Pazar Haziran 16, 2024

“ÇÖZÜM SÜRECİ”: Kitlelerin Devrimci Gücünün Denklem Dışında Tutulması Mı?

Çözüm süreci bir kez daha devletin kıskacına girmiş durumda. Devletin çözüm sürecinden anladığının PKK’nin silahlı mücadelesinin öncelikle tasfiye edilmesi, buna paralel olarak ideolojik ve politik olarak da bir tasfiye gerçekleştirerek Kürt meselesini kendi siyasi egemenliği içinde uzun süre uykuya yatırmak ve Ortadoğu politikasında bir sıçrama tahtası olarak kullanmaktı.


Kürtler Ulus Olarak Tanınırken!
TC için Kürt meselesi özellikle Ortadoğu politikası için çok önemli bir yerde durmaktadır. Kürtleri artık bir ulus olarak reddetmek yerine Kürt kimliği ile tanımak, düşmanlığı da dostluğu da bu kimlik üzerinden hem belirlemek zorunda kaldı hem de buna uygun bir politik şekillenişe girdi. Kürdü ulus olarak tanımak zorunda kaldı çünkü uzun yıllara yayılan bir mücadele sürecinin yanında kendi dışındaki Kürdistan parçalarında bölgesel gelişmeler Kürt ulus kimliğinin bir statü kazanmasına ve Irak Kürdistanı’nda Irak Anayasası'nın tescillediği ve emperyalist sistemin uzantısı olan bir tanınma durumu oluştu. TC, emperyalizme bağımlı karakterinden ve o sistemin kurallarına mecbur olduğundan hiç de hoşnut olmayacağı ve inkarcılıkla kodlanmış genetiğine rağmen bu durumu zorunlu olarak kabullendi. Ama bununla yetinmedi. Kürtlere yönelik bölgesel ölçekli bir politikanın yerel önderliğine(!) de soyundu.


Önünde iki seçenek vardı. Birincisi, Kürtleri bu kimlikleriyle düşman belleyecek ve hattını değiştirmeyecek; ikincisi, kendi sınırları içinde Kürt barışını da inşa ederek, genel olarak Kürtlerle bir dostluk ilişkisi yaşama geçirecekti. TC bunu kendi sınırlarında Kürtlere en azını vererek, dışındaki Kürtlere ise hamilik yaparak bir politika şekillendirmeye çalıştı. Yani birinci seçeneği diri tutarak ikincisini konjonktürde esas yönelim haline getirdi.


Kürt Meselesinde Yakalanan Toplumsal Gelişme Halkası!


Bu yönelim; Kürt meselesine geri dönülmez bir toplumsal ve siyasal karakter kazandırdı. Bu gelişme toplumsal ve siyasal düzeyde Kürt varlığının kesin olarak tanınması anlamına gelmektedir. Devlet ve tüm toplum nezdinde homojen Türk toplumsal yapısı argümanı artık çökmüştür. Çok uluslu toplumsal yapı gerçekliği kabul edilmiştir. Devlet ve toplum artık Kürtleri tanımlarken ve ilişkilenmesini belirlerken (dost ya da düşman) bir ulusal topluluk olarak görmek zorundadır. Bu durum özellikle toplumsal gelişme açısından tarihsel bir ilerlemedir. Hem de gecikmiş zorlu etaplardan geçmiş bir tarihsel ilerleme. Halklar hapishanesi olarak tanımlanan Çarlık Rusyası’nın 1905’lerde kat ettiği bu toplumsal gelişmeyi biz henüz yeni gerçekleştirmiş durumdayız.


Bu olumlu toplumsal gelişmenin politik mücadelede kuşkusuz tehlikeli ve müspet diyebileceğimiz yanları olacaktır. Artık Türk şovenizmi daha tehlikelidir. Bu toplumsal gelişme, Türk ulus kimliğinin tüm toplumsal kesimlere etkili bir siyasal argüman olarak sirayet ettirilmesi daha kolay olacaktır. Toplumsal düzeyde Kürtlere karşı ulusal temelde düşmanlık politikasının karakteri belirlenmiş, tanınmış, hakları kabul edilmiş bir ulusa olduğu gibi olacaktır. Bu durumlarda ezen ulus egemenleri toplumu Kürtlere karşı aktif seferber etme olanaklarını da kazanmış olacaktır. Ki son süreç bu eksende pratiklerin güç kazandığı bir süreçtir. Bir dizi kitlesel linç girişimi son yıllarda daha yaygındır.


Bunun yanında olumlu olarak yansıyacak kısmı ise Kürt ulusal kimliğinin tam hak eşitliği temelinde geniş toplumsal kesimlere komünist, devrimci ve demokratik güçlerin anlatması daha kolay ve etkin olacaktır. Zira tanınmış, hakları kabul edilmiş ve ulus olarak benimsenme durumu, Kürt ulusal haklarının ezen ulusun emekçilerine anlatılması ve benimsetilmesini kolaylaştırmaktadır. Bu toplumsal gelişmenin bugünkü karakteri komünist ve devrimcilere bu açıdan daha kolay bir zemin sunmaktadır.


TC şimdi tam da çözüm süreci denen politikayı ve Kürt meselesini bu gerçeklik üzerinden şekillendirmeye çalışıyor. Bu bağlamda özellikle bugüne kadar yukardan aşağı karakter kazanmış ve toplumun belli kesimleriyle sınırlanmış faşist örgütlenme, şimdi aşağıdan örgütlendirilerek Kürtlerin karşısına dikilmeye çalışılıyor. Uzun zamandır Kürtlere yönelik kitlesel saldırı ve linç girişimleri “duyarlı vatandaş” tepkisi diyerek hafifletilmeye ve ihtiyaca göre hazır tutuluyordu.


Bu özellikle Kürt hareketinin kitlesel kalkışma ve mücadelesinin karşısına artık Türk kitlesinin konulmasına yönelik bir yaklaşımı daha belirgin hale getiriyor. Kürtlerin “sınırı aştığı” noktada Türk çoğunluğun yaşadığı bölgelerde Kürtlere yaşam alanı bırakılmayacağı gerekli “ulusal duyarlılığın” gösterileceği mesajını da içeriyor. Devlet bu tehlikeli oyunu oynayarak şimdilik Kürtleri hizaya getirmeyi, kendi politikasına bu biçimde bir zor ve tehditle razı etmeyi amaçlıyor.


“Çözüm” Karşılığında Kürtlerden Beklenen İntihar!


Kürt sorununu "barış" yoluyla ama kendi çizgisini belirleyici kılarak, kendi çıkarlarına hizmet ederek gerçekleştirmeyi istiyor. Bunun içinse Kürt kitlesinin oyun dışında kalmasını elzem ve zorunlu görüyor. Bugün çözüm sürecinin kıskaç altında tutulmasının en önemli nedenlerinden birisi budur.
Özellikle 6-8 Ekim’de Kobané serhildanıyla çözüm sürecine görkemli şekilde müdahil olan geniş kitleler Türk egemen sınıflarının asıl endişe ve korkusudur. Kürt hareketinden bu süreçte her şeyin masa başında yürüyecek mücadele ile ve parlamento üzerinden şekillenmesini bekleyen bir tutumları söz konusudur. Kitlelerin soruna dahil edilmesini ve mücadelenin bir unsuru haline gelmesini “kamu düzeni” için bir tehdit olarak görmektedir.
Devletin “çözüm süreci”nden anladığı ve beklediği şey Kürtlerin, sistemine zarar vermeyecek, onun dışına çıkmayacak pasif ve sınırlı bir mücadele çerçevesi oluşturmalarıdır. Buna “barışçıl, demokratik sınırlar içinde” vs. diyerek kılıf bulmaktadır.


Çözüm süreci ve barış politikası Türk egemenleri için sadece PKK’nin çözülmesi, tasfiye edilerek sistem içine çekilmesi meselesi ile sınırlı değildir. Aynı zamanda güçlü devrimci karaktere sahip Kürt kitlesinin bizzat Kürt Ulusal Hareketi tarafından pasifize edilmesi ve “demokratik” (yani yasal) çerçevede sınırlandırılmasıdır. TC Kürtlerden mücadelesiz bir süreç yaşamasını istemektedir. Barış görüşmeleri zaten onlara göre en büyük mücadele ve bahşedilen bir kazanımdır. Kürtlerin bu olanaklar dışında başka yollara sapması, başka mücadele hatları örmesi “sürecin ruhuna” terstir. Bu klasik bir çürütme politikasıdır. Kitlelerin oyunun dışında kalmaması durumunda kimyası bozulmakta dolaylı ya da doğrudan tehditlerle hizaya getirmeye çalışılmaktadır.


Şimdi “çözüm süreci askıda”, “kamu düzeni tesis edilmeden adım atmamız beklenemez” söylemleri tam da geniş kitlelerin Kürt ulusal hareketi tarafından oyunun dışında tutulması için uygulanan bir çeşit pazarlık ve politik baskıdır. Bunun yanında Kürt serhildanına karşı şoven Türk duyarlılığının da harekete geçme potansiyeli olduğu mesajı tam da bu süreçte Kürtlere karşı yapılan linçlerle sopaya dönüştürülmüştür.
Aynı zamanda “Kürt sorununu çözerken bir Türk sorunu yaratılması tehlikesi” gibi faşist tehditlerde günlük dolaşımdadır. Bu Kürt ulusal sorununun üstünü örtmek en temel demokratik haklarından vazgeçirmek için kullanılan bir argümandır. Ezilen ulusun karşısına ezen ulusun en gerici, en bağnaz, en şovenist “duyarlılığının” dikilmesidir. Bu bir bütün entegre politikanın ürünüdür. Bütün amaç ve hedef Kürtlerin geniş kitleler halinde sürece dahil olmasını engellemek, sorunu dar ve sınırlı bir temsiliyetle muhatap oluşturarak ele almak ve mücadelenin özünü çürütmek eksenlidir. Bu durum Kürt Hareketini aynı zamanda masada zayıf düşürme olanağıdır da. Biliyoruz ki hiçbir barış görüşmesi masada yürütülen müzakere ile çözülmez. Sorunu çözecek olan güç ilişkileri ve mücadele düzeyidir. Devlet gücüne karşı elinde sadece örgütlü ve seferber olan bir kitle gücü olan Kürt Ulusal Hareketi'nden bu gücünü çürütmesi ya da masa başındayken pasif tutulması istenmektedir. Bunun gerçekleşmesi içinde “müzakereleri askıya alma”, “A. Öcalan’ı tecrit etme” gibi elindeki kozları devreye koymaktadır.

75650

“Zamanın ruh(suzluğ)u”na karşı İbrahim Kaypakkaya

“Geçmiş asla ölü değildir.Geçmiş, geçmiş bile değildir.”[1]

 

Postmodern vazgeçiş dört yanımızı kuşatmışken; çürüyen “zamanın ruh(suzluğ)u”na inat İbrahim Kaypakkaya hakkında yazmak, konuşmak çok önemlidir ve gereklidir…

Gereklidir çünkü gerçeklerin “unutuşa”, “suskunluğa” terk edilmek istendiği yalanın egemenliğinde, Mihail Yuryeviç Lermontov’un ‘Düşünce’ başlıklı şiirindeki, “Kaygıyla bakıyorum bizim kuşağa!/ Geleceği ya boş ya karanlık görünüyor...” dizeleri anımsamamak/ anımsatmamak elde değil…

Beşikçi ve Kürd resmi ideolojisi

Ömrünü Türk resmi ideolojisiyle mücadele etmekle geçirmiş,Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin kırk yıllık emektarı İsmail Hoca’nın Apocu resmi ideolojinin yeniden üretiminden ve propagandasından sorumlu Ferda Çetin üzerinden eleştiri adı altında saldırıya uğraması hazin olmanın ötesinde Kürdistan’da Kürdistanlıların iktidarından yana kesimlerle Türkiyelileşme sevdalısı entegrasyoncu kesimler arasındaki ideolojik cephe savaşının başlangıç düdüğü olma potansiyeline de sahiptir.

 

Edebiyatin Latin Cephesine kenar notlari[*]

“Adını değiştir,öykü seni anlatsın.”[1]

“Resmi payeleri hep reddettim. Legion d’honneur’ü de kabul etmemiştim. Fransız akademisine de girmedim. Yazar kendisinin bir kuruma dönüştürülmesini reddetmelidir. Bu onur verici bir paye dahi olsa bunlar kişisel nedenlerim. Ayrıca şu da var: ben iki kültürün barış içinde bir arada yaşayabilmesi için uğraşıyorum. Elbette çelişki ve çatışma var ve olmalı. Burjuva bir ailede yetiştiğim hâlde sosyalist oldum. Sempatim ondan yanadır. Bir de bu yüzden, bu ödülü verenlerin konumundan dolayı, kabul edemem,” vurgusuyla ekler Jean Paul Sartre: 

Latin Amerika'dan barış süreçleri 'El Salvador’ örnegi

  * Anlaşıldı:Savaş artık Barış demek.Öyleyse bundan böyle domuzlara at,kız çocuklarına erkek deyip geçelim...”[1]

 

El Salvador’da iç savaşın tarihi, 1970’li yıllarda, topraksız köylülerin, kent yoksullarının, işçilerin, öğrencilerin sokaklara dökülen muhalefeti karşısında ABD destekli ordunun kanlı operasyonlarına dayanır.

Kanlı parseller

Bugün 2014'ün ilk günü. Hastalar sağlık, yoksullar varlık, mahpuslar özgürlük, âşıklarsa kavuşmayı diler her yeni yılda. Ben nice hayaller kurarak binlerce yıl öncesine gittim yeni yılın bu ilk dakikalarında. Hayal bu ya, Tanrı ilk yarattığında dünyayı, sihirli bir değnekle dokunsaydı eğer hayatın zümrüt yeşili bahçelerine, atalarımız olan ilk insanlar cennet bir dünyaya açacaklardı hayretle gözlerini.

Muharrem Erbey'in suçu ne

  Geçenlerde Diyarbakır cezaevine gidip bazı dostları ziyaret ettim. Uzun yıllardır tutuklu olan Senanik Öner, Hatip Dicle, Şırnak belediye başkanı Ramazan Uysal, Muharrem Erbey ve İdil belediye başkanı Resul Sadak'la kısıtlı bir zamanda da olsa hasret giderdim. Hepsi yıllardır hapiste; hapislik adeta yaşamlarının bir parçası haline gelmiş. Kendisini meselenin tarafı olarak gören mahkemeden herhangi bir beklentileri kalmamış, hukuk ve adalet duygularını haklı olarak yitirmişler. Rehin olarak içeride tutulduklarını düşünüyorlar.

Ecdat(iniz)in VukatU(lar)i[*]

“İşte bir sürü olay sana. Ve bir sürü soru.”[1]

 

Hepimize Stephen Hawking’in, “Bilginin en büyük düşmanı bilgisizlik değildir, bildiğini zannetmektir,” sözünü anımsatan bir “Ecdat” yaygarası aldı başını gidiyor…

Semih Gümüş’ün, “Tarihi anlar yaratamaz”; Giorgio Agamben’in, “Tarih asla anda yakalanamaz, sadece bütüncül süreç olarak yakalanabilir,”[2] uyarılarını kavrayamayan “ecdat körlüğü” dört yanı sarıp sarmalıyor…

Umutlarımızı Büyütüyoruz

 

“... komünist için sorun, mevcut dünyayı köklü bir biçimde dönüştürmek (revolutionieren), varolan duruma pratik olarak saldırmak ve onu değiştirmektir.”Marx-Engels

SİBEL ÖZBUDUN – TEMEL DEMİRER 2014

Hayaller(imiz)le, cüret(imiz)le, umut(larımız)la yolumuzu açacağız 2014’te de sen/siz orada biz burada; Cemal Süreya’nın, “Artık hayallerim suya düşecek diye/ kaygılanmıyorum./ Çünkü, onlar düşe düşe/ yüzmeyi öğrenmişler,” dizelerini terennüm edeceğiz inat ve ısrarla…

İT DALAŞINDA TARAF OLUNMAZ, SINIFIN NET TAVRI KONUR

Sınıfsal mücadele yaşadığımız coğrafyada belirleyici özellik taşıyor. Bölgemiz  Türkiye’deki örgütlü sınıf mücadelesinin seyrine göre şekil alacaktır. Ezilenlerin başkaldırışı da    göre ilerleme veya gerileme gösterecektir. Bu gerçek Kürdistan için de geçerlilik taşımaktadır.

Sermaye, Siyaseti Çıkarlarıyla Örtüştürür[1]

“AKP-Gülen Savaşı” içinde yolsuzlukların çok az bir kısmının dışa vurumundan sonra, siyaset, bu kirli güçler arasındaki savaşıma odaklandı. Bunun böyle olması doğal. Bu olay, özellikle Haziran (GEZİ) Ayaklanması’ndan sonra hızlanan ve beklenen bir durmdu. Daha önce yazdığım “üç vakte kadar” başlıklı bir yazıda, hükümet açısından “iki vaktin” bittiğini, “üçüncü vaktin” ise içinde olunduğunu yazmıştım. Bu herkes tarafından da bilinen bir gerçekti. Haziran Ayaklanması var olan süreci hızlandırmış ve daha kaçınılmaz bir hale getirmiştir.

Sayfalar