Cumartesi Mayıs 18, 2024

Sivas katliamı o gün, orada bitmedi!

  

“Etiam sanato vulnere cicatrix manet.”[1]

“Ya Allah, bismillah, allahuekber!”

Dışarıdaki kalabalık giderek büyüyor. İnsanın üzerine doğru yuvarlanan şom bir çığ gibi... İçeridekiler sıkışmış kalmış, çaresiz... Madımak oteli alev alev. İçeriden çığlıklar yükseliyor, oteli kuşatan çember sakallı kalabalıkta ise bir neşeli esriklik hâli... Elebaşlarından “Tekbiiir!” komutu geldikçe bir ağızdan coşkuyla haykırıyorlar: “Allaaa-huekber!” Kurbanların tapınağa tıkabasa doldurulup dumanları aç ilahlarını teskin etsin diye topluca yakıldığı bir pagan ayini sanki... Yaptıklarının “ibadet” olduğundan ve sırf bu amelleri nedeniyle cenneti garantilediklerinden o kadar eminler ki...

İkisi otel görevlisi, otuzbeş canın kimi kömürleşmiş, kimi karbonmonoksitten zehirlenmiş bedenleri, otelin kararmış iskeleti dahi yatıştıramadı kana susamışlıklarını. O cehennemden canlarını askerlerin, polislerin kayıtsız namevcudiyetinde, yalnızca birbirlerine tutunarak kurtarabilenlere saldırdılar. Ellerine geçse, lime lime edeceklerdi – otelin penceresinden uzatılan itfaiyenin merdivenine can havliyle tutunan Aziz Nesin’i bir itfaiye eri ortalarına fırlattığında, leş kargaları oldular, üşüştüler üstüne. Nesin’in ellerinden sağ kurtulabilmesi, tanrısız bir mucizedir...

Madımak katliamı o gün, orada bitmedi... Günlerce, haftalarca, aylarca, yıllarca sürdü...

“Olaylarda ağır tahrik var,” dedi biri. “Polisi halkla karşı karşıya getirmeyin!” O, dönemin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’di...

“Ne mutlu ki olaya kaatılan hiçbir vatandaşımızın burnu kanamadı,” diye sevindi bir başkası. O, dönemin başbakanı Tansu Çiller’di...

“Endişelenmeyin, güvenlik güçleri olay yerine intikal etmek üzere,” diye avuttu biri, sonra da atom santralını açma törenine devam etti. O, dönemin başbakan yardımcısı Erdal İnönü’ydü...

“Abartmaya gerek yok, bu kadar kişi futbol maçında da ölebilir,” diye kostaklandı bir başkası. O, dönemin anamuhalefet partisi lideri, Mesut Yılmaz’dı...

“Müdahale etmeyin,” emrini verdi bir yetkili. O, dönemin Sivas emniyet müdürü Doğukan Öner’di...

“Oteli otel sahibi kundakladı,” buyurdu bir başka yetkili. O, dönemin içişleri bakanı Mehmet Gazioğlu’ydu.

“Kurtarmayın onu!” emrini verdi bir başkası, Aziz Nesin itfaiye aracına alınırken. O, Refah Partili belediye meclis üyesi, Cafer Çakmak’tı... Ve rivayet olunur ki, “galeyana gelmiş Müslümanları” yatıştırmak için eline aldığı megafondan, “Gazanız mübarek olsun!” diye seslenmişti kan kokusu almış kurt sürüsüne...

Biri sanıkların gönüllü avukatlığını üstlendi. O dönemin Refah Partili Adalet Bakanı Şevket Kazan’dı...[2]

Sonra başkaları... önce Sivas katliamı faillerinin avukatı oldular, sonra da AKP’den milletvekili seçilip meclise girdiler, yasalar yaptılar. Onlar Celal Mümtaz Akıncı, Hayati Yazıcı (devlet bakanı oldu), Haydar Kemal Kurt, Zeyid Aslan, Hüsnü Tuna, Ali Aşlık, Halil Ürün, İbrahim Hakkı Aşkar, Bülent Tüfekçi, Mehmet Ali Bulut’tu. Ya da başkaları AKP’den belediye başkanı, il başkanı filan oldular...

Dedim ya, Sivas katliamı o gün, orada bitmedi...

Birileri, üslendikleri gazete köşelerinden, ekranlardaki programlarından, olan bitenlerden Aziz Nesin’i ve Sivas yakılmışlarını sorumlu tuttu.

“Aziz Nesin’in bir süreden beri yaptığı konuşmaların büyük çoğunluğumuzca hoş karşılanmadığı muhakkak,” dedi biri. O, Altan Öymen’di (Milliyet, 4 Temmuz 1993)...

“Önce Aziz Nesin’e artık bir ‘dur’ demek gerekiyor,” dedi bir başkası. O, Yalçın Doğan’dı (Milliyet, 4 Temmuz 1993)...

“Olayların tetiği Aziz Nesin’in provokasyonu ile çekiliyor,” diye buyurdu bir diyeri. O, Cengiz Çandar’dı (Sabah, 4 Temmuz 1993)...

“’Düşünce hürriyeti’ etiketi altında gereksiz tahrikler yapan, en gelişmiş demokrasilerde bile provokasyon olarak kabul edilebilecek davranışlarda bulunan kimseler, Sivas’ta ortaya çıkan bu sonucu dikkatle değerlendirmek zorundadır”, diye ahkam kesti bir başkası. “ ‘Şeriat ayaklandı’ deyip işin içinden çıkmak isteyenler, o gün neden yeşil bayrak değil de Türk bayrağı taşındığının ciddi bir tahlilini yapmaklıdır.” O, Ertuğrul Özkök’tü (Hürriyet, 4 Temmuz 1993)...

“Anaakım medya”da hava böyleyse, İslâmcı basına bakmak gerekli mi? Bakmayalım...

Hayır, Sivas katliamı o gün, orada bitmedi...

Sonra bir yılan hikâyesine dönüştü... Hukuk sisteminin dehlizlerinde, kıvrıla kıvrıla bir ileri bir geri, yol alırmış gibi yapan bir yılanın bildik öyküsü. Bütün “adalet arayışlarımız”ın eninde sonunda dönüştürüldüğü, adına “yüce Türk adaleti” denilen kara komedi...

Bir bozulduğunda idam, bir bozulduğunda beraatle sonuçlanan davalar... Tahliye edilen, firar eden, dosyaları kaybedilen sanıklar... Ve artık Türk mahkemelerinden adalet beklemeyecek kadar tecrübeli, ama her duruşmada adliye önünde adalet beklentisini haykıracak kadar umuda tutkun bizlerin gözlerinin içine baka baka verilen o “zamanaşımı” hükmü...

Zamanaşımı kararını, “milletimiz için hayırlı olsun” diye karşıladı biri... O, dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’dı...

* * *

Şimdi biri miting meydanlarında Kur’an sallayarak siyasal muarızlarını Zerdüştîlikle, dine-imana ihanetle, müşriklikle, ateistlikle, Taksim’i “kabe” saymakla, müminlere eziyet etmekle suçluyor... Bu memlekette Sivas (ya da Çorum, veya Maraş) hiç yaşanmamış gibi... Umalım ve dileyelim ki o gün canlarımız çıra gibi yanarken o cehennemde cennetten yer garantilediklerine sevinen güruhlar, bir kez daha “durumdan vazife çıkarmasın”...

Dedim ya, Sivas katliamı o gün, orada bitmedi!

18 Mayıs 2015 09:57, Ankara.

N O T L A R

[*] Sancı Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi, No:3, Haziran-Temmuz 2015…

[1] “Yara kapansa da izi kalır.”

[2] Bilgiler Veysel Dinçer’in, “Hâlâ Katliam Diyemeyenlere İnat 33 Maddede Sivas Katliamı” başlıklı yazısından alınmıştır. http://listelist.com/sivas-katliami-nedir/

     
69090

Sibel Özbudun

1956 yılında,İstanbul'da doğdu. Üsküdar Amerikan Kız Lisesi'nden mezun olduktan sonra, Fransa'ya giderek, üç yıl süresince Fransa'da dil ve Paris VII ve Paris X Üniversitelerinde sosyoloji öğrenimi gördü. Türkiye'ye döndükten sonra,İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü'ne girdi. Mezun oldu. Uzun süre yayıncılık (Havass ve Süreç Yayınları) ve çevirmenlik yapan Özbudun;

 

1993 yılında, Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü'nde yüksek lisans eğitimi görmeye başladı. 1995 yılında,aynı bölümde araştırma görevlisi oldu. Doktorasınıda aynı üniversitede verdi. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca bilen Özbudun'un çok sayıda çevirive telif eseri bulunmaktadır.

     Blog

 

sozbudun@hotmail.com

Sibel Özbudun

KATLİAMININ 30. YILINDA MADIMAK VE ES GEÇİLEN BAŞBAĞLAR.

Sözüm öncelikle komünist ve sol- sosyalist kesime: Ne zaman gerçek anlamıyla adil olmayı ve çifte sıtandartçı yaklaşımları terk etmeyi başaracağız acaba? Ne zaman 'bizim cenah' dediğimiz kesimlerce de  halka karşı işlenmiş ağır  suçları tereddütsüzce kınayacağız acaba?

Çok genelleme yaparak, üzerinde durmak istediğim esas konuyu bunun gölgesinde silikleştirmek  istemiyorum.

Her 2 Temmuz'da Madımak katliamı kınanırken; Başbağlar katliamı neden sessizce es geçiliyor acaba?

Komünistlerin Birliği Çağrılarına Dair

MKP’li arkadaşlar, arada kısa molalar vermekle birlikte, uzunca bir süreden beridir ki komünistlerin birleşmesi gerektiğine dair çağrılar yapmaktalar. Ve mütemadiyen yakınıp durmaktalar: "Muhataplarımızdan yanıt alamıyoruz" diye. 

Evet, görüldüğü kadarıyla muhatapları bu çağrılara ilgisiz olmalılar ki, yanıt vermiyorlar. MKP’li arkadaşlar da kendilerince bir basınç oluşturma adına; adeta Temcit pilavı misali, her fırsatta bu çağrılarını yinelemekte ve muhataplarını kamuoyuna şikâyet edip durmaktalar.

Aşka ve Hayata Dair Tutkulu Dizeler

“Şiirsiz toplum eksiktir.

Şiirsiz insan yalnızdır.”[1]

 

İzmir’in Şakran 2. Nolu T-Tipi Zindanı’nda yatan Hasan Şeker’in, ‘İki Acı Esinti’[2] başlıklı şiir kitabı; aşka ve hayata dair tutkulu dizeleriyle çıkageldi postadan…

Avrupa da İbrahim olmak!

18 Mayıs 1973‘den bugüne Kaypakkaya yoldaşın işkencede katledilişinin ellinci yılı.

50 yıldır söndürülemeyen meşaledir İbrahim Kaypakkaya!! Bu yazının amacı İbrahim Kaypakkaya‘yı anlatmak değil, Onu anlatan onlarca yazı yayınlandı bu yazı da başlıktan da anlaşılacağı üzere İbrahim Kaypakkaya‘yı Avrupa‘da anan ardıllarının pratik, teorik düzlemde, Kaypakkaya‘yı nasıl andıkları? Neyi, nasıl, ne kadar anladıklarını  irdelemek  bu yazının amacı.

“Devrimci Eylem Birliği” ve “Kaypakkayacı Güçlerin Birliği” Meselesi

Türk hakim sınıfları cumhuriyetlerinin ikinci yüzyılına hazırlanırken kendilerini yeniden örgütlüyorlar. Coğrafyamız komünist hareketinin önderi İbrahim Kaypakkaya yoldaşın Amed zindanında 18 Mayıs 1973 tarihinde katledilmesinin 50. yılında sınıf düşmanlarımız ikinci yüzyıllarına hazırlanıyor.

MLPD'nin Türkiye'deki seçim sonuçlarına ilişkin açık mektubu.

Sol ittifak için önemli bir başarı

MAHŞERİN DÖRT ATLISI: BOLSONARO, TRUMP, ORBÁN, ERDOĞAN[*]

 

“Faşizm tarihte statik ya da sabit bir moment değildir ve

aldığı biçimlerin daha önceki tarihsel modelleri taklit etmesi gerekmez.

O, bir dizi ‘devindirici tutku’yla tanımlanan bir siyasal davranış biçimidir.

Bunlar arasında demokrasiye açık saldırı, güçlü adam özlemi,

insan zaaflarına duyulan nefret, aşırı erillik takıntısı,

saldırgan militarizm, ulusal büyüklük iddiası, kadınlara… aydınlara yönelik küçümseme…

MLPD Merkez Komitesi'nin basın açıklaması:

Alman Federal Yüksek Mahkeme'sinin (BGH),  'Münih Komünist Davası'nda temyiz başvurusunu reddetmesi üzerine, MLPD Merkez Komitesi kamuoyuna bir açıklama yaptı.

Faşist Diktatörlük Örgütlü Yığınların Gücüyle Yıkılır

14 Mayıs’ta yapılan cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinin sonuçları üzerinde tartışmak tüm ilerici-devrimci ve anti-faşist güçlerin görevidir.

Çünkü bu sonuçları ortaya çıkaran nedenler doğru analiz edilmezse, geniş yığınların beyinlerini uyuşturan, düşünüş ve hareket tarzını sakatlayan gericiliğe, ırkçılığa-faşizme, cinsiyetçiliğe karşı mücadelede doğru politikalar belirlenemez.

Elbette ki bu geniş bir konu ve bu makalenin kapsamını aşar. Dolayısıyla burada bazı ana noktalar üzerinde duracağız. Ve işe, araştırmaya dayalı bazı gerçeklere işaret ederek başlayacağız.

"YÜREĞİN UMUT ETTİĞİ O ADRESTE" (Tamer Dursun)

Düşkünlüğün, alçaklığın, düzenbazlığın, bağnazlığın, ırkçılığın, sefilliğin, çürümüşlüğün, bencilliğin, rezilliğin ve vurdumduymazlığın rağbet gördüğü bu topraklar sana göre değil dostum.

Yıllardır tanırım seni.

Hani, yüz yüze görüşmüşlüğümüz olmasa da, beraber oturup bir bardak çay içmemiş, tek kelime sohbet etmemiş olsak da, sen hep aşinaydın bana.

Bir aralar bu aşinalığa bir isim bulayım dedim ama inan hiçbir yere oturtamadım.

Akraba desem, değil.

Komşu desem, hiç değil.

Yoldaş, can, heval, dost, arkadaş, tanıdık...

Yok.

Olmadı.

Bize Cesur İnsanlar Lazım

"Kurtuluş belki de senin gökyüzünü çizdiğin resimlerdir."

Ah cancağızım... vay cancağızım...

Antalya'ya gider sınırı gümrüksüz geçen metalarla fontiye durursun.

Dersim'e gidince de sınırı gümrüksüz geçen metaların nohut üretimini bitirdiğini öne sürerek içki şişelerini...

Fontiye duranların kafasında patlatırsın.

Sıra, korku politik bir davranış olduğundan üretince... öpülmekten... korkar hale getirilen dudakların tüm yaşadıklarını sosyo - ekonomik yapı içerisinde adlandırmasına gelince de....

Ah cancağızım... vay cancağızım...

İnan...

Sayfalar