Pazartesi Mayıs 20, 2024

Tecrit etme ve teslim almanın bir öğesi olarak; TEK TİP ELBİSE (1)

15 Temmuz darbe girişimiyle toplumsal muhalefet güçleri başta olmak üzere işçi sınıfı ve emekçilere, ezilenlere yönelik saldırılarının dozajını arttıran devlet, bunun bir parçası olarak şimdi de zindanlarda TTE uygulamasını gündeme getiriyor. Toplumun tek tipleştirilmesi vesilesiyle teslim alınmasını hedefleyen oldukça kapsamlı bu saldırının amacı, içeriği ve buna karşı neler yapılabileceğine dair tartışmaları, geçmişin deneyimleriyle birlikte yürütmek doğru olacaktır. 12 Eylül Cuntası döneminde TKP/ML TİKKO davasından zindanlarda bu süreci ilk elden direniş mevzilerinin tamda içinde yaşayan bir Partizan tarafından kaleme alınan yazıyı güncelliğinden dolayı yayımlıyoruz:

12 AFC’sinin zindanlarda uyguladığı yıldırma, tecrit etme ve teslim alma operasyonlarının başat bir öğesi olarak; TTE (Tek Tip Elbise) Yaptırımı

Karşı devrimci cephe hızlı bir biçimde gelişen toplumsal mücadelelerin üstesinden mevcut politik aygıtları aracılığıyla- bir “yönetememe krizi” içerisinde olduğundan- çıkamayacağını anladığı anda kendini farklı bir çözüm arayışında hissetti. Bu yönetememe krizi aynı tarihsel kesitte “bağımlılık ilişkileri” sebebiyle kapitalist emperyalist efendilerinde çıkarlarına tezatlık arz etmekteydi.

Burjuva-feodal devletin politik yönelimleri, “düzen dışılıkla” yüzleşmekteydiler. Burjuva-feodal sistemin sadece iç ilişkileri sebebiyle değil kapitalist-emperyalist sisteme bağımlılık ilişkileri üzerinden “krizlerinin sürekliliği” zaten ülkedeki bütün sosyal tabakaların, katmanların, dönem dönem şiddetlenen, hızlanan mücadelelerini de zorunlu kılmaktadır ki bu arada öngörülmesi gerekenin hareketlerin kendiliğinden değil bilinçli, örgütlü, hedefine kilitlenmiş olmasıdır.

Dönemin getirdiği şartlar altında bu toplumsal tabakaların sözcülüğünü üstlenmek, yığınların talep ve beklentilerine cevap vermek, mücadelenin ivmesiyle orantısız bir şekilde olsa da örgütsel temelde daha çok küçük gruplar halinde kümelenmeyle biçimleniyordu. Yerel ve uluslararası alandaki farklılaşmalar, bu sınıf ve tabakaların talep ve istemlerine göre, örgütlülükler yaratıyor, ancak bunların zaaf ve zayıflıklarını bağrında taşıyor hem de felsefi ideolojik akımların belagatini politik argümanlarında dışa vuruyordu.

Kısaca kavganın öncülüğünü üstlenen örgütlülüklerin, “bu form”u onların daha çok dar deneyci ve eklektik olmasını koşulluyordu. Daha sonraki yıllarda ve 12 Eylül’ün ağır yaptırımları karşısında bu daha net ve açık olarak görülecekti. Bu yüzden 12 Eylül 1980’de AFC “Askeri Faşist Darbe” gerçekleştirildiğinde sosyo-politik mücadelenin dibe vurması, temsili yet iddiasında bulunan örgütlerin ağır darbeler ve yenilgilerle yüzleşmesi kaçınılmaz oldu.

Kapitalist-emperyalist efendilerinde onayıyla “ki bu iktisadi yönüyle 24 Ocak kararlarıyla somutlanmıştı”, “iktidara”, “devlet aygıtına”, “baskı aracına”, “yönetme aygıtına” vb. el koyan AFC, militarist-despotik yöntemlerle toplumun üzerine çullanmış karabasandan kurtulmuş geri yığınların huzursuzluğunun ve korkusunun gücüyle düşman olan, ( kendi dışındaki bütün güçler) her kesime fütursuzca saldırıya girişmiştir. Düzen sağlanmıştır, faşist devlet aygıtı korunmuştur, burjuva-feodal sistem güvencelenmiştir.

AFC’nin diğer tüm sosyo-politik örgütleri (sendikalar, dernekler, vakıflar, partiler vb.) yanı sıra düzen partilerini de (AP, CHP, MHP, MSP vb.) kapatması sadece toplumsal alanda faşist devlet aygıtına güven tazeleme aygıtıydı. Ama ne tarih böyle işler ne diyalektik böyle görür. Modern toplumlar büyün işlerini, politik mecralarda, kulislerde, bakanlıklarda çözümlerken bizim gibi  “bağımlılıkta” sürekliliği olan (burjuva demokratik devrimini başaramadığı için) ülke çözümü askeri yöntemlerde çözmekte görüyor aslında mevcut yapılmış olanları da kırıp döküyor. Yani toplumun ilerleyişine ket vuruyor, toplumu onlarca yıl geriden yeniden ve yeniden başlamak zorunda bırakıyordu. Aslında bu kısır döngü emperyalizme göbekten bağımlı ülkelerin aşılmaz engelidir. Ki burjuvazinin ilerici barutunu tükettiği günden beri bundan çıkışı da yoktur. Bu anlamda burjuva-feodal sistem AFC diktatörlüğü ile geçici olarak sükûnet sağlanmış gibi gözükse de aslında “siyasi kriz” kalıcıdır.

AFC’nin desteğini aldığı emperyalist, komprador efendilerinin emir ve taleplerini kayıtsızca onaylaması, yönetememe krizini “açık faşizm” ile aşmasını sağladığı için siyasi krizde görünürde geçici olarak ötelenmiştir. Ancak bu sürecin en ağır tahribatı tüm toplum yani bürokrat kapitalistler ve büyük toprak ağalarının dışındaki sınıflar, katmanlar ile uluslar ve ulusal azınlıklar yaşamıştır.

Daha dar anlamda ise egemen sınıflara karşı mücadele eden ilerici, demokrat, sol örgütlülükler olmuştur. AFC “sağ-sol” çatışması ekseninde toplumu terörize ederek militer güçleriyle toplumu zapturapt altına almıştır. İlerici-yurtsever, devrimci, demokrat örgütler, bir bütün olarak sürecin gelişmelerini sağlıklı bir değerlendirmeden uzak kaldıkları için sübjektif güçlerini buna göre yönlendirememiştir. Burada ideolojik-politik yetersizliklerinin payı belirleyicidir. AFC’nin emperyalist, komprador efendilerinin ve yerli işbirlikçilerin “emir eri” olarak işkencehaneler, zindanlar ve darağaçlarıyla toplumu sindirmeye yönelmesi sonucunda mahpushaneler birer toplama kampı ve işkence merkezi haline dönüştürülmüş; yargısız infazlar, gözaltına kaybetmeler ve katletmeler, idamlar peş peşe gerçekleştirilmiştir. Böylece bütün toplumun teslim alınması ve tek tipleştirilmesinin asgari gereği yerine getirilmiştir.

Zindanlar AFC koşullarında “Direniş Cephesi”ne dönüşüyor

Ezilen emekçi yığınların bir neferi olarak dönemin getirdiği atılganlıkla gençlik cephesinde politize olan ama daha donanımını sağlamamış (kendini tanıma, ilerici olma) bir devrimci olarak 12 Eylül AFC’si işbaşına geldikten kısa bir süre sonra tutsak edildim. Birçokları için bir “talihsizlik” ya da “mücadelemizin sonuçlarından biri” gibi değerlendirilebilecek cezaevleri benim için zorlu ama yeni bir başlangıcın alanıydı. Zor zamanlardı ama bünyemizde yer eden yeni gelişmelerinde farkındaydık.

Karşı devrimin saldırganlığının en ürkütücü, en yaygın ve en karanlık olduğu o günlerde tutsak olan bizler daha ileri kadroların hazırladığı olumlu bir zemin üzerinde cezaevleri ile tanıştık.

Aslında bu çok önemliydi çünkü henüz bağımsız olarak yönümüzü tayin edebilecek bir öngörüye ve deneyime sahip değildik. Belli fikirlerimiz vardı ama bu henüz bir bünyenin tamamına hükmetmiyordu. Kısa bir dönem şube- tutukevi vb. de korkmuş, ürkmüştük, ancak bu kısa dönem zorlu ve yükselen bir evreye de tanıklık ediyordu. Bu mücadele olay ve olgulara daha geniş bakmamızı ve bünyeyi de sağlamlaştırmayı da getiriyordu. İşkencehaneler “sır vermeme”, zindanlarda “ser vermemeye” dönüşüyordu ama gururla. Başlangıçta bulunduğumuz alandaki direniş bilinci ve ruhu karşı devrimin saldırıları karşısında bizleri diri tutan yönlerdi.

Dışarıda bunu kazanmamış olabiliriz ama içeride hiç değilse karşı olduğumuz gerici dünyaya karşı ilerici, tutarlı ve demokrat bir kimlik kazanmak uğraşı ve yolundaydık. Gerek faşist devletin tanımlanması gerekse de örgütün- örgütümüzün ve direniş güçlerini tanıma-tanımlama benim için esas olarak bu dönemin ürünüydü.  12 Eylül’le birlikte başlayan azgın saldırı dalgası cezaevlerinde daha katmerli bir şekilde gündeme geliyordu.

İşkencede sınır yoktu (Kaba dayağından falakalara vb.). Dayatmaların sınırı yoktu (“Dua okuma, istiklal marşı söyleme vb.). Yaptırımların sınırı yoktu (Hazır ol, tek sıra halinde yürü, asker traşı vb.). Bu sürecin uygulamalarının bazılarıydı. Zorla koğuş değişiklikleri, işkenceli ve talancı aramalar, zorla saç traşları, ziyaret yasakları, haberleşme önüne çıkarılan engeller, avukat kısıtlamaları, kış falakaları da cabasıydı… Süreç bir bütün olarak toplumu tek tipleştirme ve teslim almanın, gelişen sınıflar mücadelesinin önüne geçmenin, burjuva-feodal sistemin “istikbal ve istiklalini” garantiye almanın, zorla ve baskıyla (militarizme) şekillenen bir süreçti. Ki cezaevleri bu sürecin dışında kalamazdı.

Bu yüzden ırkçı-şoven bir geleneğe sahip olan TC devleti cezaevlerini es geçemezdi. Buralardaki hâkimiyet (“yeniden tesis” yani tek tipleştirme, yani teslim alma) aynı zamanda tüm toplumsal kesimleri yansıtan bir ayna olacaktı. Ancak başta tek tek, kısım kısım gelişen “direniş çizgisi” bir süre sonra kitleselleşerek daha nitelikli bir hal almış, bu yüzden faşizan devlet başından sonuna cezaevlerinde hedefine ulaşamamış, bu anlamda (dönemin ihtiyaçlarının da farklılaşması sonucunda) uygulamalarını “ertelemek” zorunda kalmış, bir dönem için rafa kaldırmıştır.

Bu anlamda, birlik-mücadele-zafer sarmalı bir kez daha varlığını hissettirmiştir. Tecrit ve teslim alma, yıldırma ve kişiliksizleştirme hamlelerinin her biri devrimci direniş çizgisine toslamıştır. Fiziki direnişler esas olmak üzere (ki cezaevleri gerçekliğinin an be an üzerinde yükseldiği ve yükseleceği çizgide budur) koşullara dâhil bütün taktik mücadeleler direnişin kitleselliği bir an bile gözden kaçırılmadan kullanılmalıdır. Bu anlayış tek tek bireysel direnişlerin önemini küçümsemez aksine onu yüceltir.

Ortak değerlerin, kararların, birlikte mücadelenin öneminin bu düzeyde kavranılmaması- ah şu popülizm- “sol çocukluk” hastalıklı hal sebebiyle süreçte görüleceği ve görüldüğü gibi cezaevleri mücadeleleri çok büyük bedeller ödetmek zorunda bırakmıştır. Bizler “komünizm” davasının günümüz şartlarında asgari ve azami politik ideolojik -yönelimlerine göre sınıfların konumlanışlarına göre, onların beklenti ve taleplerini gözetmek, politik ufkumuzu buna göre şekillendirmek zorundayız. Bu yönelim, bu bakış açısı, cezaevlerinde bile “başarılı olma-düzelttim” şansını yükseltir.

Yeri gelmişken birçok sol yapılanmanın” ufuksuzluğunun” bir sonucu olarak bunlardan cezaevlerinde de çok uzak kal(ın)mıştır-düzeltme- Sınıf mücadelesini devrim lehine ilerletme, yönünü tayin etme, inisiyatifi geliştirme, toparlanma, yeni bir form kazanma ve varlığını kabul ettirme, bunlar bu tip hareketlerin gündeminin dışındaydı.

 (Devam Edecek)

44412

Partizan'dan

Partizan'dan; Gündem ve güncel gelişmelere ilişkin politik açıklama ve yazılar. 

Son Haberler

Sayfalar

Partizan'dan

„Dijitalleşme“ Kitabım Üzerine

Kitabın konusu, işçi sınıfının nicel ve nitel varlığıyla doğrudan ilgilidir. Özellikle üretim sürecinde dijitalleşmenin artmasıyla, işçi sınıfının sınıfsal niteliğine yönelik ciddi saldırılar gelmeye başladı. İşçi sınıfının ortadan kalkacağı, burjuvazinin, ücretli iş gücü sistemi olmadan, salt makineler üzerinden artı-değer elde edeceği gibi, doğrudan kapitalist sistemi var eden temel olgular yok sayılmaya başlandı.

Yavuz Proletarya Ev Sahibini Bastırırmış

-Seçimleri Boykot-

Zavallı kılıçdaroğlu.

Kazanınca (parlamentarizme) geçmeyi başarabilince) kazanabilmek için yaptığı her şeyin anlamsızlaşacağıyla o kadar ilgilenmişti ki ...

Aman neyse biz proletaryalara ne.

Ulusalcıların - sosyal demokratların ağır bedellerle anlamsızlaştırdığı parlamentarizm komplolarla tarihin tozlu sayfaları içerisinde kaybolup giderken...

imamoğlu'nun şapkada çıkardığı tavşan özgür özer'e eşbaşkan'ım diyerek itibar kazandırma yarışına düşen dem'liler ile...

Tarih bilgisi ve gelecek tasavuru (Deniz Aras)

Geçtiğimiz hafta içinde bir dönem TC içişleri memuriyeti görevinde bulunan ve bu “vatani görevi” sırasında devletin başta gözaltında kaybetmeler olmak üzere Kürt halkına ve devrimcilere yönelik katliam saldırılarını sürdürmesini “başarı”yla yerine getiren, günümüzde özü başına muhalif bir faşist partinin lideri Meral Akşener’in “mertçe cinayet” sözü çok konuşuldu.

Ermeni bir devrimci: LEVON EKMEKÇİYAN (Nubar Ozanyan)

Özgürlük uğruna yürütülen savaşımda her savaşçının önüne çıkan tehlikeli yol ayrımı ve kararlardan biridir “Ya onurunu ayaklar altına alıp teslim olacaksın! Ya da ölümlerden ölüm beğenerek direneceksin.” Levon Ekmekçiyan birkaç günlük yaşam uğruna kendini düşmana satmadan yaşamayı esas aldı. Düşündü fedailerin komutanı Kevork Çavuş’u, Antranik Ozanyan’ı, Mariam Çilingiryan’ı ve yanıbaşında çatışmada şehit düşen yoldaşı Zohrab Sarkisyan’ı. Sonra çocukluğunda anlatılan ve dinlemekte zorlandığı soykırım hikayelerini. Hangi Ermeni gencinin yüreği yaralı hafızası intikam dolu değildir ki?

“Unutturulan” Bir Devrimcinin Ardından 29 Ocak 1983, Kanlı Şafak

Çeşitli milliyetlerden Türkiye halkının başına kara bulut gibi çöken 12 Eylül Askeri Faşist Diktatörlüğü’nün elebaşı olan Kenan Evren, Muş halkına yaptığı ve tarihe geçen konuşmasının bir bölümünde “Asmayalım da besleyelim mi?” sözünü, Ermeni devrimci Levon Ekmekçiyan için söylemişti.

12 Eylül faşist cunta yılları idamların, işkencelerin, gözaltında kayıpların, vatandaşlıktan atılmaların, azgın devlet terörünün yaşandığı yıllar olmuştur. Bu dönemde siyasi nedenlerle aralarında 17 devrimcinin de olduğu 51 kişi idam edilerek katledilmiştir.

Almanya'da Faşizme Karşı Kitlelerin Büyük Protestosu

Alman emperyalist burjuvazisi, son yıllarını ekonomik kriz içinde geçirdi ve bu krizi savuşturabilmiş değildir. Tersine, giderek derinleşmektedir. Kendileri için söylenen “Avrupa'nın hasta adamı” sözüne karşı, ekonomi bakanın Lindener'in doğrudan ağzıyla; “hasta değil, yorgun adamı” olduğunu kabul etti.

Çutakımız Hrant (Nubar Ozanyan)

Soykırımcıların, hafıza katillerinin tüm çabalarına karşın Ermeni halkının ve ilerici insanlığın hafızasında halen dipdiri olan Hrant Dink; özgürlüğün ve adalet arayışının simgesi olarak anılmaya devam ediyor. Yüzbinlerin hem kalbine hem de duygularına bu denli etkili ve sarsıcı dokunmayı başaran Hrant Dink, bu gücü Ermeni soykırım gerçekliği kavrayışından, özgürlüğe ve adalete olan güçlü inancından, tutarlı duruşundan alıyordu.

Bir Sol Liberal Aydının Ezilen Ulus Milliyetçiliği Temelinde Ulus Sorununa Yaklaşımının Eleştirisi

Giriş:

Uluslar kapitalizmin şafağında ortaya çıkmıştır. Ancak, kapitalizmin emperyalizme evrilmesiyle de ulusal sorunlar çözülebilmiş değildir. Hala ezilen uluslar ve bunların kendi kaderlerini özgürce tayin etme mücadeleleri sürmektedir. Özellikle emperyalizmin ortaya çıkmasıyla birlikte, ezilen ulus sorununun çözümü doğrudan proleter devrimlere bağlanmıştır.

Dağın Sara’sı (Sakine Cansız), Nubar Ozanyan

Aradan yıllar geçse de direngenliğin hikayesini yazan Sara (Sakine Cansız), unutulmadan konuşulup anılıyorsa bu onun istisna bir kişilik olduğunu gösterir. Unutulmayacak kadar değerli çalışmalar yürüten, her dönem geride okunacak notlar bırakan Sara, Kürt Özgürlük Hareketi’nin öncü soluğu olmayı başarmış bir devrimcidir.

Cüret edip özneleşelim, kurtuluş için örgütlenelim ve hep birlikte devrimle özgürleşelim!

– Merhaba, kendinizi tanıtır mısınız?

– Merhabalar, ben Rosa Avesta, TKP-ML Komünist Kadınlar Birliği (KKB) temsilcisiyim.

– TKP-ML KKB olarak 5 Mayıs 2023 tarihinde yaptığınız açıklamada 1. Kongrenizi yaptığınızı açıkladınız. Bu Kongreye gelinceye kadar geçen süreci özetleyebilir misiniz?

Sosyalizm Bayrağının Arkasına Saklanan Sosyal Şovenizm!

Yerel seçim süreci, egemen sınıflar arasındaki kapışmanın yeni adresi olarak giderek ısınan bir gündem olarak karşımıza çıkıyor.

2023 Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimlerinde AKP-MHP faşist ittifakı ve merkezinde CHP’nin yer aldığı “Millet İttifakı” arasındaki mücadeleden ilki ezici bir üstünlükle galip çıktı. Daha doğrusu, devlet aklı, önümüzdeki dönem için yola “CHP’nin de onayıyla” Türk-İslam senteziyle, gerici ve faşist bir ittifakla devam etme kararı aldı.

Sayfalar