yıl başkanlığının yapanların sayısı az değildir… 30 yıl belediye başkanlığı, 40 yıl muhtarlık yapanlar var… Velhasıl anti-demokratizm  tüm örgütlerin ‘normal işleyiş halidir”!

“Türkiye laiktir laik kalacak” sloganının da bir karşılığı yok. Türkiye’de din hiç bir zaman devletten ayrılmadı. Devlet oldum olası dine karışmaya devam etti. Eğer siz dine karışırsanız. din de size karışırdı ve karıştı… Bütün bu zaman zarfında bu rejim, dozunu kendi ayarladığı bir dinci gericiliğe ihtiyaç duydu. Şimdilerde bir ‘doz aşımı’ durumu ortaya çıkmış bulunuyor. Rejim hızlı bir tempoyla Suudi Arabistanlaştırılıyor… Hilafeti ihya etme planları var… Zira mülk sahibi sınıfların sadece yalan-tahrifat ve yok saymaya dayalı uyduruk resmi ideolojiye dayanarak yönetebilmeleri, iktidarlarını koruyabilmeleri mümkün değildi.. Toplumsal uyanışı engellemek, demokratikleşme taleplerini etkisizleştirmek, sol muhalefeti  bir alternatif olmaktan çıkarmak için dinci gericiliği yardıma çağırmak zorundaydılar. Aslında o sloganı şu şekilde formüle etmek gerekiyor: ” Türkiye laik değil ama mutlaka laik olacak”!

HDP’li milletvekillerini Meclis dışına atma operasyonunun terörle mücadeleyle uzaktan-yakından bir ilgisi yok. Tam tersine savaşı şiddetlendirmek ve faşist tırmanışı kurumsallaştırmak için öyle bir yola giriliyor. Asıl amaç tek adam diktatörlüğünü tesis etmek! Savaş ve çatışma ortamı egemen sınıflar için bulunmaz bir nimettir. Savaş ve çatışma dönemleri sömürü, yağma, talan, çalıp-çırpma için son derecede uygun bir zemin oluşturur. Kimseye hesap vermeye ihtiyaç kalmaz. Her türlü hukuksuzluk, ahlaksızlık mümkün hale gelir… Öyle bir ‘parlamento’ ki, bir çoğunluk güruhu milyonlarca insanın oyunu alarak seçilmiş başka milletvekillerini oradan atmaya cüret edebiliyor…. Bunun dünyanın başka bir ülkesinde bir benzerini var mıdır? Kendilerine savunma hakkı bile tanınmadan milletvekillerinin meclisten atılması ne demektir? Bu,  Türk demokrasinin bir marifetidir. Tabii böylece TBMM’nin ne mene bir gericilik yuvası olduğu, nasıl bir devlet kurumu olduğu, aslında kimin ‘meclisi’ olduğu da netleşmiş olmalıdır! HDP’li vekilleri oradan atmak,  milyonlarca insanın iradesini yok saymak değil midir? İşlerine gelince “milli irade” diyorlar ve utanmadan milyonlarca insanın iradesini yok sayıyorlar…

O halde neden bu kadar kolay yönetebiliyorlar, bu kadar küstahlaşabiliyorlar?

“Hırsızın kabahati” arş-ı alayı geçti de ondan. İnsanlar kolay aldanıyor, aldatılıyor, kandırılıyor… Aksi halde bunca zamandır hırsızlara oy vermezler, onları iktidara taşımazlar, yağma ve talana yol vermezlerdi… Tabii kapitalizmin kültürü çürüttüğünü, insanların tam birer tüketim nesnesine dönüştürüldüğünü de dikkate almak gerekiyor.  Artık her türlü, değerin, değer ölçüsünün, nirengi noktasının yok olduğu bir zamandayız… Geride kalan yaklaşık yüz yılda ezilen-sömürülen kitleler, özgürlük, sosyal eşitlik ve demokrasi bahsinde başarısız oldular. Daha da ötede bu kavramlar geniş halk kitlelerinde yeterli karşılığı bulamadı, kök salamadı. Bu ülkeyi yönetenler öyle olması için ellerinden geleni yere koymadılar. Elbette bu hep böyle gidecek diye bir kural yok. İçine sürüklendiğimiz bu durum, solun, ilericilerin, demokratların, faşizme karşı olanların, dinci gericiliği sorun edenlerin, gerçek laiklerin,  gerçek cumhuriyetçilerin, anti-kapitalistlerin… rüştünü ispat etmesi için bir fırsat sunuyor.  Başka türlü söylersek aslında şeylerin seyrini değiştirmek için  önümüze bir fırsat çıkmış bulunuyor. O halde bütün mesele bu fırsatı kullanıp-kullanmamakla ilgili demektir… 

44014

Misafir yazarlar

Güncele iliskin yazilariyla sitemize katki sunan yazar dostlarimiza ait bölüm

Son Haberler

Sayfalar

Misafir yazarlar

MLPD Merkez Komitesi'nin basın açıklaması:

Alman Federal Yüksek Mahkeme'sinin (BGH),  'Münih Komünist Davası'nda temyiz başvurusunu reddetmesi üzerine, MLPD Merkez Komitesi kamuoyuna bir açıklama yaptı.

Faşist Diktatörlük Örgütlü Yığınların Gücüyle Yıkılır

14 Mayıs’ta yapılan cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinin sonuçları üzerinde tartışmak tüm ilerici-devrimci ve anti-faşist güçlerin görevidir.

Çünkü bu sonuçları ortaya çıkaran nedenler doğru analiz edilmezse, geniş yığınların beyinlerini uyuşturan, düşünüş ve hareket tarzını sakatlayan gericiliğe, ırkçılığa-faşizme, cinsiyetçiliğe karşı mücadelede doğru politikalar belirlenemez.

Elbette ki bu geniş bir konu ve bu makalenin kapsamını aşar. Dolayısıyla burada bazı ana noktalar üzerinde duracağız. Ve işe, araştırmaya dayalı bazı gerçeklere işaret ederek başlayacağız.

"YÜREĞİN UMUT ETTİĞİ O ADRESTE" (Tamer Dursun)

Düşkünlüğün, alçaklığın, düzenbazlığın, bağnazlığın, ırkçılığın, sefilliğin, çürümüşlüğün, bencilliğin, rezilliğin ve vurdumduymazlığın rağbet gördüğü bu topraklar sana göre değil dostum.

Yıllardır tanırım seni.

Hani, yüz yüze görüşmüşlüğümüz olmasa da, beraber oturup bir bardak çay içmemiş, tek kelime sohbet etmemiş olsak da, sen hep aşinaydın bana.

Bir aralar bu aşinalığa bir isim bulayım dedim ama inan hiçbir yere oturtamadım.

Akraba desem, değil.

Komşu desem, hiç değil.

Yoldaş, can, heval, dost, arkadaş, tanıdık...

Yok.

Olmadı.

Bize Cesur İnsanlar Lazım

"Kurtuluş belki de senin gökyüzünü çizdiğin resimlerdir."

Ah cancağızım... vay cancağızım...

Antalya'ya gider sınırı gümrüksüz geçen metalarla fontiye durursun.

Dersim'e gidince de sınırı gümrüksüz geçen metaların nohut üretimini bitirdiğini öne sürerek içki şişelerini...

Fontiye duranların kafasında patlatırsın.

Sıra, korku politik bir davranış olduğundan üretince... öpülmekten... korkar hale getirilen dudakların tüm yaşadıklarını sosyo - ekonomik yapı içerisinde adlandırmasına gelince de....

Ah cancağızım... vay cancağızım...

İnan...

Dijitalleşme: İşçinin Üretim Sürecinin Denetleyicisi ve Düzenleyicisi Olacağı Tarih

 

Rosa özgürlüğün ta kendisiydi

“Hareket etmeyenler, zincirlerin

ne kadar ağır olduğunu bilmezler.”[1]
 
“… Bu zehirli kaltak, bir maymun kadar zeki olmakla birlikte sorumluluk duygusundan tümüyle yoksun olduğu ve tek motifi kendini haklı çıkarma yolunda neredeyse sapkınca bir istek olduğu için daha çok zarar verecek,” diye yazıyordu Victor Adler August Bebel’e 5 Ağustos 1910 tarihli mektubunda.

İbrahim KAYPAKKAYA'nın Ölümünün 50. yılı Vesilesiyle

 

“CEHENNEMİN GİRİŞ KAPISI”NI YIKAN KAYPAKKAYA

VE

ONUN ÖĞRETTİKLERİ...

Yusuf KÖSE

İBRAHİM KAYPAKKAYA’DAN ÖĞRENMEK[*]

 

“İşçi sınıfının

ekmekten çok

onura ihtiyacı var.”[1]

 

Patika Dergisi (PD): İbrahim Kaypakkaya’nın katledilmesinin üzerinden 50 yıl geçti. 50. yılında Kaypakkaya’yı özgün kılan nedir?

 

Sibel Özbudun (SÖ): İbrahim Kaypakkaya’nın 68 devrimci hareketi içerisindeki, onu hem kendi bağlamı, hem de günümüz açısından “özgün” kılan, bence “süreklilik içinde kopuştan kopuş”u temsil etmesidir.

Sosyalizm/Komünizm Nedir? (MLPD Programı)

Sosyalizm ve komünizm hakkında düşündüklerinde birçok insanın aklından geçen sorulara bazı yanıtlar.

Sosyalizm nedir ki?

 Sosyalizm, kapitalizmin toplumsal alternatifidir. Günümüzün devlet-tekel kapitalizminde, uluslararası tekeller kendilerini tamamen devlete tabi kılmış ve tekelci sermayenin organları devlet aygıtının organlarıyla birleşmiştir. Tüm toplum üzerinde çok yönlü egemenliklerini kurmuşlardır. Aynı zamanda, hakim olan uluslararasılaşmış üretim tarzı, dünyanın birleşik sosyalist devletleri için maddi hazırlığı tamamlamıştır.

Dinci-Faşist Gericiliğin Merkezi: Emperyalist Türk Devleti

Özellikle son 15 yıldır dinci (müslüman) gericiliğin merkezi olduğu rahatlıkla söylenebilir. ABD'nin Afganistan ve Irak'ı işgali ve peşinden Kuzey Afrika ülkelerindeki 2010 ayaklanmaları ve Mısır'da geçici olarak Müslüman Kardeşler örgütünün iktidara gelmesi ve peşinden Suriye'de geliştirilen olaylar, Türk devletine, dinci AKP'nin de iktidarda olması, yeni bir emperyalist yayılma politikasını benimsetmiştir.

KAYPAKKAYA’DAN KALAN…[*]

SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER

 

“Türkiye’nin geleceği çelikten yoğruluyor;

belki biz olmayacağız ama

bu çelik aldığı suyu unutmayacak.”[1]

 

Sayfalar