Perşembe Mayıs 9, 2024

Ölülerimizin Hayallerine de Sahip Çıkmalıyız;Murathan Mungan

 

Merhaba arkadaşlar, Hrant Dink’in değerli ailesi ve dostları, hakikat ve adaleti kıymet bilenler, hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum.

Sekiz yıldır her 19 Ocak’ta olduğu gibi, bugün gene burada Hrant Dink için toplanmış bulunuyoruz. Ölümünden sonra milyonlarca kalbin evladı olan Hrant Dink için... 2007 yılında onun öldürülmesinin hemen ardından yazdığım “Cinayetin arkasındaki en büyük örgüt” başlıklı yazım şöyle başlıyor: 

“Söylenecek sözün çokluğu bazen insanı dilsiz bırakır. Tıkanır, kalırsınız. Haklılığın suskunluğu, diğer suskunluklara benzemez; düğümü zor çözülür.(...) Tek başına zaten yeterince trajik ve  yaralayıcı olan bu ölüm, aynı zamanda yakın tarihi ürperterek çağrıştırdıkları, hafızadan geri çağırdıklarıyla da kavurucuydu. Her yeni ölüm, diğer ölümleri de ilk gün acısıyla diriltir.

Kaç kitap yazarsanız yazın, bazen böyle dilsiz kalırsınız.”

Bugün sözlerimi, o gün kaldığım yerden sürdüreceğim: dilsizliğin her çeşidinin yaşandığı bu ülkede ölenler, öldürülenler, katledilenler biz onlardan sonra birkaç kelime daha fazla söyleyebilelim, diye öldüler. Dilimizdeki kilitler çözülsün diye, dilsizi olduğumuz hakikatler içimizi daha fazla kavurup yakmasın diye... Onca zaman, bunca kayıp, bunca ölümle hem tarih içinde kilitli kalmış, hem zaman içinde yol almış o fazladan birkaç kelimeyi bugün en azından onlara, onların hatırasına borçluyuz. Baskıcı iktidarlar korkunun bulaşıcı olduğunu bilir, bu yüzden toplumun korkularını sürekli diri tutmaya çalışırlar; onların bilmediği cesaretin de bulaşıcı olduğudur. Bu yüzden hayatın ve dünyanın gözlerinin içine bakarak cesaretle konuşmalıyız. O kelimelerin bizden başka sahibi yok! Bunu hiç unutmamalıyız. 

Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından sekiz koca yıl geçti. O yıl doğan çocuklar dillendi; okuma yazmayı söktü. Oysa Hrant Dink’in ölüsü, gerçek hikâyesi aydınlatılmamış bir cinayetin kurbanı olarak hâlâ bu kaldırımda yatıyor. Dünyayı kaybıyla ıssızlaştıranlar hatıraları ve emanetleriyle çoğaltırlar... Ve emanetin başını bekleyen bizler sekiz yıldır burada toplanıp adalet ve hakikat arayışımızı dillendiriyor, Hrant’ın ölüsünü unutkanlığın zalim ellerine teslim etmeyeceğimizi haykırıyoruz. Ayrıca Hrant Dink cinayetini, kendi siyasi projeleri için araçsallaştırmaya çalışanların emellerine terk etmeyeceğimizi de belirtmek istiyoruz. Bu sekiz yıl boyunca adalet yerinde sayarken pek çok şey söylendi, yazılıp çizildi. Bugüne, bana varıncaya dek sözler seyrelip azaldı belki, ama acılar azalıp seyrelmiyor. Yerini bulmamış bir adaletin sancısı yüreklerde zonklamasını sürdürüyor; vicdanları sızlatmayı, aklımızı acıtmayı sürdürüyor. Dahası, o günden bu yana adlarını tek tek sayamayacağım her yeni kurban ve her yeni ölümle birlikte, Hrant Dink bir kez daha burada, bu kaldırımda vurulup öldürülüyor. Yerini bulmamış adalet, katillerini ve kurbanlarını çoğaltır. Gene öyle oluyor. Çünkü tetiği çeken parmaklar değişse de, cinayetin arkasındaki en büyük örgüt aynı. Adı “faili meçhul”, ama kendisi “faili belli” onca cinayetin işlendiği bu ülkenin değişmeyen kara gerçeği, bizi her seferinde aynı sözleri tekrara mahkûm ediyor. İktidarlar ve koltuk sahiplerinin maskeleri değişse de hiç değişmeden süren merkezi despot devlet geleneğinin elleri her seferinde gene aynı karanlık oyunu tezgâhlıyor. 1938’te Dersim kıyımını, 1978’te Maraş katliamını yapanlar, 1955’te 6-7 Eylül olaylarını başlatanlar, 1993’te Madımak Oteli’ne sığınan canları yakanlar, 2011’de Roboski’yi bombalayan kişiler ve zihniyetler aynı. 500’ü aşkın haftadır Galatasaray’da diz çürüten cumartesi annelerinin bağırlarını yakanlar da aynı. Adında “adalet” sözcüğünü taşıyan bir partinin on iki yıldır iktidarda olduğu bir ülkede yıllardır adalet bekliyoruz. Gelmiyor!

Arkadaşlar, bu ülkede insanlar yalnızca dostlarının değil, düşmanlarının da kendilerine benzemesini isterler. Kendisine benzesin ki, kiminle mücadele ettiğini, neyle savaştığını tanıyıp bilsin isterler. Birbirlerine benzeyenler birbirlerinin silahlarını, yaralarını, oyunlarını ve nefretlerini tanırlar. Sevginin sahtesi olur, ama nefretin olmaz. Oysa Hrant Dink onlara benzemiyordu. Çünkü onların bilmediği bir Türkçeyle konuşuyordu, onların bilmediği bir Ermeniceyle konuşuyordu. O, tüm halkların eşitliğine ve kardeşliğine inanmış biri olarak, barışın diliyle konuşuyordu. Laf olsun diye edilmiş temenni türünden bir barışın değil, sahici, hakiki, kalıcı ve sürekli kılınmasını istediği bir barışın diliyle... Kan kamaştıran savaş sözcükleri yoktu onun sözlüğünde, kin tazelemek için değil, hafıza tazelemek için söz alıyordu; insanları hınç bilemeye, ödeşmeye, intikam almaya değil, geçmişiyle, şimdisiyle ve kendiyle yüzleşmeye çağırıyordu. Türkleri ve Ermenileri “ebedi düşman” rolüne kapatıp kindarlığa kilitleyen tüm politikalara karşı çıkıyordu. Ötekileştirmenin dışlayıcı, düşmanlaştırıcı, şeytanlaştırıcı dilinden çok uzak bir dille konuşuyordu. Onların hiçbir zaman bilmediği; bilmek, öğrenmek istemediği yabancı bir dildi bu. Bu nedenle Hrant Dink Ermeniliğiyle “öteki”, diliyle “yabancı”ydı onlara. Hrant’la birlikte öldürülmek istenen işte bu dildi. Bir türlü hazmedemedikleri bu barış dili, dünyayı kardeşliğe çağıran bu insancıl dil... Bugün belki de her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğumuz bir dil.

Arkadaşlar, katillerin her infazla birlikte tabancalarına çentik attıkları İkinci Meşrutiyet öncesinden bugüne, örgütlü, tasarlanarak işlenen gazeteci cinayetlerinin uzun listesinde Hrant Dink, siyasal bir cinayete kurban giden 62. kişiymiş. Ülkemizin hemen her güne siyasal bir cinayetin, bir katliamın, bir toplu kıyımın düştüğü “Resmi Tarih Ajandası”nda, kaderi 19 Ocak 2007’ye düşen, sözünün bedelini, vicdanının maliyetini canıyla ödeyen 62. kişi...

Bu yüzden aradan geçen sekiz yıl boyunca yetişen yeni kuşaklar ve sislenen hafızalar için belki de Hrant Dink’i yeniden anlatmak, yeniden hatırlatmak gerekiyor: O, sadece Ermeni halkının bir sözcüsü değil, tüm Türkiye’nin sesiydi. Ezilen, dışlanan, sömürülen tüm kesimlerin sesi. Bugün aramızda olsaydı, Gezi Parkı Direnişi’nde bizlerle saf tutacak, tarih boyunca 76 kez kıyıma uğramış, Ortadoğu’nun en kimsesiz, en sahipsiz halkı olan Ezidilerin yanında yer alacaktı. Hrant Dink yaşamı boyunca kendine ve değerlerine sadık kalmış biri olarak uzlaşmacı ama ödünsüz tutumuyla bu ülkede pek çok şeyi değiştirdi. Hatta ölümü bile çok şey öğretti bize. Hiçbir çevrenin, hiçbir iktidar odağının hoşuna gitmeye, gözüne girmeye çalışmadan, doğru bildiklerini söyleyip inandıklarını savundu. Onun ve benzerlerinin verdiği mücadele, onların ölümleriyle birlikte kesintiye uğrayacak bir mücadele değildir. Burada ve meydanlarda toplanan kalabalıklar da zaten bunu gösteriyor.

Bu coğrafyanın halkları düzayak yapılmış çözümlemeler, üstünkörü saptamalarla ışıklandırılamayacak kadar karmaşık, çok katmanlı bir geçmişten, tarihin labirentinde kaybolmuş pek çok hikâyenin içinden geçip geliyor. Bu nedenle Hrant Dink de, Ermeni sorununun çözümü için yeni bir dil ve her iki tarafın da ezberlerinin dışına çıkan yeni bir yaklaşım gerektiğini düşünüyordu. Bu topraklarda yaşayan insanların bu konuyu her yönüyle konuşarak, birbirlerini tanıyarak, birbirlerinin hikâyelerini dinleyerek, birbirlerinin acılarını anlayarak, birbirlerine değerek, dokunarak, zamanla bu sorunu barışçıl bir çözüme kavuşturabileceğine inanıyordu. Her iki topluluğun da hatıraları ve hafızaları arasında bir diyalog kurulması gerektiğine inanıyordu. Böylelikle resmi hafızaların yerini artık sivil hafızaların alacağını ümit ediyordu. Ermeni sorununu, emperyal güçlerin uluslararası masalarda Türkiye’ye karşı elinde tuttuğu bir koz olmaktan çıkaracak olan şeyin, halkların kendi arasında geliştireceği bu diyalog zemini olacağına inanıyordu. Bu yüzden Hrant Dink’in bu konuyla ilgili rüyalarından biri, iki halkın birbiriyle kaynaşmasını sağlayacak Ermenistan-Türkiye sınır kapısının açılmasıydı. Dostlar, arkadaşlar, ölülerimizin sadece hatıralarına değil, rüyalarına da sahip çıkmamız gerekir. İşte bugün o kapının açılması, pek çok şeyin kapısının da açılması demek olacaktır. O kapının açılması, yüzyıldır Ararat dağının doruğuna çöken sisin dağılması olacaktır. O kapının açılması 2015 yılına çok yakışacaktır.

Dostlar, arkadaşlar, çoğunuzun bildiği gibi bu topraklarda her inkârın ardında yakın ya da uzak tarihli toplu mezarlar yatar. Hrant Dink’in öldürülüşünün sekizinci yılı, gene bildiğiniz gibi aynı zamanda 1915 Ermeni soykırımının yüzüncü yılıdır. Ermeni soykırımının reddi, inkârı Türkiye’nin yüzyıllık yalnızlığıdır. Tarihte, hafızada, akılda, vicdanda ve dünyadaki yalnızlığıdır. Türkiye’nin bu yüzyıllık yalnızlığı artık son bulmalıdır. Bu ülke geçmişin hayaletlerinden korkmayarak tarihiyle yüzleşmeli, geçmişte yaşananlara ilişkin sorumluluklarını üstlenmeli ve bu karanlık mirasın kahredici ağırlığından kurtulmalıdır. Bunu, dünyanın azarlayan bakışları ya da başkalarının onayları için değil, kendisi için istemelidir. Geçmişten günümüze işlenen bunca cinayetin seyircisi bir toplum olmaktan kurtulmanın bir yolu da budur. Çünkü biliyoruz ki, mücadele edilmesi gereken halklar, uluslar değil, zihniyetlerdir. Uzun bir süredir bu ülkede sistemli olarak ve giderek tırmanan bir biçimde toplumsal kutuplaşmalar yaratılıyor, düşmanlıklar körükleniyor, bizzat devleti yönetenler şiddet amigoluğu yapıyor. Oluşturulan bu alacakaranlık kuşağını andıran siyasal iklimle, Türkiye adeta adım adım Enver Paşalarla, Talat Paşalarla gecikmiş randevusuna sürükleniyor. “Edirne’den Ardahan’a bölünmez,” dedikleri vatan, Susurluk’tan Roboski’ye parça parça edildi, ediliyor.

İşte bu yüzden biz Hrant için, adalet için sekiz yıldır haykıranlar artık demokrasinin karikatürünü değil, kendisini istiyoruz. Acilen demokrasi ve koşulsuz ifade özgürlüğü istiyoruz. Kapalı kapılar ardında tezgâhlanan karanlık oyunların göstermelik demokrasisini değil, günışığı demokrasisi istiyoruz. Laiklikten ödün vermemiş bir demokrasi istiyoruz. Kimsenin kimsenin kanına, canına susamadığı bir toplumda, kurban almadan ve kurban vermeden yaşamak istiyoruz. Hemen her gün bir kadın cinayetinin işlenmediği, transların, eşcinsellerin öldürülmediği, çocukların devlet kurşunlarıyla katledilmediği bir ülkede yaşamak istiyoruz. Etnik, kültürel, dinsel, cinsel her çeşit ayrımcılığın ortadan kalktığı, kimsenin kimsenin yaşam biçimine, diline, dinine, mezhebine, inancına ya da inançsızlığına karışmadığı, herkesin eşit haklara sahip yurttaşlar olduğu, demokratik olgunluğa erişmiş bir toplumda barış, kardeşlik ve dayanışma içinde yaşamak istiyoruz. Ağaca, suya, parka, koruya, ormana, herkesin ve her canlının yaşam hakkına saygılı çok dilli, çokkültürlü, çok renkli bir toplum olarak yaşamak istiyoruz. Vesayet biçimlerinin tümüne kayıtsız şartsız karşı çıkıyor, 12 Martların, 12 Eylüllerin apoletleriyle ılımlı kindarlık, kravat takmış yobazlık arasında seçim yapmak istemiyoruz.

Bugün burada basın özgürlüğünü savunmak içinJe suis Charlie Hebdo diyorsak, kimilerinden farklı olarak 1994’te Istanbul’da “Özgür Ülke” gazetesi bombalandığında sokaklara çıkmış olmanın gönül rahatlığıyla diyoruz.

Arkadaşlar, Hrant Dink’in ölümüyle bu ülke sadece kıymetli bir evladını kaybetmedi, aynı zamanda önemli bir gazetecisini de kaybetti. Gazetecilik mesleğinin çok büyük ölçüde haysiyet kaybına uğradığı böyle bir dönemde, onun ve onun gibi gazetecilerin yokluğu daha çok hissediliyor. Sırf bunun için bile, Hrant Dink’in dördüncü çocuğu olan “Agos” gazetesine, onun emanetine de sahip çıkmamız gerekiyor.

Dilerim, Hrant Dink ve benzerlerinin uğruna öldükleri doğrular, çok uzak olmayan bir gelecekte, günışığı görmüş bir demokraside, barış içinde bir arada yaşayan bir toplumda gündelik hayatın sözü bile edilmeye değmeyecek sıradan gerçekleri olur!

Gene dilerim, yakın bir gelecekte adalet yerini bulur, sonraki yıllarda burada toplanacak olanlar, hâlâ sonuçlanmamış bir hak ve adalet arayışı için değil, sadece Hrant’ı ve hatıralarını yâd etmek için bir araya gelirler.

Sözlerimi sonlandırırken, Dink ailesini muhabbetle kucaklar, hepinizi yeniden sevgi ve saygıyla selamlarım. (ÇT/EKN) 

* Fotoğraf: Agos


66365

Misafir yazarlar

Güncele iliskin yazilariyla sitemize katki sunan yazar dostlarimiza ait bölüm

Misafir yazarlar

Enkaz Yaratan Çürük Düzeninizi Yıkacağız; Seçim Kurtuluşunuz Olmayacak!

6 Şubat depremleri sonrasında on binlerce insan taammüden katledildi, yüz binlercesi yaralandı ve milyonlarcası temel yaşam koşullarından mahrum bırakıldı. -Bir değil, iki değil, üç değil- on binlercemiz kendileri için bir mezar haline getirilen evlerinde öldürüldü. Sadece depremler nedeniyle değil enkaz altında kurtarılmayı beklerken yardım edilmediği için donarak öldürüldü. İnsanların yardım edin çığlıklarına, “Nerede bu devlet?” haykırışları eşlik etti.

Halkın İçinde Olmak (Sentez)

Halka dair söylenenler, devrimciliğe dair biçilenler, bireye dair yapılan sorgulamalar, bir politik öznenin hayatın içinde olup olmamasına dair yapılan vurgular, sömürenler ve onların devleti, bunların siyasi iktidarı ve muhalefeti, ordusu, sivil uzantısı her şey ama her şey mücadelenin tarihiyle kıyaslandığında kısacık denilebilecek bir zaman diliminde, yoğunlaştırılmış bir şekilde tartışmaya açıldı, tüm bunlarda yeni derinlikler kazanıldı, yeni bakışlar edinildi, ufuklar genişledi, renklilik geldi.

“İstibdat”tan Kurtulmak İçin Kürdü Çağırmak!

14 Mayıs’ta yapılacak olan cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleri öncesi Millet İttifakı’nın cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu, seçimlere ilişkin HDP ile bir toplantı gerçekleştirdi. Toplantı çıkışı basın önünde bir açıklama yaptılar. CHP lideri K.Kılıçdaroğlu da HDP Eş Genel Başkanları Pervin Buldan ve Mithat Sancar da TBMM’nin önemine, halk iradesinin temsiliyetine dikkat çektiler! Basın önünde verdikleri mesaj “Hiçbir sorun çözümsüz değil, TBMM çatısı altında Türkiye’nin her sorununu çözmek olası…” biçiminde özetlenebilir.

Vicdan ve ahlak mı dediniz? (Ertan İldan)

Aslında Türkiye'de 50 gün sonra yapılacak seçimler hakkında daha fazla konuşmak niyetinde değildim. Tüm sermayesini bu muharabe'nin sonuçlarına yatırmış ve temelde iki kutupa ayrılmış bir toplumsal psikolojide aykırı bir görüşün yankı bulmayacağını bilirim. Daha da önemlisi muhtemel bir yenilgide akli melekelerini yitirmiş ve umutlarını tüketmiş bir kesimin hışmına uğramak tehlikesi de yok değil. Oysa benim "gemileri yakmak" gibi bir mecburiyetim yok. Demokrasi, özgürlük, eşitlik ve adalet isteyen toplum kesimleri ile ilişkilerimi ve görüş alışverişimi sürdürmek isterim.

Kaypakkaya ve Kemalist Cumhuriyet

Bu yıl İbrahim Kaypakkaya’nın faşist Türk devleti tarafından katledilişinin 50. yıldönümüdür.

Ve faşist TC’nin de kuruluşunun yüzüncü yılıdır. Kaypakkaya yoldaşın siyasal yaşamı bu tekçi, inkarcı, katliamcı tarihle hesaplaşmakla geçmiştir. Hiç kuşkusuz onun analizleri yalnız geçmişi değil geleceği de içeriyor. Dolayısıyla cumhuriyetin yüz yıllık tarihini sorgularken onun görüşleri bize yol göstermeye devam ediyor.

2023 Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin boykot tavrı neden doğru değildir

Çünkü öncelikle içinden geçilmekte olunan tarihi momentin realitesi; “Burjuva faşist düzen partileri ve ittifaklarının adaylarını boykot et, devrimci demokrat adayları destekle!” (MKP-SB. Bk. Halkın Günlüğü gazetesi) şiarında dile getirilen bu yaklaşımla örtüşür değildir. Neden değildir? Çünkü öncelikle içinden geçilmekte olunan süreç, ‘normal-olağan’ rutin bir süreç olmayıp; yönetimsel olarak sistemde niteliksel değişimin yaşanacağı bir süreçtir.

Delirmeye Az Kaldı Doktorum Nerede

Mahlukatlar içerisinde, kendisi gibisini, yaratabilecek tek canlı insanlardır. (Albert Ergün Einstein)

Ah.... çocuklar... ahh....

Memleketteki partilerin zayıflıklarını öne sürerek her türlü burjuva partileriyle bir araya gelenler....

İş dünya proletaryalarının burjuva renkleriyle bir araya gelmeye gelince....

Dünya proletarya partilerin zayıflıklarını öne sürerek bir araya gelmeyi ret etmekteler.

Ve bu insanlar örgütlüler biz proletaryalar örgütsüz.

Ve bu insanlar örgütlüler biz proletaryalar örgütsüz.

Ve tc’nin okul sıralarında olsa dahil...

Ermeni Devrimcilerin İttifak Deneyiminden Hareketle “YÜRÜ BE KEMAL…”

6 Şubat depremleri sonrasında on binlerce can kaybının ardından 14 Mayıs 2023 tarihinde “Başkanlık” ve “Milletvekilliği Genel Seçimleri”nin “yenilenme”si kararı alındı. Depremler ve ardından yaşanan sellere rağmen ülke seçim sath-ı mahalline girmiş bulunuyor. Seçim, iktidardaki AKP-MHP partilerinin oluşturduğu “Cumhur İttifakı” ve ona eklemlenen partiler ile CHP-İYİ Parti’nin başını çektiği “Millet İttifakı”nın oluşturduğu iki ana siyasi kampın iktidar mücadelesi biçiminde gelişiyor.

ATAERKİL SİSTEME KARŞI MÜCADELE SORUNU, EZEN-EZİLEN CİNS ÇELİŞMESİNİN ÇÖZÜMÜ SORUNUDUR

Sorunların doğru çözümü, öncelikle onların özünün tam olarak ne olduğu veya neye tekabül ettiğinin eksiksiz olarak ortaya konulmasıyla doğrudan bağlantılıdır. Yani sorun aslında tıpkı şuna benziyor: Doğru ve isabetli tedavi ancak ki doğru teşhis ile mümkün olabilir.

“Kadın sorunu” olarak tanımlanan sorun da böyledir. Sorunun özü bir kez gözden kaçırıldımıydı, sorunun kendisi de çözümü adına ileri sürülenler de isabetli ve doğru olarak ortaya konma şansını yitirir esasen.

Azaduhi (Nubar Ozanyan)

Herkesin anlatılacak bir hikayesi, yazılacak bir yaşamı vardır. Liceli Azaduhi’nin hikayesi, soykırım yaşamış bir Ermeni kadının Lice’den Diyarbakır’a, İstanbul’dan Hollanda’ya uzanan sürgün hikayesidir. Doğduğu yerde yaşayamadığı gibi ölemeyenlerin hikayesidir. Onun hikayesi kolay taşınamaz acıların, tanımlanması zor hüzünlerin hikayesidir. İyilik yapmaktan başka bir şey bilmeyen, ekmeğini paylaşmaktan başka bir şey düşünmeyen, direngen Liceli bir Ermeni kadının hikayesidir.

Katledilişinin 50. Yılı Vesilesiyle KAYPAKKAYA ve TKP-ML

Faşist T.C. Devleti tarafından, bundan 50 yıl önce bir komünist önder, aylarca süren işkenceli sorgular ardından hunharca katledildi. Buradan bir kez daha bu cinayeti kınıyor ve Türkiye-

K. Kürdistan devrimci hareketinin ender yetiştirdiği bu komünist önderi saygıyla anıyor ve ideallerine bağlı kalacağımızın sözünü yineliyorum.

Onun katli, “işkence sonucu ölüme sebebiyet verme” şeklinde olmayıp; bizzat devletin ilgili ve yetkili kurum ve kişilerince, “devletin ulvi çıkarları adına” karar altına alınan bilinçli ve iradi bir cinayettir.

Sayfalar