Cuma Mayıs 17, 2024

Mahallemizin en bıçkın delikanlısıydı‏

  

Onu ilk ne zaman gördüğümü şimdi hatırlamıyorum. Aynı mahallede oturuyorduk, daha çocuk yaşta bir su tesisatçısının yanında çalışarak ekmek parası kazanıyordu. Akşamları onu mahallede sık sık arkadaşları ile ya Umut Market'in önüne attıkları sandalyelerde otururken ya da sokak aralarında gezinirken görürdüm. Boyu arkadaşlarına göre daha kısa olsa da tarzı ve endamı ile kendini hemen belli ederdi. Hafif yana yıkık yürüyüşü ve içe işleyen bakışları ile etrafa biraz kabadayıca bir hava yayardı. Yürürken göz ucuyla süzdüğü sokağa, "Hey sokak… Aç kapılarını, bak ben geldim," der gibiydi. Akşamları bazen yanıma gelir, okuduğu kitaplar ve siyaset üzerine sohbet ederdi. Boş zamanlarında da DTP'ye gidip gelirdi. Hiçbir gizli faaliyeti olmadığı halde devamlı polis takibi altındaydı. Sadece o değil daha birçok genç de aynı şekilde polisler tarafından izleniyor ve baskı görüyordu.

2007 yılının 22 Temmuz'uydu. Güneşin Kars'ı kızgın alevleriyle kamçıladığı bunaltıcı bir gündü. Şimdiki gibi bir seçim tiyatrosu daha oynanıyordu. Ben de o oyunun milletvekili adayı olarak Kars'taki figüranlarından biriydim. Oyunun yönetmeni ve senaristi hep olduğu gibi yine devletti. Güya Ankara'ya gidip devletin o hak tanımaz kanatlarının gölgesinde özgürlük mücadelesi verecektim! Aslında apaçık bir yanılgı ile devlet çarkının bir dişlisi olup bu vampir düzene hizmet etmiş olacaktım.  

ÇORBACILARIN KAMÇILANMIŞ ÖFKESİ                                                                           

Seçimden önce DTP Kars il başkanı iken, arkadaşlarımla birlikte pek çok sivil itaatsizlik eylemiyle AKP'ye, onun militarist güçlerine ve benim ÇORBACI dediğim Kürt işbirlikçilerine karşı çok sert ve uzlaşmaz bir muhalefet yürütmüştük. Amacımız bu güçlerle halk arasına kalın bir duvar örmekti. Bu nedenle bize karşı epey kin ve öfke biriktirmişlerdi. Şimdi seçimde o kin ve öfkeyi üstümüze kusuyorlardı. Tüm güçleriyle seferber olmuşlardı. Çevirmedik dolap, söylenmedik yalan bırakmıyorlardı. Mitinglerdeki konuşmalarımda ve dağıttığımız bildirilerde onlar için, 'Bunlar kendilerini ve Kürt halkını bir tas çorbaya satarlar,'diyordum. Bu sözümü insanı dehşete düşüren bir tilkilikle tersine çevirerek, benim Kürtlere Çorbacı dediğimi ileri sürdüler. Bu kara propaganda dalga dalga yayıldı. Bize oy verecek olanlara da gidip, "O nasıl olsa seçiliyor, hiç değilse meclise bir Kürt daha gönderelim,"diyorlardı. İşaret ettikleri işbirlikçi Kürt ise AKP'liydi. Böylece bize oy verecek Kürtlerin aklını çeliyorlardı.

Asker ve polisler bize nefes aldırmıyorlardı, sandıkları kıskaca almışlardı. Taraftarlarımızı fütursuzca gözaltına alıyorlardı. Bizi kuşatan barikatı aşma çabalarımız sonuçsuz kalıyordu. Seçimden birkaç gün önce MİT'in, Kars Cezaevi civarındaki bahçesinde AKP'li Kars belediye başkanına mangal ziyafeti çektiğini ve mangal başında bize karşı yürütülecek kampanyanın görüşüldüğünü haber aldığımda, işimizin öyle pek de kolay olmadığını anlamıştım. Devlet ve işbirlikçileri (çorbacılar) beni Ankara'ya göndermemeye karar vermişlerdi, ne yapıp edip bunu sağlamak istiyorlardı.           

İkindi vaktiydi, polislerle cebelleşmekten tükenen gücümün son kırıntılarıyla sandıkları dolaşırken, Mirsevdin nefese nefese gelip, sesinde acı bir haykırışla, "Polisler Savaş'ı götürdüler,"dedi. Baba yüreği işte, telaşlanmıştı, alnında bocuk boncuk ter taneleri birikmişti, renkli gözlerinde kaygılı kıvılcımlar çakıp sönüyordu. 'Merak etme, ilgileniriz,"diyerek onu teselli edip, telefonla genç avukatlardan karakola gitmeleri için yardım istedim. O sırada Savaş'ın yüzü hafızamda canlanmamış, ismi de hiç tanıdık gelmemişti.

Seçim akşamı AKP, devlet ve ÇORBACILAR istediklerini elde ettiler, biz ağır bir yenilgiye uğradık.                                                                                                                                                                                             UTANGAÇ ÇOCUK                                                                                                  

Seçimin ertesi günü partideydim. Yenilginin soğuk gölgesi çökmüştü içeriye, başlar öne düşmüş, gözlere sönük bir dalgınlık gelmişti. Söylenecek pek bir şey yoktu, seçimi kaybetmiştik. Çocukluktan daha tam olarak çıkmamış bir genç yanıma gelip, "Amca,"diyerek, kendini bana tanıttı. Ellerimiz birleşirken, "Ah, o Savaş sen miydin?"diye hafif bir çığlık attım. Onaylayıcı bir gülümseme ile başını öne eğip bir tüy sessizliğiyle yanımdaki sandalyeye ilişti. O da diğer partililer gibi çok üzgündü. Kaç yaşında olduğunu sordum. Utangaç bakışlarını yerden kaldırmadan, "On beş,"dedi. Çocuksu çekingenliği henüz üstünden atamamıştı. Onun benim yüzümden gözaltına alındığını ve karakoldayken üzüldüğünü düşünerek, bitmez bir borçluluk ve minnettarlıkla elini tutup avucumun içine aldım.

Savaş Sönmez' le işte böyle başladı dostluğumuz. O, neredeyse torunumun yaşındaydı. Dede torun dost olmuştuk işte!

MAXMURKAMPINAYÜRÜYECEKTİK                                                                             Seçimden önce gençlerin uğradığı polis baskısını konuşmak için partinin Kars merkez ilçe başkanı ile birlikte TEM amirine gitmiştik. Amire polisin uyguladığı baskıyla gençleri dağa gitmeye zorladığını söylediğimde, "Evet,"demişti TEM amiri, makam odasının gri duvarlarında çınlayan bir sesle. "Giden gitsin, böylece saflar belli olur, bize de iş çıkar." Bu sözler karşısında kanımız donmuştu. Ben de ona, 'Siz böyle devam ederseniz,'demiştim. 'Biz şehri terk edip Digor düzünde özgürlük çadırları kurarız. Bizi daha da zorlarsanız topluca Maxmur Kampı'na yürürüz. Ancak… Şunu çok iyi bilin ki, biz yüz binler halinde geri döndüğümüzde sizler artık burada kalamayacaksınız."    

Seçim bastırınca pek çok projemiz gibi bu projeyi de askıya almıştık. Seçimden sonra polis takibi boğucu bir hale gelmişti, tehditlerin ardı arkası gelmiyordu. Savaş'ın birçok genç gibi artık dayanacak gücü kalmamıştı; ya yalancı bir tanığın ifadesiyle hapse atılacaktı ya da Kars'ı terk edecekti. O da çareyi Kars'ı terk etmekte buldu, İstanbul'a gitti.

Ben Kandıra Cezaevi'ndeyken, bana devamlı mektuplar yolluyordu. Yıllar akıp giderken, Savaş çekingen çocukluğu geride bırakıp duyarlı bir gençliğe adım atmıştı.

Kobani IŞİD barbarlarının saldırısına uğrayınca, insani yardım için Kobani' ye gitti. Saldırı altındaki sivil halka yardıma koşarak tam da kendisine yakışanı yapmıştı. Gel gelelim bir zaman sonra kör bir kurşunla vurulup gözlerini Urfa devlet hastanesinde açmıştı.

SAVAŞ'A VEFA BORCUMUZ VARDI                                                              

Avukat oğlum Bişar Abdi hukuki yardımda bulunmak için hemen soluğu Urfa'da aldı. Ben, işkenceye canavarlık dediğim için aldığım ceza nedeniyle hapishane ziyaretlerinden hâlâ yasaklı olduğumdan ne yazık ki gidemedim. Savaş çenesinin arkasına isabet eden bir kurşunla ağır bir şekilde yaralanmıştı. Tedavi edilmesi gerekiyordu. Ancak buna rağmen tutuklanıp cezaevine atılmıştı. Ortada bir hukuk garabeti vardı: Oysa uluslararası hukuka göre devletin böyle bir yetkisi yoktu, çünkü YPG sınır dışındaki bir toprak parçasında faaliyet gösteriyordu. Gel gelelim IŞİD'li katiller de Türkiye'de cirit atıyorlar.

Savaş'ın davası aylar sonra açıldı, Bişar Abdi tekrar ümitle Urfa'ya gitti, ancak mahkeme onu yine serbest bırakmadı. 

Savaş şimdi sayıları binleri bulan hasta mahpusların ortak kaderini yaşıyor. Kurşun sinirlerine hasar verdiği için yüzünün yarısı felç olmuş, bir gözü kapanmıyor ve durmadan yaşarıyor. Konuşurken dilini ritmik bir şekilde dışarı çıkarıp duruyor.

DEVRİMCİLERİN GÖREVİ                                                                                       

Savaş şimdi hasta haliyle kapatıldığı hapishanede Kobani'ye insani yardıma gitmenin bedelini ödüyor. Tutuklanmayıp tedavi edilseydi, yüzünde o kalıcı hasarlar oluşmayacaktı. Savaş'ı tedavi etmeyen doktorlar kadar, onu tutuklayan ve cezaevinde tutmaya devam eden savcı ve hâkimler de insanlık ve hukuk önünde sorumludurlar. Onları ne hukuk, ne de vicdan affeder.

Savaş ve diğer hasta mahpusları serbest bırakmak bir lütuf değil bir devlet görevidir. Devlet bu görevini acil olarak yerine getirmek zorundadır. Aksi halde cinayet işlemiş olur.

Ve hasta mahpuslara sahip çıkarak onların serbest bırakılmalarını sağlamak insan haklarından yana olan herkesin, en çok da devrimcilerin görevidir. alinakmahmut@hotmail.com  

     
70335

Mahmut Alınak

Eski kürt milletvekillerindendir.Çeşitli kitapları bulunmaktadır.Aralık 2011 yılına kadar sitemizde sürekli yazılar yazan Mahmut Alınak,Aralık 2011'de KCK tutuklamalarına maruz kalarak tutsak edilmiştir.Temmuz 2012'de tahliye edilmiş olup,zaman zaman yazıları ile okur kitlesine ulaşmaktadır.

alinakmahmut@hotmail.com

Son Haberler

Sayfalar

Mahmut Alınak

Rosa özgürlüğün ta kendisiydi

“Hareket etmeyenler, zincirlerin

ne kadar ağır olduğunu bilmezler.”[1]
 
“… Bu zehirli kaltak, bir maymun kadar zeki olmakla birlikte sorumluluk duygusundan tümüyle yoksun olduğu ve tek motifi kendini haklı çıkarma yolunda neredeyse sapkınca bir istek olduğu için daha çok zarar verecek,” diye yazıyordu Victor Adler August Bebel’e 5 Ağustos 1910 tarihli mektubunda.

İbrahim KAYPAKKAYA'nın Ölümünün 50. yılı Vesilesiyle

 

“CEHENNEMİN GİRİŞ KAPISI”NI YIKAN KAYPAKKAYA

VE

ONUN ÖĞRETTİKLERİ...

Yusuf KÖSE

İBRAHİM KAYPAKKAYA’DAN ÖĞRENMEK[*]

 

“İşçi sınıfının

ekmekten çok

onura ihtiyacı var.”[1]

 

Patika Dergisi (PD): İbrahim Kaypakkaya’nın katledilmesinin üzerinden 50 yıl geçti. 50. yılında Kaypakkaya’yı özgün kılan nedir?

 

Sibel Özbudun (SÖ): İbrahim Kaypakkaya’nın 68 devrimci hareketi içerisindeki, onu hem kendi bağlamı, hem de günümüz açısından “özgün” kılan, bence “süreklilik içinde kopuştan kopuş”u temsil etmesidir.

Sosyalizm/Komünizm Nedir? (MLPD Programı)

Sosyalizm ve komünizm hakkında düşündüklerinde birçok insanın aklından geçen sorulara bazı yanıtlar.

Sosyalizm nedir ki?

 Sosyalizm, kapitalizmin toplumsal alternatifidir. Günümüzün devlet-tekel kapitalizminde, uluslararası tekeller kendilerini tamamen devlete tabi kılmış ve tekelci sermayenin organları devlet aygıtının organlarıyla birleşmiştir. Tüm toplum üzerinde çok yönlü egemenliklerini kurmuşlardır. Aynı zamanda, hakim olan uluslararasılaşmış üretim tarzı, dünyanın birleşik sosyalist devletleri için maddi hazırlığı tamamlamıştır.

Dinci-Faşist Gericiliğin Merkezi: Emperyalist Türk Devleti

Özellikle son 15 yıldır dinci (müslüman) gericiliğin merkezi olduğu rahatlıkla söylenebilir. ABD'nin Afganistan ve Irak'ı işgali ve peşinden Kuzey Afrika ülkelerindeki 2010 ayaklanmaları ve Mısır'da geçici olarak Müslüman Kardeşler örgütünün iktidara gelmesi ve peşinden Suriye'de geliştirilen olaylar, Türk devletine, dinci AKP'nin de iktidarda olması, yeni bir emperyalist yayılma politikasını benimsetmiştir.

KAYPAKKAYA’DAN KALAN…[*]

SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER

 

“Türkiye’nin geleceği çelikten yoğruluyor;

belki biz olmayacağız ama

bu çelik aldığı suyu unutmayacak.”[1]

 

18 MAYIS | Umudu Büyütmeye Devam Ediyoruz

"Kaypakkaya'nın kurduğu parti ve oluşturduğu program etrafında elli yıldan fazla bir süredir kavgasını sürdüren yoldaşları büyük bir mücadele ve direniş geleneği yarattılar. Kaypakkaya'nın görüşlerini büyük bedeller ödeyerek bu günlere taşıdılar, taşımaya devam ediyorlar..."

 

Tam 50 yıl önce 1973’ün 18 Mayıs’ında 1971 silahlı devrimci çıkışının “komünist yüzü” İbrahim Kaypakkaya, Amed Hapishanesi’nde Kemalist faşist diktatörlük tarafından katledildi.

“Cabbar”laşan Ermeni (Nubar Ozanyan)

Sonu gelmez Ermeni-Kürt düşmanlığı üzerinden yaratılan büyük korku, bilinçleri kuşatıp yürekleri tutsak almaya devam ediyor. Aradan 108 yıl geçmesine karşın Ermenilerin baskı görme, işini kaybetme vb. korkularından dolayı kendilerini inkar ederek kimliklerini gizlemelerinin trajik hikayeleri yazılmaya devam ediyor. Her an baskı görecekleri endişesiyle güvercin tedirginliği içinde yaşamaya devam ediyorlar.

Soykırımlara Karşı Direnişi Büyütelim!

 

Seçim Tavrı(Mız): Oyumuz Devrime![*]

SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER

 

“Vekil inançların

raf ömrü kısadır.”[1]

 

Umudun Adı ve Devrime Çağırıydı Yılmaz Güney[1]

“Bir pratik,

bir ideolojinin aracılığıyla

ve bir ideolojinin içinde vardır.”[2]

 

Reis Çelik’in, “Düzene başkaldırmış korkusuz bir devrimci”[3] diye betimlediği Onu; hayatının her alanında uçlarda yaşayan korkusuz, sahici insanı; hakikât savaşçısı komünist Yılmaz Güney’i nasıl anlatabiliriz? Bunu çok düşündüm. Sorumun yanıtını da yine Yılmaz Güney’in üç karesindeydi…

Sayfalar