Cumartesi Mayıs 18, 2024

Serkan : Rober Koptaş

Her ölüm erken ölümdür demiş şair, ama doğru değil. Bazı ölümler gerçekten erkendir, bazıları değil, işin aslı bu.

25 Ekim günü kaybettiğimiz genç arkadaşımız Serkan Çağlı, onun erken ölümü, bizlere hayatın, hayatlarımızın, içinde boğuştuğumuz meselelerin nasıl küçük, nasıl bizler gibi fani, nasıl bizler gibi tek nefeslik olduğunu hatırlattı en çok.

Serkan hakkında yazmak istedim, çünkü bu evlatçık, bu oğlancık, 34 yıllık kısacık ömrüne, belki 340 yıla yetecek kadar dostluk ve sevgi sığdırmayı başarmıştı. Bunları elde etmek için kendini oradan oraya atmadan, hiç büyüklenmeden, hep sessiz ve nazik, hep olduğu gibi olarak.

Serkan, 1980’de Lice’de doğmuştu. Anası Hatun, babası Cercis; kardeşleri Yusuf, Elina, Metin, Silva, Hülya, Çiğdem, Deniz ve Serkan. 1915 karanlığından en acı payları almış, can vermiş, hayatta kalabilmek için kimliğini gizlemek zorunda kalmış bir ailenin geride kalanları, kılıç artıkları. Ama aynı zamanda umutları, yarına açmış çiçekleri…

Ondan üç yaş, okul hesabıyla ise beş sınıf büyüğüm. Yollarımız, İstanbullu Ermenilerin, fakir fukara çocukları okusun ve barınsın diye kurdukları okullarda, Karagözyan’da, Tıbrevank’ta, yazları Kınalıada’daki çocuk kampında kesişti. Aynı yatakhanelerde uyuyup, aynı karavanaya kaşık salladık; iyisiyle kötüsüyle, çocukluğun benzer ruh hallerini yaşadık. Sonra, Aras Yayıncılık’ta bize bir yaz çıraklık etti. “Etti” dediysem lafın gelişi, nihayetinde hepimiz hayatın çırağıydık, hâlâ da öyleyiz.

Serkan’ı anlatacak tek bir kelime bulmaya çalıştığımda, gencecik yaşta toprağa verilmiş biri için hiç de sürpriz, hiç de şaşırtıcı sayılamayacak bir sıfat geliyor aklıma: İyi.

İyiydi, çok iyiydi Serkan. Biliyorum, herkesin ardından aynı şey söylenir; biz öte dünyaya göçen herkesi “iyi biliriz”, ama mesele bu değil. Mesele bu değil, çünkü Serkan gerçekten iyiydi, çok iyiydi. Sessiz, sakin, gözlerinin içi gülen, çalışkan, varlığıyla insanı rahatlatan, yardımsever, gülmesini de, ağlamasını da bilen bir çocuk.

Çok sevdiği sınıf arkadaşları da aynı şeyi söylüyor. Murat mesela, “Sizin ekipte en iyi adam kim diye sorsalardı, herkesin vereceği cevap hiç şüphesiz Serkan olurdu” deyip ekliyor: “Bir insan nasıl olur da doğduğu günkü saflığından, güzelliğinden, iyiliğinden hiçbir şey kaybetmez. Biz, Serkan’da bunu hiçbir zaman anlayamadık.”     

Bir diğer arkadaşı Seto da, “Sınıfın sübyanlarındandı; hem de en naifi, en safı, en kibarı, en kötü olmayanı” diye anlatıyor onu. Ari, “Serkan, kibarlık, temizlik, saflık, iyi niyet demekti” sözleriyle onaylıyor Seto’yu. “Serkan, saf iyiliğin bu dünyada vücut bulmuş haliydi” diyen Bedo ise, şu yürek yakan lafı ediyor hemen ardından: “Serkan, aslında hep alacaklı olduğu halde kendini sürekli borçlu hisseden insanlardandı.”

Bu nur yüzlü Serkan portresinin göze çoğu zaman görünmeyen karanlık yanı herhalde tam da bu cümlede gizli: “Serkan, aslında hep alacaklı olduğu halde kendini sürekli borçlu hisseden insanlardandı.”

“Neden?” diye sormak geliyor içimden hemen. Neden? İnsan alacaklı olduğu halde neden borçlu hisseder ki kendini?

Hangi yaralar, hangi bereler, hangi ezilmişlikler, hangi dermansız dertler bir insanı hiç durmadan bir borcun ifası için yaşamaya, sürekli iyi olmaya iter? Küçücük bir çocuk, hangi kötülüklerden korunmak için iyiliğe sığınmaktan başka bir yol bulamaz? Bu, onun o körpecik ruhuna hangi yükleri yükler?

Serkan’ın bu yaralı yüzünü Ari anlatıyor: “Serkan çok hassas, çekingen, düşünceliydi. Hatta hastalığında bu her şeyi kafasına takan halinin payı olduğunu düşündük. Hastalığının nüksettiği bir sene önceki süreçte sürekli telkinlerde bulunduk her şeyi kafasına takıp sıkıntı yapmasın diye ama nafile, o dönemde bile saçma şeyleri kendine dert etti. Kim bilir, belki biraz da bu yüzden buldu hastalık onu.”

Ben de, yıllar önce, yayınevinde birlikte çalıştığımız yaz, o mutlu görünüşüne rağmen, içini sıkan bir şeyler olduğunu, ama bunun ne olduğunu bir türlü ifade edemediğini, hatta bu mevzu üstüne konuştuğumuzu hatırlıyorum. “Bilmiyorum, ” diyordu, “İçim bir şeylere sıkılıyor, ama nedenini bilmiyorum.”

Serkan, dermansız sandığı derdinin kaynağını muhtemelen gerçekten bilmiyordu. Kendi hayatında mıydı o sıkıntının kaynağı; yoksa hiç tanımadığı büyüklerinden, kendinden önceki nesillerden mi mirastı ruhuna, kim bilir?

Serkan, Lice’de doğup İstanbul’da büyüyen; Karagözyan, Tıbrevank ve Trakya Üniversitesi mezunu; küçük yaşlarında Kadıköy, Üsküdar taraflarında Agos dağıtıcılığı yapan; aslen gümrükçülükle iştigal eden ama her nerede ihtiyaç varsa oraya koşan; Ahmet Kaya’yı, baba oğul Dinkjian’ları, Şiwan Perver’i, Ahmed Arif’i, domuz etini (tövbe estağfurullah!), tulumba tatlısını ve Fanta’yı çok seven; her fırsatta, hele Cahit’le yanyana geldiyse mutlaka halay çeken; tarih kitaplarına ve bilim kurgu filmlerine meraklı, son zamanlarda garip bir şekilde kafayı Bulgar şaraplarına takan; aşkı Ayda’ya ve çocukları Arad’a çok düşkün; can arkadaşı Sarkis’e Lice’ye gömülmek istediğini söyleyen; Berç’e ise “Keşke bu kadar çok çalışacağıma daha çok gezseydim” diyen bir güzel evlatçık, bir güzel oğlancık olarak göçtü bu dünyadan.

Serkan’ın ve benim de okuduğum Tıbrevank, Anadolu’nun türlü yörelerinde kalakalmış Ermeni ailelerin çocukları eğitim görsün diye kurulmuştu 1953’te. Sivas’tan, Malatya’dan, Kastamonu’dan, Amasya’dan, Kayseri’den, Diyarbakır’dan, Siirt’ten gelen çocukların kocaman bir yuva oluşturduğu o okulun ürettiği en büyük değerler, paylaşma, dayanışma, diğerkâmlık oldu. Serkan’ın da parçası olduğu 1999 sınıfı ise, kardeşlikten öteye taşıdıkları sevgileriyle, 60 yıllık bu okulun tarihinde çok özel bir yere oturuyor benim gözümde.

O çocukların her biri, Serkan’ın hastalığı süresince, onunla nefes aldı, onunla hastalanıp onunla sağaldı, onunla tökezleyip onunla ayağa kalktı. Kanseri iki defa yenme noktasına gelen, ama zayıf bedeni onca yüke sonunda dayanamayıp pes eden Serkan’la birlikte her birinin birer parçası da öldü muhakkak. Ama onun sevgisiyle dirilmeyi de bileceklerdir. İnsaniyetleri için, onlara ne kadar teşekkür etsek az.

Allah sana rahmet eylesin Serkan. Nur içinde yat.

 

77973

materyalist bilgi teorisi ve komünist partileri

 

“İnsan pratiği, materyalist bilgi teorisinin doğruluğunu tanıtlar.” Marks

 

İnsanın üretimdeki, üretim içindeki ilişkileri ve faaliyetleri, diğer tüm faaliyetlerinin üstünde ve onların üzerinde belirleyici bir rol oynama temel özelliğine sahiptir. Bu bağlamda, insanın bilgisi  üretimdeki faaliyetlerinden bağımsız değil, bizzat ona bağlı olarak gelişir ve şekillenir.

HER GÜN DÖRT İŞÇİ, BEŞ KADIN

“Son kötü günleri yaşıyoruz belki

İlk güzel günleri de yaşarız belki

Kekre bir şey var bu havada

Geçmişle gelecek arasında

Acıyla sevinç arasında

Öfkeyle bağış arasında//

Biz kırıldık daha da kırılırız/

Kimse dokunamaz bizim suçsuzluğumuza.”[1]

 

ÇİN: KARMAŞIK BİR SORU(N)…[1]

“ben hiç başlamamış bir dündeyim.

yağmur yağacak...

hiç başlamamış bir yarın çok var.

hiç bitmeyen bir dün de çok var...”[1]

 

Arif Dirlik’in, “Sadece bir ulus değildir; bir uygarlıktır,” notunu düştüğü Çin’in geneli veya özelde ise “bugünü” hakkında yazmak kolay değil.

Binlerce tarihsel bağıntı ve güncel referanslarıyla Çin, çoklu bir örnektir.

SINIF KONUŞMAZSA MEYDAN ÇAPULCULARA KALIR

EYLEM BIRLIKLERININ GÜNÜMÜZDEKI ÖNEMI VE DÜŞÜLMEMESI GEREKEN HATALAR ÜZERINE

 

EĞITIM NOTLARINDAN ULUSAL SORUN

 

ULUSAL SORUN

 

Ulusal sorun oldukça geniş bir konudur. Ulusal soruna ilişkin kapsamlı tartışmalar yapılmıştır. Doğru görüşler bu tartışmalar sonucu ortaya çıkmıştır MLM’lerin ulusal soruna yaklaşımları Leninizm döneminde şekillenen ulusal soruna ilişkin görüşlerden farklı değildir. Ulusal soruna ilişkin ülkemizde de farklı değerlendirmeler vardır. Bu farklılıklardı da öğrenmek önemlidir.

 

Faşizm

 

 Almanya’nın caddeleri ve şehirleri kanla sulandı. Viyana’nın işçi semtleri,askeri birliklerin ateşiyle yakılıp yıkıldı., harabeye döndü.Yoksulluk, yıkım, felaket ve acı. Üstünde insanlığın en ünlü beyinlerinin eserlerinin yakıldığı ortaçağa özgü odun yığınlarının alevleriyle aydınlatılmış kapitalist baskı ve uygarlığın batışı, giyotin ve cellat baltası. Faşizm işte bunları getirdi. Ayrıca dünyayı felakete, yeni bir korkunç katliama sürüklemek tehdidini de beraberinde getirmektedir.  Dimitrov

                  

Prometheus’un Torunları Ateşi Yeniden Harlıyor

Tarihte hep direnenler kazanmıştır. Haklı olanlar, düşmana karşı savaşta bir çok defa yenilmelerine karşın, direnmelerinin karşılığını eninde sonunda almışlardır. Bu kural, salt geçmişe ait olmayıp geleceğe de aittir. Yunanistan’da da olacak olan budur. İşçi ve emekçiler, alın terlerinin "borç” adı altında emperyalist tekellere peşkeş çekilmesini ve bu ağır sömürü dayatmasını asla kabul etmeyeceklerdir.

Hindistan İşçi Ve Emekçilerin Tarihi Mücadeleleri İle Enternasyonal Dayanışma Her Alanda Yükseltilmelidir

Emperyalist burjuvazinin ve gericiliğin "sosyalizm hayalleri öldü” yaygaraları, küçük burjuvazinin sosyalizmden öcü görmüş gibi kaçarak: ”işçi sınıfının devrimciliği bitti” söylemleriyle liberal burjuvazinin ideolojik ve siyasal güzergahında yerini almaları; dünyada işçi ve emekçilerin sosyalizme olan güvenini bütünüyle yıkmaya yetmediği gibi, onların sosyalizm için mücadele ateşini yükseltme savaşımının önünde de engel olamıyor.

Hindistan İşçi Ve Emekçilerin Tarihi Mücadeleleri İle Enternasyonal Dayanışma Her Alanda Yükseltilmelidir

Emperyalist burjuvazinin ve gericiliğin "sosyalizm hayalleri öldü” yaygaraları, küçük burjuvazinin sosyalizmden öcü görmüş gibi kaçarak: ”işçi sınıfının devrimciliği bitti” söylemleriyle liberal burjuvazinin ideolojik ve siyasal güzergahında yerini almaları; dünyada işçi ve emekçilerin sosyalizme olan güvenini bütünüyle yıkmaya yetmediği gibi, onların sosyalizm için mücadele ateşini yükseltme savaşımının önünde de engel olamıyor.

Merkel-Westerwelle ikilisiyle Alman Burjuvazisi Yeni Saldırılara Hazırlanıyor

Almanya’daki 27 Eylül genel seçimler öncesinde, nasıl bir hükümet kurulacağı, Alman tekelci burjuvazisi tarafından belirlenmişti. Kamuoyu anketleri de CDU-CSU ve FDP nin önde gittiğini teyit ederken, alman tekelci burjuvazisinin yeni hükümetini de onaylamış oluyordu. Emperyalist tekelci sermayenin, ülkeyi uzun bir süredir "büyük koalisyon” adını verdiği CDU-SPD ikilisiyle yönetmesi, onlara önemli kazanımlar kazandırmıştı.

Sayfalar