Pazartesi Haziran 17, 2024

Aslı Ceren Aslan:Aşksız dirilmiş, iradesi güçlenmiş kadınlarız biz!

“ Sesim belki zayıf ama iradem hayır Aşksız, dirilmiş hissediyorum kendimi.” ( Ahmet Ahmatova )

Sovyetler’in ilk dönemlerinde kadının dilinden yazan, kendisine ve hemcinslerine, erkek egemen sistemin dayattıklarına tüm cesaretiyle karşı koyan, dokunulmaz-konuşulmaz kılınan “ikili ilişkilere” dair ezber bozan bir şair Anna Ahmatova. Aleksandra Kollontai, “Marksizm ve Cinsel Devrim” adlı eserinde yeniyi yaratırken ikili ilişkilerin de bundan kaçamayacağını belirtiyor ve kitabının bir bölümünü Anna’ya ayırıyor. Kollontai, bu bölümünde Anna’nın yazdığı şiirlerin neden kadınları bu kadar yakaladığını inceliyor. Sovyetler’de yeninin inşa edildiği bir dönemde komünist olmayan bir şairin kadınlara bu denli hitap etmesini sorgulayan Kollantai cevabı şu şekilde veriyor. “Ahmatava genellikle ‘kadın’ türküsü değil, yaşam yolunu çalışmayla bulan yeni yapıdaki kadının türküsünü söylüyor.”

Erkek egemen sistemin bin yıllardır bağımlı kıldığı kadının, bu bağımlılığını övgüler dizerek besleyen bir şair değil Anna, bu bağları gözler önüne serendir. Bu yönüyle eskinin değil, yeninin yanında yer alandır. Kadınları çeken ise budur! Sorgulanamaz kılınan, yüceltilen aşk ve cinselliğe dair açıklıkla yazan Anna, Sovyetler’in sosyal, siyasal ve ekonomik yenilenme ve eskiyi yıkma sürecine, ataerkilin manevi tutsaklığı ürettiği ikili ilişkilere dair korkusuzca yazarak katkıda bulunuyor. Manevi tutsaklığı dile getirişinin karşılığı elbette var; Sovyetler’de pek çok kadın aşkın prangasından sıyrılarak, iradelerine kavuşarak yenilemeye gidiyor.

Bugüne gelecek olursak… Kadın mücadelesinin deneyim ve birikimi var olan gücümüzü keşfetmemizi sağlıyor; pek çoğumuz Anna gibi gerek toplumsal gerek ikili ilişkilerde erkek egemen sistemin besleyip büyüttüğü cinsiyet rollerine karşı koymayı seçiyoruz. Kalıpların-sınırların dışına çıkarak manevi tutsaklığımızı yenmeye çalışıyoruz. Aşkı hayatının merkezine koymayan, onun “manevi tutsaklığına” boyun eğmemeyi seçen, erkeğin yansıması olmayı reddedenlerimiz gittikçe çoğalıyor. Kendi olmayı tanıyan; sevdiği-sevmediği, istediği-istemediğini ortaya koymaya başlayan; kimliğinden ödün vermeksizin yansıma olmayı reddediyoruz artık. Çünkü erkeğin yansıması oldukça mutlu olacağımızı zannettiğimiz zamanlar ötede kalmaya başladı; bunun en büyük mutsuzluğumuz olduğunu kavrıyoruz. Kendimizi tanımadan, erkek egemen sistemin biçtiği rollerle kendimiz olmaktan çıkarak bin yıldır unutturulmaya çalışılan “ben”imizi keşfetmek bizlerin bocalamasına sebep oluyor.

Bu bocalayış ikili ilişkilerde de karşımıza çıkıyor. Sıklıkla hayal kırıklığı yaşıyoruz fakat vazgeçmeyerek kendimizi keşfetmeye devam ediyor, keşfettikçe güçleniyoruz. Zorlansak da “sevgilinin hatırı için, aşk adına bile olsa kendimizi yadsımanın bir cinayet” olduğunu görüyoruz. Kadın katliamı sadece bedensel olarak gerçekleştirilmiyor, kimliğimize de yansıyor bu katliam. Erkeğin yansıması olarak katlediliyoruz hepimiz, hiçbirimizi es geçmiyor bu durum. O nedenle, geçerli olanı yıkmak zorlasa da bizi, kaybedeceğimizin farkında olarak vazgeçmiyoruz.

Feminist hareketin çok önemli bir belirlemesi var aşka dair: “Eşitlik yoksa, aşk da yok!” Bu belirlemeyi kaba şekilde “aşkı hayatımızdan sileceğiz” şeklinde ele almamak gerekiyor elbette. İkili ilişkilerde erk-ek tarafının kurduğu iktidar, kadının silikleşmesi ile can bulurken bunun yarattığı durumlar “aşk” olarak benimseniyor. Oysa ki aşkın bu olmadığını, buysa da bu haliyle kabul etmeyeceğimizi haykırıyoruz artık. Erkeği koruyan, kollayan; kadını ise bağımlı, korunan ve kollanan olarak resmeden “aşk”, toplumsal alanların ikili ilişkilerdeki yansımasını ortaya koyuyor. Erkek dünyalara açılırken kadının bir yerde beklemesi; “kıyı” olmayı benimsemesi gerekiyor. Kadının dünyalara açılması imkansız! Çünkü erkek “kıyı” olamaz, bekleyemez! En bilinenler fiziksel-cinsel şiddet olarak karşımıza çıkarken psikolojik şiddet “inceltilmiş” yöntemlerle bizi buluyor. “Sevmek fedakârlık gerektirir” düsturu ile psikolojik şiddete boyun eğmek ise “sevmek” oluyor. İstemediğimiz cinselliğe kaybetmeme korkusuyla; “aman gözü dışarıda olmasın” diyerek katlanıyoruz. Ve bu da “sevgi, aşk” oluyor!

Neyse ki artık bütün bunlar gizli-saklı köşelerde kalmıyor. Yeni Demokrat Kadın’ın dergi ve internet sitesinde yer alan pek çok deneyim ile yaşadıklarımızı paylaşmamız ve onlarla hesaplaşmamız, gizli-saklıyı, dokunulmaz-konuşulmazı reddettiğimizi göstermiyor mu? Deneyim paylaşımlarımızla, apolitik görünen tamda politik olduğunu, birbirimizle ne kadar farklı ama bir o kadar da aynı olduğumuzu, “tekil” sayılan olayların “çoğul” olduğunu görüyoruz. Bu paylaşımlarla, ataerkiye karşı güçleniyor; kadın dayanışmasının gerçek anlamını keşfediyoruz.

Diğer yandan Sovyetler’de Anna’nın şiirlerinde kendilerini bulan kadınlar gibi bizler de Furuğ Ferruhzad’da, Didem Mamak’da, Tezer Özlü’de onlarca cümle ile anlatamayacaklarımızı bulmuyor muyuz?  Didem Mamak, “Kanatlarım da sigara yanıkları/gül diye okşadım onu yıllarca” derken derdimizi iki cümle ile tek kertede anlatmıyor mu? “Aşk”, “sevgi” diye diye yıllardır kanatlarımızda söndürülen sigara yanıklarının farkına varıyoruz. Kıskançlık ile kısıtlanmışlığımız, zincire vurulmuşluğumu mesela. “Seven kıskanır”ın gül diye okşamışlığımıza denk düştüğünü… Erkeğin yüreğinden geçen yolun midesi ile aynı istikamette olması mutfağa hapsederken bizi, emek-emek daha fazla emekle sigara yanıklarımız artıyor. Acıyı sevgi belletenler yanıkları görmemizi engellerken, kadın mücadelesi ile yanıklarımızın farkına varıyoruz.

Kanatlarımızı özgürlüğe açmak için çırpınıyoruz.

“İkili ilişkiler”in bir başka boyutu ise evlilik. Artık imzalar yoluyla onaylanan prangayı Furuğ “Tutsak” isimli şiirinde, genç bir kadının “altın halka”nın anlamını keşfetmesiyle şöyle açıklıyor: “Kadın perişan oldu/ve yüzünde yine de ışık ve parıltı olan bu halka/kölelik ve kulluk halkasıdır diyerek/için için ağladı.” Genç kadının “altın halka”nın sırrına varışı, bu sırrı kavrayışı ve ardından yaktığı ağıttır bu. Acıları aşk zannetmek, “ben” i kaybederek “biz” olduk diye sevinmek… Ya da Tezel Özlü’nün yazdıklarına bakalım bir de; “Biz belki de kendi kendilerine yaşaması gereken ama belki de toplumumuz buna elvermediği için evlilikler yapan kadınlarız.” Yani Furuğ’un şiirinde “altın halka”yı, onun anlamını keşfeden kadının ataerkilin işlediği toplum nedeniyle kulluğa-köleliğe maruz bırakıldığı açık değil mi? İçerisinde bulunduğumuz sistem, “hastalıkta, sağlıkta…” ile başlayan sözlerle iki kişiyi birbirine mahkum kılıyor, ikiyi çoğaltmayı ancak doğan çocuklara endeksliyor, toplumsallaşmayı ise yok sayıyor.

Pek çok kadın yazar-şair yaraları ile yaralarımızı sunuyor bize. Farkına varan değişim-yıkım için çabalayan, kendini keşfeden kadınlarız biz. Ancak tüm bu keşiflerimiz erkek egemen sistemin güçlü oluşu nedeniyle eziyor bizi. Bilincimiz uyandıkça çoğu zaman acı çekiyoruz. Kapalı olan gözlerimizin açılışının bocalayışı altındayız. Çünkü Kollantai’nin de ifade ettiği gibi “yeni” henüz pek uzak!

Her ne kadar acıda çeksek, bocalasak da duyargalarımızın açılışı parçalamayı, var olan sınırları reddetmeyi beraberin de getiriyor. Pek çoğumuz tutsaklığa geri dönmeme amacıyla acılarımızı, bocalayışlarımızı güce çeviriyoruz. Bizler aşksız dirilmiş, iradesi güçlenmiş kadınlar olma yolunda sağlam adımlarla ilerliyoruz.

(Tutsak Yeni Demokrat Kadın aktivisti Aslı Ceren Aslan)

40389

Misafir yazarlar

Güncele iliskin yazilariyla sitemize katki sunan yazar dostlarimiza ait bölüm

Son Haberler

Sayfalar

Misafir yazarlar

18 MAYIS | Umudu Büyütmeye Devam Ediyoruz

"Kaypakkaya'nın kurduğu parti ve oluşturduğu program etrafında elli yıldan fazla bir süredir kavgasını sürdüren yoldaşları büyük bir mücadele ve direniş geleneği yarattılar. Kaypakkaya'nın görüşlerini büyük bedeller ödeyerek bu günlere taşıdılar, taşımaya devam ediyorlar..."

 

Tam 50 yıl önce 1973’ün 18 Mayıs’ında 1971 silahlı devrimci çıkışının “komünist yüzü” İbrahim Kaypakkaya, Amed Hapishanesi’nde Kemalist faşist diktatörlük tarafından katledildi.

“Cabbar”laşan Ermeni (Nubar Ozanyan)

Sonu gelmez Ermeni-Kürt düşmanlığı üzerinden yaratılan büyük korku, bilinçleri kuşatıp yürekleri tutsak almaya devam ediyor. Aradan 108 yıl geçmesine karşın Ermenilerin baskı görme, işini kaybetme vb. korkularından dolayı kendilerini inkar ederek kimliklerini gizlemelerinin trajik hikayeleri yazılmaya devam ediyor. Her an baskı görecekleri endişesiyle güvercin tedirginliği içinde yaşamaya devam ediyorlar.

Soykırımlara Karşı Direnişi Büyütelim!

 

Seçim Tavrı(Mız): Oyumuz Devrime![*]

SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER

 

“Vekil inançların

raf ömrü kısadır.”[1]

 

Umudun Adı ve Devrime Çağırıydı Yılmaz Güney[1]

“Bir pratik,

bir ideolojinin aracılığıyla

ve bir ideolojinin içinde vardır.”[2]

 

Reis Çelik’in, “Düzene başkaldırmış korkusuz bir devrimci”[3] diye betimlediği Onu; hayatının her alanında uçlarda yaşayan korkusuz, sahici insanı; hakikât savaşçısı komünist Yılmaz Güney’i nasıl anlatabiliriz? Bunu çok düşündüm. Sorumun yanıtını da yine Yılmaz Güney’in üç karesindeydi…

‘ÜMÜŞ EYLÜL KÜLTÜR-SANAT’A YANITLAR[*]

 

“Kâğıda dokunan kalem,

kibritten daha çok yangın çıkarır.”[1]

 

Ümüş Eylül Kültür-Sanat/ Hasan Şahingöz (HS): Sizce yazarlık nedir? Yazarlığın ayırt edici özellikleri nelerdir? Kime, neden yazar denir?

Temel Demirer (TD): “11. Tez”ci eyleminin saflarında, “Yazmak eylemdir; yazarlık ise son saatin işçiliği,” diyenlerden ve elime her kalem alışımda Friedrich Engels’in, “El yalnızca emeğin organı olmayıp, aynı zamanda emeğin ürünüdür,” uyarısını anımsayanlardanım.

 

Ben Ölüyorsam Sizde Ölün: Seçimleri (Kılıçdaroğlu'nu Boykot)

Proletaryalar faydacıdır; yararlanmasını bilene.

Seçimler ilginç bir şey.

Herkes seçimlerin neler değiştirip değiştirmeyeceğini tartışıyor.

Ama kime göre neye göre?

Devrimcilere göre mi proletaryalara göre mi?

Şayet tartıştığımız seçimlerin sisteme karşı devrimcilerin yaşamlarında neler değiştirip değiştirmeyeceği  ise...

İnanın dün olduğu gibi bu günde seçimlerin devrimcilere karşı sistemin davranışlarında herhangi bir şey değiştirmeyeceğini herkesbiliyor..

Sistem yine devrimcileri gördüğü her yerde katletmeye çalışacak.

Nisan Güneşi Yolumuzu Aydınlatmaya Devam Ediyor

Nisan’ın 24’ü çeşitli milliyetlerden ve inançlardan işçi sınıfının, emekçilerin, ezilen yığınların öncü müfrezesi proletarya partisinin kuruluş günüdür. Aynı zamanda Marks ve Engels tarafından 1848 yılında ilan edilen Komünist Manifesto’nun Türkiye ve Türkiye Kürdistanı topraklarında yeniden yaşam suyuna kavuştuğu tarihi ifade etmektedir.

BURJUVA SEÇİMLERİ ve PROLETER TAKTİK

Bilim, ….. , isteklere ve görüşlere uygun tarzda, tek bir grubun, ya da tek bir partinin savaşım hazırlıklarına ve bilinç derecesine göre siyaseti belirleme yerine, ülkedeki bütün grupların, partilerin, sınıfların ve yığınların hesaba katılmasını emreder.[1]

Enkaz Yaratan Çürük Düzeninizi Yıkacağız; Seçim Kurtuluşunuz Olmayacak!

6 Şubat depremleri sonrasında on binlerce insan taammüden katledildi, yüz binlercesi yaralandı ve milyonlarcası temel yaşam koşullarından mahrum bırakıldı. -Bir değil, iki değil, üç değil- on binlercemiz kendileri için bir mezar haline getirilen evlerinde öldürüldü. Sadece depremler nedeniyle değil enkaz altında kurtarılmayı beklerken yardım edilmediği için donarak öldürüldü. İnsanların yardım edin çığlıklarına, “Nerede bu devlet?” haykırışları eşlik etti.

Halkın İçinde Olmak (Sentez)

Halka dair söylenenler, devrimciliğe dair biçilenler, bireye dair yapılan sorgulamalar, bir politik öznenin hayatın içinde olup olmamasına dair yapılan vurgular, sömürenler ve onların devleti, bunların siyasi iktidarı ve muhalefeti, ordusu, sivil uzantısı her şey ama her şey mücadelenin tarihiyle kıyaslandığında kısacık denilebilecek bir zaman diliminde, yoğunlaştırılmış bir şekilde tartışmaya açıldı, tüm bunlarda yeni derinlikler kazanıldı, yeni bakışlar edinildi, ufuklar genişledi, renklilik geldi.

Sayfalar