Perşembe Mayıs 9, 2024

Kapitalizmin krizleri ve finanşallaşmanın sonuçları

(Bu yazı Partizan dergisinin 91. sayısında alınmıştır. Güncelliği nedeniyle yayınlıyoruz. Site yazı Kurulu)

Emperyalist kapitalist sistemin 2007’de ABD’de konut kredilerinde geri dönüş olmamasıyla patlak veren krizinin üzerinden on yıl geçmiş durumda. Bu kriz, yapısal krizlerden biri olarak değerlendirildi. Dünyanın Gayri Safi Milli Hasılası 45 trilyon dolar iken, bu krizle birlikte ortaya çıktı ki, borcu borçla teminat gösteren, reel karşılığı olmayan kağıtların değeri 600 trilyon dolardı. Değişim ve biriktirme aracı olarak kendisinin de ayrıca bir değeri olması gereken para metanın kapitalist sistem içerisindeki vazgeçilmez durumuna önemli bir darbe anlamına geliyordu bu rakamlar. Değerin tekrar kazanılması bu “köpüğün” atılmasına bağlıydı. Fakat bunun yapılması demek, çoktan çürümüş olan bu sistemin en önemli bankalarının, şirketlerinin ve hatta devletlerinin batması anlamına gelecekti. Daha küçükler hemen gözden çıkarıldı. Büyük şirketler ve bankalar için devletler devreye girdi. Sermayenin akacağı yeni alanlar olarak yerel savaşlar çıkartıldı ve “önleyici stratejiler” doğrultusunda silah sanayisi öne çıktı vs. Fakat mevcut köpük yok edilemedi, önceki krizlerde olduğu gibi üretken sermayeye dönüş, gereken oranda gerçekleşmedi.

“Kriz (crise), yüzyıllar boyunca tıpta hastalık sürecinin dönüm noktası anlamında kullanılmıştır. Arapça ‘buhran’ kelimesiyle aynı anlamda kullanılmaktadır. Eski Yunanca’dan hareketle kriz, ‘hüküm saati’nin geldiğini gösterir. ‘Orta Çağ’da tıp disiplininde ölümcül bir hastalık anında ölüm ile yaşam arasındaki o ince ayrımı ifade etmek için kullanılıyor.” (Sevan Nişanyan’dan aktaran İktisat Dergisi, 501; 11, Fuat Ercan)

Kriz artık sistemin kendini yeniden üretememesi demektir. Lokal krizlerde çözüm mümkünken ve daha kolayken, yapısal krizler “ölüm veya yaşam” arasındaki ince çizgide bulunulduğuna işaret eder. Kapitalizmde krizlerden kaçmak mümkün değildir. Marks’ın deyimiyle “süreç halinde çelişki” olan sermaye birikim sürecinde, bu çelişkilerin “ani” ve “zor”a dayanan çözümleri olarak krizler, kapitalizme içkindir.

Kapitalizmde krizlerin nedenlerine dair Marks’ın teorisi incelendiğinde tek bir nedene işaret etmediğini görürüz. “Süreç halinde çelişki” ifadesi bu nedenle önemlidir.

Kapitalizmde “ekonomik canlanma, refah, aşırı üretim, bunalım ve çöküntü” devresi döngüsel olarak yaşanmaktadır. Sistemin devamını sağlayan; çöküntü ile birlikte gelen kriz sırasında aşırı üretim sonucu ortaya çıkan sermayenin silinip gitmesidir. Bu bir bakıma hastalıklı bedenden, hastalığın gün yüzüne çıkmasına sebep olan mikropların atılması gibidir. Beden kendini göreceli olarak daha “dinç” hissetmeye başlar. Ama bu mikropları kendisi ürettiği için, kısa bir süre sonra aynı semptomlar başlar ve süreç böyle tekrarlanır gider. Her hastalık/kriz sürecinin bedeni daha fazla tüketip, ölüme yaklaştırdığını da vurgulamamız gereklidir. Bu yanıyla dönem dönem yapılan emperyalizmin artık çürümekte olan ceset olduğu ve meselenin onu gömebilmek olduğu benzetmesi doğrudur. Her tarafı irin, kan ve hastalık bulaştıran ve mikroplarını salan, günden güne çürüyen bir ceset.* Bu sistemden artık iyileştirmelerle, düzeltmelerle hiçbir “yeni yaşam” çıkamaz. Olması gereken bunu gömmek ve ezilen halklarla birlikte, sömürünün son verildiği sosyalizmi kurmaktır.

Kapitalizmde sermaye fazlası halk için kullanılmaz!

Genel bir kabul olarak sayılabilecek şekilde 1857, 1929, 1974 ve 2007’nin tepe noktası olarak sayılabileceği krizler, “yapısal kriz” sınıflandırmasına sokulmuştur. Bu krizler hem aynıdır hem de farklıdır. Aynıdır, çünkü hepsi kapitalizmin daha fazla sömürü anlamına gelen artı-değere ulaşma zorunluluğundan ortaya çıkmaktadır. Artı-değere ulaşmak için sömürünün had safhaya vardırılmasının zorunluluğu, üretici güçlerin teknik temelinin sürekli geliştirilmesinin organik sermaye bileşimini canlı emek aleyhine değiştirmesi (yani tekniğin geliştiği oranda kullanılan işçi sayısının azalması ve bunun sömürülen artı-değeri gittikçe azaltması, kâr oranının azalması), ürünlerin realize olamaması (dolaşımda sorunların çıkması, stokların oluşması, eritilememesi), paranın değerini kaybetmesi gibi kapitalizm için hayati sayılan pek çok sorunun sürekli olarak bir arada veya birinin tetikleyici olduğu şekilde krizler üretilmesine yol açmaktadır. Emperyalist kapitalist sistemin gelinen aşamasında bir kriz bitmeden, onun içerisinden yeni krizler çıkabilmektedir. Krizleri farklılaştıran, bir sistemin hangi zayıf noktasından/halkasından çıktıklarıdır.

1857 krizi, henüz serbest rekabetçi dönemin hakim olduğu, kapitalist ülkelerin kendi sınırları içerisinde üretime yoğunlaştıkları bir krizdir. Artık iç pazara yönelik üretim son sınırlarına dayanmıştır. İç pazar doymuştur. Elbette burada “doymuştur” belirlemesinin sınıfsal bakışla değerlendirilmesi gereklidir. Bu halkın gelinen üretim seviyesinden hareketle, bir refah seviyesine ulaştığı anlamına gelmemektedir. Bu, üretilen metaların iç pazarda istenilen artık fiyata alıcı bulamamasıdır. Bu tartışmalar dolayısıyla Lenin’in yanıtı yeterince açıklayıcıdır: “Kapitalizm kapitalizm olarak kaldıkça, sermaye fazlası, halk kitlelerinin yaşam seviyesinin yükseltilmesi için kaçınılmaz –bu kapitalistlerin kârlarında azalma anlamına gelirdi- kârları arttırmak amacıyla dış ülkelere, geri ülkelere ihraç edilir.” (Lenin, Seçme Eserler, c. 5; 66)

Bu genel bir yasadır ve öyle ki sermaye fazlası şimdilerde çokça görüldüğü gibi vergi cennetlerine götürülür, biriktirilir, servet artışlarına yol açar; ama asla “halk kitlelerinin yaşam seviyesinin yükseltilmesi için”, bu amaçla kullanılmaz.

1857 krizinde de iç pazarların doymuş olması, yeni pazarlara ihtiyaç duyulması, aşırı birikim sonucu ortaya çıkan metanın ve para sermayenin realize edilme ihtiyacı 1900’lerin başlarında artık çok net olarak tanımlanan emperyalizmi getirmiştir.

1929 krizi emperyalist dönemin ilk krizidir. Borsada (mali piyasalarda) patlak vermesiyle 2007 krizinin benzeştirildiği krizdir. I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra korumacılığın tekrar ağır basmaya başladığı bir konjonktürde ortaya çıktı. Dönemin önemli bir özgünlüğü de devletin müdahaleleriyle planlı bir ekonomiye sahip olan SSCB’nin varlığıydı. Sermayenin, yayılma alanları SSCB’nin varlığıyla sınırlandırılmış ve Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya pek çok bölgede ulusal kurtuluş savaşları yayılmıştı. Bütün bunların etkisiyle devletin aktif müdahalesiyle planlamanın da ön plana çıktığı Keynesçi ekonomik politikalar devreye sokulur. 1929 krizi, 50 milyondan fazla kişiyi işsiz bırakan çok şiddetli ve etkisi yıllara varan bir kriz olmuştur. II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın nesnel koşullarını da bu kriz oluşturmuştur.

II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda, savaş sanayine yapılan sermaye aktarımlarının yanısıra, sonrasında “komünizm tehdidine karşı” silahlanmanın artarak devam etmesi ve savaş sırasında harap olmuş Avrupa kıtasının yeniden imarı sermayenin yeniden değerlenmesine, ekonominin canlanmasına yol açmıştır. “Batan Güneş” İngiltere’nin yerini ABD almıştı. Emperyalist kapitalist dünyada ekonomik-politik ve askeri olarak ABD hegemonyası belirginleşmişti. Sistemin ihtiyacına uygun şekilde Bretton Woods (BW) dolayısıyla ABD’nin merkezinde olduğu “uluslararası” yani emperyalist kurumlar oluşturulmaya başlandı. Birleşmiş Milletler, IMF (1944), GATT (sonradan Dünya Ticaret Örgütü-DTÖ) gibi kurumlar ekonomik, politik olarak dünyayı “şekillendirmek”, “yön vermek” için kuruldu.

Bretton Woods sisteminde, ABD doları altına sabitlenmiştir. Bu, ABD dolarının dünya çapında geçerli rezerv para haline gelmesini sağladı. Ekonomik, mali tüm faaliyetlerde dolar yaygın olarak kullanılmaya başlandı.

Bu dönem “refah devleti” olarak tanımlanan uygulamaların görüldüğü dönemdir. SSCB’nin varlığı bu uygulamalarda önemli bir etkendir. Emekçiler kapitalist ülkelerde iyi bir ücret almakta bunun yanısıra sağlık, konut, eğitim, ulaşım gibi temel ihtiyaçlar devletin sorumluluğunda karşılanmaktaydı.

Üretimde, teknolojik gelişmeye bağlı olarak kâr oranının düşmeye başlaması sermayenin finansal alanlara yönelmesine neden oluyordu. Bu durum, sağlık, eğitim, konut, ulaşım gibi alanların kamuya ait alanlar olarak görülmesini sorgulatmaya başlamıştı. Sermaye, bunların devletin tekelinden çıkarılmasını, “özelleştirilmesini” istiyordu. Sermaye, BW sistemi içinde artık “çoğalamıyordu.” Sistem işlemez hale gelmişti. 1970 krizi bunun sonucu gerçekleşmiştir.

1970’te ABD, BW sistemini kaldırdığını yani artık doların altına bağlı olmadığını açıkladı. Dalgalı kur sistemine tedricen geçilecek, sermaye hareketleri serbestleşecekti. “neoliberalizm” denilen, finansal faaliyetlerin ekonomideki ağırlığının giderek arttığı bir döneme geçiliyordu.

Ekonominin finansallaşması

BW sisteminden vazgeçilerek, dalgalı kur sistemine geçilmesi, üretilen metaların parasal karşılıklarının olması zorunluluğunun ortadan kalkması demektir. Burada kısa da olsa “para” üzerinde durmak gereklidir.

Bir meta olarak para, doğrudan yaratılan değerlerle ilişkilidir. Paranın kapitalist sistemde değişim değeri ve biriktirme aracı olarak kullanılabilmesi için değerini koruması gereklidir. Birikim derinleştikçe, sermaye daha fazla para olarak açığa çıkacaktır. Bu da paranın, meta biçiminde daha fazla alınıp satılması anlamına gelecektir.

Sermayenin kâr oranının düşmesi sonucu finans kesimine yoğunlaşması, devletin ekonomideki rolünün yeniden düzenlenmesinden özelleştirmelere, işçi sınıfının/emekçilerin direniş gücünü kırmaya kadar çok yönlü bir yapılandırmayı gerekli kılıyordu.

Devletin ekonomideki yerinin düzenlenmesi, çoğu burjuva ekonomistin dediği gibi “devletin küçülmesi” vs. değil, Keynesçi politikalara göre oluşturulan yapının dağıtılıp neoliberal politikalara uygun bir kurumsallaşmaya sahip kılınmasıdır. Piyasada, fiyat mekanizmalarının işleyişini bozan tüm engellerin kaldırılması, finans sisteminin düzgün işlemesi için gerekli yasaların çıkarılması temel önemde olmaktadır. Finansal piyasaların derinleşmesi için kamu denetiminde olan sağlık, eğitim, konut, ulaşım gibi alanların özelleştirilmesi de aslında devletin yeniden düzenlenmesiyle ilgilidir. Yapılan en önemli düzenlemelerin tarım ile ilgili olduğunu söyleyebiliriz. II. Emperyalist Paylaşım Savaşı ile birlikte yaşanan kıtlık dolayısıyla “yeşil devrim” denilen, özellikle de Avrupa’da devletin korunmasında tarıma yönelik sübvansiyon mekanizmaları büyük önemdeydi. 1970 krizinden sonra bütün alanlar gibi tarım da doğaya ait göller, nehirler, ormanlar da finans piyasalarına dahildir.

Bahsini ettiğimiz bu gelişmeler iktisat yazınında yaygın olarak kullanılan terimle sadece “merkez” olarak ifadelendirilen emperyalist kapitalist ülkelerde yaşanmamıştır. Emperyalizmin derinliği ve yaygınlığı göz önüne alındığında bunun olabilmesinin koşulu da yoktur. Artık yaşanan krizler nasıl ki tüm ülkeleri farklı düzeylerde etkiliyorsa, yapılan düzenlemeler de benzer bir şekilde ele alınmaktadır. Günümüzde “tüketim kredisi” adı altında dünyanın en ücra köşelerine kadar sermayenin gittiğini ve borçlanmaya dayalı bir sistem kurulduğunu görüyoruz. Emek gücünden sağlık, eğitim, ulaşım, konut hizmetlerine, tarım sektöründen doğanın bütün bileşenlerine her şey metalaştırılma sürecine sokulmaktadır. Hem emperyalist kapitalist devletler hem de yarı-sömürge bağımlı devletler buna göre yeniden düzenlenmektedir. Buna direnenler, çeşitli nedenlerle engel çıkartanlar hedef haline getirilmektedir.

Finansal faaliyetlerinin ekonomideki ağırlığının bu ölçüde artmasının devlet kurumlarındaki en önemli sonuçlarından birinin Merkez Bankası’nın görev tanımı olduğunu söyleyebiliriz. MB’nin görevi, fiyat istikrarının sağlanması ve enflasyona karşı mücadele olarak belirlendi. Bretton Woods sisteminde, Merkez Bankaları Maliye Bakanlıklarına bağlı olarak çalışırken, para politikasının gittikçe önem kazanması bu durumu değiştirdi. Parasal genişlemenin önündeki sınırların kaldırılması bunun sonucu enflasyonist baskının (paranın değerini kaybetmesi) artması Merkez Bankalarının yeni rolünü ortaya çıkarmıştı. Merkez Bankaları bu süreçte politik etkilerden uzak tutulmak için, hükümetlerden “bağımsız” bir şekilde yapılandırılacaklardı. MB, hükümetlerin baskısı altında kalmadan enflasyon hedeflemesi ile fiyat artışlarını kontrol altına alacaktı.

Ülkelerin bu finansallaşma süreçlerine sosyo-ekonomik yapılarının durumuna göre girmesinin yarattığı faiz farklılaşmalarından da sermaye en başından itibaren sonuna kadar faydalandı. Bu sistem, Merkez Bankasının ana hedeflerinden olan enflasyonun kontrol altına alınması için faizlerin kullanılmasıyla daha işler hale gelmiştir. Faiz farklılıklarından hareketle bir ülkeden düşük faizle alınan kredi başka ülkelere yüksek faizle yatırım adı altında girmiştir. Bu tarz kaldıraçlı işlemler, gelişen türev ürünler artık hiçbir ülke mekanizmasının kontrol edemediği bir hale gelmiştir. Oluşturulan fonların petrol, mısır, konut vb. temel ürünlere yönelmesi de, hızlı fiyat artışlarına ve değerlerinde balonlar oluşmasına yol açmıştır. Bu saadet zincirinin bir yerde kopması 2007’deki mortgate gibi krizlerin çıkmasına yol açmaktadır.

Borcun değerlenerek sürekli el değiştirmesi üzerinden çalışan bu sistem, risklerin birikerek artması demekti aynı zamanda. Bu durum “para yöneticilerini” ortaya çıkarmıştır. 1977’de Minsky “para yönetimci kapitalizm” kavramını kullanarak şöyle diyordu:“bu yapısal mekanizma banka yöneticilerini, ücret fonlarını, bankerleri, blokerleri ve diğer parayla uğraşan kesimleri aniden önemli bir konuma itmiştir. Bu uzman para yöneticileri ellerinde var olan finansal varlıkları kısa dönemde artarak geri dönmesini sağlayacak kısa dönem sermaye akım kombinasyonlarını maksimize edecek bir değerlendirme yolunu seçmişlerdir.” (Aktaran Fuat Ercan, İktisat Dergisi; 503-504-505, 34)

Finansallaşmanın bu artışı, ekonomik olarak sistemin yaşadığı krizlerin esas sebeplerinin yok sayılmasına yol açmaktadır. Faizlerdeki oynamalarla, döviz kuruna yönelik müdahalelerle krizlerin atlatılabileceği yanılgısı oluşturulmaktadır. Oysa para politikalarıyla varılacak yer sadece sistemin biraz daha yaşamasına ve zenginin daha fazla zenginleşmesine yol açacaktır. “Krizi anlamak” açısından verilen aşağıdaki tablo sistemin işleyişini de daha açık hale getirmektedir: “Olay yönelimli analizler”, krizlerin temel sebebinin kapitalizmin kendisi olduğunu saklamakta ve tam da kriz kelimesinin tanımında olduğu gibi meselenin sistemin sürdürülebilirliği noktasına olduğu gerçeğinin üstünü örtmektedir.

1970’lerden sonra başlayan bu dönemin önemli bir özelliği de kâr oranlarının düşmesine bağlı olarak Kesim 1 (tabloda Departman I) olarak adlandırılan üretim araçlarını üreten sanayinin “az gelişmiş ülkeler”e kaydırılmaya başlamasıdır. Bu, ucuz işgücünün etken olduğu önemli bir değişimdir. Emperyalizmin önceki dönemlerinde sadece Kesim II diye adlandırılan tüketim ürünleri üreten sanayinin ihracatı söz konusu idi. Kesim I’in yarı sömürgelere kaydırılmaya başlamasının etkilerinden biri emperyalist ülkelerde de reel ücret artışının durma noktasına gelmesidir. Ayrıca yarı-sömürge ülkelerdeki ucuz emek sömürüsünden elde edilen kârdan 1900’lerdeki “işçi aristokrasisi” tanımlamasının doğmasına yol açacak şekilde, emperyalist kapitalist ülkelerdeki emekçi kesime artık pay verilmemektedir. Bu durumun sosyalizmin çöküşü ve sınıf mücadelesinin bu ülkelerde gerilemesiyle yakından ilgisi vardır. Reel ücret artışının durması, emperyalist kapitalist ülkelerde de tüketici kredileri ile yüksek borçlanmanın önünü açmıştır. 2010’lara gelindiğinde İtalya, Yunanistan gibi ülkelerde tüketici kredisi Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’ya (GSYH) eşit hale gelmiştir. Üretim ve gelir azalmaktayken, tüketimin arttığı bir tablo ortaya çıkmıştır.

Kesim I’in de yarı-sömürgelere ihraç edilmeye başlanması yeni bir ekonomik modeli ortaya çıkarmaya başladı. Öncesinde ithal ikameci model yaygınken 1980’lerden sonra Türkiye’nin de içinde bulunduğu ülkelerde ihracata dayalı model söz konusu oldu. Üretim için gerekli döviz biçimindeki para sermaye ihracı “uluslararası piyasa”dan sağlandı. Ayrıca üretken sermaye artışı için nitelikli ithal girdi kullanımı arttı. Bu cari açığın süreklileşmesini ve yerli paraların (“değerli TL”nin sırrı buradan geliyordu) değerlenmesini gerekli kılıyordu. Makineleşmenin artması, işsizliği daha görünür ve sürekli artan bir hale getirmiştir. Yarı-sömürge ülkelerin makinelerden finansmana kadar emperyalist kapitalist ülkelere bu bağımlı yapısı, kriz koşullarını iç dengeler ve hatta daha fazla oranda dış dengelere bağlı kılmaktadır.

Kitlelerin alım gücünün sınırlanması zorunluluktur

Kapitalist sistemin işleyebilmesi için paranın belli bir değerde tutulmasının zorunlu olduğunu vurguladık. Paranın istikrarını sağlamak, yazımızın üst kısımlarında bahsettiğimiz finansallaşmayla birlikte kapitalistler için çok daha önemli hale gelmiştir.

Enflasyon “dolaşımdaki paranın dolaşımdaki mal hacmine göre artmasından ileri gelen şişkinliği” (Orhan Hançerlioğlu, Ekonomi Sözlüğü) olarak tanımlamaktadır. Bunun çıkaracağı sonuç, emtia fiyatlarının sürekli artması, paranın değerinin düşmesidir. Emtia fiyatlarının sürekli artması, arzın talebi karşılayamaması ile ilgili olarak açıklansa da aynı zamanda tüm emtianın metalaşması sonucu oluşan spekülasyonların da artık büyük bir önemi vardır. Yarı-sömürge ülkelerde, üretim araçlarının ithal ediliyor oluşu döviz kurundaki her artışla birlikte emtia fiyatlarının artışını ve paranın değerini düşürmeyi getirecektir. Nitekim Türkiye’de şu an yaşanan budur!

Paranın değerinin korunması görevi, 1970’lerden sonra Merkez Bankalarının asli görevi olarak konmuş ve başta faiz oranlarını belirleme, ellerindeki dövizle piyasaya müdahale etme vb. parasal araçlarla enflasyona müdahale etmesinin önü açılmıştır.

Bununla birlikte, enflasyonun yükselmemesi için sistemin sürekli bir sigorta işlevi gören mekanizmalardan birincisi, işsiz ordusunun varlığı; ikincisi de, gelir deflasyonu denilen kitlelerin alım gücünün daraltılmasıdır.

“Yedek işçi ordusu” veya “işsizler ordusu” makineleşmenin artmasıyla birlikte ücretleri düşük tutabilmek için kapitalistlerin elindeki en önemli silahlardan biri durumundadır. İşsiz ordusu ile, hem yarı-sömürge ülkelerde hem de kapitalist ülkelerde ücretler düşürülebilmektedir. Kesim I araçlarının yarı-sömürgelere ihraç edilmeye başlanması, fabrikaların yer değiştirmesi, kapitalist ülkelerdeki işçilerin daha ucuza çalıştırılmasının da önünü açmıştır.

Gelir deflasyonu, kitlelerin alım gücünün daraltılmasıdır. Utsa Patnaik ve Prahbat Patnaik, “çevre ülkeleri” dedikleri yarı-sömürge ülkelerde neoliberal politikalarla gelir deflasyonunu sağlamanın en az beş yolu olduğunu belirtmişlerdir:

Birincisi ve en belirgini; “geniş emek rezervlerinin” hem yarı-sömürge ülkelerde hem de emperyalist kapitalist ülkelerde reel ücretleri düşük tutmasıdır. Bunun olabilmesinin en önemli nedeni (üst paragrafta açıkladığımız gibi) emperyalistlerin “üretim birimlerini” yarı-sömürge ülkelere kaydırmalarıdır. Bu durum tüm dünyada reel ücretlerin artış gösterememesine hatta azalmasına yol açar. [“Örneğin ABD için Joseph Stigliz ‘Enflasyon için ayarlanan reel ücretler ya hiç artmadı ya da düştü; 2011 yılında tipik bir erkek işçinin geliri (32 bin 986 dolar) 1968 yılına kıyasla daha azdır (33 bin 880 dolar)’ diyor” (Monthly Review, Ocak 2017, Küreselleşme Çağında Emperyalizm, dipnot 6, s. 71)]

İkinci yol; “hükümetin mali önlemlerinin kullanılmasıdır.” Hükümetlerin küresel sermayeyi ülkelerine çekmek için sundukları mali tavizler bunların başında gelmektedir. Sermayeye ciddi vergi tavizleri sağlanırken, sosyal harcamalarda, sağlık, eğitim, ulaşım vb. temel hizmetlerde, gıda sübvansiyonlarında çok büyük kesintiler yapılır.

Bu uygulamalar emekçi kesimin alım gücünü önemli oranda azaltır. Hububat gibi temel malların dahi işçilerce tüketimi sınırlanmış olur, açlık bu sürece eşlik eder. Bunu doğrulayan bir rakam da, 1979-1981’deki üç yıllık dönem ile 1999-2001’de üç yıllık dönem arasında dünya genelinde kişi başına tahıl üretiminin 355’ten 344 kilograma düşmesidir.

Üçüncü yol; “hasattan perakende piyasasına dek tüm zincirdeki toplam katma değerde küçük üreticilerin payını düşürmektir. Pazarlık gücü az olan küçük tüccarların ve hükümete ait pazarlama ofislerinin vs. yerini giderek Çok Uluslu Şirketler (ÇUŞ) almaya başlar.

Dördüncü yol; küçük üreticilerin ve küçük tüccarların yerinden edilmesi, işsizleştirilmesi! “Zanaatkarları, balıkçıları ve bir dizi küçük üreticiyi de böyle bir kader beklemektedir.”

Beşinci yol; “Köylülüğe karşı bir ilkel sermaye birikimi sürecinin başlatılmasıyla, büyük sermaye ‘kalkınma’ ve ‘alt yapı’ adına yalnızca umumi arazileri ya da devlet arazilerini değil, köylülere ait olanları da ‘üç kuruşa’ satın alır.” Böylece gelir deflasyonu uygulaması, köylülere de uzanmış olur.” [Monthly Review, Ocak 2017, 66-67]

Görüldüğü gibi emperyalist kapitalist sistemde “enflasyonla mücadele”nin faizlerin düşürülmesi, çıkarılması vb. yolların uygulanmasının sadece görüngülerle uğraşmak olduğu açıktır. Faizlerin düşürülmesi veya çıkarılmasından faydalanacak olan sermaye kesimlerinin farklı olması tartışmaları büyütmektedir. Düşük faizlerle, başta inşaat sektörü olmak üzere ekonominin büyümesinin önü açılmak istenmektedir. Yaklaşan seçimler bunu zorlamaktadır. Tabii burada “büyüme” üzerinde durmak gerekir. Ekonomik büyüme, milli gelirde bir yıldan ötekine meydana gelen artış oranıdır. Yani ekonomik gelişmenin niceliksel yanıdır. Milli gelirler, bir yıl içinde “meydana gelen nihai mal ve hizmetlerin toplam parasal değeridir.” [Ekonomi Sözlüğü, Alfa Yayınları] Bu gelirin tarımın, sanayinin gelişmesinden mi, ticaretin, inşaatın veya parasal hareketlerden mi (faiz, vergi vs.) sağlandığı önemli değildir. Dolayısıyla ekonomik

büyüme istihdamın arttığı, kapitalist sistem açısından işlerin iyi gittiği anlamına gelmez. Nitekim finansallaşmanın artışıyla borçlanmaya dayalı büyüme yarı-sömürge ülkelerin hemen hepsinde esas hale gelmeye başlamıştır. Bu durumda, döviz kurlarındaki en ufak bir oynama “dengeleri” altüst etmekte, bunun düzenlenmesi için de yukarıda özetlediğimiz gelir deflasyonu yoluyla, emekçilerin işsizleştirilmesinden vergiler altında ezilmelerine, küçük üreticilerin mülksüzleştirilmelerinden tüketici kredileri yoluyla borçlandırılmalarına kadar pek çok yol uygulanmaktadır.

Her yıl çeşitli uluslararası kuruluşların açıkladığı “küresel servet” raporları bu uygulamaların sonuçlarını yani her geçen gün zenginin daha zenginleştiğini, yoksulun daha yoksullaştığını ortaya koymaktadır.

* 1988’den 2011’e en zengin % 1’lik kesimin geliri 182 kat artarken en fakir % 10’luk kesimin geliri 3 dolardan az arttı.

* İngiliz borsasına dahil bir şirketin CEO’sunun geliri Bangladeş’te hazır giyim fabrikalarında çalışan 10 bin kişinin yıllık gelirinden fazla.

* Dünyanın en zengin 8 kişisinin serveti, dünyanın yarısını oluşturan 3.6 milyar nüfusun servetine eşit. Önceden bu sayı 62 kişiydi! (Veriler, Hürriyet gazetesi, 17.01.2017, Oxfam verileri)

Bu yıl açıklanan Credit Suisse’nin raporu da benzer sonuçları veriyor:

* Dünyanın en zengin % 1’inin küresel serveti 2000’li yılların başında % 45.5 iken 2017’de % 50.1’e çıktı.

* Ultra zengin olarak tanımlanan serveti 50 milyon doların üzerinde olanların artışı geçen yıldan bu yıla % 13 oranında.

* Küresel servetteki eşitsizlik kıtalar arasında da belirgin olarak ortaya çıkıyor. Emperyalist kapitalist ülkelerin yoğunlukla bulunduğu Kuzey Amerika ve Avrupa’da servet artarken, diğer tüm kıtalarda azalmış durumda.

* 280 trilyon dolara ulaşan küresel servetin 181 trilyon doları Kuzey Amerika ve Avrupa ülkelerine ait. [Veriler Hürriyet gazetesi, 16.11.2017, Credit Suisse]

Bu yılki verilerde Türkiye’de servet kaybı yaşanırken, dolar milyarderi sayısı artmış durumda. 52.1 milyon yetişkine düşen toplam servet 2016’da 1 trilyon 136 milyar dolar iken bu rakamlar 2017’de 53.2 milyon yetişkin kişiye 1 trilyon 68 milyar dolar seviyesine düşmüş. Bu düşüş yaşanmışken de dolar milyarderi sayısı 2016’da 29 iken 2017’de 35’e çıkmış. Bu Türkiye’deki servet eşitsizliğinin artarak sürdüğünü göstermektedir. Türkiye 2013’ten beri aynı kategoride sayıldığı Brezilya, Hindistan, Endonezya ve Güney Afrika’dan ayrışmış durumdadır. Geçen yıla kadar “Kırılgan Beşli” olarak adlandırılan bu ülkelerin hepsinde dolar milyarderlerinde düşüş olmuştur. Bu yıl Kırılgan Beşli listesi değiştirildi! Yeni listede eskilerden sadece Türkiye var. Bu da döviz kurlarındaki değişimden en çok etkilenen ülke olmasıyla ilgili bir durumdur. (Yeni Kırılgan Beşli listesinde Türkiye ile beraber Katar, Arjantin, Pakistan ve Mısır var.)

Enflasyona karşı mücadele veya enflasyonun kontrol altında tutulmasının faturası, her halükarda işçiye, emekçi kesime çıkmaktadır. Sömürü artarken, ücretler düşmekte, vergiler artırılmakta, işsizlik artmakta ve en temel tüketim maddeleri bile finans sermayesinin eline bırakılmaktadır.

Emperyalist kapitalist sistemin işleyişinin daha farklı olabileceğini varsaymak en hafif deyimle hayalperestliktir. Dolayısıyla artan işsizliğe, yoksullaşmaya karşı palyatif önlemleri talep etmenin bir anlamının da olmadığı açıktır.

Türkiye’de finansallaşmanın sonuçları

Dünyada 1970’lerde başlayan finansallaşma dalgası Türkiye’ye 24 Ocak 1980 kararlarıyla giriş yapmıştır. 12 Eylül Darbesiyle birlikte başta toplumsal muhalefetin ezilmesi olmak üzere, gerekli hazırlıklar yapıldı. Finansal altyapı açısından İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nın (IMKB) kurulması, bankalar arası para piyasasının oluşturulması, kamu borcunun finansmanı için Devlet İç Borçlanma Senetlerinin (DİBS) ihracı yönteminin geliştirilmesi, DİBS’lerin işlem göreceği ikincil piyasaların oluşturulması gibi önlemler alındı. Ayrıca ticari serbestleşme, sermaye hareketlerinin serbestleşmesi, faiz oranlarının piyasa tarafından belirlenmesi ve yerli paranın yabancı paralar karşısında çevrilebilir olması sağlanmıştır. (Bedirhanoğlu Pınar vd. Finansallaşma Kıskacında Türkiye’de Devlet, Sermaye Birikimi ve Emek; 2017, Notabene Yayınları)

Finansallaşmaya atılan bu adımların ilk sonucu, 1980’li ve 1990’lı yıllara damga vuran kamu kaynaklarının (halkın vergileriyle oluşturulan kaynakların) bankacılık sistemi aracılığıyla özel sektöre aktarılması olmuştur. Bankalar Merkez Bankası’ndan düşük faizle aldıkları krediyi, daha yüksek faizle Hazine’ye vermeye başladılar. DİBS bu mekanizmanın çalışmasını sağlıyordu. Elde edilen yüksek ve kolay kâr, 1990’larda her köşe başında banka açılmasının nedeniydi. Bu şekilde özel sektöre çok yüksek oranlarda mali kaynak aktarılırken, özelleştirmelerle de KİT’lerin bünyesindeki fabrikalar, kurumlar vs. haraç mezat satılıyordu. Ancak bu mekanizma kısa bir süre içinde tıkanmaya başladı.

1970 krizinden sonra emperyalist kapitalizmin aldığı önlemlerden biri de üretimin yeniden yapılandırılmasıydı. Ucuz emek dolayısıyla yarı-sömürgelere ağır sanayi de dahil olmak üzere daha fazla yönelim oldu. Üretimin yeniden yapılandırılmasının en önemli halkası emek üzerindeki kontrolün daha fazla sağlanabildiği ve daha fazla artık değer üretilmesine olanak tanıyan “yalın üretim” diye nitelenen uygulamadır. “Bu uygulamaların özünde kapitalizmin en önemli silahlarından biri olan işyerinin parçalanması yatıyordu.” (age, 198) Bu alt sözleşme uygulamalarıyla amaçlanan geniş işçi kitlelerinin tek bir patronla karşı karşıya kalmasını engellemek, örgütlenme gücünü kırmaktı. Bu uygulamaların sonuçları bugün çok net verilerle ortadadır. Türkiye’de toplam işçi sayısı 13 milyon iken, sendikalı sayısı 5 milyondur. Yani sendikalı oranı sadece % 12.8’dir. Bu işçilerin % 80’den fazlası ise Türk-İş ve Hak-İş’te örgütlüdür. Taşeron işçi sayısı ise günden güne artmaktadır. 2002’de 387 bin taşeron işçi varken, 2017’de bu rakam kamuda 750 bin olmak üzere toplamda 2 milyona yakın olmuştur. (11.06.2017, Cumhuriyet gazetesi, CHP’nin hazırladığı broşürden.) Bütün bunlar örgütsüzlüğü dayatırken, iş güvenliğinin olmayışı “iş kazaları” veya daha doğrusu iş cinayetlerinin artmasına yol açmaktadır. 2016 yılında günde ortalama 4 işçi güvenlik önlemlerinin alınmaması nedeniyle hayatını kaybetmekteyken Türk-İş’in son açıkladığı verilere göre 2017 Ekim’ine kadar 1.683 işçi hayatını kaybetmiştir. Yıl sonuna kadar ortalama günlük “rakamın” 10 olması beklenmektedir. (17.11.2017, Hürriyet gazetesi) Bunun tam bir katliam olduğu açıktır.

Kısaca tarım alanındaki değişimlere, yeniden yapılandırmaya da değinmemiz gerekir. Son zamanlarda özellikle et fiyatlarının yüksekliği ile birlikte tarımda gelinen nokta daha net görülmeye başlamıştır. Türkiye’de tarımın neoliberal politikalara uyumlu hale getirilmesinin başlangıcı 24 Ocak 1980 kararlarına dayanmaktaysa da, tarımsal destekleme politikalarında, üretimden bağımsız destekleme modeline geçilmesi üzerine tartışmalar 1990’lı yıllarda başlamıştır. Gümrük Birliği Anlaşması Türkiye’nin tarımsal yapısında önemli değişimlere yol açmıştır. 1999’da IMF ile Stand-By anlaşması ve Dünya Bankası ile Tarım Reformu Uygulama Projesi’nin (TRUP) imzalanması Türkiye tarımı için dönüm noktaları olmuştur. Yapılan anlaşmalar ve imzalanan projelerin sonucunda, üretimden bağımız olarak Doğrudan Gelir Desteği verilmeye başlandı. Böylece destek üreticiye değil, hiçbir ürün ekmezse bile toprak/arazi sahibi olarak geçenlere verildi. Çiftçi fındık, tütün gibi yüksek sübvansiyon gerektiren ürünlerin yerine, kamu maliyesine yük yaratmayan ürünlere yönlendirildi. Tarım Satış Kooperatifleri yeniden yapılandırıldı, devlet desteği kesildi. Çiftçi Kayıt Sistemi oluşturuldu. Oluşturulan yeni sistemle, tüm tarımsal girdiler ve nihai ürün fiyatları dünya fiyat sistemine tabi oldu.

Çıkarılan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı (2001), Şeker Kanunu (2001), Tütün Kanunu (2001), Tarım Kanunu (2006) ve Tohumculuk Kanunu (2006) ile birlikte “Türkiye tarımında uluslararası tarım-gıda şirketlerinin faaliyetlerini serbestçe sürdürebilmesi kolaylaşmıştır, devletin tarıma yönelik müdahalelerinin boşalttığı alanları bütün unsurlarıyla piyasa kurumları doldurmuştur.” (Praxis, 43; 773)

Toprakların sınırlı bir büyüklüğünün olması, rekolte artışının teknolojik ilerlemelerle sağlanmak zorunda oluşu gibi etkenler, tarım ürünlerinin arz fiyatlarının belli bir seviyede tutulabilmesi için devlet desteğini zorunlu kılmaktadır. Devlet desteğinin tarımdan çekilip, tarımın olduğu gibi piyasaya bırakılmasının yaratacağı tek sonuç ÇUŞ’ların egemenliğidir. Küçük üreticilerin bu durumla mücadele edebilme şansı yoktur. Türkiye’de yaşananlar da bunu göstermektedir: “2002 yılında şeker pancarı ekimi yapan üretici sayısı 492 bin iken 2014 yılına gelindiğinde bu sayı 124 bine düşmüştür. Tütün Kanunu ile birlikte 2003 yılında 330 bin tütün üreticisi aileden geriye 2016 yılı itibarıyla sınırlı alanlarda üretime devam eden 55 bin aile kalmıştır.” (agy)

ÇUŞ’lara son olarak sağlanan olanaklardan biri de, meclisten geçen torba yasada, açık tütün satan tütün üreticilerine hapis cezası öngörülmesidir.

Buğday, çay, meyve-sebze, sofralık zeytin gibi ürünlerden çekilen ürün destekleri, piyasanın ihtiyacına bağlı olarak yağlı tohumlara verilmektedir. Diğer yandan mazot, gübre, tohum gibi girdilerin fiyatlarının dünya emtia piyasasında belirlenmesi, tüm fiyat dalgalanmalarının karşısında üreticiyi korumasız bırakmaktadır. Bunlar en temel gıda maddelerinin bile ithal edilmesine ve fiyatların yükselmesine

Tarımdaki finansallaşmayla, neoliberal politikalarla üreticilerin önemli bir kısmı zarar ettiklerinden üretimden uzaklaştılar. Tarımsal üretime devam edenler ise, destekten yoksun oldukları için bankaların tarım kredilerine yöneldiler. Son 14 yılda bankalar tarafından verilen tarım kredileri % 729 artarken, tarımsal destekleme ödemelerindeki artış sadece % 58’dir. Böylece tarımda küçük meta üreticilerinin borçlu olma hali süreklilik kazanmıştır. (agy, 781) Son 10 yıl içinde aile işletmesi başına düşen borç yaklaşık 7 kat artmıştır. 2016 yılının üçüncü çeyreği itibariyle de aile işletmesi başına 22 bin TL borç düşmektedir. (agy, 777) Bu hesaplar sadece banka kredisi üzerinden yapılmıştır. Tarım Kredi Kooperatiflerine, tüccara, komisyoncuya veya ihracatçıya borçlanma da söz konusudur. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın bir soru önergesine verdiği yanıta göre 2014 yılı itibariyle toplam tarım arazilerinin (28.8 milyon hektar) % 47’si ipoteklidir ve bu arazilerin % 71’ine bankacılık sektörünce ipotek konmuştur. (agy, 778)

Tarımın, piyasa koşullarına bu şekilde bırakılmasının bir sonucu da hayvancılığa olan etkisidir. Et fiyatları, arz eksikliğinin yanı sıra yem fiyatlarında (saman, yonca, çayır otu vb.) yaşanan fahiş artışlar dolayısıyla süreli yükselmektedir. Meraların, çayırların, otlakların hem amaç dışı kullanımlara açılması hem de büyük tarımsal şirketlere verilmesi, hayvan üreticisinin tüm girdileri pazardan almasına yol açmıştır. Et fiyatlarını düşürmek için ithalat yapılırken sadece son 3 ayda yem fiyatlarında % 100’e yakın artış yaşanmıştır. (20.11.2017, Hürriyet gazetesi) İthal et, uluslararası şirketlere kazandırmak yerli besiciyi bitirmek dışında bir işe yaramamaktadır.

Yaşanan gelişmeler karşısında Ziraat Odaları Birliği’nin yaptığı açıklamalara göre son 9 ayda et üretimi % 11.2 oranında azaldı. Döviz kurunun yüksekliği, yem fiyatlarını diğer tüm ürünler gibi otomatikman etkilemektedir. Yükselen maliyetler, artan et fiyatlarının önemli nedenlerinden biridir. Mevcut sistemde artan maliyetlerin düşürülmesinin tek yolu tarıma verilecek desteklerdir ve korumacılığın artırılmasıdır. Fakat sermayenin daha fazla kâr elde etme zorunluluğu, finansallaşmanın boyutu, bunların dahi yapılabilmesine olanak tanımamaktadır. İşsizlik, tarımsal faaliyetin gittikçe gerilemesi, borçlanmanın ve iflasların artması yaşanan ve artarak yaşanmaya devam edecek olgulardır.

Sanayi ve tarımda finansallaşmanın/neoliberal politikaların uygulanması bu sonuçları yaratırken, sermaye kendi kârını garanti altına almak için finansal sistemin kendisinde de yeni düzenlemeler yaptı. Önceki bölümlerde bahsettiğimiz gibi, bu düzenlemeler ülkelerin kendi özgünlüklerine göre farklı dönemlerde yapılmıştır. Türkiye’de 1980’lerde ilk çalışmalar yapılmışken 2001 krizinden sonra hazırlanan “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” ile bu süreç önemli ölçüde emperyalist kapitalist sisteme tam uyumla sonlanmıştır. IMF’nin gözetiminde uygulanmaya başlanan mali disiplin/sağlamlaştırma işleminde Merkez Bankası’nın temel amacı “fiyat istikrarını sağlamak” yani enflasyonla mücadele olarak tanımlanmıştır. Bu amaç için Merkez Bankası, uygulayacağı para politikasını ve kullanacağı para politikası araçlarını hükümetten bağımsız olarak doğrudan kendisi belirleyecekti.

“Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”nın, borçların sürdürülebilirliği ve mali sistemi düzenleme hedeflerine odaklanması zaten ekonomi politikasının sadece para ve maliye politikalarıyla uyumlu hale getirilmesi anlamını taşır. Merkez Bankası’nın Hazine ile olan bağlantısı kesilerek politika dışı tutulacağı ve sadece kurallara bağlı olarak görevini yapacağı varsayılmıştır. Oysa tüm bunların tek bir sonucu olabilirdi: 2000 öncesinde iç borçlanmaya dayanan ve her mahallede bir banka kurulmasına(!) varan borçlanma mekanizmasının değiştirilmesi ve emperyalist kapitalist sisteme daha uygun hale getirilmesi! Bu uygulamanın sonuçlarına daha yakından bakalım.

Enflasyon hedeflemesi sistemi, ücret artışlarında üst limit olarak kullanılarak çalışanların ücret talepleri otomatikman sınırlanmış oldu. Bu işverenin/burjuvazinin elini rahatlatmış, emekçiler ise temel geçim maddelerini sağlayabilmek için tüketim kredileriyle borca boğulmuşlardır. Faizin düşük tutulması borçlanmayı artırmıştır. Ekonomik büyüme de esasta bu harcamalar üzerinden yaşanmıştır. Bu süreçte uluslararası likidite bolluğu da, hane halkı borcunun artmasında önemli bir faktör olmuştur.

Son yıllardaki büyümenin, kamu ve hane halkı tüketim harcamalarına dayanması, hükümetin faiz artışına karşı çıkmasının temel nedenlerindendir.

Bu süreçle birlikte dış borçların mahiyetinde de değişimler olmuştur. 2001 krizi sonrasında uygulanan programla kamunun payı azalmış, özel sektörün borcu artmıştır. Toplam dış borç stoku içerisinde özel sektörün payı % 70’i aşmıştır. Bu durum, dünyadaki eğilimle uyumludur. “1990 yılında gelişmekte olan ülkelerin dış borcu içinde özel sektörün payı % 16 iken, 2006’da % 77 olmuştur.” (Bedirhanoğlu Pınar vd., s. 72)

Mevcut durumda dış borcun milli gelire oranı % 58.1’e ulaşarak, 2001 krizi seviyesinin üstüne çıkmıştır. 2017 Ocak ayında şirketlerin borcu 312 milyar dolar seviyesindeydi. Borcun dolar üzerinden olması ve döviz kurunun sürekli yükselmesi, çevrilebilirliği konusundaki kuşkuları artırdığı ölçüde, “kırılgan” olarak değerlendirilmektedir.

İthalatın ihracattan fazla büyümesi anlamına gelen cari açık da rekor kırmaktadır. Son rakamlara göre Eylül ayında cari açık 4.5 milyar dolara ulaşmıştır. 2017 yılı içinse bu rakam 40 milyar doları buluyor. Cari açığın büyümesi, Türkiye’deki üretimin dışa bağımlılığının bir göstergesidir. İthalata bağımlı olunduğunda döviz kurlarının yükselmesi otomatikman enflasyon artışına yol açmaktadır. Bu üretimdeki girdi fiyatlarının artmasıyla ilgilidir.

Çeşitli derecelendirme kuruluşları bahsettiğimiz bu gelişmeler nedeniyle, Türkiye’de durağanlaşma riskinin arttığını, seri iflasların yaşanabileceğini vs. belirtmektedirler. (13.11.2017, Cumhuriyet gazetesi) Kredi derecelendirme kuruluşlarının üç ayda bir olan gözden geçirme periyotları, günlüğe düşmüş durumdadır. Ortaya çıkan bilançonun yakın zamanda “krize” sürüklenmemesi için mevcut neoliberal paradigmaya göre, faizlerin yükseltilip, iç talebin sınırlandırılması gerekiyor. Bu yazı boyunca anlatmaya çalıştığımız “gelir deflasyonu”nun yani kitlelerin alım gücünün daha da daraltılması veya daha yaygın kullanılan terimle “kemer sıktırma”nın artırılmasıdır. Para politikasına endeksli bir sistemde, paranın değerinin korunması temel amaçtır. Aslında 2018 başından itibaren yürürlüğe girecek olan vergi düzenlemeleri, asgari ücretin şimdiden ortaya çıktığı gibi düşük tutulması, torba yasada tütün üreticilerini iflasa sürükleyecek düzenlemenin tüm itirazlara rağmen geçmesi “kemer sıkma”nın zaten uygulandığının

göstergesidir. Fakat emperyalist sermaye, ABD’de yükselen faizlerin değiştirdiği dengelere uygun olarak Türkiye’ye gelmek için daha fazla kâr vaadi, yani yüksek faiz beklemektedir. 2019 gibi “tarihi” olarak addedilen seçimler gündemdeyken, kemer sıkma hükümet tarafından belli bir sınırda tutulmak istenmektedir. Ayrıca, hükümete açıktan destek veren sermaye kesimlerinin düşük faizden nemalanan inşaat sektörü olduğu unutulmamalıdır.

Türkiye’de 1980 sonrası yaşanan krizlerin hepsinin ortak özelliği, döviz kurunun yükselmesiyle tetiklenmiş olmalarıdır. Bu dışa bağımlılığın bir sonucudur. Şunu belirtebiliriz ki, faizlerin yükseltilmesinin de düşürülmesinin de faturası emekçilere çıkacaktır. Zaten şu anda yaşanan da budur. Hükümet tarafından “anti-emperyalistlik” olarak lanse edilen şey, emperyalist sisteme her yönüyle tabi olunmuşken iç dengeler dolayısıyla faturanın kesilmesini geciktirmek istemekten başka bir şey değildir. Dolar milyarderlerinin sayısı her geçen yıl artarken, asgari ücretin yerinde saydığı bir sistemde bunu yapmak ne kadar mümkündür, yakın zamanda görülecektir. Limonataya dahi vergi artırımı gelirken, vergi cennetlerinde tutulan paranın milli gelire oranının % 20 olduğu bir sistemde, paranın değerinin korunup servetlerinin erimesine karşı kendilerini güvenceye almayacaklarını düşünemeyiz!

Sonuç olarak; emperyalist kapitalist sistemde yaşanan diğer tüm gelişmeler gibi krizler de sistemin tamamı düşünülmeden anlaşılamaz. Sistem kâr oranının düşmesine çare olarak üretimden kopuk bir şekilde para üzerinden para kazanmaya yönelmiştir. Reel üretimden uzaklaşıldığı ölçüde, yaşanan krizler daha da sıklaşacak, içinden çıkılamaz hale gelecektir. Sistem yaşadığı krizlere para politikalarıyla çözüm bulmaya çalışarak, çöküşünü erteleme derdindedir. Bu mekanizma işlerken her zamanki gibi ilk önce faturaları, gelişmekte olan ülkeler diye tabir edilen emperyalist kapitalist sisteme bağımlı yarı-sömürgeler ödeyecektir. Yaşanan budur! Ne bu krize ne de yaşanabilecek olanların hiçbirine bu sistemin içerisinde çare bulunamaz. Üretimin toplumsallaştığı oranda üretici güçlerin toplumsallaşması, emekçilerin emeklerinin karşılığını aldığı, sömürünün olmadığı sosyalist sistem tek çaredir.

* Bu benzetmeyi Başkan Gonzalo’nun “... Rektifikasyon Kampanyası Üzerine” başlıklı yazısından aldık. “[Burjuvazi] Sonunun geldiğini henüz toprağa gömülmemiş bir leş olduğunu biliyor, ancak açık mezarının dibinde yatarken bile, proletarya tarafından gömülmeye karşı hala direniyor.” (Partizan, Sayı 38, s. 13)

46282

Partizan'dan

Partizan'dan; Gündem ve güncel gelişmelere ilişkin politik açıklama ve yazılar. 

Son Haberler

Sayfalar

Partizan'dan

"Legal parti sorunu" Üzerine

Legal parti sorunu, aslında hem Uluslararası Komünist Hareket ve hem de Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi açısından hiçte yeni ya da ‘bakir’ bir sorun sayılmazken; ama nedense devrimci hareketin ‘radikal sol’ olarak addedilebilecek kimi kesim ve yazarlarınca, böyleymiş gibi sunulmaya çalışılmakta.

Emperyalizm Üzerine Notlar -2

“Motor Üretimi Yoksa, Emperyalizm De Yoktur”

Soru: 2 -Türkiye'nin kendi tekniği (gelişmiş sanayisinin) yoktur. Örneğin bir motor bile yapamamaktadır. (Marksist Teori'nin Almanya-Frankfur'da 24 Şubat 2024"de düzenlediği "Lenin Dünyaya Bakmak" Sempozyumu tartışmalarından)

TKP-ML TİKKO Genel Komutanlığı: Partimiz Savaşımızı Aydınlatmaya Devam Ediyor: Ona Omuz Ver! Güç Kat!

Ailevi sorunlar, geçim derdi, gelecek kaygısı, hayaller, yaşanmışlıklar, günden güne ömrün tükenmesi ve sonuç olarak hiçbir şey yaşamadığını farkettiğin ve yüreğine bir acının gelip oturduğu an... bunu ikimize kendime armağan ediyorum. Dost varmı ki şu zaman da derdini alıp vuracak sırtına ..ve biz nelerden uzak kalmışız haberimiz yok...şimdi ki dostluklarda ne duman ne tüten var

TKP-ML MK: TKP-ML, 52 YAŞINDA!

“Daha Sıkı, Daha Sağlam, Daha Kararlı Bir Savaş” İçin Israr ve Sebatla!

Mao Zedung yoldaşın önderliğindeki Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin dünyayı sarsan fırtınaları içinde, coğrafyamız sınıflar mücadelesinin bir ürünü olarak doğan partimiz TKP-ML, 52 yaşında!

Emperyalizm Üzerine Notlar

Uzun bir zamandan beri emperyalizm üzerine makaleler yazıyorum, konferanslar veriyor, panellere katılıyorum. Bir de „Emperyalist Türkiye“ adlı kitabım yayınlandı. Bu kitapta'da Türk devletinin emperyalistleştiğini ve emperyalist bir devlet haline geldiğini; ekonomik, siyasi ve askeri olarak değerlendiriyorum.

Katıldığım seminer, panel, konferans ve çeşitli konuşma ortamlarında, yeni emperyalist ülkeler konusunda bana bir çok sorular soruldu, benim tezlerime karşı karşı tezler ileri sürüldü. Bir çoğu tezlerimi onaylarken, çoğunluk tezlerimi reddetti.

Patika, Politika mı Arıyor Yoksa..

"Başkası olma kendin ol

Böyle çok daha güzelsin"

Anasının kuzusu

Ciğerimin köşesi"

Marifet  solun sağıyla başarılı olmak değil ki.

Afyon, antalya, istanbul, ankara...

İmamoğulları, yavaşlar, böcekler... falanlar filanlar.

Sanki seçimleri kaybettiren  sol gibiymiş gibi

Sanki seçimleri kaybettiren de parlamentizm gibiymiş gibi

Hiç kimse zafer kazanan solun sağı karşısında solu ve parlamentizmi dahil ağzına almıyor.

Proletarya chp'nin sağını satın almış gibi.

Lenin’in Ölümünün 100. Yılı Anısına: Lenin’de Kararlılık ve İki Çizgi Mücadelesi SBKP’de İki Çizgi Mücadelesi*

Rusya’da Marksist gruplar ortaya çıkamadan önce “devrimci” çalışmayı Narodikler yürütüyordu. Narodniklerin Çar’a karşı verdikleri mücadelede temel aldıkları sınıf köylülerdi. Rusya’da kapitalizm geliştikçe işçi sınıfı da gelişip büyümesine rağmen Narodnikler işçi sınıfını değil köylülüğün temel alınmasını savunuyor ve ancak köylülüğün Çar’ı ve toprak ağalarını devirebileceğini savunuyorlardı. Narodnikler bireysel “terörü” savunuyor ve bunun geniş halk yığınları üzerinde büyük etkiler yaratacağını düşünüyorlardı. İşçi sınıfının partisinin kurulmasına karşı çıkıyorlardı.

Hepimiz Mazlum’a borçluyuz:Garabet Demirci

 

Devrimciliği Yaşam Tarzına Dönüştürelim

Bizim gücümüz, haklılığımız ve meşruluğumuzda; olayları, olguları diyalektik- materyalist bakış açısıyla ele almamızda yatıyor.

TKP-ML Merkez Komitesi : Newroz Piroz Be!

İmha, İnkar ve Asimilasyona; İşgal ve İlhaka; Sömürüye, Açlığa, Yoksulluğa, ve Faşizme Karşı

İsyan, Direniş, Serhildan!

Newroz, coğrafyamızda binlerce yıllık sınıflı toplumlar tarihinde sömürülen, ezilen, baskı gören halkların zalimlere, sömürücülere karşı isyanının simgesidir. Günümüzde de başta Kürt halkı olmak üzere bütün ezilen halkların, zalimin zulmüne karşı isyan ve direnişinin, Demirci Kawa’nın isyanının zalim ve katliamcı Dehaklar karşısında yükseltilmesinin, isyan ateşlerinin dört bir yanda yakılmasının adı olmuştur.

Oylar SADET'E.... Oylar DEVA'YA... Oylar İYİ PARTİ'ye....

"Bindik bir alamete gideyoz kıyamete."

Aklımızın sınırlarının zorlandığı günlerde geçiyoruz.

İlemde bir partiye oy verecekseniz....

Sanki iyi parti sizi öldürüyorda chp sizi öldürmüyorsa(?)...

Niye oy verdiğiniz millet ittifakı'nın parlamentizmden vaz geçmemiş paydaşlarından biri de olmaya.

Ve Bakırhan buyurdu: " İstanbul'da kent uzlaşısı sağladık" diye

Ve Sakık buyurdu: "CHP'ye oy yok." diye.

Ve ..

Sayfalar