Pazartesi Mayıs 6, 2024

Emperyalist ve komprador kapitalist sömürü kıskacında Türkiye Kürdistanı

(Bu yazı Partizan dergisinin 91. sayısında alınmıştır. Güncelliği nedeniyle yayınlıyoruz. Site yazı Kurulu)

Temmuz 2015’te başlayan çatışmalar, yerini tüm gerçekliğin aleni olarak görüldüğü savaşa bıraktı. Savaş yasalarının vahşiliği içinde Kürt halkına yönelik adı konmamış bir Sri-Lanka modeline dönüşerek kundaktaki bebekten, bastonlu dedeye kadar “terörist” ilan edilerek katledildi. Katledilmeye de devam ediliyor. Kadın gerillaların bedenlerinin teşhiri, militanların askeri araç arkasına boynuna ip geçirilerek bağlanıp sürüklenmesi, Cizîr’de bodrum katında diri diri yakılarak katledilmesi, duvarlara ırkçı, şoven, milliyetçi sloganların yazılması, tanklarla, obüslerle, havan toplarıyla kentlerin bombalanması, haber yapma adına evlerin havaya uçurulması, Kürt halkına yönelen sürgün, katliam ve soykırım savaşıdır, bu savaş. Teslimiyetin, ihanetin dayatıldığı, ölümün kol gezdiği, T. Kürdistanı’nda TC faşizminin yaptığı her vahşet, serhıldana dönüşerek bertaraf oldu. Teslimiyeti dayatanlar tarihi deneyimlerin gösterdiği gibi, örgütlü bir halkın zaferinin gazabında kül olacaktır.

T. Kürdistanı’nda ilhak, imha ve inkâr bugün en koyu biçimiyle bir kez daha yaşanıyor. Kürtler devletin kuruluş temeli olan Kemalizm’in en çıplak yönüyle karşı karşıya kalırken bu karşılaşmanın tarihsel süreç içindeki farklılığı, örgütlü direnişin, silahlı mücadelenin varlığıdır. Savaşın, TC faşizminin, 100 yıl önce Ermeni Soykırımı’ndaki gibi vahşileşmesi de bu nedenledir.

Tüm şiddetiyle, yeni aşamalara evrilen bu savaşı, “Saray’ın savaşı”na, AKP’ye, R.T. Erdoğan’a indirgemek, mevcut durumun kendisi değildir. Sadece görünen yönüdür. Kürtler asırlardır katlediliyor, topraklarından sürülüyor. Sorun, ulusal mesele kapsamında, Osmanlı’nın ulus-devlete evrildiği süreçten bugüne gelen köklü bir sorundur. Siyasal ve sosyal bağlamından önce, sorunun maddi temeli ulusal pazara kimin egemen olacağı konusudur.

Osmanlı topraklarında 1800’lerde ivme kazanan ulusal bağımsızlık hareketleri, Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasıyla tüm Balkanlar’a yayıldı. Balkan ülkeleri birer birer Osmanlı İmparatorluğu’ndan koparak bağımsızlaştı. Baskıya, sömürüye, zulme ver katliama karşı Kürt ayaklanmaları da 1800’lerin ortalarında, Balkanlar’daki ulusal uyanışın yansıması olarak başladı, bugün şehir ve kır savaşıyla devam ediyor.

Osmanlı’nın dağılma, parçalanma sürecinde “Ne olursa olsun bir Türk devleti olsun” gibi ırkçı ve milliyetçi düşünce doğrultusunda İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde (İTC) toplanan Türk milliyetçilerinin “Türk devleti” kurma telaşı, Türk burjuvazisi (az sayıda olsa da) ve toprak ağalarının ulusal pazara hâkim olma telaşıdır. Bir “Türk devleti” kurma süreci bu coğrafyada yaşayan kadim halkların (Ermeni, Rum, Asurî/Süryani, Ezidi, Kürt vd.) sürgün ve soykırımdan geçirilerek, sermaye ve taşınmaz mülklerine (ev, toprak vs.) el konularak gerçekleştirildi. “Kardeşlik” söylemiyle vurgulanan tarihsellik, ırkçı zihniyetin ürünü olan “milli birlik”, “Misak-ı Milli” denilen fakat Türk toprağı olmayan sınırlar, “devletin bölünmez bütünlüğü”nde saklı olan Türk burjuva ve toprak ağalarının iktisadi ve toprak bütünlüğü kaygısı, ulusal pazara hâkim olmanın politik bağlamıdır.

T. Kürdistanı’nın her karesinde yaşanan savaş ve katliamda olduğu gibi “çözüm” ve “barış” denilen süreç de, TC devletinin Kürt Ulusal Hareketi’ni (KUH) oyalama ve tasfiye etme taktiği olan, süreç içerisinde alttan alta sürdürülen ama her şeyi ile su yüzünde olan, Türk hâkim sınıflarının T. Kürdistanı’na sorunsuz hâkim olma istemidir. “Çözüm” sürecinin “savaşa evrilmesinde” ve politik arenada “masaların devrilmesinde” de aynı gaye söz konusudur.

Medler sonrasından bugüne kadar kendi topraklarında, kendi devletini kuramayan, başka devletlerin egemenliği altında yaşamak zorunda kalan, 1071’den bugüne de Türk egemenliği altında ezilen Kürtler, vergi ve asker vermediği, bağımsızlık için isyan ettiği her dönemde topraklarından sürüldü, katledildi. Silah zoruyla, kanla bastırılan, ezilen Kürtler ağır vergi yükü altında da ezildi, yoksul bırakıldı. Bir ulus yüzyıllar boyunca, kendisine dayatılan teslimiyete direndi, direniyor.

TC devletinin çeşitli milliyetlerden emekçi, yoksul halkın kanı üzerine kurulması, T. Kürdistanı’nda sömürü, inkâr ve imha politikalarının yoğunlaşması anlamı taşıyordu. Zira ulusal pazara tam hâkimiyetin tek engelini artık Kürtler oluşturuyordu. Bu nedenledir ki askeri yöntemlerin dışında, ekonomik baskı da en koyu biçimiyle uygulandı. T. Kürdistanı’nın yer altı ve yerüstü kaynaklarının sömürülmesi, Kürtlerin ucuz iş gücü olarak çalıştırılması, bölgeye, Türk sermayesine azami kâr sağlayacak yatırımlar dışında yatırım ve yardım yapılmaması, bölgenin yoksul ve yoksun bırakılması, TC ekonomisine bağımlı hale getirilmesi, ekonomik baskının genel kapsamını oluşturuyordu.

Bu ekonomik baskı ve bağımlılığın doğrudan sonucu olarak, sistemin yaşadığı ekonomik krizlerden en çok etkilenen bölge kuşkusuz ki T. Kürdistanı’dır. Yarı-sömürge bir ekonomi olan; en kırılgan ekonomiler arasında birinci olan TC ekonomisinin, ekonomik krizlerden etkilenim boyutu göz önüne alındığında, bölgesel bazda T. Kürdistanı’nın etkilenim düzeyini tahmin etmek zor değildir. Ekonomik krizlerin yarattığı işsizlik, yoksulluk ve açlık oranlarındaki artış, diğer bölgelere nazaran T. Kürdistanı’nda daha fazladır. Türk hâkim sınıfları bu tablodan hiç de rahatsız değildir. Rahatsız oldukları, Kürt halkının, KUH öncülüğünde ulusal bağımsızlık mücadelesidir. Pazara hâkim olmak için, bugün T. Kürdistanı’ndaki savaşı TÜSİAD’dan MÜSİAD’a tüm sermaye çevresi desteklemektedir.

“Ama iş her zaman pazarda bitmez. Mücadeleye, ‘zorbalık ve aktif savunma’ metotlarıyla hâkim ulusun yarı-feodal, yarı-burjuva bürokrasisi de gelir katılır… ‘Güçler’ birleşmekte ve ezilen ulus burjuvazisine karşı bir sürü kısıtlayıcı tedbirlerin uygulanması başlamaktadır, kısaca bir süre sonra soysuzlaşarak baskı biçimine bürünen tedbirler… mücadele iktisadi alandan siyasi alana aktarılır…” (Stalin’den aktaran Kaypakkaya; 2013, 223)

Gelinen aşamada son bir yıldır, ulusal sorun kapsamında, T. Kürdistanı’ndaki “çözüm” siyaseti savaşla yürütülüyor. Stalin yoldaşın vurguladığı gibi ezilen ulusa karşı mücadele, iktisadi alandan siyasi alana aktarılmış ve ağır silahlarla yürütülmektedir. Tam bu noktada bir yıldır devam eden savaşın temelini, hangi bağlamda savaş biçimiyle yansıdığını anlamak için T. Kürdistanı’ndaki ekonomik durumu ele almanın yerinde olacağını düşünüyoruz. Savaşın tüm yakıcılığı, katliam ve göçlerin günlük yaşamda ön planda olduğu bir süreçte, ekonomik alana yönelmek, ilk bakışta anlamsız görünse de savaşın maddi temeli anlaşılmadan bu savaşın haklılığı ve haksızlığı anlaşılmaz.

Politik-askeri alanda savaşım ve direniş sürerken, bu direnişte en ön saflarda yer alırken, almak gerekirken ideolojik ve politik olarak bilincimizin de berrak olması zorunludur.

Emperyalist sermaye ve T. Kürdistanı’nın önemi

Lenin yaklaşık bir asır önce emperyalizm tahlili yaparken, aynı zamanda kapitalizmin dünya pazarını birbirine bağladığını da tahlil ediyordu. Bugün burjuva ideologlarının yanı sıra birçok siyasi çevre buna “küreselleşme” diyor. Lenin’den bugüne kapitalist-emperyalist sermayenin hem teknolojik hem de sermaye birikimi açısından geldiği nokta devasa niteliktedir. Bu durum sanılacağının aksine, kâr oranını düşüren etkisiyle, kapitalist sermayenin yapısal krizine neden olmaktadır. Kapitalizmi eski gönenç günlerine ulaştıracak, devasa sermaye birikimini çoğaltacak, sömürü çarkını sorunsuz döndürecek pazar alanlarına yönelememesi de aynı nedene, azami kâr elde edilmesine tabidir. Yeniden üretimin gerçekleşemediği, artı-değer elde edilmediği, kâr oranının düştüğü bir ortamda, devasa orandaki sermaye birikimi de atıl kalmaktadır.

Emperyalist sermaye açısından en acil durum kâr oranının artırılmasıdır. Bunun için kapitalist sermayenin mutlak artı-değere yoğunlaşmak veya yeni teknoloji ile üretim sürecini farklılaştırmak dışında çok alternatifi yoktur. Emperyalist-kapitalist sistem bugün tam da bu sorunu yaşamaktadır. 2008 krizinin patlak vermesi, yapısal bir krize dönüşerek daha da atlatılamamasının nedeni başka yerde aranmamalıdır. Üretim alanında yaşanan sorun, dolaşım alanına doğrudan yansıyarak mevcut krizin daha da derinleşmesine zemin sunmaktadır. Mevcut pazar alanlarının son sınırına dek kullanımı, yeni pazar alanlarının yaratılmaması, başka bir ifadeyle artı-değerin gerçekleştirilememesi ve doğrudan sonucu olarak yeniden üretimin sorunlu hale gelmesi, emperyalist sermayenin önündeki en büyük engeli oluşturuyor. Bu tablo içerisinde, üretim ve dolaşım alanlarındaki yaşanan sorun dolaşım alanlarının yeniden paylaşımını gündeme taşıyan önemli nedenlerden biridir. Büyük Ortadoğu Projesi, Genişletilmiş Ortadoğu Projesi, Kuzey Afrika’dan başlayıp Ortadoğu’ya uzanan bölgesel savaş, Ukrayna’da ve Güney Çin Denizi’nde emperyalistlerin karşı karşıya gelmeleri pazar alanlarının yeniden paylaşım kavgasıdır.

2008 Ekonomik Krizi bu kavgayı daha da kızıştırmıştır. 2003’te çekincesizce Irak’ı işgal eden ABD emperyalizmi, 2011’de aynı saldırganlıkla Suriye’yi işgal edemedi. 5 yıldır devam eden savaşta, Rus emperyalizminin politik manevralarına karşılık veremedi. Rusya ve Çin emperyalizminin ekonomik ve politik gücü ABD’yi Ortadoğu’da frenledi. Bunun açık ifadesi pazar alanlarının, özellikle de enerji kaynaklarının yoğunlaştığı bölgedeki paylaşım kavgasıdır.

Bugüne kadar yaşanan ekonomik krizlerden yeni üretim teknolojisi ve üretim modelleriyle kâr oranını artıran kapitalist sermaye bugün yaşadığı krizi aşamıyor. Bu yeni üretim teknolojileri geliştirme ve dolaşım alanı olarak yeni pazar alanları yaratmada kapitalist-emperyalist sermayenin sınıra dayandığını da gösteriyor. Tarihsel süreç içinde 1973-74 petrol krizinin kapitalizmin aşırı üretim krizine dönüşmesinin etkileri 1990’lara dek sürdü. Emperyalizm bu krizinin adına “neo-liberalizm” denilen sermaye birikim süreciyle yarı-sömürgeler üzerine yıkarak aştı. Yarı-sömürgelerin, yer altı ve yer üstü kaynaklarına sınırsız yönelmesiyle eş anlamlıydı. Emperyalist sermaye, kuralsız ve sınırsız hareket serbestliğine kavuşturuldu. Yarı-sömürgelerin ekonomileri buna göre yeniden yapılandırıldı. Yarı-sömürgeler, emperyalizmin meta stoklarını eriten pazar, ham maddede kaynağı ve yeni yatırım alanı haline getirildi.

Eski teknoloji üretim araçları bu ülkelere satıldı. Yeni teknoloji üretim araçlarıyla aşırı üretim sağlandı. Yarı-sömürgeler, emperyalizmin azami kâr elde edeceği bir alt yapıya kavuşturulunca, üretim süreci parçalandı. Esnek, taşeron, fason üretim, temel üretim haline geldi. Artık hammaddelerin olduğu bölgelerde fabrikalar kurulacak, bir metanın parçaları farklı ülkelerde üretilip, merkez fabrikalarda montajlandığı bir üretim modeline geçildi. Bu esnek üretimle yarı-sömürgeler üzerindeki sömürü daha da artırıldı. Yüksek teknolojik üretim araçlarıyla düşen kâr oranları maliyeti düşük artı-değeri yüksek üretim olanağı olan yarı-sömürgeler üzerinden artırılarak azami kâr sağlandı. Yoğun artı-değer sömürüsüyle, yarı-sömürgelerin kanı iliğine dek emildi.

Fakat bu da kapitalist-emperyalist sistemi krizden çıkaramadı. Aşırı üretim, azami kâr hırsı, 2008’de kriz olarak geri kapitalizme döndü. Sermaye bir kez daha kapitalizmin en büyük engeli oldu. Üstelik emperyalizmin gölgesinde gelişen dünya pazarına belli bir sermaye birikimiyle açılan ve dünya ticaretinde önemli pay elde eden G20 denilen ülkelerin varlığı pazar payını, dolayısıyla kâr oranını düşürmesiyle, bu engelin çıtasını yükseltti.

Halen devam eden ekonomik krizi aşma olanakları geçmişe oranla daha sınırlı. Son yıllarda yeni yatırımlardan ziyade, fabrika yenileme, ortaklık, birleşme, satın alma gibi yatırımların yoğunlaşması bu sınırın kapitalizm açısından çok da geniş olmadığını gösteriyor. Emperyalist-kapitalizmin iç çelişkilerinin derinleştiği noktada, kendi sonunu hazırlayan sorunları daha da ağırlaşıyor. Bu koşullar içinde kapitalist çarkı döndürmek açısından dünya pazarının, ham madde kaynaklarının, bu kaynakların bulunduğu bölgelerin önemini stratejik hale getiriyor.

Yüzyıl önce Kürdistan coğrafyasını, petrol sahalarını esas alarak dört parçaya ayıran, ulaşımı zor dağlık bölge ve kontrolü zor aşiret yapısı olarak gören emperyalizm bugün aynı fikirde değil. Kürdistan coğrafyası 45 milyar varil petrol rezervi ile dünyada 6. sırada yer alıyor. Enerji kaynaklarının batıya taşınmasında geçiş ve kavşak konumda bulunuyor. Irak Kürdistanı’nın doğalgazının batıya taşınmasında Suriye Kürdistanı petrol bölgesine yaklaşıp tehdit edene dek IŞİD’e karşı Kürtlerin mücadelesinin emperyalistlerce denetlenmesi, Kürdistan coğrafyasının artan öneminin göstergeleridir. Dört parçasıyla Kürdistan, emperyalistlerin Ortadoğu’da mutlak güç olmayan savaşının tam ortasında yer almasıyla da emperyalizm açısından, 100 yıl öncekinden daha değerli ve önemlidir.

Komprador Türk Sermayesinin Birikiminde T. Kürdistanı

Tarihsel dönemler veya ekonomik-politik süreçler, her ne kadar benzer özellikler gösterse de, iç dinamikler, etkin olan politik aktörler ve güç dengeleri gibi birçok bakımdan farklılıklar taşımaktadır. TC devletinin “Misak-ı Milli” sınırlarının çizildiği dönemden bugüne T. Kürdistanı üzerindeki ilhak ve sömürüsü nasıl savaşla kurulduysa, bugün de ilhak ve sömürünün devamlılığı savaşla sağlanıyor.

Ortadoğu yangınının içine “Bölgesel güç olma” hülyasıyla dalan TC devleti “değerli yalnızlığını yaşarken” bir devlet olarak ayakta durma sınırlarını ve bütünlüğünü koruma derdiyle Kürtlere savaş ilan etmiş durumda. “Bölgesel güç olmaya” niyetlenip, gücünün ispatı için Kürtlerle savaşa tutuşma, TC devletinin yarı-sömürge gerçekliği ile Ortadoğu’da boyunun ölçüsünü almasının bir yansımasıdır. Rus uçağının düşürülmesi, TC devletinin ekonomik ve politik gücünü aşan bir hamle olduğu, sırtını ABD’ye dayamış olsa bile, Rusya’nın ekonomik yaptırımları ve politik manevralarıyla fazlasıyla görülmüştür.

TC devleti “güçlü siyaset” izleyerek “Ortadoğu’da Türkiyesiz plan olmaz” derken, yüksekten uçuşun iması zikredilse de, “ileri karakol” misyonunun yitirilmemesine bir taahhüttür. Kaygının ya da kâbusun başladığı nokta sınırların değişme durumunun gündemde olmasıdır. “Ey! Amerika” demenin sınırı da gelip buraya dayanmaktadır. Emperyalizme ret, retorik söylemden ibarettir. “Büyük Türk Devleti” egosunun nişanesi “Misak-ı Milli” sınırlarıdır. “Türkiyesiz plan” TC devletinin vazgeçilmezliğine değil vazgeçilmemesine bir vurgudur. Hatırlanacağı üzere bu sınırlar 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası emperyalistlerin ekonomik ve politik çıkarları doğrultusunda ortaklaşılan Lozan Konferansı’nda çizilmişti. Bir asır sonra emperyalistler yeniden paylaşım dalaşı içindeyken, Suriye ve Irak’ta sınırlar belirsizleşirken, TC devletinin 2. Sevr vakasıyla karşı karşıya kalması, “Ey! Obama” çıkışının çapını göstermektedir.

Politik arenadaki söylemlerin güçlülüğünün gerçekle örtüştüğü nokta politik arenada dikkate alınma düzeyidir. Bu da belli bir ekonomik güçle mümkündür. Siyasi ve iktisadi olarak emperyalizmin yarı-sömürgesi TC devleti, rüştünü ispat edecek, “güçlü siyasetin” altını dolduracak ekonomik bir nüfuza sahip değildir. “değerli yalnızlığın” maddi temeli budur. Emperyalizme bağımlılık, nihayetinde dış politikada da bağımlılıktır. Ne kadar “Büyük Türk Devleti” denirse densin uşak, uşaktır! İstisnai olarak pazarlıkların olması, karşı çıkışlar ve gönülsüzlüklerin olması, söylem ve pratiğin burjuva ikiyüzlülüğü kapsamında tezat olması, yer yer kendini dayatma çizgisine gelmesi, esasta emperyalizme tabi oluşun, göbekten bağımlı durumun gerçekliğini değiştirmez. R.T. Erdoğan’ın “Ey Batı!” gibi çıkışları, AB emperyalizmiyle vize konusunda çatışması en nihayetinde emperyalizmle uzlaşma-anlaşma görünümünde boyun eğişle sonuçlanmaktadır.

R.T. Erdoğan özgülünde, TC devletinim “öz güveni” salt ABD emperyalizminin hamiliğinden ileri gelmiyor. Emperyalist sermayenin yarı-sömürgelere yönelmesi, bu ülkelerin talan edilmesi yarı-sömürge ekonomilerinde belli bir canlanma yaratırken, emperyalizmin işbirlikçilerine bıraktığı payda da göreli bir artış olmuştur. Bu pay komprador Türk burjuvazisinin gelişim sürecinde bir sermaye birikimi sağlamış, 2000 sonrası dönemde yeni talan ve sömürü politikalarıyla birlikte, komprador Türk sermayesi elde ettiği birikimle uluslar arası pazara daha da yönelecek düzeyde palazlanmıştır. Emperyalizmin gölgesinde gerçekleşen bu palazlanma TC devletinin kraldan çok kralcı hale girmesine, içi kof bir özgüven patlamasına da neden olmuştur.

2000’li yıllara doğru emperyalizm dünya ekonomisinde yeni iş bölümü yaptı. Bu süreç 2. Washington Konsensüsü olarak ifadelendirildi. Yarı-sömürge TC devleti, IMF Stand-By (20’ye yakın) anlaşmalarıyla bu yeni iş bölümüne göre yapılandırıldı. Finans, tarım, esnek üretim, dış ticaret ve iş gücü üzerinde yoğunlaşan yeni düzenleme, emperyalist sermayenin dünya pazarında azami kârını, dolayısıyla yarı-sömürgeler üzerindeki artı-değer sömürüsünü artırması anlamına geliyordu.

TC ekonomisinin öncelikle finans sektörü güçlendirildi. TRUP (Tarım Reformu Uygulama Projesi) denilen DB odaklı tarım politikalarıyla 9 yıl içinde tarım emperyalist tekellerin pazar alanı haline getirildi. Üretici sektörlerin tamamında esnek-taşeron üretim yaygınlaştırıldı. Sanayi üretimi ucuz ithalata bağımlı olarak iç tüketimde yoğunlaştırıldı. Taşeronlaşmayla birlikte emek gücü değersizleştirilirken, artı-değer sömürüsü artırıldı. Kamusal alanlar (sağlık, eğitim vb.) metalaştırılarak birer ticarethaneye dönüştürüldü.

Genel hatlarıyla aktarılan bu ekonomi politikaları “gelişme”, “kalkınma”, “münhasır medeniyetlere ulaşma”, “devrim”, “reform” gibi safsatalarla bizzat AKP hükümetleri döneminde harfiyen uygulandı. Bu uygulama sonrasında TC devletinin emperyalizme olan bağımlılığı artırıldı. Finans sektörünün güçlendirilmesi denilen süreç, TC ekonomisinin “sıcak para”, yabancı sermaye denilen emperyalist sermaye hareketine uygun hale getirilmesiydi. Milyar dolarlarla ifade edilen emperyalist sermayenin Türkiye’de yatırım yapması, azami kâr riske girdiğinde de hızlıca çıkması önünde hiçbir engel kalmadı. TC ekonomisi sürekli giriş çıkış yapan emperyalist ekonominin bu hareketine tabi hale getirildi. Yıllık 5 milyar dolar sermaye girişine muhtaç olan TC ekonomisi, eskiye oranla daha istikrarsız bir ekonomi oldu. Zira emperyalist sermaye akışının olduğu dönemde TC ekonomisi ortalama % 4 oranında büyüme gösterirken, sermaye akışının yetersiz olduğu dönemde büyüme oranı % 3’ün altına inmektedir.

Yabancı sermaye (bu emperyalist sermaye, petro-dolar zengini Arap sermayesi ve bağımlı kapitalist ve yarı-sömürge komprador sermayesini içermektedir) akışıyla canlanan TC ekonomisinde sanayi üretiminin motor gücü olması gerekirken, ucuz ithalat, düşük teknolojik üretim ve iç tüketimin esas alınması nedeniyle, inşaat sektörü, ekonominin motor gücü haline geldi. Enerji yatırımlarıyla (maden, baraj, nükleer, rüzgâr tribünü gibi) birlikte inşaat sektörü ön plana çıktı. Konut ve enerji üretimiyle iç tüketime yönelen TC ekonomisi sanayi çarkını ucuz ara mal ithalatıyla döndürmeye başladı. Bu politikayla sanayi üretiminin % 80’i ithalata bağımlı hale gelirken, teknolojik seviye olduğu yerde kalmıştır. TC devletinin, dünya ileri teknoloji ihracatındaki payı 2000 yılında % 0.09 iken 2012 yılında % 0.10’a çıkmıştır. Gelişme dahi denilemeyecek bir artış varken yüksek teknolojinin ihracattaki payı % 1’e bile ulaşamamıştır. Bu oran TC ekonomisinin yarı-sömürge gerçekliğinin, emperyalizme bağımlı oluşun kaçınılmaz bir sonucudur.

Ülkenin dört bir yanına bina diken inşaat sermayesinin önünü açan, her dereye birer ikişer baraj yapan, her dağı delik deşik eden bir ekonominin, üreten olmayıp tüketen bir ekonomi olduğu, dünya ekonomileri içinde en kırılgan ekonomi olmaktan çıkamayışından da görülmektedir. Bu nedenledir ki dünya ekonomisindeki dalgalanmalar, TC ekonomisinde kelebek etkisi yaratıyor, Dolar hemen “tarihi rekorlar kırıyor!”

Bu kırılgan yapı içerisinde komprador Türk sermayesi, kapitalist-emperyalist sistemin emek sürecini yeniden örgütlemesi, üretim sürecini parçalamasına paralel, emperyalist tekellerin düşük teknoloji gerektiren parça üretici veya montaj sanayici olarak daha sıkı bir komprador ilişki geliştirdi. Opel, Otosan, Fiat, Mercedes’in montaj sanayisi Türkiye’de yapılıyor. Vestel Avrupa’nın beyaz eşya üretimini yapıyor. Küçük işletmeler yedek parçalar üreterek Avrupa sanayisine çalışıyor. Yüksek teknolojik ürünler dışarıdan (emperyalist ülkelerden) geliyor, değişik ülkelerde üretilen parçalar ana merkeze gönderilerek montajlanıyor.

Bu üretim modelinde, tedarikçi ülkelerde yaratılan artı-değerin esasını emperyalist tekeller alıyor. Burjuva-feodal medyada, emperyalist tekellerin Türkiye’de açtıkları fabrikaların allanıp pullanarak aktarılmasının ardında yatan, Türk sermayesinin emperyalizmle kurduğu komprador ilişkinin daha sıkı bağlarla bağlanmasıdır.

2. Washington Konsensüsü kapsamında emperyalist sömürü ve talan politikalarını her alanda azgınca uygulayan komprador Türk sermayesi, ülke kaynaklarına azami kâr hırsıyla yöneliyor. Sermaye birikimini sağlamak için kendi pazarını son sınırına kadar talan eden komprador Türk sermayesinin önündeki en önemli engellerden biri ulusal sorunun varlığıdır. Kendi pazarına duyduğu ihtiyaç ve kaynakların tamamını sonsuz kullanma talebi, T. Kürdistanı’nda KUH’un verdiği silahlı mücadele duvarına çarpıyor. Türk hâkim sınıflarını oldukça rahatsız eden bu durum, bugün devam eden savaşın temel nedenlerinden biridir.

Azami kâr hırsının dışında Ortadoğu’daki savaş hali, pastadan pay kapma dalaşı, elindeki bulgurdan olma kaygısı, daha fazla sermaye birikimiyle ekonomik gül bahçesi olma arzusu gibi birçok etken Türk sermayesini pervasızlaştırıyor. Tüm bunların yanı sıra kendi pazarı olarak gördüğü T. Kürdistanı’na sorunsuz olarak girmek ve hammadde kaynaklarını sınırsız sömürmek istiyor. T. Kürdistanı’nın pazar alanı olarak daha bir önem kazandığı süreçte “Misak-ı Milli” olarak tanımladığı kendi pazar alanında tam hâkimiyet kurmak istiyor. Zira batıda sağlanan sermaye birikimini daha da artırmak için T. Kürdistanı elzem bir nitelik taşıyor. Bu nedenledir ki, ilhak ve sömürü koşullarını devam ettirmek için T. Kürdistanı’nın statüsünün değişmesini istememektedir.

Kapitalist-emperyalist sistemin yaşadığı kriz ve Ortadoğu’daki paylaşım dalaşı, dünya pazar alanlarının artan önemi T. Kürdistanı özgülünde emperyalist sermaye ve komprador Türk sermayesini ortak paydada birleştiriyor. Ortadoğu’daki savaş halinin yarattığı diplomatik-politik gerilimler, topyekûn olarak ekonomik ilişkilere, daha özgün ifadeyle azami kâr oranının düşmesine, yansımayacak biçimde devam ettiriliyor. ABD-TC ilişkileri tarihine bakıldığında bu kapsamda onlarca örnek görülecektir. Bu ekonomik çıkar ortaklığı çevresinde T. Kürdistanı’nı sorunsuz hale getirip emperyalist tekellerin sömürüsüne açmak TC devletinin görevidir. Dolayısıyla emperyalist sömürü TC devleti eliyle yapılırken, aynı zamanda TC devletinin sömürüsü de emperyalizmin sömürüsüdür.

T. Kürdistanı; Yüzyıllık İlhak, Sömürü, İnkâr ve İmha

Kürdistan coğrafyası, sınıflı toplumlar tarihinin her döneminde egemen sınıfların birbirine üstünlük kurma savaşının tam ortasında kalmıştır. Coğrafi olarak Avrupa, Asya ve Afrika’yı karasal olarak birbirine bağlayan kavşak noktada yer alması başlı başına yeterli bir neden olmaktadır. Bugün Ortadoğu’da yaşanan savaş gibi onlarca savaş aynı nedene dayanıyor. Her savaş sonrasında Kürdistan coğrafyasına ve bu coğrafyada yaşayan kadim halklara bugün olduğu gibi katliam, soykırım, kölelik, sömürü yaşatılıyor.

1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda dünya pazar alanlarını paylaşan, Lozan Anlaşması’yla da buna meşruluk kazandıran emperyalistler, Kürdistan coğrafyasını da paylaştı. Kürdistan petrol ve stratejik konumlar esas alınarak dörde bölünüp parçalanırken her bir parça emperyalizmin o dönem manda, sömürge ve yarı-sömürge durumunda olan ülkelere bırakıldı. İlhak “hakkı” doğrudan emperyalizmin uşağı, işbirlikçisi, olan devletlere verildi. Lozan bunun hem meşruluk zemini hem de paylaşılan bölgelerin sınırlarının çizilmesinin anlaşması oldu.

Yüzyıl sonra bugün bölgeye hibe, emperyalist dalaş işbirlikçi devletlerin pay peşinde acizleşmesi söz konusu. Değişen tek şey ilhak ve sömürüye, inkâr ve imhaya karşı Kürt ulusunun, Rojava örneğinde olduğu gibi, örgütlü savaşmasıdır. Bölgede dengelerin, daha fazla kâr elde edilecek koşulların yaratılması için yeni dengeler kurulması amacıyla bozulması Kürdistan daha özelde T. Kürdistanı üzerindeki sömürünün yoğunlaşacağı anlamına geliyor. Yüzyıllık inkâr ve imha tarihinde çatışma, savaş, sürgün ve katliam dışında T. Kürdistanı’nda TC devletinin uyguladığı ekonomi politikalarıyla emek sömürüsü de vazgeçilmez önemdedir egemenler açısından. Bugün T. Kürdistanı’nda yaşanan yoksulluk, işsizlik bu sömürü politikalarının bir sonucudur. Bu sömürü politikalarına damgasını vuran her zaman olduğu gibi ırkçı, şoven, milliyetçi zihniyettir.

1923 İzmir İktisat Kongresi’nden 1960’larda gelen planlı ekonomiye, 12 Eylül askeri faşist cunta ile uygulanan “neo-liberalizm”den bugüne T. Kürdistanı üzerindeki sömürü her daim artmıştır. Emperyalist sermaye ve komprador Türk sermayesi çıkar ortaklığında izlenen bu sömürü ve talan politikasında T. Kürdistanı’na düşen pay işsizlik, yoksulluk, açlık ve yoğun emek sömürüsü olmuştur.

2000’li yılların başında TC ekonomisine emperyalist sömürü-talan politikasıyla yeniden ayar çekilmesi kapsamında Bölge Kalkınma Ajansları (BKA) kuruldu. BKA’lar, 2002 yılı İstatistiki Bölge Birimi Sınıflandırması’na (İBBS) dayanan, Avrupa’da 1988 yılından beri uygulanan NUTS (Numenhature of Territorial Units For Statistics) sisteminin Türkiye’de uygulanan biçimidir. Avrupalı emperyalistler, 1990’lardan bu yana ulusal ve bölgesel kalkınma stratejileri üzerine çalışıyor. Kapitalist sermaye birikimi ve dünya pazarında rekabet gücünü artırmanın temel amaç olduğu bu stratejiler, ülkede birkaç ya da sadece bir bölgeye yönelik sermaye yatırımı anlamına geliyor. Ülkedeki bölgelerin mevcut yeraltı yerüstü kaynakları hem sermaye birikimi hem de dünya pazarında rekabet gücü esas alınarak sermaye yatırımı için taşıdığı potansiyel ortaya çıkarılıyor. Sermaye birikimi ve rekabet gücü bakımından yüksek olan bölgelere öncelik verilerek sermaye bu bölgelere yöneliyor. 2002 yılında yasal düzenlemesi yapılarak hayata geçirilen BKA’lar bu anlayış ve yönelimin ürünüdür.

Bunu takiben TC ekonomisi 26 alt bölgeye ayrıldı. Alt bölgelerin her biri pazar olanakları, maden, su, tarım, orman, iş gücü, enerji gibi yatırım düzeyleri sermayenin azami kâr elde edebileceği alanlar olup olmadığı tespit edilerek, her bölge için bir BKA kuruldu. “Bölgesel kalkınma”, “gelişme” gibi kulağa hoş gelen kelimelerle anlatılan BKA’lar sermaye için kalkınma ve gelişmedir. Bölgesel rekabetin arttığı, kimi bölgelerin yoksullaştığı, kimi bölgelerdeki kaynakların başka bölgelere taşındığı, kimi bölgelerin küçük ve orta ölçekli işletme üzerine çıkamadığı ve sanayileşmeyi tamamlamadığı fakat tüm bölgelerde artı-değer sömürüsünü yoğunlaştıran bir sermaye birikim stratejisidir BKA’lar. TC devletinin, KOBİ’lere sürekli “can suyu” kredisi vererek teşvik etmesi, tarımda üretim havzaları oluşturup rekabet gücü olan ürünlere destek verilmesi, bölgesel teşvik uygulamasında Marmara, Akdeniz, Ege ve T. Kürdistanı’na öncelik verilmesi (T. Kürdistanı’nın yatırım teşviklerinde tanınan olanaklar bakımından ilk sırada yer alması BKA’lar ekseninde izlenen sömürü politikasıdır.) 2008 krizinin ardından, “çözüm” sürecinin başlatılması, komprador sermayenin Cizîr’de toplantı yapması tesadüf eseri gelişen veya salt politik arenadaki gelişmelerin ürünü değildir. Ekonomi politikalarına göre atılan adımların siyasete yansımasıdır. Amaç açık ve nettir. T. Kürdistanı’nın BKA’lar ekseninde sömürü, talan ve azami kâr için Türk sermayesinin yatırımlarına açılması için “sorunsuz”, “risksiz” bir bölge haline getirilmesidir.

T. Kürdistanı olarak ifade ettiğimiz bölge 24 ilden: Semsûr (Adıyaman), Agirî (Ağrı), Erdexan (Ardahan), Êlih (Batman), Çewlîg (Bingöl), Bedlis (Bitlis), Amed (Diyarbakır), Elazîz (Elazığ), Erzîngan (Erzincan), Erzerom (Erzurum), Dilok (Gaziantep), Colemêrg ( Hakkari), Îdir (Iğdır), Gurgum (Kahramanmaraş), Kilis, Qers (Kars), Meletî (Malatya), Mêrdîn (Mardin), Mûş (Muş), Sêrt (Siirt), Riha (Şanlıurfa), Şirnex (Şırnak), Dersim (Tunceli) ve Wan (Van) oluşuyor. Bu 24 ilin bulunduğu coğrafya Lozan’da TC devletinin ilhakına bırakılan Kürdistan coğrafyasının en büyük parçasıdır.

Bugüne gelinen süreçte 90 yıla yayılan inkâr ve imha politikalarına rağmen Kürtler toprağına, kökenine tutunmuş, tarihsel toplumsal varlığını korumuştur. Egemen sınıfların ekonomik-politik çıkarları doğrultusunda ve süreç içinde değişen koşullar bugün iki parçası ilhak altında (İran ve T. Kürdistanı), iki parçası (Suriye ve Irak Kürdistanı) savaş durumundan dolayı sonucu tam belli olmayan özerk-bağımsız yönetim olan bir Kürdistan gerçekliğini ortaya çıkartmıştır.

T. Kürdistanı’nın sosyo-ekonomik durumu somut verilerle, bu veriler de batı illeriyle karşılaştırılarak aktarıldığında ilhak, sömürü ve ulusal baskının boyutu da açığa çıkmaktadır. Örneğin Diyarbakır Ticaret Odası’nın 2012’de hazırladığı bir rapora göre T. Kürdistanı’nın gelişmişlik düzeyi Marmara Bölgesi’nin 120 yıl, Ege Bölgesi’nin 90 yıl gerisindedir.

Kapital ekonomide gelişmenin temel göstergesi sanayi üretimidir. Sanayide faaliyet gösteren fabrikaların, küçük ve orta büyüklükteki işletmelerin sayısı, kapasitesi, teknolojik düzeyi, yarattığı katma değer ekonomik gelişmenin motor gücüdür. Çok kullanılan tabirle “kalkınma-büyüme” denilen süreçte sanayi üretimi esastır. TC ekonomisinin mevcut sanayi üretiminin ağırlıklı olarak düşük ve orta düzet teknolojiye dayalı olması ortalama 100 yıl geride olan T. Kürdistanı’ndaki tablo hakkında fikir vermektedir. TC ekonomisinde sanayi Marmara, Ege ve Akdeniz’de yoğunlaşması sadece ekonomik nedenlerden (pazara ulaşım, nakliye masrafı vb.) değil aynı zamanda ezilen ulusa yönelik inkâr ve imha zihniyetinin ekonomik alana yansımasıdır.

T. Kürdistanı’nı sanayisiz bırakarak, Kürtleri, Türklere muhtaç olduğu bir ekonomik yaşama mahkûm etmek gibi ırkçı-şoven duygularla birlikte Kürt burjuvazisinin gelişimini engellemek de ırkçı zihniyetin başköşesinde durmaktadır.

Türkiye Kalkınma Bankası’nın verilerine göre T. Kürdistanı’nın sanayideki payı 1927 yılında % 12,3, 1964 yılında % 3,3, 1981 yılında % 3.3 ve 2001 yılında % 4.7 oranındadır. Görüldüğü gibi TC’nin kuruluş döneminin ilk yıllarında T. Kürdistanı’nın sanayi üretimindeki payı oldukça yüksektir. Bu yükseklik, kuruluş döneminde T. Kürdistanı’na yapılan yatırımlardan ileri gelmiyordu elbette. Ekonominin tarıma dayalı olması, tarıma dayalı birçok işletmenin mevcut olması, şeker ve tütün fabrikalarının açılması T. Kürdistanı’nın payını yükselten etkenlerdir. Sonraki yıllarda, yatırımların batıya yöneltilmesi bu yüksek oranı oldukça düşürmüştür. 1930’lu yıllarda, devletçilik, 1940’lı yıllarda savaş ekonomisi, 1950’lerde ithal ikameci politika bugünün TÜSİAD’ının pazarlanması-holdingleşmeye evrilmesi sürecinde T. Kürdistanı bugün olduğu gibi Türk sermayesinin birikim sürecinin sömürü alanı olmuştur. Batı hızla gelişirken T. Kürdistanı’nın sanayideki payı 1927’den 1964’e % 9 oranında düşmüştür. TC ekonomisinin 1960’lardaki sanayi yapısı, ithal ikameci emperyalist politikaya dayanan dışa bağımlı bir sanayi iken, Türk sermayesinin yeni yeni fabrikalaştığı dönemde T. Kürdistanı’nın payı artacak yerde % 12,3’ten % 3,3’e düşmüştür.

1960-80 arası dönemde planlı ekonomiye geçiş, montaj sanayinin yerleşmesi sürecinde de T. Kürdistanı’nın payı değişmemiştir. Bu süreçte Güney Doğu Anadolu Projesi’nin (GAP) gündeme gelmiş, belli yatırımlar yapılmış olsa da, TC devletinin, T. Kürdistanı’na dair ekonomik gelişim noktasındaki bakış açısında bir değişim olmamıştır. Bu süreçlerde (1927’den 1980’e) bugün açıkça gerekçe edilen “terör belası!” da olmadığı halde T. Kürdistanı’nda sanayinin gelişimine olanak tanınmamıştır. 1980’den 2001’e T. Kürdistanı’na düşen yine sömürüdür. Emperyalist “neo-liberal” politikaların AFC ile uygulanması en çok T. Kürdistanı’nı etkilemiştir. Sanayinin çok cılız olup ekonominin can damarının tarım olduğu T. Kürdistanı’nda “neo-liberal” politikalar tarımı alt üst etmiş, hayvancılığı bitme noktasına getirmiştir. Devlet desteklerinin sınırlanması, tarım destekleme kurum ve kuruluşlarının özelleştirilmesi, çoğunun kapatılması, en çok T. Kürdistanı’nı etkilemiştir.

1990’ların başında Kars Süt Endüstrisi Kurumu’nun (SEK) Koç Holding’e satılması sonrasında Koç Grubu’nun SEK’i kapatmasıyla Kars’taki hayvancılık bitme noktasına gelmiş, hayvancılıkla geçinen binlerce küçük köylü üretimden koparılmıştır. Bu süreçte, sanayide kıpırdanma denebilecek % 1,4 oranında bir artış söz konusudur. Bu artışın T. Kürdistanı’na katkısından ziyade komprador Türk sermayesinin birikimine katkısı söz konusudur. Zira TC devleti, “neo-liberal” politikalarla T. Kürdistanı’nın kapılarını emperyalist talana ve sömürüye ardına kadar açmıştır.

2001 sonrası dönemde, sanayi bakımından T. Kürdistanı’nda genel durumunu değiştirecek bir gelişme yoktur. BKA kapsamında belli bir sermaye yönelimi olsa da, bu yönelim batıyla kıyaslanamayacak kadar düşüktür. TÜİK verilerine göre 2002 yılında T. Kürdistanı sanayisindeki işletme sayısı 217 bin 209’dur. Türkiye toplamının (1.858.191) % 11.7’si T. Kürdistanı’nda bulunmaktadır.

2009 yılında sanayideki işletme sayısı 413 bin 861’e çıkarken Türkiye toplamına (3.225.462) oranı da % 12.8’e yükselmiştir. Verilere göre T. Kürdistanı’nda sanayi işletmeleri sayı bakımından bir artış göstermektedir. Fakat bu işletmelerin niteliği, teknoloji düzeyi, üretim kapasitesi hakkında veri -tamamlayıcı bilgi olmadığından- bu artışın T. Kürdistanı’nın ekonomik gelişimini ne derece katkı sunduğu, diğer bölgelerle arasındaki ekonomik farkı ne kadar kapattığı noktasında bir yorum yapmak eksik olacaktır. Ancak İstanbul Ticaret Odası’nın 2014 yılı için hazırladığı ilk ve ikinci büyük 500 sanayi kuruluşu listesine bakıldığında, T. Kürdistanı’ndaki sanayi kuruluşlarının adı yok denecek kadar azdır. İlk 500 büyük şirketten sadece 29’u T. Kürdistanı’nda kuruludur. Bu 29 şirketin 21’i Dîlok, 8 Gurgûm olmak üzere sadece iki Kürt ilinde bulunuyor. Geriye kalan l22 Kürt ilinin listeye girebilecek sanayi kuruluşu yoktur. İkinci büyük 500 şirketin 53’ü T. Kürdistanı’ndadır. Bu 53 şirketin, 35’i Dîlok, 12’si Gurgûm, 2’si Meletî’deyken Amed, Mûş, Mêrdîn ve Elezîz’de birer tane bulunmaktadır.

Geriye kalan 17 Kürt ilinin ikinci büyük listeye girebilecek sanayi kuruluşu yoktur. Aktarılan liste T. Kürdistanı’ndaki sanayi kuruluşlarının kapasitesi ve büyüklüğü, teknolojik düzeyi, üretim seviyesi hakkında genel fikir vermektedir. Listeye giren ve T. Kürdistanı’nda bulunan şirketlerin Kürt iş insanlarına ait olup olmadığı bir yana bu şirketlerin T. Kürdistanı ekonomisine ne derece katkı sağladığı konusunda veri olmadığından ancak tahmini yorum yapılabilir ki bu da yanıltıcı olacaktır. Zira şirketlerin sağladığı sermaye birikimi T. Kürdistanı’nda kalmamaktadır.

T. Kürdistanı’ndaki mevcut sanayi yapısının, diğer bölgelere göre geri bir düzeyde olduğunun başka bir göstergesi de sanayi işletmelerinin yarattığı katma değer oranıdır. Gayri safi katma değer (GSKD) oranlarına bakıldığında T. Kürdistanı’ndaki sanayi üretimini katma değerinin düşüklüğü göze çarpmaktadır. 2004 yılında T. Kürdistanı’nın GSKD oranı % 8.6 iken tek başına İstanbul’un GSKD oranı % 27.8’dir. Ege bölgesinin GSKD oranı % 14.1, Akdeniz’in % 10.4’dür. 2008 yılında % 8.2; 2009’ta 8.8; 2010’da 9.3; 2011’de 9.2 GSKD oranı ile göreli bir artış yaşayan T. Kürdistanı yine de alt bölge sınırlanmasında son sırada yer alıyor. Küçük ve orta işletmelerin ağırlıkta olduğu, teknolojik düzeyinin düşük olduğu bir sanayi yapısının katma değerinin yüksek olması beklenemez. Anormal olan batıdaki toplam katma değer (İstanbul, Ege, Akdeniz toplamı % 52.3) ile T. Kürdistanı ile karşılaştırıldığında arada 6-7 kat uçurum olmasıdır.

Bu uçurumun kapatılmasına dönük bir politika olmadığı gibi mevcut durumun devamı, hatta uçurumun derinleştirilmesine yönelik politikalar söz konusudur. “Bölgesel kalkınma” adı altında yapılan yatırımlar ve yatırım olanaklarının yaratılması, komprador Türk sermayesinin birikimini artırmaya yönelik sömürü politikasının bölgeye yansıtılmasıdır. BKA üzerinden bölgelerin sermaye birikimi açısından belirlenen potansiyeline göre bölgeler sermaye yönelimine uygun hale getiriliyor. Alt yapı anlamında T. Kürdistanı gibi sanayi bakımından geri bırakılmış bölgelere küçük sanayi siteleri (KSS), Organize Sanayi bölgeleri (OSB) yapılıyor. Üretimin parçalanarak esnek taşeron üretimin yaygınlaştığı süreçte KOBİ’lerin yaygınlaştırılması hem maliyeti düşürme hem de emeği değersizleştirme yoluyla sermaye birikimini artırma politikası. Bu kapsamda 2011 verilerine bakıldığında hem OSB hem de KSS kurulması bakımında T. Kürdistanı ilk sıralarda yer alıyor. 2011 yılı sonu itibari ile kurulan 92 KKS ile İç Anadolu ilk sıralarda yer alırken, onu 89 KSS ile Karadeniz, 82 KKS ile T. Kürdistanı izlemektedir. Aynı dönem kurulan 30’ar OSB ile T. Kürdistanı ve Karadeniz ilk sıralardayken, peşinden 28 OSB ile İç Anadolu gelmektedir. Akdeniz, Ege ve Marmara her iki sıralamada da son sırada yer almaktadır. Genel görünüm olarak amaç “geri kalmış bölgeleri geliştirmek!” gibi görülse de gerçek amacın emek yoğun üretimin, taşeron çalıştırmanın bu “geri kalmış bölgelere” kaydırarak artı- değer sömürünün yoğunlaştırılması olduğu, dolayısıyla başta T. Kürdistanı olmak üzere bu bölgelerin “geri kalmaya” devam edeceği açık ve nettir.

T. Kürdistanı’nın OSB sayısında birinci KSS sayısında üçüncü sırada olması bölgede sanayi yapısının düzeyini göstermesi açısından önemlidir. Komprador Türk sermayesi altında ezilen KOBİ’lerden ileri gidemeyen bir sanayi yapısıyla var olan uçurumun kapanmayacağı, kapatılmak da istenmediği oldukça alenidir.

T. Kürdistanı’nın ekonomik durumuna dair yaşanan işsizlik, yoksulluk ve göçe dair en çok kullanılan ifadelerden biri sermaye yatırımı yokluğudur. Kapitalist ekonomi yasalarına göre, bölgenin gelişmesi sermaye yönelimiyle doğrudan ilintilidir. Hâkim sınıflar azami kârın garanti olduğu, risk faktörünün en az olduğu pazarlara yönelir. Sermaye açısından T. Kürdistanı ekonomik ve siyasi olarak en riskli bölgelerin başında gelir. Bölgenin ekonomik altyapısının büyük sermaye yatırımları için yetersiz oluşu, sermaye akışını olumsuz etkileyen bir diğer faktördür. Ancak Türk sermayesi için bunlardan daha önemli olan konular mevcut. Birincisi, kendi pazarında bir Kürt burjuvazisinin gelişmesi; ikincisi, ırkçı-şoven-milliyetçi ve tekçi zihniyetle ulusal baskının devam ettirilmesi. Bu ulusal baskıya karşı Kürtlerin ulusal kurtuluş mücadelesi Türkiye Kürdistanı’nda sermaye yatırımlarının yok denecek düzeyde olmasına gerekçe yapılmaktadır.

Türk sermayesi ırkçı-şovenist ve milliyetçi zihniyetten dolayı bölgeye sınırlı düzeyde yönelmiştir. 1980-2008 döneminde yatırım teşviklerinin en düşük olduğu 10 ilin 7’si (Erdexan, İdîr, Bedliz, Çewlig, Colemêrg, Dersim ve Kilis) Türkiye Kürdistanı’ndadır. Aynı dönem içinde yatırım teşviklerinin en yüksek olduğu 10 il içinde bölgeden sadece Dilok yer almaktadır. 2013 TÜİK verilerine göre yatırım teşvikleri sıralamasında ilk 10’da bölgeden sadece Dilok vardır. İlk 20 içinde de Dilok dışında Mêleti, Mêrdîn ve Şirnex bulunmaktadır. Aynı veriye göre yatırım teşviklerin ilk 10 ilin 5’i (Dersim, Erdexan, Qers, Mûş, Agirî) Kürt ilidir. Verilerin aktardığı, 30 yıllık süre içinde T. Kürdistanı’na sermayenin çok cüzi olarak yönelmiş olmasıdır. GAP bu durumu değiştirmemiş aksine sermaye yatırımının 1-2 ilde yoğunlaşmasından ileri gidememiştir.

Sanayideki genel durumun T. Kürdistanı’nda yaşayan nüfusun geçimini sağlayacak, yaşamını idame ettirecek seviyeden uzak olması ve tarımın ekonomideki önemi hiç değişmemiştir. Daha yalın ifadeyle Kürtlere yaşamını sürdürebilmek için tarımsal üretimden başka alternatif tanınmamıştır. Köy boşaltmalar, yayla yasakları, özel güvenlik bölgeleri, OHAL ilanları Kürtlerin tarımsal üretim yapmalarını engellemeye dönüşmüştür. TC devletinin göçertme politikalarının yanı sıra ondan daha yakıcı sonuçlar doğuran emperyalist tarım politikaları, T. Kürdistanı’ndaki tarımsal yapıyı talan etti. Emperyalist tarım politikalarıyla, tarımın büyük üreticilerin pazar ihtiyacına göre düzenlenmesi en çok T. Kürdistanı’nı etkilemiştir. Toprak dağılımındaki eşitsizlik, ürün deseninin değişmesini, küçük üreticilerin tarımdan tasfiye edilmesini hızlandırmıştır. Desteklemelerin sınırlanması ve küçük üreticilerin ulaşımının zorlaştırılması, ürün girdileri desteklemelerinin azaltılması, taban fiyat uygulamalarına son verilmesi, küçük üreticileri serbest rekabet koşullarında büyük üreticiler tarafından ezilmeye terk edilmesinin zemini oluşmuştur.

Küçük üretimin yoğun olduğu T. Kürdistanı’nda küçük üreticilere üretim desteği veren kooperatif, satış birlikleri, et kombinaları gibi kurum ve kuruluşlar zarar ediyor denilerek ya kapatıldı ya da yok parasına özelleştirildi.

2000’li yılların başında, Şeker Yasası, Tütün Yasası, Tohum Yasası, Sözleşmeli Üreticilik gibi köylüleri tarım tekellerine teslim eden yasal düzenlemelerle tarımın şirketleşmesinin önü açıldı. DB politikaları kapsamında çıkarılan bu yasalarla küçük üreticiler kendi tarlasında üretim yapamaz hale gelmesinin yanı sıra sözleşmeli üreticilik ile tarım tekellerinin işçileri haline getirildi. Küçük üreticiler tarımsal üretime devam etmek, geçimlerini sağlamak için başka ürünlere yönelmek veya büyük üreticilere tabi olmak zorunda bırakıldı. Bu şartlar altında borçlanarak üretime devam eden küçük üretici, kaçınılmaz son olarak elindeki toprağı ya tefeciye ya da bankalara bırakmak zorunda kalarak mülksüzleştirildi. 2015 yılında Erzerom’da 2000 köylü bu tasfiye politikasına dayanamayarak mülksüzleşti.

T. Kürdistanı’ndaki tarımın 10 yıl içinde gösterdiği değişim değişim küçük üreticilerin tasfiyesi ile sonuçlanan bir değişimdir. Hem ekilen tarım alkanlarında bir daralma hem de ürün deseninde önemli değişimler söz konusudur. Bu durum hem Türkiye geneli, hem de T. Kürdistanı için geçerlidir. Zira emperyalist tarım politikaları ile amaçlanan da budur.

T. Kürdistanı’nda 2001-2010 döneminde işlenen tarım alanı ve uzun ömürlü bitkilerdeki değişim oldukça dikkat çekicidir. İşlenen tarım alanı toplamda % -8.6 oranında daralmıştır. Bu daralmada üretimden kopmalar belirleyici konumdadır. En çok daralma % -20.1 oranıyla nadasa bırakılan tarım alanıdır. Nadasa bırakma toprağın verimini artırma amaçlı olabileceği gibi, ürün değişiminde toprağı dinlendirme amaçlı da yapılmaktadır. Bu açıdan bölgede devletin destek verdiği ürünlere geçiş için nadasa bırakmayı artıran etken olabileceği gibi tasfiye politikaları nedeniyle köylülerin toprağını ekemediği faktörü de yüksek olasılıktır. 10 yıl içinde sebze ekilen alanların % 18,8 oranında azalması, T Kürdistanı’nda sebzeciliğin önemli oranda bırakıldığı anlamına gelmektedir. Sebze ekimlerini bırakanların ekseri küçük üreticiler olduğu, bunlarında ya başka ürüne yöneldiği ya da tamamıyla üretimden vazgeçtiği bir durum söz konusudur. Uzun ömürlü bitkilerin tamamında artış olması özellikle zeytin alanlarının % 52 oranında artması T. Kürdistanı’nda üreticilerin meyveciliğe yöneldiğinin, dolayısıyla diğer tarım ürünlerinden geçimini sağlayamadığının ifadesidir. Girdi fiyatlarının (mazot, gübre, tohum, ilaç) bu süre içinde küçük üreticilerin maliyeti düşük ürünlere yönelmesi söz konusudur. Ekim alanları artışında dikkat çeken bir diğer ürün % 239 artış gösteren yem bitkileridir. Bu artış bölge genelinde hayvancılığın gelişmesi gibi görünse de tam tersi olarak hayvancılığın büyük üreticilerin elinde toplanmasının ifadesidir. Hayvan varlığındaki düşüşe oranla yem bitkilerinin artışı arasındaki ters orantı yem bitkilerinin alternatif olarak görülmesi durumunu açığa çıkartmaktadır.

Ekim alanlarındaki daralma ve ürün desenindeki değişim emperyalist tarım politikalarıyla pazara dönük üretime yönelimin kaçınılmaz sonucudur. Aynı zamanda küçük üreticilerin tasfiye politikalarına karşı ayakta kalmak için ürün değişimi T. Kürdistanı özgülünde tarım dışında farklı alternatiflerinin olmaması da önemli bir etkendir.

Tarımda yaşanan yıkımda T. Kürdistanı ile diğer bölgeleri karşılaştırdığımızda, bölgede yaşanan yıkım felaket noktasındadır. Diğer bölgelerdeki daralma % -11.8 iken T. Kürdistanı’nda % -18.8 oranında olup diğer bölgelerdeki daralmadan daha fazladır. Nadasa bırakılan ekim alanları oranında da T. Kürdistanı, diğer bölgeler içinde birinci sıradadır. Toplam işlenen tarım alanlarındaki daralma oranlarına bakıldığında Türkiye’nin 5 bölgesindeki (Marmara, Ege, Akdeniz, Karadeniz ve İç Anadolu) daralmanın toplamı % -9.9 iken tek başına T. Kürdistanı’nda yaşanan daralma % -8.6’dır.

Açıktır ki T. Kürdistanı’ndaki tarım alanlarında diğer bölgelere göre daha fazla daralma olmuştur. Aynı durum işlenmen tarım alanı ve uzun ömürlü bitkiler toplam oranı içinde geçerlidir. Bu alanda da Türkiye’nin beş bölge toplamında daralma % -7.3 iken, T. Kürdistanı’nda yaşanan daralma oranı % -6.6’dır.

Tarımda izlenen tasfiye politikalarının ürün desenine yansıması geleneksel tarımsal üretim yapısının bozulması ile birlikte, küçük üreticiler için ekimi daha kolay ve üretim maliyeti düşük ürünlerin ekim alanlarındaki azalması üretimden kopmaların göstergesidir. T. Kürdistanı’nda bazı tahıl ve sanayi bitkilerinin 2001-2010 arasındaki dönemde ekim alanlarındaki değişim oranları da aynı şeyi söylemektedir. Seçilmiş bazı ürünlerde ekim alanlarındaki daralma şöyledir; Buğday % -5.2, Arpa % -31.4, Patates % -50, Kuru bakliyatgiller (mercimek, nohut vb.) % -47.2, Şeker Pancarı % -29, Tütün % -78.9 oranındadır. Rakamlardan da anlaşılacağı üzere kimi ürünlerde (tütün ve bakliyatgiller gibi) yaşanan daralma oldukça yüksektir. Bu ürünlerin küçük üreticilerin yoğun olarak ektiği ürünler olması ayrı bir önem arz etmektedir. Tersinden sanayi ürünü olan birçok ürünün de ekim alanları da artmıştır.

Mısır (dane) ekim alanı on misli artarken, çeltik % 300, Ayçiçeği % 9.5, Üzüm % 9, Zeytin % 51.1, meyveler (zeytin ve turunçgiller hariç) % 1.2 oranında artmıştır. Bu ürünler, sanayi ürünü olup meyveler dışındaki ürünlerin üretim maliyeti yüksek endüstriyel tarımı gerektirmektedir. Yoksul T. Kürdistanı’nda bu ürünlerin ekim alanlarındaki artışı, ürün deseninin sanayi ürünleri lehine değiştiğini göstermektedir. Bu değişimde küçük üreticiler daha çok meyveciliğe yönelirken maliyeti yüksek sanayi ürünlerinin ekimi büyük üreticilerin elinde toplanmaktadır. Endüstriyel tarım yapacak ekonomik gücü olmayan küçük köylülük mecburen meyveciliğe yönelmekte veya mülksüzleşmektedir.

Ekim alanlarındaki daralmayı diğer bölgeler ile karşılaştırdığımızda T. Kürdistanı’ndaki durumun daha ağır olduğu görülecektir. Türkiye’de arpa ekim alanı % -14.4 azalırken Patates % -29.5, Kuru bakliyatgiller % -38.2 Şekerpancarı % -7.8, Tütün % -58.7 oranında daralma olmuştur. Tarım alanlarındaki seçilmiş ürünlerin ekim alanlarının daralması hem Türkiye hem de T. Kürdistanı’nda yaşanırken, oranlara bakıldığında T. Kürdistanı’ndaki oranların daha fazla olduğu görülür. En bariz fark şekerpancarı ekim alanlarındadır. T. Kürdistanı’ndaki daralma Türkiye’deki daralmadan dört kat daha fazladır. Bu emperyalist tarım politikalarının bir sonucuyken durumu ağırlaştıran bir başka etken de batıdaki küçük üreticilerin sınırlı düzeyde de olsa devlet desteklerinden yararlanıp, banka kredilerine ulaşabilirken, T. Kürdistanı’ndaki küçük köylülüğün aynı olanaklardan batıdakiler kadar bile yararlanamamasıdır.

Ekim alanlarındaki daralma doğrudan üretim düzeyine de yansımıştır. 2001-2010 dönemi ekim alanı daralan üretim miktarı da düşmüştür. Arpa üretimindeki düşüş % -39,4 olurken, Kuru bakliyatgiller % -15.5, Şekerpancarı % -12.2 ve Tütün % -80 oranında düşmüştür. Bu düşüş doğrudan T. Kürdistanı ekonomisine yoksulluk olarak yansımış ve şehirlere göçü tetiklemiştir. Zira, tarım dışında alternatifi olmayan tarımda da ürettiğinden yararlanamaz ve üretemez hale getirilen yoksul Kürt köylüleri için göç dışında çıkar bir yol kalmamış Wân, Amed, Riha şehir nüfusu hızla azalmıştır.

Bu durum sadece T. Kürdistanı’nda emperyalist tarım politikalarının sonucunu aktarmıyor. Aynı zamanda yayla yasaklarının, köy boşaltmalarının, dağların, meraların bombalanmasının, ormanların yakılmasının sonucunu da gösteriyor. Coğrafi olarak dağlık olan dolayısıyla bitkisel üretimden çok hayvancılığa elverişli olan T. Kürdistanı’nda hayvancılığın (et, süt, yumurta üretimi, canlı hayvan satımı vb.) önemli oranda azaldığı hayvancılığın terk edildiği de görülmektedir. Sürü hayvanlığında ilk sırada gelen koyun (davar) T. Kürdistanı’nda % -75.8 gibi oldukça yüksek bir oranda azalmıştır. Bu oran koyunculuğun bitme noktasına gelmesi ile eş anlamlıdır. Besi hayvancılığı et ve süt üretiminde önemli bir yeri olan büyük baş hayvancılığında da yaşanan düşüş bölge açısından oldukça yüksek düzeydedir. Beyaz et ve yumurta üretimi için yapılan kümes hayvancılığındaki düşüş % -40.6 gibi oldukça yüksek bir orandır. Yük hayvanı olarak kullanılan at, katır, eşek sayısındaki azalma % -45.7’ye ulaşarak neredeyse yarı yarıyadır.

Tüm bu azalmalar, T. Kürdistanı’ndaki hayvancılıkla uğraşan köylülüğün özellikle elindeki hayvanları kesme veya satma yöntemiyle giderek tasfiye olduğunu göstermektedir.

Hayvancılık ile doğrudan ilintili, yem, yün dokuma, kasap gibi yan sektörlerin olumsuz etkilenmesinin yanında sayısı on binleri aşan Kürt köylülerinin yoksullaştırılması söz konudur.

Bu durumu daha çarpıcı kılan T. Kürdistanı’ndaki hayvan varlığının, Türkiye ile karşılaştırıldığında ortaya çıkan tablodur. T. Kürdistanı’nda hayvancılıkta düşüş yaşanırken Türkiye’de artış söz konusudur. Örneğin kümes hayvanları sayısında T. Kürdistanı’nda % -40.6 düşüş yaşanırken Türkiye’de ise % 7.1 oranında artış olmuştur. Hem Türkiye hem de T. Kürdistanı’nda yaşanan düşüşlere bakıldığında koyun sayısındaki azalma dikkat çekmektedir. Koyun varlığı Türkiye’de % -14.4 azalırken, T. Kürdistanı’nda % -75.6 oranında azalmıştır. Aradaki fark 5 kattır. Dolayısıyla tasfiye politikalarının T. Kürdistanı’nda afete dönüştüğünün bilgisidir.

Bir bütün tarım alanında izlenen tasfiye politikaları, T. Kürdistanı’ndaki tarımsal üretimi küçük üreticiler açısından felç ederken, yoksul Kürt halkının en önemli geçim kaynağı elinden alınmış, hızla mülksüzleştirilmiştir.

T. Kürdistanı’nın tarım ve sanayi yapısı ilhak edilmiş topraklar üzerindeki sömürünün boyutunu gösteriyor. Bölge, coğrafi özellikleri, hammadde kaynakları, tarım arazileri bakımından oldukça zengin olmasına karşın hem tarım hem de sanayi sektöründe bölgeler arasında son sırada yer alıyor. Bu durum devasa bir işgücü açığa çıkarırken aynı zamanda bu işgücünü emecek bir istihdam alanı olmaması sebebiyle yüksek oranda işsizlik, dolayısıyla yedek sanayi ordusu oluşuyor.

Şehirlerde yaşayan nüfus ile birlikte son 15 yıllık dönemde tarımsal alandan koparak Kürt illerine yığılan köylü nüfusu, istihdam düzeyi oldukça düşük olan bölgenin işsizlik oranını yükseltmiştir. 2012 yılına ait TÜSİAD’ın hazırladığı rapora göre T. Kürdistanı’ndaki işsizlik oranı % 40’tır. Çalışılabilir nüfusun yarıya yakınının işsiz olduğu T. Kürdistanı’nda emek gücünün batıya doğru göçü söz konusudur. Kürtlerin bu göçü batıda ucuz işgücü olarak kullanılmaktadır. Büyük şehirlerden tekstil atölyeleri, inşaat, sebze hali, hamal, işporta gibi emek yoğun sektörlerde düşük ücretlerle çalıştırılan Kürtler aynı zamanda güvencesiz, esnek ve taşeronluğun yoğun olduğu ağır işkollarında çalıştırılıyor. İş, aş ve gelecek kaygısıyla batıya göçen veya sadece çalışmak için gelen Kürt işçilerin emeği değersizleştirilerek artı-değer sömürü yoğunlaştırılıyor. Tüm bunların yanı sıra Kürt işçiler ırkçı, şoven ve milliyetçi baskı ve linçe varan saldırılar altında yaşamak zorunda bırakılıyor.

Çalışacak iş alanlarının yetersiz olduğu bölgede Kürtler mevsimlik işçilik yaparak geçimini sağlamaya çalışıyor. Kimi kaynaklara göre Türkiye’de mevsimlik işçi olarak çalışan nüfuz 1 milyon civarında. “Bugün Kürdistan topraklarında 25 milyon mevsimlik işçi yılın 6 ayı veya daha fazla Ege’ye, Karadeniz’e ve Akdeniz’e çalışmaya gidiyor.” (Yaraşır, 2014, 356) Her yıl kamyon kasalarında, minibüslerde ve traktör römorklarında sıkış tıkış taşınarak, yollara saçılan cansız bedenleriyle gündem olmanın dışında bir haber değeri taşımıyorlar! Güneşin altında 15-16 saate varan çalışma koşuluna karşın oldukça düşük ücret veriliyor. Kadın işçiler erkeklerle aynı işi yapmalarına karşı daha düşük ücretle çalıştırılıyor. 16-18 saat çalışmanın ardından, kadınlar bir de ev işlerinin tamamını (temizlik, yemek, çocuk, bakımı vs.) yapmak zorunda kalarak iki kez sömürülüyor. Oldukça düşük olan ücretten “dayıbaşı”, “elçi” denilen mevsimlik işçilere iş bulan aracılara da belli miktarda komisyon bedeli kesilerek ücretler daha da düşürülüyor. Karın tokluğuna eş değer hale geliyor. Yoğun artı değer sömürüsü ile mevsimlik işçiler asgari ücretin bile altında yaşamak zorunda bırakılıyor.

Hiçbir sosyal hakları-güvenceleri olmayan mevsimlik işçiler aynı zamanda yılın dokuz ayı ilden ile tarladan tarlaya çalışmak için yollara düşerken gittikleri yerde konaklama, barınma, beslenme, sağlık gibi sorunlarla da baş başa bırakılıyorlar. Dere kenarlarına çadır kurarak yaşamak zorunda bırakılan mevsimlik işçiler, hem iş hem de yaşam koşulları bakımından dünyanın yükünü sırtlarında taşıyor. İşverenler hiçbir sorunla ilgilenmediği gibi belediyeler de mevsimlik işçilerin yaşadığı sorunlara, sıkıntılara kayıtsız kalıyor. Tüm bunların yanı sıra mevsimlik işçiler ırkçı-şoven- milliyetçi saldırılarla birlikte dışlanma, horlanma gibi ulusal baskının en koyu biçimiyle eziliyor. Özellikle ulusal hareketin eylemleri sonrası yaratılan milliyetçi dalga anında linç olarak saldırıya dönüşüyor. Vali ve kaymakamlar işçileri şehir içine almama, şehir dışına sürme insani ihtiyaçlar için dahi sınırlı sayıda işçinin şehre girmesine izin verme gibi binbir türlü saldırı sırf Kürt oldukları için mevsimlik işçilere yöneliyor.

Kürt halkını, kendi topraklarından kopartıp batıda, başka bir ülkede çalışmaya ve yaşamaya mecbur bırakan olgu, T. Kürdistanı’nda istihdam olanaklarının yaratılmaması ve yaratılmasına izin verilmemesidir. Türk hâkim sınıfları ezen ulus olarak ezilen ulus üzerinde işsizliği ekonomik ve ulusal baskı aracı olarak kullanması nedeniyle bu sorunun devamından yanadır.

İşsizlik T. Kürdistanı’nda dün olduğu gibi bugün de en büyük sorunlardan biridir. Dünden farklı olarak, sorunun daha ağır yaşam şartları oluşturmasıyla birlikte katmerleşmesidir. Bu durum rakamlara dolaysız olarak yansırken var olan tabloyu da gözler önüne sermektedir.

Wan Ticaret ve Sanayi Odası’nın TÜİK’den aktardığı 2010 yılı verilerine göre 26 alt bölgenin çalışan sayılarının Türkiye toplamı içindeki payında Ağirî, Qers, İdîr, Erdexan, Wan, Mûs, Betlis, Colemêrg, Erzeron, Erzingan, Mêrdîn, Elîh, Sêrt, Şirnex % 1’e dahi ulaşamamıştır.

Meletî, Elaziz, Çewlig, Dersim, Riha ve Amed % 1’lik payı biraz geçerken, sadece Dilok, Semsûr ve Kilis % 2.15 paya sahiptir. Batı bölgelerinin ilk sırada yer aldığı bu TÜİK verileri T. Kürdistanı’na iş gücünü istihdam edecek alanlarının çok yetersiz olduğu anlamına geliyor. Çalışan sayıları bakımından Türkiye toplamı içinde 14 Kürt ili % 1’in altında paya sahipken tek başına Ankara’nın payı % 8.55 oranıyla 26 alt bölge arasında ilk sırada yer alıyor.

Bu durum, 90 yıllık TC tarihinde, T. Kürdistanı’nın üzerindeki artı-değer sömürüsünün ve yedek sanayi ordusu haline getirmenin özetidir. 1980’li, 1990’lı yıllarda sanayi sektörünün yarattığı açığı belli oranda tarım sektörü kapatıyordu, bugün durum çok daha farklı bir boyuttadır. Sanayi ve tarım sektörü T. Kürdistanı’nda işsizlik sorununa çare olmaktan ziyade tarımsal üretimden kopmalar yaşatarak işsizler ordusuna yenilerini katıyor. Hizmet sektörünün mevcut durumu işsizlik oranını düşürecek yapıda değildir. T. Kürdistanı’ndaki gelişim düzeyi de oldukça yetersizdir. Yaşamak ve geçim sağlamak için Kürtler enformel sektörler dışında kaçağa gitmektedir.

T. Kürdistanı’ndaki bir bütün sosyo-ekonomik durum göz önüne alındığında, işsizlik sadece işsizlik değildir! Yaşam koşullarının daha da ağırlaşması, kendi köklerinden-toprağından koparak, başka ülkeye (batıya) göçmektir aynı zamanda. Bu sorunu en ağır biçimde yaşayan Kürt illeri Elih, Mêrdîn, Sert, Şirnex, Amed ve Riha’dır. 81 il içinde en yüksek işsizlik oranında ilk altı il bu Kürt illeridir.

Geriye kalan 18 Kürt ilindeki işsizlik oranı ise % 5.89 ile % 11.7 arasında değişmektedir. 11 Kürt ili, 81 il içinde işsizlik oranı en yüksek ilk 20 ilin arasında da yer almaktadır. Bu da T. Kürdistanı’nın bölgeler arası işsizlik oranında ilk sırada olduğu anlamına gelmektedir. İşsizlik, T. Kürdistanı’nın yaşadığı değil, T. Kürdistanı’na yaşatılan bir sorundur.

T. Kürdistanı sosyo-ekonomisinde sanayiden tarıma, tarımdan hizmet sektörüne mevcut durum üretimden tüketime her şeyi ile TC ekonomisine bağımlı halin, ilhak ve sömürü gerçekliğinin ayan beyan görünmesidir. Ulusal baskı kapsamında her şeyin Kürtlere reva görüldüğü, inkâr ve imhaya uzanan baskının yer yer “Kürt kardeşlerim” söylemiyle asimilasyon boyutuna dönüşen, her daim zihinlerde diri tutulan tekçi düşüncelerin en yalın biçimde görüldüğü yer sosyo-ekonomik yaşamdır. Türk hâkim sınıfları, T. Kürdistanı üzerinde ulusal pazar hak iddialarından mütevellit bölgeyi kapitalist sermayenin azami kâr alanı haline getirme kapsamında yapılan projeler içinde Güney Doğu Anadolu Projesi (GAP) önemli bir yere sahiptir.

GAP, planlı ekonomiye geçiş döneminde gündeme gelmiş, 1961 yılında Fırat nehri ile sınırlı olarak toprak ve su kaynakları geliştirme projesi olarak başlatılmıştı. Sanayinin batıda dahi yeni geliştiği bu dönemde GAP’ın toprak ve su kaynaklarıyla sınırlı kalması tarım ağırlıklı üretim dolayısıyla toprak ağalarını zenginleştirmeye dönük proje olduğunu göstermektedir. İlk adım olarak 1964 Fırat Havzası İstikşaf Raporu ve 1966 Aşağı Fırat İstikşaf Raporu ve aynı şekilde Dicle nehri için rapor düzenlendi. Bu iki rapor1968’de birleştirilerek ortaya GAP çıkartıldı. “Toplam 75 bin km2 alanı kapsayan GAP, Fırat ve Dicle nehirleri üzerinde yapımı ön görülen baraj, hidroelektrik santralleri ve sulama tesislerinin yanı sıra tarımsal altyapı, sanayi, eğitim, sağlık ve başka sektörlerin gelişimi ve hizmetlerini kapsayan çok yönlü bir projeler demetidir. GAP kapsamında enerji ve sulama amaçlı 13 büyük proje ile Fırat ve kolları üzerinde 14 baraj ve 11 HES; Dicle nehri ve kolları üzerinde 8 baraj ve 8 HES olmak üzere [toplam –PZN] 22 baraj ve 19 HES yapımı planlanmıştır.” (Oral; 2013, 435).

Dilok, Semsûr, Riha, Amed, Mêrdîn, Elih, Sêrt, Şirnex ve Kilis olmak üzere 8 Kürt ilini kapsayan GAP, T. Kürdistanı’nın tarım, su, maden, gibi doğal kaynaklarının çevrelendiği alanı, sömürü ve talana açma projesidir. GAP bölgesinin sınıra yakın, coğrafi olarak düz bir arazi olması meta dolaşımı açısından da ayrıca bir önem taşıyor. GAP bölgesi başta da aktardığımız gibi emperyalist sermaye ve komprador Türk sermayesinin, sermaye birikim süreci açısından gelinen aşamada bir ihtiyaç olarak gerekliliği daha fazla duyumsanmaktadır. Bunun en bariz örneği GAP’ın hedeflenen aşamaya ulaşamayıp henüz tamamlanmamış olmasına rağmen tamamlanan, sömürü ve talana açılan kısımlarına kapitalist sermayenin akın etmesidir.

2009 verilerine göre GAP bölgesinde bulunan 100’e yakın firmanın % 36’sı Irak, % 18’i Suriye, % 5’i ABD, % 3’ü İran, % 23’ü de İtalya, Avusturya, Bulgaristan, İspanya, Rusya ve Yunanistan firmasıdır. Bunların dışında 67 İsrail şirket, ABD tahıl tekeli Cargill, İngiliz ve Fransız firmaları gibi emperyalist tekeller; Koç Grubu, Tikveşli, Yaşar, Toprak, Pınar, Ceylan, Yimpaş gibi komprador Türk sermayesi gıda, teknopark, dokuma, depolama, hayvancılık gibi birçok alanda yatırım yaparak sömürü çarkını döndürüyor.

GAP ile kamuoyunda yaratılan halenin ardında, sömürü çarkını sonsuz döndürmek olduğu saklanamayacak kadar yalın ve somuttur. Bu, projenin idari şekli ve yürütülüşünde de görülmektedir. 26 alt bölgenin üçü GAP’ta bulunuyor. Her alt bölge için bir kalkınma ajansı kuruldu. Dilok, Semsûr, Kilis alt bölgesi; İpek Yolu Kalkınma Ajansı, Amed-Riha alt bölgesi; Karacadağ Kalkınma Ajansı ve Elih, Mêrdîn Sêrt, Şirnex alt bölgesi; Dicle Kalkınma Ajansı. GAP ajanslar üzerinden yürütülen proje doğrudan bakanlarını komprador kapitalistlerin belirlediği “250 kişilik kadrosu ve 50 milyon TL ödeneği olan” (Sönmez; 2012, 18) bir projedir.

Dolayısıyla T. Kürdistanı zenginleştirme değil sermaye birikimi ve azami kâr gerçekleştirmenin, hakim sınıfları zenginleştirmenin projesidir. AKP iktidarı İşsizlik Fonu’ndan 2008-2011 döneminde 9 milyar TL’ye yakın kaynağı çekip aldı. İşsizler için, işsizlikle mücadele için oluşturulmuş fonun kaynakları çekilip alınırken gerekçenin adı “GAP yatırımlarıydı”. (age, 18).

GAP üzerinden yapılan sömürü sadece komprador Türk sermayesiyle sınırlı değil aynı zamanda bunlara yedeklenen Kürt burjuvazisi ve toprak ağaları da katılmaktadır. Ulusal baskı altında ezilen Kürt burjuva ve toprak ağalarının, söz konusu azami kâr hırsı olunca diğer tüm duyguları bastırarak, ezen ulus burjuvazisine yedeklenip pastadan pay kapma telaşına kapılması da sınıfsal karakterlerine ters değildir.

40 yıllık geçmişiyle GAP’ın yoksul Kürt halkına bir faydası yoktur. Tam tersi bir durum söz konusudur.

2001 tarım sayımına göre toprak temerküzünün en yoğun olduğu yer GAP bölgesidir. Toprakların % 59.3’ü büyük işletmelerin (201dekar ve üzeri) elinde % 40.7’si küçük ve orta büyüklükte işletmelerin (200 dekar kadar olan) elinde bulunuyor. Tarım sayımında bugün geçen süre içinde, T. Kürdistanı’nda tarımın genel durumunu aktardığımız bölümden de anlaşılacağı üzere, toprak dağılımındaki durumun büyük üreticiler ya da toprak ağaları lehine olduğunu tahmin etmek zor değildir. GAP, toprak dağılımındaki mevcut uçurumu kapatacak bir proje olmayıp bu uçurumu derinleştiren bir projedir. Geleneksel tarımdan endüstriyel tarıma evriliş, küçük üreticilerin endüstriyel tarım yapacak ekonomik gücünün olmaması toprağın temerküzünü hızlandıran bir etkiye sahiptir.

GAP Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığı’nın Harran Ovası ürün deseni üzerine aktardığı veriler GAP bölgesindeki tarımsal üretimin değişim seyrini göstermektedir. Bu verilere göre 1995 yılında tarımsal üretimde hububatın payı % 13.8’e düşerken pamuk % 82.9’a yükselmiştir. 2009 yılında hububat (% 50) ile pamuk (% 48) payları dengelenirken, mısır üretimi % 7’den (2004’te) % 27’ye çıkmıştır. Ürün desenindeki bu dalgalanma, sanayi ürünü olan pamuk ve mısır üretiminin artması, GAP kapsamında sulu tarıma geçiş, ürün kalitesi ve verimindeki artış nedenlidir. Büyük toprak sahiplerinin daha çok kâr sağladığı sanayi ürünlerine dolayısıyla endüstriyel tarıma yönelmesi söz konusudur. Küçük üreticiler geleneksel tarıma devam ederken endüstriyel tarımla elde edilen kalite ve verim karşısında ezilerek üretim dışına itilmiş ve mülksüzleştirilmiştir.

GAP’ın Kürt halkına yarattığı sorunlardan birisi de işsizliktir. GAP bölgesinin sermaye yatırımıyla bölge halkına istihdam alanı yaratacağı, işsizliğin ve yoksulluğun sorun olmaktan çıkacağı edebiyatı her fırsatta tekrarlandı. Fakat yarım asırlık GAP tarihinde işsizlik sorununda değişen tek şey işsizlik oranının yükselmesidir. 2008 yılında Dilok, Semsûr ve Kilis’te işsizlik oranı % 16.4’ken, tarım dışı işsizlik % 21.3’e çıkmaktadır. 2013 yılında işsizlik % 7.3, tarım dışı işsizlik % 8.5 oranındadır. 2008’den 2013’e bir düşüş söz konusuyken bu sadece üç ilin ortalamasıyla sınırlıdır. Riha ve Amed’de 2008 yılı işsizlik oranı % 14.1, tarım dışı işsizlik % 16.9 olurken 2013 yılında işsizlik % 17.9, tarım dışı işsizlik % 20.8’e yükselmiştir. Mêrdîn, Elih, Şirnex ve Sêrt’te 2008 yılında işsizlik % 17.4 tarım dışı işsizlik % 20.9 iken, 2013 yılında işsizlik % 21.1’e, tarım dışı işsizlik % 22.7’ye yükselmiştir. İşsizlik oranlarındaki yukarıya doğru dalgalanma sermaye akışıyla doğrudan ilintilidir. Dilok, Semsûr ve Kilis’te işsizlik oranının aşağı doğru dalgalanması, GAP bölgesine yatırım için gelen sermayenin azami kâr açısından Dîlok’u en güvenilir pazar olarak görmesine dayalıdır.

Açıktır ki GAP, bölgenin işsizlik sorununa çözüm olmaktan çok uzaktır. Edebiyatı yapılan istihdam alanı şehir efsanesinden ibarettir.

GAP’ta saklı olan bir diğer gerçek ise KUH’un mücadelesini kırma kapsamında, barajların özellikle gerillanın geçiş bölgelerine yapılması, baraj bahanesiyle köylerin boşaltılmasıdır. GAP’ın tam randımanlı hale getirilmesinin, sermaye yönelimi için sorunsuz güvenli bir bölgeye dönüştürülmesinin KUH’un mücadelesinin bitirilmesiyle mümkün olacağı düşüncesi Türk hâkim sınıflarının esas gündemlerinden biridir. Bugün T. Kürdistanı sokaklarının tanklarla, füzelerle dövülmesi, “haritadan silme” naralarının atılması bu “ulvi düşüncenin” vücut bulmuş halidir. GAP ilhak ve sömürünün, inkâr ve imhanın devam projesidir.

T. Kürdistanı’nda Göç Gerçekliği

Ulus-devletlerin kuruluş dönemlerinde göç, ekonomik boyutunun dışında bir de ulusal nitelik kazanmıştır. Ezen ulusun ekonomik ve politik baskıları, askeri yöntemlerle birleşerek ezilen ulusu sürgün ve tehcir biçimleri de dahil zorunlu göçe tabi tuttu. Ulus-devletleşme, burjuvazinin kendi pazarına hâkim olma süreci tüm örneklerde katliam ve soykırımla tamamlanmıştır. Tarih ulus-devletleşmenin en kanlı ve vahşi yöntemlerle tamamlanışını TC devletinin kuruluş dönemiyle yazmıştır. İnkâr ve imha TC devletinin kuruluş döneminde Ermeni ve Rumlarla başlamış bu gün Kürtlerle devam etmektedir. “Ho’ları bitirdik sıra lo’lara geldi” diyen zihniyet, JÖH, PÖH, Esedullah Timi olarak T. Kürdistanı sokaklarında kan kusturuyor.

Kürtler asırlardır kendi topraklarından göçertiliyor. 90 yıllık TC tarihinde de yaşanan-yaşatılan farklı değildir. Yoksul bırakılarak, köyleri-evleri yakılıp yıkılarak, asit kuyularına atılarak, gözaltında kaybedilerek, sokak ortasında infaz edilerek ve daha akla hayale sığmayan (Amed zindanlarındaki işkenceler gibi) faşist yöntemlerle Kürtler köklerinden kopartıldı, koparılmaya da devam ediyor.

Göç, Kürtlere dayatılan inkar, imha ve asimilasyonun bir başka adıdır. Kürtlere dayatılan kendi toprakları dışında yaşamlarını sürdürmeleridir. İstatistiklere “doğulu göçmen” olarak geçen 9.3 milyon Kürt, doğduğu topraklarda yaşayamıyor. Kürtler en çok İstanbul’a göçerken (% 38.7), İstanbul’u İzmir, Ankara, Adana, Bursa ve Mersin izliyor.

2007-2012 yılları arasında 2 milyon Kürt aynı nedenlerden dolayı batı illerine göç etmek zorunda kaldı. TÜİK’in 2013 verilerine göre en çok göç veren ilk on ilin 7’si (Agiri, Qers, Erdexan, Mûş Erzerom, İdir ve Bedlis) Kürt ilidir. İlk 20 il içinde ise 14 Kürt ili bulunmaktadır. GAP bölgesinin hiçbir ayrıcalığı olmayıp en çok göç veren Kürt illeri (Amed, RİHA, Mêrdîn, Semsûr, Sêrt) bu bölgede bulunmaktadır. 2008 yılında GAP bölgesinden 55.7 bin kişi göç ederken, 2013 yılında 46.3 bin kişi, 2014 yılında da 50.6 bin kişi göç etmiştir. Bölgeler arası göç rakamları karşılaştırıldığında en çok göç veren bölgeler T. Kürdistanı, Batı Karadeniz ve İç Anadolu bölgesidir. 2008 yılında T. Kürdistanı 153.6 bin kişi göç verirken, 2014 yılında 140.5 bin kişi göç etmiştir. GAP için yapılan ekonomik gelişim yalanını geçersiz kılan bu rakamlar aynı zamanda göç olgusunun kronik bir sorun olduğunun kanıtıdır.

T. Kürdistanı’ndaki göç sorununun boyutu doğurduğu sonuçlar açısından da bölgeyi olumsuz etkilemektedir. Göç sadece bir nüfus hareketi veya dalgalanması değildir. Ekonomik, sosyal ve siyasal sonuçları olan toplumsal bir sorundur. Bu sorunu en yakıcı biçimde T. Kürdistanı yaşamaktadır.

Göçün ekonomik sonuçlarının başında nitelikli-vasıflı işgücü, belli boyutuyla Kürt sermayesi, toplumsal emeğin parçası olan bilgi-deneyim de nüfusla birlikte batıya göçmektedir. T. Kürdistanı’nı ekonomik olarak geliştirecek olan bu temel birimler TC ekonomisine dâhil olmaktadır. Kürt sermayesi batıda yatırıma yönelirken Kürt işçileri de emek yoğun sektörlerde ucuz işgücü olarak kullanılmaktadır.

Dolaysız olarak Kürt sermayesi ve işgücünün, komprador Türk sermayesinin birikim sürecine dahil olması söz konusudur. Şu bir gerçek ki ulusal baskının boyutuna göre T. Kürdistanı’ndan batıya ilk göçen Kürt sermayesidir. Azami kâr hırsı Kürt sermayesi içinde hükmünü sürdürmektedir. Bu ulusal baskıya tamamıyla boyun eğdiği anlamı taşımasa da, sermaye birikimi olarak kendi pazarına sahip çıkacak, Türk sermayesiyle baş edecek güçte olmayışın yarattığı çıkmazın bir sonucudur aynı zamanda.Ulusal baskından en çok etkilen yoksul Kürt halkı, emek gücünü de batıya taşırken dolaysız olarak gerçekleşen olgu, T. Kürdistanı’nın nitelikli vasıflı iş gücünden yoksun kalmasıdır. Büyükşehirlerin varoşlarında kıt kanaat geçinmek sorunda kalan Kürtlerin bir kısmı fabrikalarda iş bulurken, önemli bir kısmı enformel sektörde çalışmaktadır. İş bulamayanlar ise yedek sanayi ordusuna katılmaktadır. Göçle birlikte emek piyasasında işgücü arzının artması, emeği değersizleştirerek ücretleri aşağı çeken bir sonuç doğurmaktadır. Dolayısıyla şehirde hızla mülksüzleşen Kürtler tüm sektörlerde ucuz emek gücü olarak kullanılmaktadır.

Her iki durum da Türk hakim sınıfları açısından ulusal baskı kapsamında istenilen sonuçlardır. Kürt burjuvazisinin komprador Türk sermayesine yedeklenmesi esas amaçlardan biridir. Kürt sermayesinin güçlenip kendi pazarına hakim olmak istemesi Türk sermayesiyle rekabet edecek birikime ulaşması Türk hakim sınıfların kabusudur. Bu nedenle Kürt burjuvazisi üzerine hem ekonomik hem de ulusal baskı en koyu biçimiyle uygulanır. Tansu Çiller’in Başbakan olduğu dönemde “Elimizde PKK’ye destek veren Kürt işadamlarının listesi var” demesinin özünde Kürt sermayesi üzerinde baskının artırılması vardır.

Göçertme, sınıfsal ve ulusal baskıyı derinleştirmenin, inkar ve imhanın, bir ulus olarak var olma koşullarını ortadan kaldırmanın, asimile etmenin, ulus-devleti tam anlamıyla inşa etmenin, ulusal uyanışı buna paralel mücadele ve ayaklanmayı soluksuz bırakmanın politik aracı olarak kullanılmaktadır. Yıllardır uygulanan bu ırkçı şoven milliyetçi politikayla gelinen aşamada TC devletinin istediği sonucu ulaşamadığı, Kürt halkının katliamlara rağmen sokakları boş bırakmamasında, gittiği her yere direnişi de götürmesinde görülmektedir.

Ekonomik Krizler ve Türkiye Kürdistanı

İlhak edilmiş topraklarda temel birimlerde aktarıldığı gibi bölgenin ekonomisi de ilhak altındadır. Dolayısıyla TC ekonomisinin istikrarsız hali doğrudan T. Kürdistanı’na yansımaktadır. Zira bölge ekonomik ve sosyal gelişmişlik göstergelerin her birinde son sırada yer alıyor. Bölgeler bazında değerlendirildiğinde T. Kürdistanı ekonomisinin kriz hali kroniktir. Bir kısım Kürt iş insanının dışında ekseri GAP bölgesi ile sınırlı olarak emperyalist sermaye ve komprador Türk sermayesinin yaptığı yatırımlar T. Kürdistanı ekonomisini ayakları üzerine dikmeye yetmiyor. Ulusal mücadelenin savaşa dolayısıyla meta kıyımına döndüğü son bir yılda T. Kürdistanı ekonomisi yerle bir edildi.

2008 ekonomik krizi ile 2015’te savaşın yeniden kızıştığı döneme kadar izleyen süreçte T. Kürdistanı ekonomisinde dalgalanmalar söz konusudur. TC ekonomisindeki istikrarsızlığın yansımasıyla birlikte kapitalizmin dünya çapındaki yapısal krizinin etkileri T. Kürdistanı’nda yıkıcı sonuçlar doğurmaktadır.

Ekonomik kriz dönemlerinde kapitalist sermaye azami kârı koruyacağı, krizi fırsata çevireceği krizden uzak güvenli bölgelere yönelir. Dolayısıyla yatırım yapılan bölgelerde krize rağmen ekonomik canlanma, göreceli iyileşme-gelişim sağlanır. Fakat bu kalıcı istikrar yerine kalıcı istikrarsızlık yaratır. Başka bir ifadeyle ekonomik kriz bölgelere taşınmış olunur. 2008 ekonomik krizi döneminde T. Kürdistanı ekonomisi benzer bir durum yaşamıştır. Mevcut haliyle kriz içinde olan bölgeye GAP ile sınırlı olsa da sermaye akışı söz konusudur. 2007 yılında GAP bölgesine 181 Teşvik Belgesiyle (TB) 738 milyon TL yatırım yapılırken, 2008 yılında 3’ü yabancı sermaye 234 TB ile 1.2 milyar TL yatırım yapıldı. 2009 yılında TB 217’ye yatırım tutarı 1 Milyar TL’ye düşerken 2010 yılında 7’si yabancı sermaye 548 TB ile 2.3 milyar TL yatırım yapıldı. 2011 yılında TB 418’e düşmesine rağmen yatırım tutarı 3.3 milyar TL’ye çıkmıştır. 2012 yılında 10’u yabancı sermaye 525 TB ile 4.9 yatırım yapılmıştır. Kriz döneminde GAP bölgesine yönelen sermaye krizden kaçan bölgeye azami kârını korumak için yönelen sermayedir. Bu sermaye akışına paralel T. Kürdistanı’nda sektörlerin katma değer oranı artmıştır.

Genel görünüm T. Kürdistanı ekonomisinde bir “canlanma” ve “gelişme” olduğu yöndedir. Fakat emperyalist sermaye hareketine bağlı TC ekonomisinin istikrarsız yapısında olduğu gibi TC devletinin ilhakı ve sömürüsü altındaki T. Kürdistanı ekonomisindeki bu “gelişme” de istikrarsızlığın kendisidir. Krizin T. Kürdistanı’na taşınmasıdır. Türk egemen sınıfları T. Kürdistanı’nda sömürüyü artırarak krizi fırsata çevirmektedir. Krizin ağır ve yakıcı etkisi yerini göreceli düzlemeye bıraktığı dönem de kapitalist sermaye T. Kürdistanı’ndan çekilmeye başlamıştır. 2013 yılında 729 şirket yatırım yaparken 2014 yılında yatırım yapan şirket sayısı 398’e, bir önceki yılın neredeyse yarısına düşmüştür.

Ekonomik kriz dönemlerinde egemen sınıflar, krizin faturasını işten atma, ücretleri düşürme, temel tüketim maddelerinde zam yapma ve vergi artırımlarıyla emekçi yoksul halka kesiyor. Alım gücü iyice düşen emekçi halkımızın cebindeki üç kuruşa da el konularak iyice yoksullaştırıyor. Bu yoksullaştırma T.Kürdistanı açısından yoksulunda yoksulu olma gibi daha ağır bir hal alıyor. İşsizlik yoksulluğa, yoksulluk açlığa dönüşerek yaşam koşullarını, Kürtler için çekilmez hale getiriyor.

2009 yılı verilerine göre T. Kürdistanı’nda 13.2 milyon olan nüfusun 7.6 milyonu, yani yarısından fazlası yoksulluk sınırında yaşanmaktadır. Bölgeler arası karşılaştırma yapıldığında T. Kürdistanı’ndaki yoksulluğun boyutu daha açık görülmektedir. Marmara’da 2.6 milyon, Ege’de 2.4 milyon, Akdeniz’de 1.9 milyon insan yoksulluk sınırında yaşıyor. Bu üç bölgede toplam 6.9 milyon insan yoksulluk sınırında yaşarken T. Kürdistanı’nda yoksulluk sınırında yaşayan insan sayısından daha azdır. Batıda yoksulluk sınırında yaşayan insanların önemli bir kısmını T. Kürdistanı’ndan sürgün edilen Kürtler olduğu düşüldüğünde, Türkiye genelinde yoksulluk sınırında yaşayan insanların büyük bölümü emekçi yoksul Kürt halkından oluştuğu ortaya çıkmaktadır.

Ekonomik krizlerin yarattığı önemli sorunlardan biri de ırkçılığı-milliyetçiliği, şovenizmi hızla artırmasıdır. Ulusal farklılıkların olduğu ülkelerde ırkçılık- şovenizm ezen ulusun elinde ezilen ulusal yönelik daha etkin kullanılan bir baskı-saldırı aracına dönüşmektedir.

Krizin işsizliğin, yoksulluğun her şeyin nedeni ezilen ulus olarak gösterilerek milliyetçilik kışkırtılıyor. Ezilen ulusun yaşadığı bölgelere hizmet ve sosyal yardımların kesilmesi, ezilen ulusa mensup işçilerin işten atılması, işimizi-ekmeğimizi elimizden alıyorlar edebiyatı gibi onlarca ırkçı şovenist yaklaşımlarla ezilen ulus üzerindeki baskı ayrıca ekonomik ve sosyal boyut kazanarak topyekûn saldırıya dönüştürülüyor. KUH’un silahlı mücadelesi ve Kürt halkının örgütlü duruşu karşısında TC devletinin diri tutmaya çalıştığı ırkçı-şoven-milliyetçi dalga kriz dönemlerinde ayyuka çıkarılarak Türk halkı, milliyetçi-tekçi zihniyetle zehirleniyor.

Değişen Koşullar... Değişmeyen Şovenizm...

“Çözüm” süreci içinde T. Kürdistanı’na hem emperyalist sermayenin hem de komprador Türk sermayesinin yönelmesinde bir artış oldu. Çatışmasızlık ortamıyla 2008 krizinden kaçan komprador sermaye için güvenli bir liman da yaratılmış oldu. Çatışmaların eksik olmadığı, ulusal mücadelenin sembolü olan Cudi Dağı, düzenlenen gezi turlarıyla tersinden “çözüm” sürecinin sembolü haline geldi. Komprador Türk sermayesi bugün sokaklarında Kürt katliamı yaptığı Cizir’de toplantılar düzenledi. “Barışın”, “çözümün” nişaneleri olarak her iki örnek de artık mazide kaldı. Cizîr, Silopiya, Nîsebin, Gever, Farqın gibi Kürt kentleri tanklarla, toplarla bombalanan birer ölü kente dönüştü. Ulusal mücadele “çözüm” süreci yerini şehir savaşına bıraktı. Ulusal baskı askeri yöntemlerle doruk noktasına çıkarılırken, bu katliama karşı Kürt ulusunun direnişi, teslim olmayışı ezilen halklara bir kez daha silahların tayin edici rolünü ve faşizme karşı örgütlü mücadeleden başka çözüm olmadığını gösterdi.

“Barış” ve Çözüm” politikasını savaşa dönüştüren salt siyasi arenada gerçekleşen “masa devirme” değildir. “Çözüm” sürecini başlatan onu ihtiyaç olarak ortaya çıkaran nedenler içinde ekonomik nedenler asıl tayin edicidir. Faşist R.T. Erdoğan’a “baldıran zehri” içiren sürecin bugün Esedullah Timi olup Kürt kanı içiren sürece evrilmesini salt siyasi krizle açıklamak meseleye güdük bakmaktır.

Yüzümüzü siyasi arenada cereyan eden gelişmelerden ekonomik alana doğru çevirdiğimizde göreceklerimiz bize gösterilen resmi tamamlayacaktır. Son on beş yıllık dönemde emperyalist sermaye ve komprador Türk sermayesi ile toprak ağaları, T. Kürdistanı başta olmak kaydıyla diğer bölgelerin doğal kaynaklarını talan etti. Ulusal Hareketin varlığı ve mücadelesi bu sınırsız talanın T. Kürdistanı’nda uygulanmasını frenleyen en önemli etken oldu. Belli bir sermaye birikimine ulaşıp daha da palazlanmak isteyen komprador Türk sermayesi kendi pazarı olarak gördüğü T. Kürdistanı’nı sömürü ve talana açma adına “çözüm” sürecini başlattı. Siyasi koşulların yanı sıra ekonomik olarak da buna zorunluydu. Bu runluluğu oluşturan “dört önemli konu var. Birincisi; Türkiye’nin enerji kaynaklarının enerji yollarının bölgede yoğunlaşmış olması. İkincisi; Kürt sorununun yabancı yatırımlar açısından engel teşkil etmesi. Üçüncüsü; Kürt pazar potansiyeli. Dördüncüsü; Türkiye’nin ekonomik büyümesinin devamının bundan böyle Kürt potansiyelinin devreye sokulmasıyla mümkün olduğu gerçeği. Bütün bunları Türkiye’nin ekonomik büyüme bağlamında bir doğal sınıra, bir eşiğe ulaştığından yola çıkarak söylüyoruz…

Türkiye’nin ihtiyacı olan petrolün yaklaşık onda birini kendisinin ürettiğini biliyoruz. Bu üretimin yüzde 99’u bölgeden çıkarılmaktadır. Linyit kömürünün de yaklaşık yarısı Kürt bölgesinde. Barajlar ve elektrik santrallerinde aslan payının yine aynı bölgede olduğu görülür.

Son yıllarda inşa edilen özel yatırımlı HES’lerin de yüzde 60’ı bu bölgelerdir. Dünyada sayılı mega projeler GAP ve DAP da bu bölgededir. Sadece GAP üzerinden 22 tane baraj, 18 tane Hidroelektrik Santral bulunmaktadır. 2023 yılına kadar Türkiye 444 HES projesi hayata geçirmeyi planladı ve bunların önemli kısmı bölgede.” (Şirkeci; 2013) Bunlara ek olarak Divriği’de demir, Afşin- Elbistan’da linyit, Hekimhan’da demir, Keban’da simli kurşun, Ergani’de bakır-krom, Aşkale’de linyit, Mazıdağ’da fosfat, Şirnex ve Silopiye’de kömür-linyit, Dersim ve Colemerg’te altın, Amed- Elaziz-Dersim- Elih ve Gümüşhane’yi içine alan bölgede 3500 kaya gazı sondaj kuyusu açma projesi de T. Kürdistanı’nda bulunuyor. “Çözümü” dayatan Türk sermayesinin sermaye birikimi açısından sınıra dayanması, hammadde kaynağı olarak T. Kürdistanı’nın öneminin artmasıdır. Bir diğer önemli konu da TC ekonomisine dahil olarak gelişen artık kendi pazarına sahip olma arzusunu daha çok dillendiren Kürt burjuvazisini Türk sermayesine yedeklenme çabasıdır.

Ulusal pazar alanına sahip olma noktasında karşı karşıya gelen ezen ve ezilen ulus burjuvazisi arasındaki çelişki; Türk sermayesinin batıya sıkışması, T. Kürdistanı’na duyulan ihtiyacın artması, ezilen ulus burjuvazisinin ekonomik ve ulusal baskıdan kurtulup kendi pazarına hakim olma isteği nedeniyle 2009’dan 2015’e her aşamada giderek derinleşmesidir. Ortadoğu’daki gelişmeler ve Rojava özgülünde “Kobanê düştü düşecek” çıkışı kırılma noktasına gelişi hazırladı. Emperyalizmin Ortadoğu’daki manevraları ve Kürtlerin stratejik öneminin artması, HDP ile ezilen emekçilerin 7 Haziran seçim başarısı, Türk hakim sınıflarınca ulusal pazarın dolayısıyla “misakı-milli”nin bölüneceği şeklinde okundu. “Baldıran zehri” içmekten azade olmayan faşist R.T. Erdoğan’a aldığı bir yudum bile ağır gelmiş olacak ki, tekrar fabrika ayarlarına, tekçi Kemalist zihniyete, Kürtleri katletmeye dönmüştür. Ulusal pazara hakim olma savaşında ulusal baskının hedefinde sadece PKK ve Kürt halkı yoktur. “Hatta milli baskıların esas hedefi, ezilen, bağımlı ve uyruk milletin burjuvazisidir. Çünkü hakim millete mensup kapitalistler ve toprak ağaları, ülkenin bütün zenginliklerinin ve pazarlarının rakipsiz sahibi olmak isterler. Devlet kurma imtiyazlarını ellerinde tutmak isterler. Diğer dilleri yasaklayarak, pazar için son derece gerekli olan ‘dil birliği’ni sağlamak isterler. Ezilen milliyete mensup burjuvazi ve toprak ağaları, bu emellerin önüne önemli bir engel olarak dikilir. Çünkü o da kendi pazarına kendisi sahip olmak, bu pazarı dilediği gibi kontrol etmek, maddi zenginlikleri ve halkın işgücünü kendisi sömürmek ister.” (Kaypakkaya; 2013, 219)

“Çözümden” savaşa, “barıştan” katliama evrilen süreç Kaypakkaya yoldaşı bir kez daha haklı çıkarmıştır. Türkiye Kürdistanı’nda 1 yıldır devam eden savaş bölge ekonomisini felç ederek ve meta kıyımı yapılarak doğrudan Kürt burjuvazisinin birikimi yok edilirken, Türk hakim sınıflarına rant-pazar ve azami kâr alanı açılmaktadır. Evlerin tanklarla, toplarla ve bombalarla havaya uçurulması “ terörler mücadele” değildir. Daha savaş bitmeden akan Kürt kanı ve diri diri bodrumlarda yakılan Kürt bedenleri üzerinden yıkılan her ev için avuçlarını ovanların “Sur’u Toledo’ya çevirme” planları Kürt pazarına hakim olma amacının bir parçasıdır.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Sur’da 8 bin konutun yüzde 50’sinin kentsel dönüşüm kapsamına alındığını, ilk etapta 1600 konut için yer tespiti yapıldığını açıklarken aynı zamanda meta kıyımı ile yaratılan rant- pazar alanının boyutunu da açıklamıştır. Sur’da “Acele kamulaştırma” yapılmasının başka bir anlamı yoktur. T. Kürdistanı’nda tanklar sadece evleri yıkmıyor, evleri içindekilerle birlikte yıkıyor-yakıyor. Sadece bir evin inşaat, mobilya, beyaz eşya ve kişisel eşyaların masrafını binlerce ev için düşündüğümüzde ortaya muazzam bir meta kıyımı ve buna paralel rant pazar alanı çıkmaktadır. Yaratılan bu pazar alanı için komprador Türk sermayesi daha şimdiden elini-avucunu ovuşturmakta, şehir planları yapmaktadır.

Kürt burjuvazisi ve toprak ağalarına bir darbe bu iken savaş nedeniyle felç olan Türkiye Kürdistanı ekonomisi de ikinci darbedir. Bugüne kadar yaratılan birikimin önemli bir kısmı savaşla birlikte yok edildi. Savaşın başlayıp giderek şiddetlendiği dönemde 21 ilde 1 milyar TL yatırım askıya alındı. Bununla sınırlı kalmayıp hızla tüm sektörleri etkilemiştir. Turizmde yaşanan daralma yüzde 80’e çıkarken, hizmet sektöründe para trafiği yüzde 40 oranında düşmüştür.

Savaşın en yoğun yaşandığı Amed’de yüzde 40’ın üzerinde firma bölgeden ayrılırken, yabancı sermayeli 50 firma ticaret sektöründen çekilmiştir. Amed İş-Kur verilerine göre 2014’te 62.400 olan kayıtlı işsiz sayısı 2015’te 110.312 çıkarak yüzde 80’in üzerinde artış göstermiştir. Savaş nedeniyle kepenk kapatan esnaf sayısı oldukça fazladır. T. Kürdistanı genelinde 2015 yılında toplam 11.354 esnaf kepenk kapatırken çatışmaların savaşın yoğun olduğu Amed’de 727 esnaf, Wan’da 612 esnaf, Şirnex’te de 94 esnaf kepenk kapatmıştır. Göç-Der’in verilerine göre sadece Sur’da 20 bin insan göç ederken bölgeden göç edenlerin sayısı 200 bindir.

Alt alta sıraladığımız bu veriler savaşın bilançosu olmanın dışında Kürt burjuvazisinin ezilmesinin somut anlatımıdır. Genel tabloya bakıldığında görünen komprador Türk sermayesinin, Kürt ulusunu ve ulusal mücadeleyi ezerek, T. Kürdistanı’nı sorunsuz pazar alanı haline getirme savaşını tüm şiddetiyle sürdürmesidir.

Emperyalist kapitalist ekonominin yaşadığı krizi atlatamaması, emperyalist kutuplaşma, Ortadoğu’daki savaş ve dengelerin kaotik durumda olması bir bütün olarak dünyada ekonomik politik durumda Kürtlerin ve Kürdistan’ın stratejik bir önem kazanmasını beraberinde getirdi. Tarihsel anlamda Kürt ulusuna ayrı bir devlet kurma şansını doğururken, Suriye Kürdistanı’nda federasyon ilan edildi. Mevcut koşullarda Kürdistan’ın ilhak altında olan dört parçanın birleşme zemini varken tam tersi olarak bir soykırıma dönüşme olasılığı da söz konusudur.

Konjonktürel süreç Kürtlerin Ortadoğu’da devletleşmesini net olarak olgunlaştırmadı. Emperyalist çıkarların bölgedeki işbirlikçilerin çıkarlarıyla örtüşmesi, bölgedeki dengeler üzerinde belirleyici oluyor. Bölgede politik bir aktör olarak konumunu güçlendiren Kürtler, aynı zamanda bölgede IŞİD’le mücadele kapsamında emperyalistler arasında politik bir araç olarak da görülüyor. ABD’nin silah yardımı Rusya’nın diplomatik temasları sadece birer örnek. Fakat aynı emperyalistler Rojava’da hayata geçirilen özerklikten, ilan edilen federasyondan “Suriye’nin toprak bütünlüğü”nü ileri sürerek rahatsızlıklarını mevcut dengeler üzerinde ayrı bir Kürt devleti istemediklerini de her fırsatta dillendirmektedir.

Ortadoğu’da bozulan dengelerden sonra politik aktörlerin, ekonomik ve politik nüfuzuna göre pay kapma ve yayılma siyaseti izliyor. Emperyalizmin politik ağırlığını altında TC devletinin, Suudi Arabistan ve Katar ortaklığı ile bir Sünnistan [ABD’nin Suriye topraklarında iki ülke kurma projesi] kurma hayali aynı zamanda Kürtlere devlet kurdurmama, yüzyıl önce İngiliz emperyalizmine bırakmak zorunda kalınan Musul ve Kerkük’ü sınırlarına dahil etmeyi de içeriyor. İran’da Şiiler üzerinden bir yayılma politikası izlerken TC, Barzani hamlelerine karşı Irak Kürdistanı’nda hem Goran hareketini, hem de Şii grupları destekliyor.

Ortadoğu’da bir Kürt devletinin kurulmasının İran Kürdistanı’nı doğrudan etkileyecek olması nedeniyle TC devletiyle İran’ın ortaklaştığı tek nokta Kürt politikasıdır. Cezayir’de yapılan toplantılarda TC ile İran arasında Kürt devleti kurulmasına izin verilmemesi üzerine varılan anlaşma basına yansımıştı. Bu ortaklık alenileşmiştir. Bunun politik ifadesi, Kürtler için doğan fırsatın gerçekleşmeden boğulmak istenmesidir.

Kürt burjuvazisi ve toprak ağaları koşulların yarattığı bu tarihi fırsatın bilincinde olarak T. Kürdistanı’nda kendi ulusal pazarına daha çok söz sahibi olmak, ulusal baskıdan kurtulma talebini daha fazla dillendiriyor. Hem bölgesel hem de şartlar nedeniyle emperyalizm karşısında hem de Türk hakim sınıfları karşısında ayrı bir devlet kurma kararı alacak ve bunu uygulayacak ekonomik politik güçten yoksun olan Kürt burjuvazisi ve toprak ağaları, Türk hakim sınıflarının tam karşısında olmadan emperyalizmle de dirsek teması yaparak sınıfsal karakterine uygun biçimde politik arenada kendi istemlerini gündeme getiriyor.

“Neo liberal” sömürü döneminde ulus-devletleşmenin emperyalizmden bağımsız olmadığı gerçeğinden hareketle, Kürt burjuvazisinin kendi pazarına sahip olması da emperyalizmden bağımsız olmayacaktır. Adına “çözüm” süreci ya da “barış” veya farklı bir tanımlamayla ifade edilsin sonuç emperyalizmin Türk hakim sınıflarının ortak olduğu “neo-liberal “sömürünün T. Kürdistanı’nda tahsis edilmesi olacaktır.

UKKTH kapsamında, Kürt ulusunun tüm kolektif hakları, tam eşitlik ve ayrı bir devlet kurma gibi bir ulus olarak var olan hakların özgürce kullanamadığı bir gerçektir. Kürt burjuvazisi ve toprak ağaları, kendi pazarına sahip olma talebini bu kapsamda dile getiriyor ki Kürt ulusunun temsilcisi olarak bu tav(ı)rı sınıfsal bir tavırdır.

Bu nesnel duruma rağmen ulusal baskı altında olan bir ulusun özlem ve arzusunu dile getirmesi demokratik bir içerik taşımaktadır. Kürt burjuvazisi ve toprak ağalarının kendi pazarına sahip olma talebini HDP ve DTK üzerinden geçmişe oranla daha açıktan ve güçlü olarak dile getiriyor. Osman Baydemir’in “barış deyince aklıma sınırların esnemesi ve gümrük birliği geliyor” sözü sadece barışa dair iyi temenni anlamı içermiyor. Gülten Kışanak’ın “Batman petrollerinden pay istiyoruz” söylemi ve DTK Daim Meclis üyesi Cabbar Leygara’nın “sermaye kendine güvenli liman ister… Kürt iş dünyasının yer altı ve yerüstü kaynakları ile tarihi ile insan kaynakları ve birikimiyle tarihte birçok uygarlık yaratmış kadim topraklarda her türlü gelişmeyi karşılayacak bilgi birikim ve özgüven vardır” (Ulaş; 2014, 45) sözleri Kürt burjuvazisinin kendi pazarına hakim olma talebinin somut ifadesidir. Geçmişten bugüne bu talep, dile getiriliş biçimine bakılmaksızın ırkçı-şoven zihniyetle kan ve katliamla bastırıldı.

Ulusal sorun kapsamında Kürt sorunu bugün uluslararası bir boyut kazanmıştır. Sadece TC devlet ile PKK arasında süren bir savaş olmayıp Suriye sorunuyla birlikte bir bütün Ortadoğu’yu da içine alan, dolayısıyla Türkiye’nin bir sorunu olmaktan çıkmıştır. Ortadoğu’da yüzyıl önce dört parçaya ayrılan Kürt coğrafyasının her parçasındaki politik gelişme diğer parçaları da etkileyen bir konumdadır. Kobanê zaferi, IŞİD’e karşı etkin mücadele ve kazanımlar emperyalizmle Kürtler (PYD) arasında ittifak zemini yaratırken TC ve İran aynı kaygıyla (Kürt devleti kurulmaması) Irak Kürt Federe Yönetimini kendi hegemonyaları altına alma politikası izlemektedir.

Rojava’da gelişimi devam eden süreç hem İran’ı hem Suriye’yi hem Irak’ı hem de Irak Kürdistanı’nı rahatsız ederken en çok TC devletinin uykularını kaçırıyor. İlhak gerçekliği ve bunun devam ettirilmesi , “Misakı-Milli”nin korunması bir Kürt devletinin kurulma lafı dahi Kemalist TC devletini her zamankinden daha saldırgan kılmaktadır. Bu saldırganlık TC devletinin bozulan Ortadoğu dengelerinde kendini Kürtler üzerinden güçlü göstermenin bir aracıdır aynı zamanda.

Korku tek başına Kürt devleti kurulması olmayıp Osmanlı’dan “ecdadından!” miras kalan parçalanma sendromudur da.Türk hakim sınıflarının (TÜSİAD, MÜSİAD, AKP, CHP, MHP) ortaklaştığı tek nokta “ne olursa olsun bir Türk devleti olsun” diyerek Ermeni, Rum, Asuri, Süryani ve Ezidileri katleden bir tarihin mirasçısı olup bugün aynı amaç doğrultusunda Kürtleri katlediyor. Irkçılığın, şovenizmin ve milliyetçiliğin körüklendiği bir dönemde Türk hakim sınıflarını bu kadar soysuzlaştıran “batı”nın, Türk halkının sessizliğidir.

Devrimci, demokrat ve ilerici muhalif güçler de bilindiği gibi Türkiye Kürdistanı’ndaki katliama karşı sokağa inmekte bu sessizliği bozup kitlesel bir haykırışa dönüştürmede dün de bugün de yetersiz kaldı.

Ulusal sorun bağlamında ezen ulusun ezilen ulus üzerinde kurduğu baskının en önemli ayağı ezen ulus üyelerinin ırkçı-şoven ve milliyetçi politikalarla zehirlenip ulusal baskının etrafında toplanmasıdır. Kemalist ideolojiyle zehirlenen ve şovenizmle doldurulan beyinler “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” safsatasında da görüleceği gibi farklı etnik ve dini grupları düşman olarak görüyor.

Böylece devletin kurucu temellerinin aşınması da engellenmiş oluyor. Türk halkı, Türkçülük-Turancılık propagandasıyla zehirlenirken bu Kemalist ideolojinin sirayet etmediği, dolayısıyla milliyetçi saflara katılmayan Türkler de “vatan haini” ilan edilerek düşman görülüyor. Bugün Kürt katliamlarına karşı Türk halkının sessizliğinin önemli bir kısmını tekçi-faşist zihniyetin kendi ulusuna mensup üyelerine de yaptığı baskı oluştururken esas kısmını devrimcilerin Kemalizm’in ideolojik-politik etkilerinden arınarak Türk halkını saran şovenizm zehrini akıtmamasıdır. Gerçeklik şu ki TDH devletin ırkçı, şoven ve milliyetçi örgütlenmelerine karşı ulusal sorun kapsamında Türk halkını devrimci düşüncelerle buluşturup örgütleyememesi durumu devam etmektedir.

71 Kopuşu’nda Komünist Önder Kaypakkaya yoldaşı öne çıkaran Kemalizm ve Milli Mesele üzerine olan berrak tezleridir. Bugün Proletarya Partisinin militanları, Kaypakkaya yoldaşın programatik görüşlerinin özellikle Türk halkının yoğun olarak yaşadığı bölgelerde ajitasyon ve propagandayı yapmak konjonktürel sürecin de elzem kıldığı bir yükümlülüktür.

Türk halkının şovenizmden milliyetçi dalgadan etkilenen tepkileri bu tepkilerin saldırıya dönüşmesi ancak yoğun, ısrarlı teşhir, somut ajitasyon ve anti-faşist propagandayla, örgütsel bir faaliyetle kırılacaktır. Ezen ulus milliyetçiliğinin panzehri UKKTH’nin tam da ezen ulus üyeleri içinde kararlı bir şekilde savunulması, gür sesle haykırılması, ezen ulus üyelerinin politik bilincine kavuşturularak örgütlenmesidir.

Kaynaklar

1- Kaypakkaya, İbrahim 2013: Bütün Eserler, Umut Yayımcılık, 6 Baskı,

İstanbul

2- Yaraşır Volkan 2014: Avrupa’da Kriz, Sınıf ve Kitle Hareketleri

Mücadele yayınları, 1 Baskı, Hollanda

3- Okçuoğlu, İbrahim 2014: Kuzey Kürdistan’da Kapitalizmin Gelişmesi,

Sınırsız Yayınları, 1 Baskı, Ankara

4- Güldağ Hakan 2014: 81 ilin Karnesi, Dünya Gazetesi İstanbul

5- Oral, Necdet 2013: Türkiye’de Tarımın Ekonomi Politiği1923-2013,

Notabene Yayınları, 1. Baskı Ankara

6- Sönmez, Mustafa 2012: Devletin Cambazlığı GAP İlizyonu, Perspektives

Dergisi, Sayı 3, s. 16-19

7- Sönmez, Mustafa 2013: Artan Kürt Göçü ve Mesajları, Yurt Gazetesi,

9-10 Nisan

8- Sirkeci, İbrahim 2013: Kürt Barışının Etkisi, Birgün Gazetesi, 9 Nisan

9- Ulaş, Azer 2014: Çözüm Sürecinin Ekonomi Politiği – Kürdistan

Petrolleri, Halkın Devrimci Yolu Dergisi, Sayı 1 

45786

Partizan'dan

Partizan'dan; Gündem ve güncel gelişmelere ilişkin politik açıklama ve yazılar. 

Son Haberler

Sayfalar

Partizan'dan

Emperyalizm Üzerine Notlar -2

“Motor Üretimi Yoksa, Emperyalizm De Yoktur”

Soru: 2 -Türkiye'nin kendi tekniği (gelişmiş sanayisinin) yoktur. Örneğin bir motor bile yapamamaktadır. (Marksist Teori'nin Almanya-Frankfur'da 24 Şubat 2024"de düzenlediği "Lenin Dünyaya Bakmak" Sempozyumu tartışmalarından)

TKP-ML TİKKO Genel Komutanlığı: Partimiz Savaşımızı Aydınlatmaya Devam Ediyor: Ona Omuz Ver! Güç Kat!

Ailevi sorunlar, geçim derdi, gelecek kaygısı, hayaller, yaşanmışlıklar, günden güne ömrün tükenmesi ve sonuç olarak hiçbir şey yaşamadığını farkettiğin ve yüreğine bir acının gelip oturduğu an... bunu ikimize kendime armağan ediyorum. Dost varmı ki şu zaman da derdini alıp vuracak sırtına ..ve biz nelerden uzak kalmışız haberimiz yok...şimdi ki dostluklarda ne duman ne tüten var

TKP-ML MK: TKP-ML, 52 YAŞINDA!

“Daha Sıkı, Daha Sağlam, Daha Kararlı Bir Savaş” İçin Israr ve Sebatla!

Mao Zedung yoldaşın önderliğindeki Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin dünyayı sarsan fırtınaları içinde, coğrafyamız sınıflar mücadelesinin bir ürünü olarak doğan partimiz TKP-ML, 52 yaşında!

Emperyalizm Üzerine Notlar

Uzun bir zamandan beri emperyalizm üzerine makaleler yazıyorum, konferanslar veriyor, panellere katılıyorum. Bir de „Emperyalist Türkiye“ adlı kitabım yayınlandı. Bu kitapta'da Türk devletinin emperyalistleştiğini ve emperyalist bir devlet haline geldiğini; ekonomik, siyasi ve askeri olarak değerlendiriyorum.

Katıldığım seminer, panel, konferans ve çeşitli konuşma ortamlarında, yeni emperyalist ülkeler konusunda bana bir çok sorular soruldu, benim tezlerime karşı karşı tezler ileri sürüldü. Bir çoğu tezlerimi onaylarken, çoğunluk tezlerimi reddetti.

Patika, Politika mı Arıyor Yoksa..

"Başkası olma kendin ol

Böyle çok daha güzelsin"

Anasının kuzusu

Ciğerimin köşesi"

Marifet  solun sağıyla başarılı olmak değil ki.

Afyon, antalya, istanbul, ankara...

İmamoğulları, yavaşlar, böcekler... falanlar filanlar.

Sanki seçimleri kaybettiren  sol gibiymiş gibi

Sanki seçimleri kaybettiren de parlamentizm gibiymiş gibi

Hiç kimse zafer kazanan solun sağı karşısında solu ve parlamentizmi dahil ağzına almıyor.

Proletarya chp'nin sağını satın almış gibi.

Lenin’in Ölümünün 100. Yılı Anısına: Lenin’de Kararlılık ve İki Çizgi Mücadelesi SBKP’de İki Çizgi Mücadelesi*

Rusya’da Marksist gruplar ortaya çıkamadan önce “devrimci” çalışmayı Narodikler yürütüyordu. Narodniklerin Çar’a karşı verdikleri mücadelede temel aldıkları sınıf köylülerdi. Rusya’da kapitalizm geliştikçe işçi sınıfı da gelişip büyümesine rağmen Narodnikler işçi sınıfını değil köylülüğün temel alınmasını savunuyor ve ancak köylülüğün Çar’ı ve toprak ağalarını devirebileceğini savunuyorlardı. Narodnikler bireysel “terörü” savunuyor ve bunun geniş halk yığınları üzerinde büyük etkiler yaratacağını düşünüyorlardı. İşçi sınıfının partisinin kurulmasına karşı çıkıyorlardı.

Hepimiz Mazlum’a borçluyuz:Garabet Demirci

 

Devrimciliği Yaşam Tarzına Dönüştürelim

Bizim gücümüz, haklılığımız ve meşruluğumuzda; olayları, olguları diyalektik- materyalist bakış açısıyla ele almamızda yatıyor.

TKP-ML Merkez Komitesi : Newroz Piroz Be!

İmha, İnkar ve Asimilasyona; İşgal ve İlhaka; Sömürüye, Açlığa, Yoksulluğa, ve Faşizme Karşı

İsyan, Direniş, Serhildan!

Newroz, coğrafyamızda binlerce yıllık sınıflı toplumlar tarihinde sömürülen, ezilen, baskı gören halkların zalimlere, sömürücülere karşı isyanının simgesidir. Günümüzde de başta Kürt halkı olmak üzere bütün ezilen halkların, zalimin zulmüne karşı isyan ve direnişinin, Demirci Kawa’nın isyanının zalim ve katliamcı Dehaklar karşısında yükseltilmesinin, isyan ateşlerinin dört bir yanda yakılmasının adı olmuştur.

Oylar SADET'E.... Oylar DEVA'YA... Oylar İYİ PARTİ'ye....

"Bindik bir alamete gideyoz kıyamete."

Aklımızın sınırlarının zorlandığı günlerde geçiyoruz.

İlemde bir partiye oy verecekseniz....

Sanki iyi parti sizi öldürüyorda chp sizi öldürmüyorsa(?)...

Niye oy verdiğiniz millet ittifakı'nın parlamentizmden vaz geçmemiş paydaşlarından biri de olmaya.

Ve Bakırhan buyurdu: " İstanbul'da kent uzlaşısı sağladık" diye

Ve Sakık buyurdu: "CHP'ye oy yok." diye.

Ve ..

Kadınlar ve İşçiler

Kadınlar neden, niçin ve nasıl eziliyor, neden cinsiyet ayrımcılığın en temel ve en tepe noktasında yer alıyor, neden öldürülüyor neden erkek baskısı kadın üzerinde şiddetleniyor vb. soruların yanıtı ile; işçiler neden, niçin ve nasıl sömürülüyorsa verilecek yanıtlar aynı yerde arandığında, kadının kurtuluşu sorununa, daha genel anlamda ise işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluş sorununa daha doğru yaklaşılmış olacaktır.

Sayfalar