Onuru ile yürüyenler, onurumuzdur…İsmail Cem Özkan
Yıllardır resmi söylem içinde 12 Eylül öncesinden bahsedilirken sağ sol çatışması varmış gibi konuşulur, bu bilerek ve bilinç içinde yapılmış bir konuşma metnidir, çünkü resmi tarih yazıcıları öyle olmasını uygun görmüşlerdir.
12 Eylül ise sağ ve sol çatışmasını bitirmiş kaynaştırmıştır!
İlk kaynaştırma deneyi cezaevlerinde sağ ve sol davalardan yargılananların aynı hücreye ve koğuşa konması ile başlamış, sonra bir sağdan bir de soldan olmak üzere dengeli idam cezaları verilmiş ve infaz edilmiştir… Önce “sağ adım” atmak kutsallık içinde bir anlamı olduğu kabul edildiğinden olsa gerek sağcı birinin idamı için idam sehpaları kurulmuş, cellatlar sabaha karşı mesailerine başlamışlar. Sağcı asıldığında medyaya yansıyan onun ne kadar tepkili ve acınacak olduğu haberleri yansıtılmış, ideolojik nedenler değil de kullanıldığı için idama gitmiş bir mazlum fotoğrafının oluşması için haber bültenleri oluşturulmuştur… Arkasından solcu bir genç, suçu olmadığını bilinerek cuntanın bir kurbana ihtiyacı vardı ve o yüzden davası çok hızlı sonuçlandırılıp, kesinleşmiş karar hakimlerin ağzından çıkarılmış, kayıtlara hemen geçirilmiştir. Apar topar idam edilmesi gerekliydi, çünkü sağcıya karşı solcu idam edilmesi gerekliydi, edildi de… Cunta generallerin istediği oluyordu ve karşılığında bir toplumsal tepki olmuyordu, çünkü ölümden korkanlar idamları izlemeye razı edilmişti, halk değimi ile sıtmaya razı edilmişlerdi ve toplum sıtmaya tutulmuştu…
Antifaşist mücadele…
"12 Eylül öncesi sağ sol çatışması vardı" tezi aslında yanlış, sağ sol çatışması yoktu, faşist katliam vardı ve faşist saldırılara karşı devrimcilerin direnişi vardı ve biz ona "antifaşist" mücadele diyorduk. Ne yazık ki sivil faşistlere karşı direnişi gelen cunta ve faşist idareye karşı yapamadık, çünkü 12 Eylül öncesi devrimcileri öyle bir olayların içine çektiler ki, sivil faşist dışında bir saldırı olacağı akıla bile gelmiyordu...
12 Eylül’e giden en son “test” operasyonlardan biri olan “Nokta Operasyonu” bile devletin saldırısı gibi gösterilmedi, sanki “sivil faşistler ispiyonluyor, devlet tutukluyor” olarak yansıtıldı... Orada direniş çizgisini koyamayanlar elbette 12 Eylül’de varlık göstermesi şaşırtıcı olurdu, beklenen oldu, kısa sürede "merkez komite" yakalanarak “direniş çizgisi” “direniş komiteleri” de birer “ütopya” olduğu ortaya çıktı, teoride iyi olan pratikte karşılığını bulamamıştı...
Antiemperyalist mücadele…
68 kuşağı ise daha farklı bir yol izlemişti, orada "antiemperyalist" çizgi daha belirgin ve küresel emperyalistler için karabasan olacak kadar korkunç sonuçları hesaplanmıştı. Henüz yolun başında, ilk adımlar atılırken 12 Mart muhtırası sol gibi gözüküp sağdan vurarak devrimcileri önceden hesaplayamadıkları bir noktada yakaladı, "madem kavgaya davet var, bizde bu daveti kabul ederiz" mantığı içinde kavganın içinde orantısız bir güç karşısında yenildiler...
68 kuşağı devlet ile hesaplaşmaya, köylüler ile birlikte emek mücadelesine, 15–16 Haziran’da işçiler ile barikatlara giden bir güçtü, devlet vardı karşılarında ve devlete karşı bir direniş...
Devrimciler ile devlet arasında görünürde suni denge vardı ama hesap edilemeyen ise dengeyi bozacak kadar güçlü bir devrimci örgütsel yapı henüz yoktu. Devrimci gençler gençlik mücadelesinden devlete karşı örgütlü bir siyasi güce dönüşürken yaşlarının getirmiş olduğu acelecilik ve kürsel olarak gelişen antiemperyalist mücadeleye eklenerek ülkemizde de kısa sürede başarıya ulaşacağı ütopyasını Küba’dan esinlemişlerdi… Her ne kadar “somut durumun somut tahlili” yapılmış olsa da pratikte oluşan ortamın yaratmış olduğu girdabın içine hızlı bir şekilde durup düşünecek zaman bırakmadan girmiş oldular…
Kontrgerilla “sürek avı” yapmak için siyasi ortam oluşturdu…
Devrimci mücadele ve onu yönlendiren siyasi örgütsel yapılar henüz filizlenirken, topraktan başlarını kaldıran bir filizin ucuyken onların üzerine devlet kontrgerilla gücü ve taktikleri ile bir “sürek avı” olduğunu görüyoruz... 12 Mart darbesinden sonra yapılan tüm operasyonlar merkezi olarak planlanmış ve canlı yakalamak yerine “öldürerek” bugünün dili ile söylersek “etkisiz hale” getirmek üzerine kurulmuştur… Yani öldürerek sisteme karşı “alternatif” olma ihtimali olan uyanışı yok etmişlerdir… Kontrgerillanın varlık sebebi; devlet tehlikedeyse onu tehlikeye sokanı “yok etmek” üzerine yer altından ve örtülü ödenekten beslenerek oluşturulmuş bir yapı değil miydi? NATO’ya girdiğimizden bu yana zaten bu amaçla oluşturulmuş bir gizli yapının görünür eylemleri düşmana korku, dosta bayram havası yaratmak için hayata geçirilmiştir… tarihinde en büyük ve kitlesel olarak kendisini kanıtlamak için fırsattı ve o fırsat bir “muhtıra” ile önlerine ödev olarak konmuştu…
Devrimciler henüz örgütlenemeden, örgüt ismini propaganda amaçlı ilan edip, çevre oluşturamadan bir sürek avının “avı” oldular...
Elbette 68 devrimcileri inanmıştı, yoldaşlarına çok güveniyorlardı, henüz yolun başında olmalarına rağmen yol ayrımı içinde tartışmalar ile uğraşırken, üzerilerine düşen görev çok ağırdı ve ağır yükü kaldırıp dik olarak yürümesini ve onurları ile bildikleri sona doğru gittiler...
Onların açtığı mücadele çizgisi ve birikimi 12 Eylül öncesi devrimcilere aktarıldı ama oluşan ortam içinde “antifaşist mücadele” daha ağır bastı... Devrimci yapılar dergilerinde yapmış oldukları tartışmalarında “somut durumun somut tahlilinde” üzerlerine “antifaşist mücadele” konduğunu ilan etmiş ve ona göre örgütlenme modeline uygun davranmışlardır. Onlarda ağır koşullar altında, mazlumların yanında faşist saldırıları durdurmak için canları ve başları ile çalıştılar, üstlerine düşen her görevi yerine getirdiler...
Devrimci yapılar ne yazık ki gerçek anlamda örgüt olamadan 12 Eylül karanlığında, zindanlarda direniş ve ölümler ile kendilerini korudular...
Elbette 12 Eylül darbesinden sonra devrimciler sadece cezaevlerinde direnmediler, yurtdışına sürgüne gidenler, yurtiçinde kalıp küçük çaplı direnişler koydular ve bu direnişlerde bir çok devrimci hayatını kaybetti, onların bir bölümünün anıları kitap ya da röportaj olarak yayınlandı…
Cezaevlerinde başlatılan “kaynaştırma” sivil siyasi yaşam içinde de karşılığını buldu, “24 Ocak Kararları” alan Turgut Özal’ın kurduğu parti bu kaynaştırmanın siyasi görünümü olarak karşılığını buldu… Uzun süre iktidarda kalan bu siyasi parti, 12 Eylül darbesinin amaçlarının bir bölümünü hayata geçirdi, geriye kalan amaçları ise “Ilımlı İslam” modeline uygun rejim değişikliği geçiş süreci ise gerçek anlamda bugünde halen iktidarda olan Adalet ve Kalkınma Partisi” ile hayat buldu. Liberalizm ülkemizde kendisine uygun söylemler ile toplumu illüzyon etmiş ve kullanılır olduğu süreç içinde toplumu değiştirmiş ve bu suret ile kullanılmış ve bir süre sonra tarihin çöplüğüne atılmıştır.
Bugün 68 kuşağı devrimcileri ve 78 kuşağı devrimcilerin birikimleri ve daha öncesi olan TKP tarihi birikimi ile daha deneyimli ve daha olgunlaşmıştır. Elbette tarihi birikim ile hareket edebilmenin ilk koşulu özeleştiri ile tarihe bakmak ve oradan ders çıkarılmasıdır…
Hayatını kaybeden tüm devrimciler onurumuzdur...
Onların anılarını, birikimlerini ileriye taşıyanlara bin selam!
İsmail Cem Özkan
Son Haberler
Sayfalar
BEN BEHZAT FİRİK! Hasan Aksu
Akp'nin yeni oyunu‘’Demokratikleşme Paketi’’
Kamuoyunun uzun bir süredir beklediği ‘’Demokratikleşme Paketi’’ nihayet 30 Eylül 2013 tarihinde yeni Başbakanlık binasında, bizzat hükümetin başı Erdoğan tarafından açıklandı. Hiçbir muhalif gazete ve televizyon kuruluşunun yer almadığı basın toplantısında, Bakanlar Kurulu üyeleri ve yandaş basının Ankara temsilcilerinin yer aldığı basın toplantısında, Erdoğan tek kişilik bir tiyatro oyunuyla ‘Demokratikleşme Paketi’’ni açıklayarak salondan ayrıldı.
Alman Bernsteincılığın, Rus Struveciliğin Günümüz Versiyonları 'Özgürlükçü Sosyalizm' Ve HDP-HDK
Ekonomistler , Legal Marksistler ve Menşeviklerin bir bölümünün Rus Devrimi süreci içinde toparlandığı Kadetlerin(Anayasal Demokrat Parti) iç savaş sürecinde karşı-devrimci Beyaz Muhafizlara dönüşmeleri size ilham vermelidir...
Geri dönüp baktığımda
Kürt hareketi iyimserlikle tedirgin bir karamsarlık arasında gidip geliyor. Bir bocalama içinde, şüpheci, kaygılı ve tereddütlü. Tayyip Erdoğan’ın ne yapacağını ve ne yapmak istediğini kestiremiyor. Kendisini kuşatan puslu havayı aralayamıyor, önünü göremiyor. Tayyip Erdoğan’a sert çıksa “hassas süreci” baltalamış olmaktan çekiniyor. Alttan alsa direksiyonu büsbütün AKP’ye kaptırmaktan ve bir bilinmezlikte irtifa kaybetmekten korkuyor.
Suyun başını Tayyip Erdoğan kesmiş, Kürt hareketi ise ona kilitlenmiş, ne söyleyecek, ne yapacak onu bekliyor.
Korkaklar Zafer Anıtı Dikemez, Hele Sen Asla…
Recep Tayyip Erdoğan gibi, tek millet, tek din düşüncesinin sadık bir savunucusundan, paketin içine sıkıştırdığı nefret suçları ifadesine tamamen zıt bir karakterli, kendi inancı dışındaki herkese ve her inanca, her farklılığa düşman birinden Alevi ve Alevilik inancıyla ilgili çözümler beklemek, beklentiler içinde olmak bile başlı başına büyük bir hayalciliktir.
AKP"nin "Demokratikleşme" Oyunları
Başbakan Erdoğan’ın bugün (30.09.2013) açıkladığı AKP’nin “demokratikleşme paketinde, demokratikleşmenin dışında her şey var dense yeridir. Türk burjuvazisi, 1923’den beri “demokratikleştiğini”, “demokrasiye adım attıklarını”, her yeni hükümet dönemlerinde birden fazla “demokratikleşme” paketleri çıkarmalarından bilinir. Önceleri, “sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış vatan-millet”, sonraları ise, “vatana millete hayırlı uğurlu olsun” burjuva çiğ sözleriyle ortalığa sürülen “paketler” ortaya çıktı.
Kürt krallığı için mi Halepçelerde öldüler ?
Gazeteler geçenlerde Mesut Barzani ile Celal Talabani'nin İstanbul'daki mülklerini sıralayınca, Halepçe'de soykırıma uğratılan Kürtler geldi gözümün önüne.
Devrim Bir Maceradır
Devrim bir maceradır. Kayıtsız kuyutsuz, şartsız koşulsuz, sorgusuz sualsiz devrim denen bir deryanın içine atmaktır kendini devrimcilik. Geriye bakmadan, arkada kalanları kara kara düşünmeden, hep ileriye yönelmektir devrimcilik.
Geceyi gündüze, yeri geldiğinde gündüzü geceye çevirmektir, yarınların getireceği yakıcılığı düşünerek, devrim denen maceranın içine hesapsızca atılmaktır devrimcilik.
Kürt siyasetinin kurtlarla bitmeyen dansi
Bir halk için tarih tekerrür ediyorsa, bu o halkın tarihten ders çıkarmadığını gösterir ki, vay o halkın haline. Burada kastedilen elbette halkın kendisi değil önderleridir. Kürtler de, önderleri tarihten pek ders çıkarmayan talihsiz bir halktır. Kürt önderleri yüz yıldan beri Türk devlet yöneticileriyle diyalog kurmaya çalışmış ama hep hüsrana uğramışlardır. Hatırlanacağı gibi daha birkaç ay önce devletle müzakere havası esiyordu Newroz' un barış güvercinleri uçurulan Kürt semalarında. Şimdi ise bir ümitsizlik rüzgârı esmekte halaylar çekilen o meydanlarda.
On’ların Öğrettiği
birer birer, biner biner ölürüz
yana yana, döne döne geliriz
biz dostu da düşmanı da biliriz
vurulup düşenler darda kalmasın…//
çünkü isyan bayrağıdır böğrüme saplanan sancı
çünkü harcımı öfkeyle, imanla karıyorum…
sıkılmış bir yumruk gibi giriyoruz hayata…”[1
Yukarıdaki dizeler Orhan Kotan’ın, Diyarbakır Zindanı’nda kaleme aldığı “Gururla Bakıyorum Dünyaya”sındandır; yazmaya gayret edeceklerimin özetidir sanki…
Aysel Tuğluk ve ekrad-i bi idrak
Fazla söze gerek yok.2007’de Kemalist bürokrasinin yaklaşan tasfiyesini öngöremeyip “Kurtarıcı motif, tarihsel imge Mustafa Kemal ve onun tarihsel eylemselliğinin büyüklüğü kendisini gösterdi ve gösterecek. O bir mucizedir, ölümsüzdür. Uluslaşmada temel direktir.