Pazar Haziran 16, 2024

Dünyada popülaritesi hiç bitmeyen alan sağlıktır. [ismail cem özkan]

Çaresizliğe gülerken… (1)

Dünyayı bir sürpriz bekliyordu, kimse hazırlıklı değildi. 1980’li yılların başından bugüne kadar hakim olan anlayış liberalizm, uzun süredir yaşanan krizin içinde eski abartılı dönemini kaybetmiş, yıkmış olduğu ulus devlet anlayışı yerine koskocaman bir boşluk bırakmıştı. Yıkıntılar içinde iktidar mücadelesi içinde Ortadoğu tipik liderlerinin hakim olduğu yeni bir şirket devleti anlayışı içinde, birikimini sadece para hırsından almaktaydı. Elde ettikleri güç ile en doğruyu yaptıklarına, ideolojik yaklaşım diye sundukları ise içi boş hayalin gerçekleştirmek için yola çıkmış bir halk kahramanı olarak gördükleri süreci yaşıyorduk. Başkalarının topraklarında güç ve egemenlik savaşı içinde birbiri ile savaşmak yerine birbiri ile kendilerine adına birilerini para karşılığında savaştırıyorlardı. Savaş olan topraklar geçmişin tüm birikimlerini yok etmiş, hırs ve küçük iktidar hedefi içinde küresel bir savaşın taraftarlarıydı. Ölüm makineleri yeni olan icatlarını denendiği alan olmuş ve orada elde edilen tecrübeler ile yeni silahlar üretiliyordu. Gelişmiş olan ülkelerin ihtiyacı olan her türlü ihtiyacı bu savaşta ölenlerin ve emeklerinin üzerinden elde ediliyordu. Var olan savaşlar küresel olan hiçbir şeyi etkilemiyordu, sadece yıkıntı ve krizler içinde boğuşan ülkenin liderlerinin ihtiyacına uygun korku yaratmada araç olarak kullanırken, kendi toplum içinde cepheler açılarak kendi iktidarı mutlak hale getiriyordu.

Çaresizliğe gülmek dünyanın mizah anlayışı oldu...

2020 yılının başında Çin’de yaşanan bir sağlık krizi ve ortaya çıkan bir virüse karşı verilen mücadele yeni bir sürecin başlangıcı olacağını ve küresel bir histeriye dönüşeceğini kimse tahmin edemezdi. Çünkü gözle görünmeyen, henüz ne olduğu belli olmayan bir biyolojik silahın insanları öldürdüğü, Çin yılbaşı eğlencesini bir karabasan dönüştürdüğünü uzaktan izliyorduk. Sokaklar boşaltılıyor, ulaşım hakkı elinden alınıyordu uzak bir ülkede. Hepimiz uzaktan savaşa bakmaya alıştırılmış bir kuşaktık ve savaş orada romantik görüntüler ortaya çıkarıyordu. Uzaktan gelen davulun sesi rahatsız etmiyordu. Çin dünyanın merdiven altı ve üstünde üretim yapan, her türlü ürünün imal edilip çoğaltıldığı yer. Elbette marka sahibi olan firmalar ellerinde olan malların depodaki sayısına bakıp telaşlanmadılar, çünkü birkaç haftada virüs yok olur ya da denetim altına alınır, işler kaldığı yerden deva edecekti…

Çin yeni dünyanın üretim merkezi, batının kirli olarak gördüğü her şeyin taşındığı alan olmuştu. Ucuz işçilik, disiplinli çalışma ile harikalar çıkarıyordu Çin! Tokmak başkasının elinde Çin davulun üzerine gerilmiş deri işlevi görüyordu. Batıda olmayan hiçbir şey dünyanın gündeminde olmaz, ebola salgını bile Afrika’yı kasıp kavururken kapitalist sistem etkilenmemiş, borsalar olağan günlerinde işlemlerine devam etmişti. Dünya sağlık örgütü kapitalist sisteme zarar verecek olan tüm salgınlara karşı önlem almak ile yükümlü kılınmış bir kurumdu ve işlevini yerine getiriyordu. Ölenler hep fakir ülkenin insanları ve fakir olanlar oluyordu, çünkü salgın yeteriz beslenmemiş, vücut direnci insanları vurur, en çok da çocukları, ve sefalet içinde çocuk fotoğrafları batıda yaşayanların vicdanını kanatır ve yardım kuruluşlarını seferber ederler. Ölen kadın, erkek olduğunda vicdanlar pek kanamaz, çünkü onlar gözden çıkmış ve istedikleri askeri ve tüketici hizmetine dahil olmamış verimsiz insanlar olarak görünürdü.

Çocukların ölümü vicdanı kanatır!

Çin trajediyi yaşıyordu, virüsün içeriği ve çıkışı tartışma konusuydu. Bir balıkçı halinden çıktığı ve Çinlilerin yeme kültürünü küçümseyen açıklamalar ile batıya bu trajedi dram olarak sürülürken bile Çinlilere karşı bir öfke ve nefret suçunu yayılan cümlelerin içinde vardı. Virüsün batıya ilk yansıması Çinlilere karşı geliştirilen nefret söylemi olmuştur. Elbette bizim sahilimize de vurdu bu söylem, ülkemizde yaşayan Çinlilere karşı vebalı gibi davranış yanında kaba güç kullanıma kadar geliştirildi. Neyse ki çok uzun süre bu gündemde kalmadı, çünkü orada yaşanan trajedinin boyutu hakkında bilgi geldikçe Çinli düşmanlığı körüklenenin yerini korku lamaya başlamıştı, çünkü dünyamızın iletişim alanı küçüldükçe virüsün yayılma hızı geçmiş senelere göre daha hızlı olmaya başlamıştı…

*******************************************************

Coronavirüs karşısında çaresizlik mi?

Çaresizliğe gülerken  (2)

Coronavirüs Çin’den tüm dünyaya kısa sürede yayıldı. Bize uğramaz özgüveni içinde gelmekte olanı sadece izlemek ile yetindik, çünkü biz Çin’den binlerce kilometre uzaktaydık, fakat bizi aşıp batı ülkelerine ulaştığında virüsün yayılma hızının ve yönünün bir doğru üzerinde ve zamana bağlı olarak olmadığını öğrendik. Önlem alınmalıydı ama her şeyi bilen ve kadir olan ülkelerde öyle önlem dediğinizde askere emir verir gibi olmuyordu… İktidarlarını sürekli gündem değişimi ve yalanlar üzerine kuranlar halkla ilişkilerin yöntemlerini kullanarak olanı yok, yok olanı var etme becerisi ile virüsün gerçek boyutu halkın gözünden kaçırılacağına inanıldı, çünkü o güne kadar başarılı olan yöntem elbette başarılı olmaya devam edecekti…

Coronavirüs öyle bir şey yaptı ki, çok iyi çalışıyor diye sanılanların aksine hiç de çalışmadıkları, oyaladıkları ve çalışıyor gibi gösterdikleri ortaya çıkarttı... Sözler ile peynir gemisi yürümüyor, yaşananlar her ne kadar yasakların altına atılıyor olsa da gerçekler bir yerde sırıtmaya devam ediyordu... Halka ilişkiler ile profesyonel ilgilenenler tüm medyayı kullanarak kampanyalar yapaya ve hedef göstermeye başlamıştı, çünkü virüsü birisi yayıyor olması gerekliydi, en masum, en zayıf halka seçilip onların üzerine gidildi. O en zayıf halka ise yaşlılar seçilmişti. Yaşlılara virüs bulaşırsa toplumun hepsine virüs bulaşır kampanyası yapılırken umrenden dönenler karantina şartları uygulanmadan ülke sathına yayılmasına izin bile verilmiştir. Hedef gösterilenlerin yanında gözden kaçırılanlar vardı…

Baharı karşılayalım derken…

Baharın gelişi ile ilgili haber bültenlerinde magazin haberler yapılıyor, cemreyi görmeye çalışanlar ekran önünde cemre nasıl düştüğüne seyretmeye çağrılırken, cemre ha düştü düşecek derken cemre belki düştü ama cemre de virüs taşıyor korkusu saldı etrafı, çünkü düşen cemre değil virüs oldu gündemimize... Baharı bile bir arada karşılayamaz olduk...

Ekranlar önünde yapılan her tartışma programı, yapılan her basın açıklaması işin magazin boyutundadır, beklentilere uygun gerçekler değil, olması gereken açıklanır. Ekranların önünde halkımız virüs gerçekliğinin magazin boyutu ile karşılaşıyordu, çünkü virüsün yıkıcı etkisi henüz ailelere ulaşmamıştı, kontrol altındaydı her şey, virüs taşıyıcıları vardı ama ölen yoktu başlangıçta… 

Ülkemizde beklenen ölüm ne yazık ki evine ekmek götürmeye zorlanan emekçilerden olacaktı, zengine bir şey olmayacaktı... Hani diyorlar ya “virüs zengin fakir ayrımı göstermeden”, evet virüs zengin fakir ayrım göstermeden bulaşacak ama tedavisi farklı olacaktı...

Ölenler yaşlı diye reklam yapıldı, PR çalışması sonucu yaşlılar evlere hapsedildi, çünkü en riskli gurup onlar gösterildi, vücut dirençleri düşük olduğu için. Fakat ülkemizde vücut direnci düşük o kadar çok insan var ki, işte esas ölüm onları kollarını açmış beklemekteydi...

İktidar bu süreç içinde ekonomik krizin belirtisi olan borçların yeniden yapılandırılması için kafa yoruyordu ve yeni borçlar yaratılması için olanaklar yaratıyor, online olarak nasıl borç ödeneceğini, verilerin nasıl ödeneceğini gösteren videolar ve görseller yayınlıyordu, fakat işsiz bırakılmış, yeteri kadar evine para girmediği için yeterli beslenemeyen insanların birincil derdi yaşam hakkı olduğunu göz ardı ediyordu. Elinde para olsa elbette ödeyecektir, işsizin elinde sadece umut ve hayal kırıklıkları vardır, cebinde bir de kalmışsa çay içecek kadar parası, şehir için yol ücreti bile zenginler için küçük görülürken fakir insanın gözünde 3,5 lira bile çok büyük para olur... Belediye başkanları şehir içi ulaşıma ‘fiyat ayarlaması’ yaparken gelirli yüksek olanlara göre zam yapıyorlardı, fakiri düşündükleri yok, çünkü onların hayallerinde fakirler şehirlerinde yaşamıyor, onların hayallerinde tahtadan derme evlerde yaşayanlar yoktu...

Asgari ücret ile iş bulanların bir yerden bir yere otobüs ile gitmesi büyük sorun olurken, orta gelirli memur için belki sorun bile olmayacaktır... Bugün ülkemizde ölüm kucaklarını açmış asgari gelirli olanları bekliyor ve çoğu ölümün kayıdında virüs yazmayacak bile, zatürreden öldü kayıdı yer alacaktır muhtemel…

Herhangi bir krizden sermaye sahipleri ve onların sesi iktidarlar fırsatçılık yapar, halk her durumda daha fazla ezilir... Krizi fırsata dönderip binlerce insanı açlığa ve tek başına kriz ile mücadele etmeye bıraktılar...

********************************************************************

Dünyada popülaritesi hiç bitmeyen alan sağlıktır. 

Coronavirüs karşısında çaresizlik mi? (3)

Özelleştirme, bugün yaşanan ölümlerin temelinde yatan sorunun kaynağı olduğu daha fazla hissettiriyor…  Kamu hastanelerin çürütülmesi, bakımsız bırakılması ve teknolojik gerilik, gelişmekte olan sorunlar karşısında yetersiz kalması özelleştirmenin mantığı içinde vardı, çünkü özelleştirilen yani sektör haline getirilen yeni sektörel sağlık alanına halkı teşvik etmek gerekliydi, edildi de. Sigortalar aracılığı ile, medyada ki halka ilişkiler uzmanların eli ile, kısa ve kestirmeden elde edilen popülist sağlık yöntemleri ile ve de marka olmuş doktorların elleri ile sektör yeni dünya düzenine uyum sağladı. Her şey pırıl pırıl, camekanlarda asılı olan afişler, temiz gibi görünen ve sağlıklı olduğu teşvik edilen, göze hitap eden hastaneler… Devlet hastaneleri dökülüyor, hasta sıraları daha da uzamış, “bugün git yarin gel” söylemleri her zaman ki yerinde duruyor, fakirin gittiği yerlerde elbette hijyen sözde kalacaktı, kaldı da…

Biraz cebinde parası olan özel hastaneye, cebinde parası olmayan devlete...

Zaman içinde bu oranlarda da değişimler olmaya başladı, özel tetkikler için devlete, sonucu göstermek için özel hastaneye… Halkımızın çözümü basitti, nerede iyi doktor (iyi kötü, vasat ayrımı ortaya çıkarıldı) varsa ondan fikir almak önemliydi, onun dediğini doğru kabul etti ve sağlık alanında kırılmalarda bu şekilde toplum içinde oluşmaya başladı, çünkü sektör kendisini var edebilmesi için popülist hastalıklar üretmesi gerekliydi. İlaç firmaları zaten bu işten aslan payını alırken, bu aslan payı işin içine özel hastanelerde girmiş oldu.

Dünyada popülaritesi hiç bitmeyen alan; sağlıktır.

İnsanların cebinde ki son kuruşu da sağlık konusunda endişe ve korku yaratırsan alabilirsin, çünkü yaşamak güzeldir ve kimse tedavisi varken ölümü tercih etmeyecektir… Yaşarken elde ettiği tüm birikimlerini korsanlara değil ama sağlık sektörüne kaptıran insan sayısı çok fazla olduğunu düşünüyorum.

Yılda bir genel bakım her sigortalının hakkıdır!

Sağlık alanı öyle can alıcıdır ki, hem canı alır hem de cana can katar… Uzayan yaşam, yaşamın uzamasından kaynaklanan hastalıklar, üretile hastalıklar, üretilen tedavi yöntemleri ve hiçbir şeye yararı olmayan ilaçlar ve onların yan etkileri. Hastaya dayatılan ilaçlar ve oluşan hastalıklar ile de mücadele ederken, daha başka alanlarda üretime için enerjimizi harcamak gerekirken hastalıklar ve tedavileri için araştırma içinde bulduk kendimizi… Hem zamanımızı çaldılar hem de sağlığımızı… Sektörün hedefi paradır, para getiren müşteriyi neden ayağını kesesiniz ki hastaneden, onun ayağını sürtmek ve devamlı hastaneye gelmesini sağlamak gerekliydi… Getirdiler de…

Devlet, şirket ve onun çıkarı için vardır ve o çıkara uygun örgütlenmiştir.

Coronavirüs salgını sonrası alınan kararlar ve uygulamalar hepimizin gözleri önünde oldu. O kadar çok bilgi ve veri paylaşıyor gibi gözüküyor ki, sonunda bizlerde “ne şeffaf, bu işi iyi yürütüyorlar” diye algıladık, fakat işin gerek boyutu yani gerçekler hiçbir zaman beklide açıklanmayacak! Çünkü her katliamda ölü sayısı nasıl ki net olmazsa, bu salgının gerçek boyutu bizim için net olmayacak, eğer tam veriler açıklanmış olsa o güne kadar gözümüzde büyüttüğümüz ‘devlet’ denen kurum tartışır hale gelir, devletin yürütmesi olan iktidarlar sadece işin formalitesinde yer aldıkları daha çıplak gözükür olurdu.

Özel hastaneleri teşvik ettiler, halkın çoğunluğu korumasız kaldı...

İtalya'da hastanelerde yeteri kadar “solunum aletinin” olmaması yüzünden ölümler fazla olmuş... Bize sunulan ilk veri buydu, fakat solunum aleti takılmadan da ölümlerin önüne geçecek yöntemlerin de olduğu ortaya çıktı, sorunun kendisi hastanelere olan başvurunun fazla olması ve yeteri kadar gelen hasta ile ilgilenilmemesi, kısaca hasta ayrımı yapılarak birilerin ölümüne sebep olurken birilerin yaşamasına da sebep olan bir karmaşa söz konusuydu… Bunun nedeni özelleştirmenin tartışılmayan sonuçlarında yatıyordu.

Kaos göstermiştir ki, yeteri kadar örgütsüz ve lojistik alanın boş kalırsa, o kadar çaresiz kalırsın.

Elbette özelleştirme adı altında devlet hastanelerini bakımsız ve teknik anlamda yetersiz, yetişmiş sağlık personelinin olmaması bu salgın hastalık karşısında çaresiz kaldığını dünyaya ilan etmiş oldular...

Dünyaya sadece liberal ekonomi ve onun uygulamaları teşhir edilirken, sorunun kaynağına yani örgütlenme modeli üzerine kimse henüz dokunmuş değil. Avrupa birliği üyesi olan İtalya bu salgında tek başına bırakılmış, Avrupa birliği bütünlüklü hareket etme yerine “başının çaresine bak, aynı sorunu bizde yaşıyoruz” demişlerdir…

İnsanlar değil, kapitalizm ölsün!

Ölümler geometrik olarak artarken, işini kaybedenler açlık ile yüz yüze gelmeye başlamıştır. Toplumun içinde kaygı, belirsizlik, panik havası biyolojik savaşın istenilen sonucu olması nedeni ile kafalarda bir çok soruyu da ortaya çıkarmıştır, çünkü biyolojik silahın nerede ve kimler tarafından uygulandığı kesinlikle tespit edilemez. Savaşın taraflarının en azından saldıran tarafı net gözükmüyor ama kurbanlar ortada, her gün çaresiz olanları toprağa taşıyan törensiz cenazeler şehrin kutuluklarında yer almaya başladı. Yeniz mezarlıklar oluşturuluyor, ileride yakınları onları arayıp bulsun diye…

İsmail Cem Özkan

2599

Misafir yazarlar

Güncele iliskin yazilariyla sitemize katki sunan yazar dostlarimiza ait bölüm

Misafir yazarlar

Bir Kez Daha: Tehlikenin Farkında mıyız?

Bundan kısa bir süre önce, Erdoğan iktidarının; “Türkiye Yüzyıl Maarif Modeli” ile teşebbüsüne soyunduğu stratejik hamlenin Türkiye ve K. Kürdistan toplumu açısından nasıl ve ne türden güncel bir tehlike ve tehdit oluşturduğuna dair kısa bir yazı paylaşmıştım.

Ermenistan’da Tavuş Hareketi Üzerine

Ermenistan Apostolik Kilisesi Tavuş İdari Başpiskopos’u Bagrad Galstanian önderliğinde başlatılan sivil itaatsizlik gösterileri, halkın yoğun katılımı ile devam ediyor. Ermenistan’a ait dört köyün, Azerbaycan’a iade edilmesi bardağı taşıran son damla oldu. Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan’ın derhal istifa etmesi isteniyor. 4 Mayıs’ta başlayan gösteriler, yol güzergahı üstünde bulunan Lori, Sevan, Geğarhunik… şehirlerinden halkın yoğun katılımı ile Yerevan’da sonlandırıldı. 26 Mayıs’ta Cumhuriyet Meydan’ında düzenlenen miting ile yüz binlere ulaştı.

“CHP’yi demokrasi cephesıne katılmaya zorlama” yaklaşımları üzerine - 2

Sol-sosyalizm adına adeta akıllara durgunluk veren yaklaşım örnekleri bu saptama ve belirlemeler. Yani sanki de CHP işbirlikçi tekelci burjuvazinin temsilcilerinden ve T.C Devleti’nin koruyucu-kollayıcı ana güçlerinden olan bir sosyal demokrat parti değil de sol, sosyalist veya halkçı bir partiymiş gibi tenkit ve değerlendirme konusu yapılıyor. Hal böyle olunca da burada kusur, varlık nedeni gereğince davranan bir sosyal demokrat partinin değil; sosyal demokrat partiye, sahip olmadığı/olamayacağı payeleri yükleyen yaklaşımların olur doğallığıyla.

İdeolojik Netlik ve Örgütlülük

Günümüzde özgür bir geleceğe doğru yapılacak her hamle, sınıf bilinçli bir duruşu ve buna uygun bir örgütlülüğü zorunlu kılar. Tüm bunlar da yoğun bir emeği ve fedakarlığı gerektirir. Sınıf bilincinden yoksun, kendiliğinden hareketlerle köklü değişimlerin-tarihsel kopuşların yaratıcısı olunamaz. Proleter ideolojiyle donanmış partilerin tarihsel misyonu tam da burada ortaya çıkıyor. Yine partisiz-örgütsüz bir duruşla özgür bir geleceğe dair hesaplar yapılmaz.

AKP-MHP FAŞİST DİKTATÖRLÜĞÜNÜN K. KÜRDİSTAN’DA FİİLİ OLARAK UYGULADIĞI, SÖMÜRGE SİYASETİDİR.

Sömürge siyasetinin en belirgin özelliği, yerel halkın iradesinin gasp edilerek, yok sayılmasıdır. Bunun yerine, sömürgeci merkezi yönetimin doğrudan kendi memurlarını oraya yönetici olarak atamasıdır. Bunun adı bir dönem OHAL Valisi, sıkıyönetim komutanı, bölge müsteşarı oluyorken; bugün de Kayyum belediye başkanı, muhtar vs. vs. oluyor.

Günümüz koşullarında sömürge veya ezilen bağımlı uluslara, azınlıklara, baskı altındaki inançlara ve ezilen cinse karşısömürge siyasetinin aldığı biçim; aleni bir şekilde, koyu faşizmden başka bir şey değildir.

Piroğlu Ecevit (Nubar Ozanyan)

Özgürlük uğruna bedeni ölüme yatırarak bir mevsim aç kalmak… Onurlu ve özgür bir yaşam için kendisine ait olan her şeyi feda etmek. Budur, özgürlük mahkumlarının hikayesi! Dünya ve ülkemizin zindan direniş tarihi buna fazlasıyla tanıktır. Amed zindanından Metris zindanına uzanan direniş tarihi fazlasıyla buna tanıktır. Kolay mı saatlere günlere aldırmadan her gün herkesin gözü önünde santim santim erimek; yaşamın nimetlerine dokunmadan açlığa yatmak… 120 günden daha fazla süren bir direnişi sürdürmek; düşünmek ve hayal etmek bile insanı ürkütüyor.

ABRÜST - leylekler getirdi kız... leylekler...

"Sol Kal Sol Yaşa"

Sol tatile  gitmişken...

Toplumsal yapı da; bir an bile parlamentarizmi savunmakta vazgeçmediğini ilan eden her insan ve siyasi yapı da ağır  saldırılara maruz kalıyorken...

seçimlerle  siyaset yapmak istiyen  devrimcilerde proletaryaların her geçen  gün ağırlaşarak hissettiği  solcusuzluğa  karşı da proletaryanın karşısına umut olma uğruna olsa da "Sol Kal Sol Yaşa" diyerekte çıkamıyorken...

fırsatta buyken... fırsatta buyken... 

yazın gitsin kız... yazın gitsin...

abrüst... falan filan...

sanat da diyin gitsin.

Zap’a bomba Colemerg’e kayyum (Nubar Ozanyan)

Türk patronlarının ve generallerinin Kürt ve emek düşmanlığı kapsamlı ve planlıdır. Sınırlı bir zaman ve belli bir dönemle sınırlı değildir. Süreğendir. Demokrasiyi gerçekte değil sözde bilir. Uygulamada değil yasalarında yazılı haliyle tanır. Ki bunu bile kaale almaz. Tarihten günümüze dek en iyi yaptığı şey işgal ve Türk olmayan halkların canını almaktır. Emek ve topraklara konmaktır. En iyi bildiği ise “Yakma-Yıkma-Çökme”dir. İkiyüzlü ve sahtekâr olduğu kadar kinci ve intikamcıdır.

Devrimci Pratik ve Militanlaşma

Günlük, üretkenlikten yoksun, kendini tekrarlayan faaliyetler militanlaşma anlamında bir gelişmeyi tetiklemez. Yine devrimci pratiği zayıf bir özne, her şeyden önce geçmiş olumsuz alışkanlıklarıyla devrimci bir tarzda hesaplaşmaya girmez. Yani düşünsel ve pratik olarak küçük burjuva düşünüş ve yaşam tarzından militanca bir kopuş sürecine yönelmez. Çünkü devrimci militanlaşma proleter düşünüş tarzına aykırı olan her türlü burjuva anlayışla hesaplaşma düzeyine bağlıdır. Sade bir dille ifade edecek olursak; köklü bir kopuş, çok yönlü ve kapsamlı bir hesaplaşmayla mümkündür.

“CHP’yi demokrasi cephesıne katılmaya zorlama” yaklaşımları üzerine - I

Toplumda ve doğada yaşanan her değişim, dönüşüm ve gelişmeye koşut olarak, her olgu ve kavram gibi, CHP de elbette ki tartışmalar konusu olabilir, olmalıdır da. Bunda herhangi bir anormallik olmasa gerek. Hayatta, ortaya çıktığı o ilk andaki haliyle, değişmeden kalan/kalabilen hiçbir şey olamayacağına göre; CHP’de de bu kural gereği, el mecbur, bazı değişim ve dönüşümler yaşanacaktır. Bunu yadsımak, hayatın diyalektiğini yadsımakla eşanlamlıdır.

Tutuculuk,dogmatizm ve tabela devrimciliği devrime vardırmaz!

Kısa bir süre önce, “Bu Kendi Kendimizi Kandırmamız Daha Ne Zamana Kadar Sürecek Acaba?” başlıklı, kısa-özlü bir yazı kaleme alıp, bloğumda paylaşmıştım.

Yazıda Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketinin içinde bulunduğu olumsuz durum ve açmazları özetlenmiş, kendi kendine yapageldiği ajitasyona ve kafasını kuma gömme hallerine dikkat çekilmiş ve son paragraf olarak da şu soru sorulmuştu:

Sayfalar