Pazartesi Haziran 17, 2024

Hep soykırım üzerineydi Sarkis Seropyan'ın çocukluk masalları:Celal Başlangıç

Daha yolculuklarımız olacaktı; Ermenistan'a, Karabağ'a gidecektik Soykırım'ın 100. yılında. Oysa şimdi seni okyanusların sonsuzluğuna uğurluyoruz. Yolun ışık olsun Sarkis ağabey

Uçağın kalkmasına neredeyse dakikalar kalmıştı.

Koşa koşa daldık Erivan Havaalanı'ndan içeri.

Bir haftalık Ermenistan gezimizin ardından gittiğimiz Dağlık Karabağ'dan dönerken arabamız buzun üzerinde uçmuş, geçirdiğimiz kaza nedeniyle uçağa geç kalmıştık.

Büyük bir kalabalık vardı önümüzde.

Bir kaçırdık mı uçağı, en az dört gün sonra dönebilecektik İstanbul'a.

İşte o anda, önce gök gürlüyor sandım, meğer Ermenice bağırıyormuş.

Tek anladığım sözcük "Karabağ" olmuştu.

Sarkis Seropyan'ı duyan kalabalık birden bire Musa'nın asasını görmüş Nil Nehri gibi yarıldı.

Alkışlarla, ıslıklarla patlayan bir tezahüratın içinden geçip  kendimizi uçağın giriş kapısında bulduk.

Kan ter içinde kalmıştık ama sormadan edemedim:

"Ne diye bağırdın da millet birden bire yol verdi bize?"

Uçağa da yetişmiş olmanın verdiği rahatlıkla güldü.

"Karabağ'dan geliyoruz, dedim."

Anlaşılan o ki, çatışmaların yeni bittiği bir süreçte, içimizde tek Ermeni olan Seropyan'ın Karabağ'dan geldiğimizi söylemesi, alanda bulunanların bizi "Karabağ gazileri" sanmasına yol açmış, bu yüzden kaçırmak üzere olduğumuz uçağa büyük bir tezahüratla bindirilmiştik.

Aslında yola çıkış nedenimiz bir haftalık Ermenistan gezisiydi.

Hürriyet'ten Sebati Karakurt, Milliyet'ten Nazım Alpman, Agos'tan Sarkis Seropyan ve Radikal'den ben...

Ekibin içinde tek tanımadığım kişi Sarkis Seropyan'dı. Yola çıkmadan önceki bir buluşmamızda, "Sarkis ağabeyi çok seveceksin, adam gibi adamdır" demişti Hrant Dink.

1999'un Aralık ayında bir haftalığına başlamıştı Ermenistan yolculuğumuz.

Gezi bitmişti ama biz gazetecilik aşkıyla "Dağlık Karabağ'ı da görmek istiyoruz. Her gün Dağlık Karabağ haberleri dinliyoruz, okuyoruz. Bu kadar yakınına gelmişken dönmeyiz" diye tutturmuştuk.

Ermenistan yetkililerinin "Yapmayın, savaştan yeni çıktı Karabağ, Türk silahları da vardı, Türkiye'den gelen savaşçılar da. Başınıza bir iş gelir" demeleri de bizi caydırmamıştı.

Ermenistan'dan Karabağ'a uzanan, koşuşturmalı, kazalı bir yolculukla başlamıştı Sarkis Seropyan'la  dostluğumuz.

Anlatılmayacak kadar ağır bir masal

2004'ün Mayıs ayıydı. İstiklal Caddesi'nden İmam Adnan Sokağı'na girdik Seropyan'la.

Arada sırada  yaptığımız buluşmalardan biriydi. Ama önce Tiyatro Seyr-i Mesel Sanat Atölyesi'ne gidecektik.

"Masalların Düğünü" adı altında bir dizi etkinlik düzenlenmişti. İlk etkinlik "Kurmançi Masal"dı. İkinci etkinlik ise "Ermenice Masal" üzerineydi ve anlatıcı Seropyan'dı.

"Bana masal anlatılmadı" diye başladı Seropyan konuşmasına.

"Bana anlatılan masal, tehcirde Karadeniz sahilinde başlayan, Eğin'de süren ve Malatya'da bir yetimhanede noktalanan bir yol hikayesiydi. Annemin, anneannemin, teyzelerimin ve dayımın geçtiği yoldan bahsediyorum. Hep bunu anlattılar bana. Gece uyumam için ninni yerine bunu anlatırdı annem, anneannem. Sonra başka bir ülkede dayımı buldum. O da aynı masalı anlattı bana. Bu masalı size anlatmak istemiyorum, sizi üzmek istemiyorum. Çünkü gerçekten ağır masal."

Etkinlik boyunca bütün masalları anlattı Seropyan.

Fazilet ve alçak gönüllük anası, üreme ve bereketli sular tanrıçası Anahit'i...

Ermenilerin fırtına, yağmur, bulut, ateş, güç ve zafer tanrısı Vahakn'ı...

Ermenilerin en eski tanrılarından Ara ile Asur Kraliçesi Flamiram'ün, yani Semiramis'in öyküsünü...

Ama bir türlü anlatmadı çocukluğunun "gerçekten ağır masallarını".

Doktor dedesi öldürülüyor

Baş başa kalınca dinlemek istediğimi söyledim, insanları üzmemek için anlatmadığı "masal"ı.

Ağır bir hüzünle ama, yaşanmışlıklardan damıtılmış bir bilgelikle dökülmeye başladı sözcükler ağızından.

Seropyan'ın o akşamki etkinlikte anlatmadığı masal 1900'lü yılların başında Gümüşhane'de

başlıyordu.

Anne dedesi Paranok Avadisyan askeri doktormuş.

İstanbul eşrafından bir adamın Hasköylü kızıymış anneannesi Zaruhi.

Küçükken Rum okuluna gitmiş. Bu yüzden Gümüşhane eşrafı geceleri doktor Avadisyan'ın evinde toplandıklarında karıkoca aralarında Rumca konuşurlarmış; "Çayı demledin mi, kahve ikram ediyor musun" gibisinden.

1899'da evlenmiş Paranok ile Zaruhi.

1900'de Sarkis'in dayısı Bağdik doğmuş. 1908'de de annesi Nuart-Roza. Sonra küçük teyzeleri... 1915'te "tehcir"e başlarken Mutasarrıfın emriyle öldürülür doktor Paranok.

Sarkis'in anneannesi Zaruhi, bir erkek, iki kız çocuğu ile birlikte sürgüne gönderilir.

Ermeni kafilesi Eğin üzerinden Suriye'ye doğru yola çıkarken Zaruhi en küçük kızını da komşuları "başefendi"ye bırakır.

Hayat kurtaran şaka

Kafile Eğin'e geldiğinde karakolda görevli polisler Zaruhi'nin Rumca konuştuğunu duyunca "Siz Rumsunuz. Bunu kanıtlayın, sürgünden kurtulun" derler.

Bir telgraf çekilir Gümüşhane'ye; "Doktor Paranok Avadisyan'ın ailesinin Rum olduğunun işarı" diye.

Ancak cevap gelmez.

Bu arada birlikte geldikleri kafile yola devam eder.

Yalnızca Avadisyan ailesi kalır Eğin'de. Yani bugünkü Erzincan'ın Kemaliyesinde,

Bu kez iki katı para ödenerek 'cevaplı telgraf' çekilir.

Cevap "Evet Rum'dur" diye gelir.

Aslında karıkoca aralarında Rumca konuşurken doktorun evinde toplanan Gümüşhane eşrafının "Eşiniz Rum mu?" sorusuna doktor Paranok'un şaka olsun diye verdiği "Evet" yanıtı kurtarmıştır hayatlarını.

Bir yıl kadar Eğin'de ağaçların arasında yaşarlar. Terk edilmiş evlerde buldukları yiyeceklerle karınlarını doyururlar.

Aile sonunda Malatya'daki Amerikan Yetimhanesi'ne yerleştirilir.

"Anneannem öğretmenlik yapmış orada. Annem daha küçük, yedi yaşında. Aile yetimhaneye yerleşince o sıralar 16 yaşında olan dayım Bağdik 'Beni almazlar' diye ayrılmış yanlarından. Zaten annesinin ve kardeşlerinin de son görüşü bu olmuş. Annem yetimhanede protestan eğitimi almış. Ölene kadar da bu nedenle hep gece gözlerini kapatarak dua etti. Kendi evlatları yetmezmiş gibi Gürün tarafından gelen kafilede bütün ailesini yitiren bir kız da gelip anneanneme 'Kimsem yok, ben senin kızın olayım. Çocuklarına bakarım' demiş. Yola çıkarken en küçük çocuğunu komşuları 'başefendi'ye bırakan anneannem de kabul etmiş bunu. Sonra İstanbul'a dönerlerken 1918'de Sivas'ta bir Ermeni usta ile evlendirmişler 'sonradan olan' teyzemi. O teyzem bana gerçek teyzelik yapmıştır. O ve çocukları öz akrabalarım gibi kalmıştır. O teyzem birkaç yıl önce Fransa'da öldü. Anneannem ile annem İstanbul'a döndükten sonra Mahmutpaşa'da trikotaj atölyelerinde çalışıyor anneannem."

Öykünün burasında bir soluk alıyor Seropyan. "Anneannem hayatında kimseye beddua etmemiştir" diyor, "Bir tek kocasını ölüme gönderen mutasarrufa beddua etti. O adam da Cumhuriyet'in ilanından sonra İstiklal Mahkemesi'nde

idama mahkûm edildi ve Beyazıt Meydanı'nda asıldı."

Çerkes Ethem'i Anadolu'ya kaçıran Bağdik

İstanbul Radyosu'nun kurulmasından sonra çok aramışlar, tehcire giderken komşuları "başefendi"ye verdikleri küçük teyzelerini. "Başefendi"nin adıyla radyodan sürekli anons ettirmişler ama bulamamışlar.

Malatya'da yetimhanede ailenin yanından ayrılan dayısı Bağdik'in öyküsüne gelince...

"Dayım açıkgöz bir adam. Kaçak göçek, asker kıyafetleriyle Trabzon'a kadar gidiyor. Gemiye binip İstanbul'a kaçıyor. Zengin olan anneanesiyle dedesini bulacak. Ancak onlar bir süre önce ölmüşler. Köprü altında yatıyor. Sonra İstanbul'u işgal eden İngilizin yanında iş buluyor. Deniz motorunda çımacılıktan kaptanlığa kadar yükseliyor. Hatta Kurtuluş Savaşı'na katılmak isteyen Çerkez Ethem'i tekneyle İstanbul'dan Anadolu'ya kaçırıyor. İşgal orduları çekilirken 'Sen de bizimle gel, yoksa başın belaya girer' diyor İngilizler. O da Yunanistan'a gidiyor. Yani 25 yaşından sonra yeni bir hayat kuruyor kendisine Yunanistan'da. Hatta bu arada Yunanistan'a kaçan Çerkez Ethem gidip buluyor dayımı. Oturup konuşuyorlar."

Bağdik, önce Anadolu'da, sonra da Yunanistan'da kendine iki ayrı yaşam kurduktan sonra bir üçüncüsünü daha gerçekleştirir.

Yunanistan'da işleri iyiymiş Bağdik'in. Kamyonları falan var. 1946'da Ermenistan nüfusunu artırmak için sınırlarını açınca satmış bütün malını mülkünü. Altına çevirmiş. O altınları da bir borudan yaptığı asasının içine doldurmuş. Ver elini Ermenistan...

Açlık, sefillik var Ermenistan'da. Her hafta bir altın bozdurup üçüncü bir hayat kuruyor kendisine. Anneannesinin ve annesinin bir daha göremediği dayısı Bağdik'i gidip buluyor Ermenistan'da Seropyan.

"Gidip oturdum karşısına. Bana anlatmasını istedim Eğin'de, Malatya'da yaşanılanları. Anneannemin, annemin anlattıklarını kelimesi kelimesine aynen tekrar etti bana sabaha kadar. Her şey aynen örtüşüyordu. Söz birbirliği yapacak halleri yok. Ama aynı şeyleri, neredeyse aynı kelimelerle anlatıyorlar yaşadıklarına ilişkin. Bu yüzden şimdi bana kimse yaşananların yalan olduğunu iddia etmesin."

'Soykırımı tanımaktan mahkumiyetine...'

İşte bu "masal"dı çocukluğundan beri Seropyan'ın peşini bırakmayan.

Büyüdükçe de onunla birlikte büyüdü bu acı ve ağır "masal".

Yoksul bir ailenin çocuğu olarak Seropyan ortaokuldan sonra çalışmaya başlamıştı .

Anneannesi ve annesi ile tek göz bir evde yaşıyorlardı.. Evi hizmetçilik yaparak geçindiriyor anneannesi.

Bir buzdolapçının yanına çırak olmuştu Seropyan. İşleri geliştikçe Tarlabaşı'ndaki tek oda yoksul evi, iki odalı, daha derli toplu bir konuta dönüşüyor. Sonra kendi işini açıyor Seropyan. Ama bu arada sürekli okuyor. Ermeni gazetelere yazılar yazıyor. Çeviriler yapıyor.

1995'te yani tam 60 yaşından sonra Hrant Dink'le kesişen yolları Seropyan'ı gazeteciliğe, Agos'un kuruculuğuna, Ermenice sayfaların editörlüğüne kadar götürüyor.

Hrant Dink'in Ermeni soykırımını tanıdığına ilişkin yazısı nedeniyle Arat Dink'le yargılanmıştı Şişli 2. Asliye Ceza Mahkemesinde.

Hrant'ı ölüme götüren o lanet 301. maddeden, ertelemeli bir yıl hapse mahkum olmuştu.

Sonra "Akıllı Tahta" başlıklı bir yazı yazmıştı 2007'nin Kasım'ında. Hrant Dink'in mahkum edilmesini eleştirmişti.

Bu kez suçu "Türklüğü aşağılamak" ve "yargıyı etkilemeye teşebbüs etmek"ti.

Gerçi bu "suçtan" beraat etmişti ama, hiç umurunda değildi mahkum olması ya da olmaması.

Çünkü o çocukluğunda hiç masal dinlememişti.

Soykırım üzerineydi onun çocukluk "masalları" ve hiç peşini bırakmamıştı bu "masallar".

O yüzden hiç kimse ona "yaşananların yalan olduğuna" dair "masal" anlatamazdı.

Hatta bu Seropyan'ın "masal"ı üzerinden bir de plan yapmıştık.

Ermenistan'a, Erivan'a, hatta Dağlık Karabağ'a gidecektik, Nisan'ın 24'ünde, Soykırım'ın 100. yılında...

Meğer çok yakın bir yere gitmek üzere yapmışız planımızı.

Şimdi Sarkis Seropyan'ı çok daha uzun bir yolculuğa, okyanusların sonsuzluğuna uğurluyoruz.

O kadar eminim ki onun bu yolculuğa, bir gün bütün insanların gerçekleri öğreneceklerine ve kabul edeceklerine dair bir "masal" a inanarak yola çıktığına...

Güle güle Sarkis ağabey, yolun ışık olsun...

 

55001

Misafir yazarlar

Güncele iliskin yazilariyla sitemize katki sunan yazar dostlarimiza ait bölüm

Misafir yazarlar

Bir Kez Daha: Tehlikenin Farkında mıyız?

Bundan kısa bir süre önce, Erdoğan iktidarının; “Türkiye Yüzyıl Maarif Modeli” ile teşebbüsüne soyunduğu stratejik hamlenin Türkiye ve K. Kürdistan toplumu açısından nasıl ve ne türden güncel bir tehlike ve tehdit oluşturduğuna dair kısa bir yazı paylaşmıştım.

Ermenistan’da Tavuş Hareketi Üzerine

Ermenistan Apostolik Kilisesi Tavuş İdari Başpiskopos’u Bagrad Galstanian önderliğinde başlatılan sivil itaatsizlik gösterileri, halkın yoğun katılımı ile devam ediyor. Ermenistan’a ait dört köyün, Azerbaycan’a iade edilmesi bardağı taşıran son damla oldu. Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan’ın derhal istifa etmesi isteniyor. 4 Mayıs’ta başlayan gösteriler, yol güzergahı üstünde bulunan Lori, Sevan, Geğarhunik… şehirlerinden halkın yoğun katılımı ile Yerevan’da sonlandırıldı. 26 Mayıs’ta Cumhuriyet Meydan’ında düzenlenen miting ile yüz binlere ulaştı.

“CHP’yi demokrasi cephesıne katılmaya zorlama” yaklaşımları üzerine - 2

Sol-sosyalizm adına adeta akıllara durgunluk veren yaklaşım örnekleri bu saptama ve belirlemeler. Yani sanki de CHP işbirlikçi tekelci burjuvazinin temsilcilerinden ve T.C Devleti’nin koruyucu-kollayıcı ana güçlerinden olan bir sosyal demokrat parti değil de sol, sosyalist veya halkçı bir partiymiş gibi tenkit ve değerlendirme konusu yapılıyor. Hal böyle olunca da burada kusur, varlık nedeni gereğince davranan bir sosyal demokrat partinin değil; sosyal demokrat partiye, sahip olmadığı/olamayacağı payeleri yükleyen yaklaşımların olur doğallığıyla.

İdeolojik Netlik ve Örgütlülük

Günümüzde özgür bir geleceğe doğru yapılacak her hamle, sınıf bilinçli bir duruşu ve buna uygun bir örgütlülüğü zorunlu kılar. Tüm bunlar da yoğun bir emeği ve fedakarlığı gerektirir. Sınıf bilincinden yoksun, kendiliğinden hareketlerle köklü değişimlerin-tarihsel kopuşların yaratıcısı olunamaz. Proleter ideolojiyle donanmış partilerin tarihsel misyonu tam da burada ortaya çıkıyor. Yine partisiz-örgütsüz bir duruşla özgür bir geleceğe dair hesaplar yapılmaz.

AKP-MHP FAŞİST DİKTATÖRLÜĞÜNÜN K. KÜRDİSTAN’DA FİİLİ OLARAK UYGULADIĞI, SÖMÜRGE SİYASETİDİR.

Sömürge siyasetinin en belirgin özelliği, yerel halkın iradesinin gasp edilerek, yok sayılmasıdır. Bunun yerine, sömürgeci merkezi yönetimin doğrudan kendi memurlarını oraya yönetici olarak atamasıdır. Bunun adı bir dönem OHAL Valisi, sıkıyönetim komutanı, bölge müsteşarı oluyorken; bugün de Kayyum belediye başkanı, muhtar vs. vs. oluyor.

Günümüz koşullarında sömürge veya ezilen bağımlı uluslara, azınlıklara, baskı altındaki inançlara ve ezilen cinse karşısömürge siyasetinin aldığı biçim; aleni bir şekilde, koyu faşizmden başka bir şey değildir.

Piroğlu Ecevit (Nubar Ozanyan)

Özgürlük uğruna bedeni ölüme yatırarak bir mevsim aç kalmak… Onurlu ve özgür bir yaşam için kendisine ait olan her şeyi feda etmek. Budur, özgürlük mahkumlarının hikayesi! Dünya ve ülkemizin zindan direniş tarihi buna fazlasıyla tanıktır. Amed zindanından Metris zindanına uzanan direniş tarihi fazlasıyla buna tanıktır. Kolay mı saatlere günlere aldırmadan her gün herkesin gözü önünde santim santim erimek; yaşamın nimetlerine dokunmadan açlığa yatmak… 120 günden daha fazla süren bir direnişi sürdürmek; düşünmek ve hayal etmek bile insanı ürkütüyor.

ABRÜST - leylekler getirdi kız... leylekler...

"Sol Kal Sol Yaşa"

Sol tatile  gitmişken...

Toplumsal yapı da; bir an bile parlamentarizmi savunmakta vazgeçmediğini ilan eden her insan ve siyasi yapı da ağır  saldırılara maruz kalıyorken...

seçimlerle  siyaset yapmak istiyen  devrimcilerde proletaryaların her geçen  gün ağırlaşarak hissettiği  solcusuzluğa  karşı da proletaryanın karşısına umut olma uğruna olsa da "Sol Kal Sol Yaşa" diyerekte çıkamıyorken...

fırsatta buyken... fırsatta buyken... 

yazın gitsin kız... yazın gitsin...

abrüst... falan filan...

sanat da diyin gitsin.

Zap’a bomba Colemerg’e kayyum (Nubar Ozanyan)

Türk patronlarının ve generallerinin Kürt ve emek düşmanlığı kapsamlı ve planlıdır. Sınırlı bir zaman ve belli bir dönemle sınırlı değildir. Süreğendir. Demokrasiyi gerçekte değil sözde bilir. Uygulamada değil yasalarında yazılı haliyle tanır. Ki bunu bile kaale almaz. Tarihten günümüze dek en iyi yaptığı şey işgal ve Türk olmayan halkların canını almaktır. Emek ve topraklara konmaktır. En iyi bildiği ise “Yakma-Yıkma-Çökme”dir. İkiyüzlü ve sahtekâr olduğu kadar kinci ve intikamcıdır.

Devrimci Pratik ve Militanlaşma

Günlük, üretkenlikten yoksun, kendini tekrarlayan faaliyetler militanlaşma anlamında bir gelişmeyi tetiklemez. Yine devrimci pratiği zayıf bir özne, her şeyden önce geçmiş olumsuz alışkanlıklarıyla devrimci bir tarzda hesaplaşmaya girmez. Yani düşünsel ve pratik olarak küçük burjuva düşünüş ve yaşam tarzından militanca bir kopuş sürecine yönelmez. Çünkü devrimci militanlaşma proleter düşünüş tarzına aykırı olan her türlü burjuva anlayışla hesaplaşma düzeyine bağlıdır. Sade bir dille ifade edecek olursak; köklü bir kopuş, çok yönlü ve kapsamlı bir hesaplaşmayla mümkündür.

“CHP’yi demokrasi cephesıne katılmaya zorlama” yaklaşımları üzerine - I

Toplumda ve doğada yaşanan her değişim, dönüşüm ve gelişmeye koşut olarak, her olgu ve kavram gibi, CHP de elbette ki tartışmalar konusu olabilir, olmalıdır da. Bunda herhangi bir anormallik olmasa gerek. Hayatta, ortaya çıktığı o ilk andaki haliyle, değişmeden kalan/kalabilen hiçbir şey olamayacağına göre; CHP’de de bu kural gereği, el mecbur, bazı değişim ve dönüşümler yaşanacaktır. Bunu yadsımak, hayatın diyalektiğini yadsımakla eşanlamlıdır.

Tutuculuk,dogmatizm ve tabela devrimciliği devrime vardırmaz!

Kısa bir süre önce, “Bu Kendi Kendimizi Kandırmamız Daha Ne Zamana Kadar Sürecek Acaba?” başlıklı, kısa-özlü bir yazı kaleme alıp, bloğumda paylaşmıştım.

Yazıda Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketinin içinde bulunduğu olumsuz durum ve açmazları özetlenmiş, kendi kendine yapageldiği ajitasyona ve kafasını kuma gömme hallerine dikkat çekilmiş ve son paragraf olarak da şu soru sorulmuştu:

Sayfalar