Pazartesi Haziran 17, 2024

Birer Birer Duran Mohikan Yürekler ve Düşündürdükleri (Emre Erdal)

Gözünü açtığı yüzyılın devrimci başarılarıyla kanatlanan, yenilgilerine derinden hüzünlenen, yoldaşları düştüğünde ağlayan, kavga saatinde ise şahinleşen, düşlerinin ardından hesapsız yürüyen, pek çok şeyi yarım yaşayan ama zorunluluklarından kurtulmuş bir dünya sevdasından asla vazgeçmeyen bir devrimci kuşağın artakalan mohikanlarını birer-ikişer kaybediyoruz.

Bir önceki kuşaktan Deniz, Mahir ve İbrahim gibi rol modelleri olan; cüret, samimiyet ve değerlerine bağlılık dışında hiçbir akademik ünvanı, medyatik şöhreti olmayan, esasen buna ihtiyaç da duymayan çıplak yürekli adsız direniş abideleriyle erken vedalaşmak acı veriyor. Hele de hak edilmeyen bir dağılma ve yalnızlaşma ikliminde…

1954 yılında Dersim’de başlayan ve 12 Ekim-2021’de İsveç’in Göteborg kentinde biten bir yaşam serüveninin ve mücadele parkurunun evrelerine en genel hatlarıyla bakıldığında dahi, çok boyutlu malum ulusal, sosyal ve sınıfsal toplum gerçeğiyle karşılaşıyoruz.

Bir Mohikan’dan, Musa Yavuz’dan söz ediyoruz…

Mazgirt’in Manekirek köyünün yoksul dünyasında başlayan yaşam yolculuğunun İskenderun durağında işçilik (1976), İstanbul durağında (1977) inşaat ustalığı, taşeronluk, Gülsuyu gecekondu mahallesinde TKP(ML) ile tanışma ve giderek yarı aktif tarzda yerel faaliyetlerine katılma, o yılların başat toplumsal hareketlerinden olan “gecekondu hareketleri”nin en bilineni olan Ümraniye 1 Mayıs Mahallesi’ne karşı devletçe girişilen ve 12 kişinin ölümü, onlarca kişinin polis kurşunuyla (bu arada kendisinin de kalçasından) yaralanmasıyla sonuçlanan yıkım saldırısına karşı halk direnişine katılma, ardından gelen tutukluluk ve Toptaşı cezaevi dönemi…

1978 başlarında tahliye ve bir süre sonra da yurt dışına çıkış…

1981 Mayıs’ında, çok sevdiği ve köklü bir saygıyla bağlandığı ağabeyi Ahmet Yavuz (Hamido) yoldaşımızın devlet güçlerince katledilmesinin yüreğine düşürdüğü ve bir daha hiç sönmeyen ateşin de harladığı ileri atılım…

1983 baharında kalabalık bir grup yoldaşıyla birlikte Lübnan’daki Bekaa Vadisi’nde oluşturulan TKP(ML) askeri kampına katılım, Ortadoğu parti organı mensubu olarak sorumluluk üstlenme, Suriye çalışmaları, Halep’te Muhaberat’ça (Suriye İstihbarat Servisi) yakalanıp işkenceli sorguya tabi tutulma ve ardından gelen hapis dönemi (1984)…

Halep hapishanesinden çıkış, silahlı bir TKP(ML)-TİKKO timinin başında Türkiye’ye giriş denemesi esnasında sınır devriyeleriyle çıkan ve iki jandarma erinin ölümüyle sonuçlanan çatışmadan başarıyla çıkış, Ortadoğu’da güvenlik koşullarının ortadan kalkmasıyla 1985 yılı ortalarında iltica talebinde bulunmak amacıyla hava yoluyla önce Fransa’ya ve ardından Yunanistan’a yapılan başarısız giriş denemeleri, her iki ülke ilgili bakanlıklarınca Suriye’ye teslim edilişi, yeniden Muhaberat sorguları… Sonuçta Birleşmiş Milletler İltica Komiserliği aracılığıyla 1985’in ikinci yarısında İsveç’e geçiş, diaspora serüveni ve de ömrünün son anına kadar devam eden Hamido boşluğu, KAYPAKKAYA sevgisi/sadakati…

***

Çoklu faktörlerin birikimiyle oluşan her sürgün ölüm gibi Musa Yavuz’un “ani” kaybı da son yarım yüzyıllık tarihimiz bakımından önemli dersler içeriyor.

Burada devletten, onun muhafızlığını yaptığı kapitalist haydutluktan yana söylenecek fazla söze gerek yok. Zira onlar, hoyratça bir sınıfsal tahakkümün gereğini icra ediyorlar. Esaret altındaki etnik ve inanç topluluklarını hedef alan soykırımlar, tekil ve toplu cinayetler, tabii yaşam sahalarının barbarca tahribi, zorla göçürme, her yaş ve cinsten emekçinin yarattığı toplumsal zenginliğin küçücük bir kastın lehine yağmalanması, tüm bu örgütlü kötülükleri gizlemeye çalışan kurumsal yalanlar ve de komünistler ön sırada olmak üzere bu sınıfsal egemenlik formuna itiraz eden muhaliflerin başına getirilenler. Yani kurumsal işkenceler, sistemli takibatlar, kim vurduya gitmeler, sürgünler ve sürgün mekânlarına dahi taşınan organize cinayetler, yeni suikast tasarıları, kurbanlık isim listeleri…

Yaşamlarının bir aşamasından sonrasını yalnızlık içinde geçiren yoldaşlarımızın ve çoklu acılar içinde beden ve ruh sağlıklarını kaybeden, erken ölümlere sürüklenen devrimcilerin sayısı az değildir.

Her biri birkaç kadim dostu veya aile ferdinin desteğiyle, çoğu zaman ise yalnızca kendi bilinç, irade ve öz değerleriyle hayata tutunmaya çalışan emektarlarımızın kendi kaderleriyle baş başa kalmaları kabul edilebilir bir durum değildir. Öngörülen değerler, uğruna mücadele edilen insan ilişkileri normlarıyla hiç de bağdaşmayan mevcut tablonun kanıksanmasına, sürgit devamına cevaz vermek, göz yummak aynı derecede anormaldir.

Peki bu ne demektir ve gerekleri nelerdir?

Öncelikle, yüz akı bir direniş tarihinin oluşmasında ve bu günlere taşınmasında Musa Yavuz gibi nice adsız militanının paha biçilmez katkılarını bilmek, teslim etmektir. İkinci olarak, ölümlerinin ardından bol emojili, nostaljik fotoğraflı, ışıklı/yıldızlı taziye mesajlarından daha çok, onlar hayattayken yalnızlaşmalarının, içine kapanmalarının, yaşamlarını idame etme güçlüklerinin sebeplerine, kalıcı çözüm yollarına kafa yormaktır. Uzun hapis, dağ ve yeraltı yaşam formlarının ardından sivil yaşama adapte olmakta zorlanan mensuplarını ve taraftarlarını gereği gibi koruyup zamanla da yeni biçimlerde mobilize edecek dayanışma kültürünü ve bunun kurumsal ağlarını yaratma sorumluluğunu, “hele bir iktidara gelelim, sonra icabına bakarız”a ertelememektir. Bir yandan bin bir emek ve bedelle kazanıp diğer yandan kaybeden bir hal tarzını kültür haline getirmemektir.

Üçüncüsü ve değerlerimize uygun bir seçenek olarak, komün evleri, çoklu işlevlere sahip komün yerleşkeleri yaratmak ve buralarda yaşamak isteyenler için minimum kollektif geçim, bakım ve eğitim olanakları oluşturmaktır.

Dördüncüsü, tercihen uzaklaşanları değil ama küçük kırgınlık ve güvensizliklerin, tali plandaki görüş ayrılıklarının yanlış yöntemlerle ele alınışının ya da ihmalkârlıkla sümen altı edilmesinin neden olduğu yalnızlıkları etkin, yaratıcı, ortak paydaları merkezine alan çabalarla gidermektir…

Beşincisi, günümüze dek süregelen sol (ve tarihimiz) içi müzmin kimi döngüsel sorunların 12 Eylül ile başlayan yenilgi ve çözülme sürecinin artçı dışavurumları ve postmodern ideolojik pandemiyle olan bağını doğru kavramak, bunun gereği olan etkili politikalar geliştirmek, dağılan dinamik fragmanlarını toplamak, çoğaltmak ve samimi her birlik çabasına ivme kazandırmak olabilir…

Altıncısı, yitirdiklerimizin kıymetli anılarına saygının da bir gereği olarak, mücadele deneylerinin tanıklıklarını, varsa zihinsel-sanatsal ürünlerini özenle arşivlemek, bir devamlılık kültürü inşaa etmek ve politik-kültürel mirasımız olarak sonraki kuşaklara aktarmaktır.

Dost düşman, parça bütün, orijinal kopya ilişkilerini birbirine karıştıran ve sosyal medya aleminde serili bulunan devlet güdümlü trol ve misyonerlik ağlarının manipülasyonlarına takılarak raydan çıkan sol naifliğin dramı yersiz parçalanmaları tetikleyen yanlışlarla da çakışınca, durumun vehameti daha da ağırlaşıyor. Zira bu durum, bir gözünü devletin üzerinden ayırmaması gereken komünist solun kapalı devre didişmeleri ve yetersizlikleri sistem sahiplerinin birbirinden farklı yeni tipteki ideolojik, politik, medyatik ve polisiye operasyon tekniklerinin yıkıcı etkisini, oluş(turul)an kaotik ortamda sahne alan tuhaf aktörlerin, gönüllü kayyum adaylarının işlerini kolaylaştırabiliyor.

İşte böyle zamanlarda gözlerimiz Musa’yı, Musavari içtenliği, asli değerlerinden şaşmamayı, bilince dayalı sınıfsal öfkeyi, dünyayı değiştirme motivasyonunu daha çok arar oldu. Cervantes’in iyi yürekli, sevgi, inanç, adalet ve hakkaniyet duygusu yüklü baş kahramanına taş çıkartan bir sınırsızlık, eşitlik ve özgürlük aşkına sahipti Musa.

Onun 2007 yılında Belge Yayınları arasında ilk cildi yayınlanan Sanala Romanan (Sanalın Romanı) başlıklı çalışmasına göz atanlar bu gerçeği daha iyi görürler. Musa’nın roman denemesinde her ne kadar dil, tarih, felsefe, kültür, kurgu ve olgular kıran kırana birbirine girmiş de olsa, iki şey bütün berraklığıyla doğal mecrasında yoluna devam eder: Eşitlik ve adalet tutkusu, özgürlük ve sınırsızlık aşkı!

“Yazmakta senin neyine, sen daha dile bile hakim değilsin” demeye getirenlere aldırmadan ve hiçbir komplekse kapılmadan yazıyordu Musa. “Kim demiş köy dünyasının delikanlıları ve Bekaa vadisinin silahlı sıra neferleri yazamaz” dercesine yazdı…

Eğilmeyen Mohikan duruşuna, onurlu ve cesur yürek devrimci kalkışmasına olanca saygı ve sevgiyle.

2989

KÜRT MESELESİNDE EVRİM Mİ KANSIZ DEVRİM Mİ?

 

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın hayret verici çalımının gölgesinde süren Devlet-Öcalan görüşmesi -bana ümit vermese de- tereddütsüzce desteklenmelidir. Desteklenmelidir, çünkü anlaşma sağlanırsa hiç değilse savaş duracak ve artık gençler ölmeyecek. Bir de cezaevlerindeki binlerce insan dışarı çıkacak. Sadece bu iki nedenle de olsa görüşmelerin mutabakatla sonuçlanması için taraflar adım atmaya teşvik edilmelidir.

 

KÜÇÜK BURJUVAZİNİN ÖZGÜRLÜĞÜ ARADIĞI YER

Küçük burjuva aydınları sosyalizmi sevmezler. Gerçekte, onların sevdiği düzen, kapitalist sistemdir. Kapitalist sistemin kendilerine dokunmamasını isterler. Onların tek istekleri; “özgürce yazmak”, “özgürce sanatlarını gerçekleştirmek”... Ancak, bu kutsal “özgürlüğün” içinde, kapitalist sistem tarafından ezilen işçi ve emekçilerin özgürlüğü yoktur. Onlara göre, işçi ve emekçilerin görevi; kapitalist iş bölümü gereği sermaye sahibine artı-değer üretmek...

İSLÂMCI-MUHAFAZAKÂRIN ZİHİN HARİTASINDA BİR GEZİNTİ: “NASIL BİR KADIN(LIK)”?[*]

 

“Biri kurbağa öper,

biri yüzyıllarca uyur,

biri 7 cüceyle yaşar,

biri kuleye kapatılır.

Bir masal prensesi olsan bile

kadınlık zor.”[1]

 

1. Arap-İslâm İmgeleminde Kadın: Arzu ve Tehlike

 

ZİNDANLARDAKİ ÇIĞLIK, BÜYÜK ÇIĞI OLUŞTURACAK…[1]

 

“Tarih, gelecek için

kavga verip, yitirmiş bile olsa,

insanlık için vuruşanları

hiç unutmaz.”[2]

 

Şu an elim tuttuğum 29 Ekim 2012 tarihli mektup Erzurum H-Tipi Kapalı Cezaevi’nin B-Blok’undaki 4. Odadaki Muzaffer Yılmaz’dan geldi…

Büyük kalıcı tarihsel projeleri birlikte inşa edelim...

12 Mart,12 Eylül ve daha sonraki süreçlerden günümüze dek Türk Devletinin zulmüne maruz kalmış, ülkesini, terk etmek zorunda bırakılmış, Ailesinden, eşinden, dostundan, kardeşinden, yoldaşından ve uğruna mücadele yürüttüğü halkından nedeni ne olursa olsun kopmak zorunda kalmış; kimileri işkence görmüş, kimileri uzun yıllar zindanlarda kalmış 120 civarındaki Sürgün 15 Aralık 2012 tarihinde Köln’de bir araya gelerek Avrupa’da Sürgünde yasayan İnsanların sorunlarına sahip çıkmak, bulundukları ülkelerden imkanları ve olanakları ölçüsünde Sürgünlüğe yol açan Türk Devletinin bugünde devam eden ba

Kaypakkaya Partizan ve Yol Ayrımları

        Bir görüşü savunmanın en mutlu yanı o görüşün çoğalması ve kitleselleşmesidir. Eğer yaptığınız iş buna hizmet ediyorsa, adımlarınız hep ileriye dönükse anlam kazanacaktır, tatmin edici olacaktır. Yaptığımız işlerin özeleştirisini yaptığımız kadar eleştrilerini de yapmalı ve gerekirse çıkmaza girildiğinde dönüp kendimize bakıp ne yapıyorum denilmelidir. Gittiğimiz yol 1 adım ileri 2 adım geri gidiyorsa burda durup düşünmek ve ortaya çeşitli tespitler koymamız gerekmektedir.

BARIŞ GÜVERCİNLERİNE KURŞUN SIKILMAZ

 

Sakine Cansız (Sara), Fidan Doğan (Rojbin) Leyla Şaylemez

 

Her biri birbirinden değerli onurlu üç Kürt siyasetçisi ,Farklı dönemlerde KUH katılmış adeta nesilden nesile devam eden  kurtuluş hareketinin bayraklaşan isimleri,

PKK nin kurucu kadrolarından olan, mücadelenin bütün aşamalarında alnının akıyla çıkan, düşmanın dahi  saygı duyduğu devrimci bir kadındır Sakine Cansız,

Cezaevi resimlerine bakıldığında zayıf, çelimsiz, üflesen düşecek gibi görünmektedir.

“Yarı-Feodal” Brezilya...?

 11.01.2013 tarihinde Özgür Gelecek gazetesinin internet portalında; “Süreç devrimcilerin lehine dönecektir!” adlı bir yazı okudum. Sanırım Brezilya Komünist Partisi (Maoist)’e ait. Yazının altında böyle bir imza yoktu. İsim konusunda yanılmış olabilirim. Burası çok önemli değil. Benim açımdan önemli olan, yazının Brezilya ile ilgili değerlendirmesiydi. Esas olarak da, böyle bir değerlendirme yazısının kendine “Maoist” diyen bir örgüt tarafından yapılmasıdır. Eğer, kendisini “Maoist” olarak adlandırmasaydı, böyle bir yazı yazma ihtiyacı da duymazdım.

 

AKP’nin Eğitim Sistemi: Milliyetçi, Maneviyatçı Ve Piyasacı…[*]

 

“Bilginin iktidarla ilişkisi

sadece uşaklıkla değil,

hakikâtle de ilgilidir.”[1]

 

Sürdürülemez Kapitalist Krizin Topoğrafyası[1]

 

Krizin içindeyiz.

Krizle sarsılıp, savruluyoruz.

Her gün, her an krizin “sonuçları”ndan etkileniyoruz.

Vs., vd’leri…

Bunlar böyleyken; hâlâ krizi “tartışıp”, “konuşuyoruz”.

“Hâlâ” dememek için sürdürülemez kapitalist krizin topoğrafyasını çıkarmak gerekiyor.

Neo-Liberal Türkiye'de Muhafazakârlaşma/ Düşkünleşme Diyaletiği[*]

 

“Yükselen her şey düşecektir.”[1]

 

Bir ‘Millî Gazete’ yazarı, Türkiye’de son yıllarda fuhuş,[2] uyuşturucu kullanımı, cinayet, gasp ve tecavüz gibi olayların hızla arttığına, içki kullanım yaşının 11’e düştüğüne,[3] boşanmaların arttığına,[4] kadınlara yönelik şiddetin yoğunlaştığına[5] vb. işaret edip soruyor: “Bu nasıl ‘Muhafazakârlık’?”

Sayfalar