Cuma Mayıs 31, 2024

Kürt krallığı için mi Halepçelerde öldüler ?

 

            Gazeteler geçenlerde Mesut Barzani ile Celal Talabani'nin İstanbul'daki mülklerini sıralayınca, Halepçe'de soykırıma uğratılan Kürtler geldi gözümün önüne.

            Takvim yaprakları 16 Mart 1988 gününü gösterirken, Irak diktatörü Saddam Hüseyin'in emriyle havalanan savaş uçakları Güney Kürdistan'ın Halepçe kasabasına gaz bombaları yağdırıyordu. Bombardımanda beş bini aşkın insan yanarak ölmüş, yedi bin kadarı da yaralanmıştı. Halepçe bir ceset denizine dönmüştü o gün. Göğsüne sımsıkı bastırdığı ölmüş bebeğinin üstüne kapanan zavallı bir babanın objektifte donup kalan cansız görüntüsü yıllar boyu katliamın tanığı ve simgesi haline gelmişti.

            Vahşetin Güney Kürdistan'da kol gezdiği o korkunç günlerde Süleyman Demirel Meclis kürsüsünde ıvır zıvır bir konuşma yapıyordu. Bense henüz çaylak bir milletvekiliydim. Ayağa fırlayıp, "Halepçe'de beş bin insan katledildi,"diye ürkekçe bağırmıştım. Süleyman Demirel, "Burada ciddi şeyler konuşuyoruz,"diyerek beni azarlayıp susturmuştu. ANAP ve DYP milletvekilleri de, "Sus, otur yerine, terbiyesiz herif!"diye üstüme gelince neye uğradığımı şaşırıp oturmuştum yerime.

            Katliama karşı dünya da Süleyman Demirel gibi aldırışsızdı. Bir dere kuytusunda beş bin kurbağa katledilse ve binlercesi yaralansa herhalde ayağa kalkardı dünya. Katliama uğrayanlar Kürtler olunca, o cilalı "insanlık ve kardeşlik" lafları unutuluyor ve o koca koca devlet büyükleri kilit vuruyorlardı dillerine.

            Kürtler için Halepçe ne ilkti, ne de son oldu. Hikâyesi uzundur: bir sene sonra 1989'un sonbaharında, Saddam'ın üstlerine yağdırdığı zehirli bombalardan kaçan yüz bine yakın Kürt, geride binlerce ölü bırakarak Uludere ve Çukurca'daki sarp vadilere sığındılar. Hakkâri milletvekili Cumhur Keskin akşam saatlerinde telefon edip yardım isteyince, Adana milletvekili Cüneyt Canver, Mardin milletvekili Adnan Ekmen ve ben, sabahı beklemeden otomobille hemen yola koyulduk. Ertesi gün kuşluk vakti Hakkâri'deydik. İlk işimiz Vali ile görüşmek oldu. Vali,"Hükümetin verdiği talimatın gereğini yapıp yarın sığınmacıları sınır dışı edeceğiz,"dedi. Valiye dil döküp doğacak felaketi anlatmaya çalıştıysak da bir faydası olmadı. Emir yüksek yerden, Ankara'dan gelmişti; yapılacak hiçbir şey yoktu! Bozulmuş bir moralle valilikten çıkıp sığınmacıların konakladıkları vadilere gittik.

            Göz alabildiğine uzayıp giden derin vadiler mahşeri bir insan deryasıyla çalkalanıyordu. İnsanlar aç, çıplak, yorgun ve perişandı. Acı bir çaresizlik oturmuştu solgun yüzlerine. Bizi görünce, "Bimre Saddam, bijî Berzanî,"diye slogan attılar. Ayakta konuştuğumuz buğday tenli orta yaştaki bir peşmerge komutanı,"Geri gönderilirsek daha sınırda bütün halkı makineli tüfeklerle tararlar,"dedi. Onun o kendinden emin hali hepimizi derinden etkilemişti. Haki renk resmi giysileri içinde çakı gibiydi, ellerini güvenle arkasında bağlamıştı. Kömür karası gözlerinde ölüm korkusunu aradığımı hatırlıyorum. Korkunun zerresi yoktu, çelikten bir cesaret ışıldıyordu sakinlikle gülümseyen kapkara gözlerinde. Valinin sesi uğuldarken kafamın içinde, o zeytin karası güzel gözlerin bir gün sonra sonsuza kadar kapanacağını düşünüyordum dehşet içinde. Yaşlı bir adam vardı orada. Kasvetli bir sessizlik içinde bir taşa çökmüştü. Tanınmaz haldeki yüzü, elleri ve çıplak ayakları yanıklar içindeydi. Güçlükle nefes alıp veriyordu. Düşünceleri başka bir yerdeydi. Kül rengi gözleri kederle dalıp gitmişti önündeki boşluğa.  Sorduğumuz sorulara cevap vermedi, ya da veremedi; davul gibi şişen morarmış dudakları hafif bir iniltiyle kıpırdadı. Sanki yanardağlar patladı o an içimde. Kendimi bıraktım, gök gürler gibi hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım.

            Bir kâbus gibi geçen sekiz yıllık milletvekilliğim boyunca bir tek o zaman bir işe yaradığımı hatırlıyorum.

            Ankara'dan ümidimizi kesince Hakkâri'ye dönüp aceleyle bir basın toplantısı düzenledik. Ankara'nın kararını bir tek dünyanın ilgisi değiştirebilirdi. BBC radyosu haberi duyurunca uluslar arası birçok haber merkezi sözcümüz Cumhur Keskin'le bağlantıya geçip geniş röportajlar yaptılar. Cumhur Keskin saatlerce telefonun başında kaldı. Gece yarısına doğru tüm dünya çığlığımızı duymuştu artık.

            Ertesi gün birçok gazete kederler içindeki o yaralı yaşlı adamın fotoğrafını koymuştu birinci sayfasına. İç ve dış kamuoyu olaydan haberdar olunca, hükümetin sığınmacıları-kimseye sezdirmeden- sınır dışına çıkarma plânı sekteye uğradı. Başbakan Turgut Özal kıvrak zekâsıyla manevra yapıp sığınmacıların kurulacak çadır kentlerde misafir edileceğini açıkladı.  Böylece bir taşla iki kuş vurmuş oluyordu. Yaklaşan yerel seçimlerde hem Kürt seçmenin desteğini alacak, hem de içte ve dışta hümanist bir lider profili çizmiş olacaktı.

            Bu haberle dünyalar bizim olmuş gibi sevinmiştik. Saddam'ın girişeceği yeni bir katliamın önüne geçmiş olmanın o eşsiz hazzını hâlâ duyarım içimde. Adnan Ekmen'le o günleri konuştukça hep rahmet, minnettarlık ve güzel sözlerle anarız sevgili dostlarımız Cumhur Keskin ve Cüneyt Canver'i.

            Güneyli Kürtler işte böyle nice Halepçelerde katledilerek geldiler bugünlere.

            Mesut Barzani ve Celal Talabani'nin İstanbul'daki mülkleri gazetelerde çıkınca bir Kürt siyasetçi, "İstanbul'daki bu mülkler Güney'deki mülklerin yanında devede kulak kalır,"dedi, kanıksamış bir tavırla.

            Sonra beni daha da şaşırtacak şu sözlerle devam etti konuşmasına: "Halkın kanı ve gözyaşı pahasına kurulan ülke, iki ailenin fertleri arasında parsellenmiş durumdadır.  Gidip Hewler'i görmen lâzım, zenginliği ve göz kamaştıran şatafatıyla Avrupa'nın gözde bir kentidir sanki. O dev kentin neredeyse Kars'ın yarısı  büyüklüğündeki görkemli bir mahallesi tümüyle Neçirvan Barzani'ye aittir.

            Ülke pazarı yabancılara; İran, Mısır ve Türk iş adamlarına peşkeş çekilmiştir. Anlayacağın ülkenin sömürge statüsü sadece şekil ve el değiştirmiş. Devleti bu iki aile yönetiyor. Ülkede yapılan her ticari işe bu iki ailenin fertleri ortaktır. Hiçbir yatırım yok, bir toplu iğne dahi üretilmiyor. Ayran bile dışarıdan geliyor. Otellerde ve işyerlerinde Kürtler değil yabancı işçiler çalıştırılıyor. Ülkeye petrol gelirlerinden akan paranın haddi hesabı yok. Üretimden koparılan ve münzevileştirilen halka maaş adı altında sınırlı para ve gıda yardımı yapılıyor. Geriye kalan milyar dolarlar ise Barzani ve Talabani ailesi fertlerince Türk ve Avrupa bankalarına taşınıyor. Yabancı bankalardaki dolar hesapları açıklansa küçük dilini yutar çoğu insan. Küçüğünden büyüğüne kadar hepsi saray hayatı yaşıyor.

            Yönetimden kimse hesap soramıyor. Hesap sormak isteyenler Türkiye'deki gibi düşman muamelesi görüyor. Basın özgürlüğünün kırıntısına dahi izin verilmiyor. Birçok gazeteci öldürüldü. Sesini çıkaranlar cezaevlerine kapatılıyor. Kürt polisler Türk polisleri kadar kaba ve serttirler. Hakaretlerinin Kürtçe olması daha da acıtıcı oluyor. En ufak bir demokratik kıpırdama bile Türkiye'de olduğu gibi polis şiddetiyle bastırılıyor. Halk toplu olarak hak aramaya kalkışsa Kürt yönetimi AKP gibi kan dökmekten çekinmez."

            Sohbetimiz sürerken, 1989 güzünde Çukurca ve Uludere'de gittiğimiz ürkünç vadilerdeki o çaresiz ve yaslı Kürtlerin mahşeri kalabalığı geçip gidiyordu gözümün önünden. Dehşet içinde bir defa daha anladım ki, demokratik devrimlerini gerçekleştiremeyen ulusal kurtuluş hareketleri, sömürgecilerin pençesinden kurtulsalar bile sonunda gidip kendi egemenlerinin sultası altına giriyorlar. Ulusal boyunduruğun kırılması elbette yaşamsaldır, ancak tek başına yeterli değildir. Kurtuluş hareketleri ancak bir halk devrimiyle taçlandırılırsa halklar iktidar olur; aksi halde Türkiye'de olduğu gibi ulusun içinden çıkan kendi diktatörleri eski kölelik düzenini, "vatan, millet, bayrak, kardeşlik…"yalanları ile maskeleyerek devam ettirirler.

            Enternasyonal yurtseverlikten ayrı bir ideoloji olan milliyetçiliğin halkın değil egemenlerin bir ideolojisi olduğu ve sadece onlara hizmet ettiği Türkiye ve Güney Kürdistan'daki pratikle bir defa daha gün ışığına çıktı.

            Hiçbir halk bir oligarşi ya da bir burjuva sınıfının iktidar olduğu bir düzende özgür olamaz ve ülkesinin zenginliklerinden yararlanamaz.  Özgürlüğün yolu halkın söz, karar ve denetim yetkisine sahip olduğu ve yönetenleri yönettiği kendi iktidarından geçer. Yoksa ezilen halklar kurtulduk diye bayram ederken, bir sabah kalktıklarında kendilerini kendi zalimlerinin pençesinde bulurlar. O gaflet uykusundan uyandıklarında artık ne uğrunda öldükleri devlet kendi devletleridir, ne de nice nice hayallerle süsledikleri bayrak kendi bayraklarıdır. Nasıl ki Türk devleti ve ay yıldızlı bayrağı Türk halkının değil Türk hükümran sınıfının ise, nasıl ki Federe Kürt Devleti ve bayrağı Kürt halkının değil bir avuç Kürt hükümranın ise…  alinakmahmut@hotmail.com 27 Eylül 2013

101507

Mahmut Alınak

Eski kürt milletvekillerindendir.Çeşitli kitapları bulunmaktadır.Aralık 2011 yılına kadar sitemizde sürekli yazılar yazan Mahmut Alınak,Aralık 2011'de KCK tutuklamalarına maruz kalarak tutsak edilmiştir.Temmuz 2012'de tahliye edilmiş olup,zaman zaman yazıları ile okur kitlesine ulaşmaktadır.

alinakmahmut@hotmail.com

Son Haberler

Sayfalar

Mahmut Alınak

ÖNCE SERMAYE, SONRA, YİNE SERMAYE

13 Şubat 2024 tarihinde Erzincan iline bağlı İliç'de Çöpler Madencilikte meydana gelen toprak kaymasında 9 (bu rakamın daha  yüksek olduğu iddiası da var) işçi toprak altında kaldı. Bu son olayda, “maden kazası” olarak adlandırılan işçi katlimının, doğa katliamı ile birlikte olağan hale getirildiği ve bu seri katliamların, sermayenin birikimi ve büyümesi için olmazsa olamaz kuralı olduğu  gerçekliğiyle karşı karşıyayız.

Ağır tecrit, büyük direniş (Nubar Ozanyan)

Biz 5 Nolu Amed Zindanı’ndan tanırız faşizmin üniformalı generallerini ve kan yüzlü zindan bekçilerini! Özgürlük mahkumlarına intikam alırcasına en ağır işkencelerin nasıl yapıldığını çok iyi hatırlarız. Devrimin öncü ve önderlerine nasıl düşmanca yüklendiklerini iyi biliriz. Sadece memleketimizden değil, biz ağır tecrit koşullarını ve ölümcül duvar sessizliğini, Peru devriminin önderi Başkan Gonzalo yoldaşın 29 yıl süren direnişinden biliriz.

„Dijitalleşme“ Kitabım Üzerine

Kitabın konusu, işçi sınıfının nicel ve nitel varlığıyla doğrudan ilgilidir. Özellikle üretim sürecinde dijitalleşmenin artmasıyla, işçi sınıfının sınıfsal niteliğine yönelik ciddi saldırılar gelmeye başladı. İşçi sınıfının ortadan kalkacağı, burjuvazinin, ücretli iş gücü sistemi olmadan, salt makineler üzerinden artı-değer elde edeceği gibi, doğrudan kapitalist sistemi var eden temel olgular yok sayılmaya başlandı.

Yavuz Proletarya Ev Sahibini Bastırırmış

-Seçimleri Boykot-

Zavallı kılıçdaroğlu.

Kazanınca (parlamentarizme) geçmeyi başarabilince) kazanabilmek için yaptığı her şeyin anlamsızlaşacağıyla o kadar ilgilenmişti ki ...

Aman neyse biz proletaryalara ne.

Ulusalcıların - sosyal demokratların ağır bedellerle anlamsızlaştırdığı parlamentarizm komplolarla tarihin tozlu sayfaları içerisinde kaybolup giderken...

imamoğlu'nun şapkada çıkardığı tavşan özgür özer'e eşbaşkan'ım diyerek itibar kazandırma yarışına düşen dem'liler ile...

Tarih bilgisi ve gelecek tasavuru (Deniz Aras)

Geçtiğimiz hafta içinde bir dönem TC içişleri memuriyeti görevinde bulunan ve bu “vatani görevi” sırasında devletin başta gözaltında kaybetmeler olmak üzere Kürt halkına ve devrimcilere yönelik katliam saldırılarını sürdürmesini “başarı”yla yerine getiren, günümüzde özü başına muhalif bir faşist partinin lideri Meral Akşener’in “mertçe cinayet” sözü çok konuşuldu.

Ermeni bir devrimci: LEVON EKMEKÇİYAN (Nubar Ozanyan)

Özgürlük uğruna yürütülen savaşımda her savaşçının önüne çıkan tehlikeli yol ayrımı ve kararlardan biridir “Ya onurunu ayaklar altına alıp teslim olacaksın! Ya da ölümlerden ölüm beğenerek direneceksin.” Levon Ekmekçiyan birkaç günlük yaşam uğruna kendini düşmana satmadan yaşamayı esas aldı. Düşündü fedailerin komutanı Kevork Çavuş’u, Antranik Ozanyan’ı, Mariam Çilingiryan’ı ve yanıbaşında çatışmada şehit düşen yoldaşı Zohrab Sarkisyan’ı. Sonra çocukluğunda anlatılan ve dinlemekte zorlandığı soykırım hikayelerini. Hangi Ermeni gencinin yüreği yaralı hafızası intikam dolu değildir ki?

“Unutturulan” Bir Devrimcinin Ardından 29 Ocak 1983, Kanlı Şafak

Çeşitli milliyetlerden Türkiye halkının başına kara bulut gibi çöken 12 Eylül Askeri Faşist Diktatörlüğü’nün elebaşı olan Kenan Evren, Muş halkına yaptığı ve tarihe geçen konuşmasının bir bölümünde “Asmayalım da besleyelim mi?” sözünü, Ermeni devrimci Levon Ekmekçiyan için söylemişti.

12 Eylül faşist cunta yılları idamların, işkencelerin, gözaltında kayıpların, vatandaşlıktan atılmaların, azgın devlet terörünün yaşandığı yıllar olmuştur. Bu dönemde siyasi nedenlerle aralarında 17 devrimcinin de olduğu 51 kişi idam edilerek katledilmiştir.

Almanya'da Faşizme Karşı Kitlelerin Büyük Protestosu

Alman emperyalist burjuvazisi, son yıllarını ekonomik kriz içinde geçirdi ve bu krizi savuşturabilmiş değildir. Tersine, giderek derinleşmektedir. Kendileri için söylenen “Avrupa'nın hasta adamı” sözüne karşı, ekonomi bakanın Lindener'in doğrudan ağzıyla; “hasta değil, yorgun adamı” olduğunu kabul etti.

Çutakımız Hrant (Nubar Ozanyan)

Soykırımcıların, hafıza katillerinin tüm çabalarına karşın Ermeni halkının ve ilerici insanlığın hafızasında halen dipdiri olan Hrant Dink; özgürlüğün ve adalet arayışının simgesi olarak anılmaya devam ediyor. Yüzbinlerin hem kalbine hem de duygularına bu denli etkili ve sarsıcı dokunmayı başaran Hrant Dink, bu gücü Ermeni soykırım gerçekliği kavrayışından, özgürlüğe ve adalete olan güçlü inancından, tutarlı duruşundan alıyordu.

Bir Sol Liberal Aydının Ezilen Ulus Milliyetçiliği Temelinde Ulus Sorununa Yaklaşımının Eleştirisi

Giriş:

Uluslar kapitalizmin şafağında ortaya çıkmıştır. Ancak, kapitalizmin emperyalizme evrilmesiyle de ulusal sorunlar çözülebilmiş değildir. Hala ezilen uluslar ve bunların kendi kaderlerini özgürce tayin etme mücadeleleri sürmektedir. Özellikle emperyalizmin ortaya çıkmasıyla birlikte, ezilen ulus sorununun çözümü doğrudan proleter devrimlere bağlanmıştır.

Dağın Sara’sı (Sakine Cansız), Nubar Ozanyan

Aradan yıllar geçse de direngenliğin hikayesini yazan Sara (Sakine Cansız), unutulmadan konuşulup anılıyorsa bu onun istisna bir kişilik olduğunu gösterir. Unutulmayacak kadar değerli çalışmalar yürüten, her dönem geride okunacak notlar bırakan Sara, Kürt Özgürlük Hareketi’nin öncü soluğu olmayı başarmış bir devrimcidir.

Sayfalar