Çarşamba Mayıs 1, 2024

Devrimimizin niteliği ve stratejisi üzerine (6.Bölüm)

5-) “KUZEY KÜRDİSTAN’IN DEVRİM STRATEJİSİ” SORUNU:

Devrim stratejisi sorununun Türkiye somutundaki gerçekliği özetle ve ana hatlarıyla böyleyken; bunun aynıyla Kuzey Kürdistan somutunda da geçerli olabileceğinin kanaatinde değiliz. Çünkü Kuzey Kürdistan’daki koşulların verili andaki gerçekliği henüz USHSS mantığının öngördüğü gerilla savaşı tarzının olanaklarını tümden ortadan kaldırmış değil. Evet elbette bununla USHSS uyarınca devrimi gerçekleştirebilmenin koşullarının bulunduğunu söylemiş olmuyoruz. Söylemek istediğimiz şey; kır esaslı gerilla savaşını bir süre daha yürütmenin olanaklarının hâlâ belli ölçülerde mevcut olduğudur. Kır esaslı gerilla savaşıyla düşmanı darbelemenin, yıpratıp hırpalamanın, zayıf düşürmenin ve keza devrimin askeri güçlerini belli düzeylere kadar büyütme ve korumanın, kırsal alanları Türkiye ve Kürdistan şehirlerinin bir nevi ‘cephe gerileri’ durumundaki üs alanları haline getirmenin olanakları, asgari zemin anlamında da olsa, hâlâ belli ölçülerde mevcuttur diye düşünmekteyiz.

[Tabii ulusal çelişmenin, bir şekilde, baş gündem olmaktan çıkıp geri planlara kayması ve keza bununla birlikte Kürtlerin ‘ulusal barış’ ortamının korunmasına yönelik oluşacak hassasiyetlerinin sözkonusu olacağı koşullarda kitlelerin genel çoğunluğu muhtemelen silahlı mücadeleye antipatisel tepkiler sergileyeceklerdir. Ve hatta kuvvetle muhtemeledir ki; başta, ‘Ulusal Barış’ın birinci dereceden mimarı olan kesimler, silahlı mücadelenin ‘ulusal barışın sabote edilmesine hizmet edeceği varsayımıyla, ‘yeni düzen’lerini koruyacak ‘yeni korucular’ olarak konumlanabileceklerdir de. Vs. vs. Ancak bütün bunlar şimdilik sadece birer olasılık; an itibariyle sözkonusu olan şey ise; kırsal kasimde hala belli düzeylerde silahlı mücadele ve gerillanın üstleniminin ve kitle faaliyeti yürütmenin olanaklarının tükenmediğidir .]

Bu anlamda olmak üzere; K. Kürdistan devriminde USHSS’nin önemli bir unsuru olan kır merkezli gerilla savaşının, devrim sürecinin farklı birçok aşamasında hâlâ belli bir yer ve rolünün olabileceğini söylemek mümkün gözüküyor. Ve tabii bunu böyle söylemiş olmakla, USHSS’nin, K.Kürdistan’da da artık tüm safhalarıyla geçerli olamayacağını, bunun nesnel zeminin olmadığını söylemiş oluyoruz.

Gerek zoraki göçertmelerle ve gerekse feodalizmin tabanında kapitalist üretim ilişkilerinin oluşturduğu büyük oranlarda seyreden çözülmüşlük haliyle birlikte, bu coğrafyada da USHSS’nin temel dayanağı olan toplumsal kesimin, devrim ile karşı-devrim arası güç dengesini devrimin aleyhine olacak oranlarda zayıflatmış olmasından ötürü; K. Kürdistan’da gerek ulusal ve gerekse sosyal devrimin USHSS seyrince gerçekleşebilmesinin nesnel zemini esasen ortadan kalkmış oluyor. Burada da devrimin şah damarı artık daha ağırlıklı olarak şehir merkezli silahlı kitle ayaklanmaları (bir diğer ifadeyle toplu kalkışma karakterli serhildanlar) özellikleri kazanmış oluyor. Ve ama USHSS’ni, asla ‘uzun süreli köylü gerilla savaşı’ tarzına/evresine indirgemeyi doğru bulmadığımızdan, dediğimiz gibi, kır merkezli gerilla savaşının olanaklarının da hâlâ belli oranlarda mevcut olduğunu düşünmekteyiz. Şayet örgütlenebilir ve hatırı sayılır

bir düzeye taşınabilirse, devrimin her aşamasında ve ama esasen de fiili kitle ayaklan

bir düzeye taşınabilirse, devrimin her aşamasında ve ama esasen de fiili kitle ayaklanması aşamasında stratejik bir rol oynayacağı kuvvetle muhtemeldir.

Bu bakımdan da diyoruz ki K. Kürdistan’da devrimin;

1-)Bu her iki devrim stratejisinin öngördüğü farklı mücadele ve örgütlenme tarzına da olanak sunup sunmadığının,

2-)Ta en başından aralarında bir eşgüdümün oluşturulup oluşturulamayacağının, kır merkezli gerilla savaşının şehir merkezli TAS’ne bağlı olarak koordine edilebilmesinin olanaklarının bulunup bulunmadığının ve,

3-)Bu her iki tarzın ta en başından itibaren birlikte ele alınmasının esas stratejiyi doğru tarzda besleyip beslemeyeceğinin somut olgular üzerinden titizlikle sorgulanarak ortaya konması gerekecektir.

Şayet nesnel koşullar bu iki tarzın ta en başından itibaren birlikte ele alınması olanağını sunuyorsa (mesela tıpkı K. Kürdistan’ın halihazırdaki durumunda olduğu gibi. Ya da tıpkı Kolombiya, Filipinler vb. örneklerinde olduğu gibi), işte bu türden durumlarda USHSS’nin kır merkezli gerilla savaşı tarzını şehir merkezli TAS ile buluşturup ortaya daha özgün bir TAS çıkarmak pekâlâ mümkün olabilir. Ve böylece USHSS’inde çokça lafı edilen ama bir türlü gerçekliğe vardırılamayan o meşhur “Kır-şehir diyalektiği”nden kast ettiğimiz mücadele tarzı da hayata geçirilmiş olur. [Ve fakat burada belirtmek gerekir ki biz ‘Kır-şehir diyalektiği’ derken, USHSS’nin kırlarda silahlı mücadele ve örgütlülüğüyle; şehirlerde ise esasen TAS’ın öngördüğü uzunca bir sürece yayılı ve esası askeri olmayan ‘barışçıl’ mücadele yol ve yöntemleriyle şehirleri devrimin o son aşamasının stratejisi olan silahlı kitle ayaklanmasına hazırlanılması prensibine dayalı esas mücadele tarzını aynı stratejinin birbirini tamamlayan, besleyip büyüten iki temel ayağı olduğunu, bundan ötürü de her ikisini birlikte ve aynı titizlikle ele almak gerektiğini, kırların lehine şehirlerin tali plana itilmesinin, şehirlerdeki mücadeleyi kırsalın lojistikçisi derekesine indiren yaklaşımların bütünü kavramayan sakat ve yanlış yaklaşımlar ve ela alışlar olduğunu ifade etmiş olduk. Çünkü izlenen politika ve pratik uygulamalar “kır esas” deyip, şehirlerdeki mücadeleyi TAS uyarınca geliştirip büyütmeyi değil, şehirleri kırsal alanın insan ve maddi olanaklarını temin etmeyi asıl görev edinmiş tali bir mücadele sahası haline sokuyordu. İşte bizim özgülümüzde tamamen böylesi bir politik ihtiyacın ürünü olarak şekillenen bir şiardı bu. Fakat görüyoruz ki MKP III. Kongre bilinci bunu hâlâ farklı yorumlamayı tercih ediyor: Kendince, geçmişte kırsal alan ile sınırlı bırakılmış olan gerilla savaşını ve örgütlülüğünü, şimdi artık şehirlere de taşıyıp yayarak, hasret kalınan/bırakılan o ‘kır-şehir diyalektiği ’de böylece tamamına erdirilmiş olacakmış. Yani özcesi Kongre iradesinin bu şiardan anladığı şey; USHSS’nin öngörmüş olduğu kırsal merkezli gerilla savaşı tarzının aynıyla şehirlere de taşınarak, buralarda da esas mücadele bicimi haline getirilmesidir. Ve tabii Kongre iradesi gerilla savaşının bu tarz ele alınışını aynı zamanda gerilla savaşıyla TAS’ın eşgüdümlü olarak bir arada yürütülmesi olarak yorumluyor: Ve işte bu birliktelik halini de “kır-şehir diyalektiği”nin yaşama geçirilmesi olarak sunuyor. Kuşkusuz ki bu, ‘kır-şehir diyalektiği’ değildir/olamaz da. Bu olsa olsa farklı iki devrim stratejisinin birleştirilmeye/iç içe geçirilmeye çalışılmasının ifadesi olabilir ancak ki. Çünkü Kongre bilincinin burada ‘kır’a atfettiği anlam otomatikman gerilla savaşı olmuş oluyor. Ve keza gerek MKP’de ve gerekse genel olarak bizim cenahın süregelen algısında USHSS ve hatta genel olarak ‘Halk Savaşı’ köylü gerilla savaşı ya da uzun süreli köylü gerilla savaşı olarak karşılık bulmaktadır. Hal böyle olunca da burada ‘kır’a yüklenen real anlamın köylü gerilla savaşı olduğu açıktır: Ancak şu var ki Kongre iradesinin öngörmüş olduğu SHSS’inde, aslında bu farklı iki devrim stratejisinin birlikte-iç içe alınması tarzında bir ‘kır-şehir diyalektiği olgusu ortaya çıkmıyor. Çünkü bu ‘yeni strateji’ içinde ‘şehir’in karşılığı olan TAS’ın nasıl ve hangi yol-yöntem ve araçlarla ete-kemiğe büründürülebileceğinin somut/verili herhangi bir karşılığı, oluşturulabilmiş herhangi bir yanıtı bulunmamaktadır. Olan şey ise, esasen kır merkezli gerilla savaşının şehirlere nasıl uyarlanacağına ilişkindir. SHSS dedikleri ‘yeni strateji’nin tüm orijinalliği de zaten USHSS’nin öngördüğü gerilla tarzlı silahlı mücadelenin kapitalist ülke koşullarında nasıl ele alınması gerektiğine ilişkin bir söylem içeriyor olmasındandır. Dediğimiz gibi bu stratejide TAS’ın herhangi bir karşılığı bulunmamaktadır. Hem de ‘Türkiye-Kuzey Kürdistan’ ülkesi kapitalist değerlendiriliyorken. Şehirler temel mücadele alanları ve baş çelişme emek-sermaye çelişmesi, devrim aşaması da sosyalist olarak tespit ediliyorken!.. Oysa bilinir ki yarı-feodal Çin ve keza Kaypakkaya’nın algısındaki yarı-feodal ‘Türkiye’ coğrafyasında öngörülen USHSS’de bile; şehirlerdeki esas mücadele toplu ayaklanma evresine kadar asla silahlı mücadele değildir. Özü de ana eksini de, tamamen USHSS’nin son evresinde öngörülen toplu ayaklanma aşaması uyarıncadır. Dolayısıyla da rahatlıkla söylenebilir ki SHSS’inde bu iki farklı devrim stratejisinin birlikte ele alındığının ve bu anlamıyla da ‘kır-şehir diyalektiği’nin sağlandığının herhangi bir karşılığı yoktur.]

Kongre iradesi devrim stratejisi sorununda da konuyu iki farklı sosyo-ekonomik yapı, iki farklı baş çelişme ve iki farklı devrim aşaması olguları üzerinden ele almamış olduğundan; haliyle, ortaya koymuş olduğu SHSS’nin K. Kürdistan gerçekliğiyle buluşması da, zaten olsa olsa ancak ki tesadüfi bir buluşmayla olabilirdi. Nitekim Kuzey Kürdistan’ı ‘üniter ülke’ ‘Türkiye-Kuzey Kürdistan Coğrafyası’nın bir bakıma ‘kırsal alan’ı olarak konumlandırmakta ve SHSS, bu ‘üniter ülke’nin kır ve şehirlerine ancak ki bu şekilde uyarlanabiliyor. Ve anlaşıldığı kadarıyla Kongre iradesi bu her iki farklı sosyo-ekonomik yapı özgülünde de SHSS’nin aynıyla geçerli olduğunu öngörüyor. Örneğin şöyle deniyor:

“Sosyalist devrimimizin demokratik devrim görevlerini üstlenerek çerçevesini Türkiye-Kuzey Kürdistan özgünlüğü ile buluşmasının yanı sıra özgünlüklerin başka bir ifadesi olarak kırlarda icra edilecek olan gerilla savaşıdır. Gerilla savaşını da daha önceki biçimde kızıl siyasi iktidarların kurulması geliştirilmesi ve parça parça tüm ülkede devrimci savaşın başarı elde etmesi biçiminde ve bunun temelini de köylü kitlelerin teşkil ettiği uzun süreli köylü gerilla savaşı biçiminde ele almayarak, toplu ayaklanmanın yeni özgün karakteri ile kırlarda gerilla savaşının bir bileşeni biçiminde tanımlamaktayız. Buna göre Halk Kurtuluş ordusu (HKO) kırlarda gerilla ordulaşması sürecinin ana halkası olacaktır. HKO tüm devrimci savaş boyunca ayaklanmaya hizmet eden ve ayaklanmanın bir bileşeni olarak kırlık alanlarında kırlık kentlerde devrimin silahlı görevlerini icra edecektir.”1

“Kırlarda ise bu, genel halk ayaklanmasına bağlı olarak kent ve kırın diyalektik birliği bağlamında, Halk Kurtuluş ordusu askeri örgütlenmesi geliştirilecektir. Devrimci savaş boyunca, Halk Kurtuluş Ordusu gerilla savaşının doğal özü olan yıpratma savaşını tırmandırarak, düşmanın maddi ve manevi çöküntüye sürüklenmesi, kent merkezlerinde gelişen ayaklanmaların desteklenmesi, kırlık alanlarda iktidar boşluğu yaratarak halk direnişinin kurumsallaşmasını sağlamak biçiminde olacaktır. (…)”2

Evet, her ne kadar da her iki sosyo-ekonomik yapı gerçekliği için de aynı stratejiyi öngörüyorlar, dedikse de; ancak yukarıya aldığımız son pasajda altını çizdiğimiz satırlardan da anlaşılacağı üzere, silahlı mücadele ‘üniterülke’nin kırsalında yani Kuzey Kürdistan’ın kırsalında da şehirlerinde de HKO üzerinden öngörülmektedir. Türkiye’nin şehirlerinde öngörülen Partizan Halk Güçleri (PHG)’nin Kuzey Kürdistan şehirlerinde yerini neden HKO’ya bırakması gerektiğinin bir açıklaması da yapılmamış. Muhtemeldir ki sorun bu boyutuyla sorgulanmamış olabilir. Ancak burada her halükârda ‘kırsal alan kentleri’yle Türkiye’nin kentlerinin aynı görülmediği, her ikisini farklı çelişmelerin karakterize ettiği ön kabulünün veya eski ezberin rol oynadığı açıktır. Ve buradan hareketle söylenebilir ki; Kongre iradesinin SHSS’nin Kuzey Kürdistan somutunda nasıl bir biçim ve özgünlük alabileceğine dair somut bir fikri, en azından şimdilik, oluşmuş değildir. İleri sürdüklerinden anlaşılan ise; Kuzey Kürdistan’da USHSS’nin, ‘stratejik savunma evresi’nin başat mücadele tarzı olan gerilla savaşı ve bunun seyri içinde gerilla ordusunun inşası şeklindeki klasik perspektifin geçerliliğini koruduğudur. Değişen şey ise, yukarıdaki pasajda da ifadesini bulduğu gibi, sadece bu gerilla savaşının artık ‘kızıl siyasi iktidarların kurulması geliştirilmesi ve iktidarın parça parça ele alınması’ hedefiyle ele alınmayacak olmasıdır. Bunun yerine ‘gerilla savaşı ve gerilla ordusu oluşumu’, “..devrimci savaş boyunca ayaklanmaya hizmet eden ve ayaklanmanın bir bileşeni olarak (…) devrimin silahlı görevlerini(n)” icrası almış oluyor.

Yani görüleceği gibi; kızıl siyasi iktidarlar ve de iktiranın parça parça ele geçirilmesi şeklindeki ana yönelim değişimi dışında, Kuzey Kürdistan’da öngörülen gerilla savaşının ele alınış tarzın da perspektifsel olarak, esasa dair bir değişiklik yapılmadığı rahatlıkla söylenebilir.

Ve keza buradan çıkışla; ‘üniter ülke’ için öngörülen ‘kır-şehir diyalektiği’ şiarının, Kuzey Kürdistan somutunda karşılığını bulamadığını, burada denklemin sadece ‘kır’ yanının mevcut olduğunu ve dolayısıyla da bunun da Kuzey Kürdistan’ı ‘üniter ülke’nin kırsalı olarak ele alan yaklaşımın bir başka göstergesi olduğu rahatlıkla ifade edilebilir.

Keza bu ele alışla; aslında, iki farklı devrim stratejisinin birleştirilmeye çalışıldığı da söylenebilir. Evet, her ne kadar da bunu açıktan böyle tanımlamıyorlarsa da; ancak kır ve şehirde ta en başından esas mücadele biçimi olarak stratejik bir konum atfedilen gerilla savaşı, besbellidir ki bozuma uğratılmış USHSS’nin bir unsurudur. Ve ‘kır-şehir diyalektiği’ denkleminde ‘kır’ ayağını temsil eder. Öte yandan, keza her ne kadar da somutta nasıl ele alınacağını gösteren verilmiş bir açılımları yoksa da; ve keza her ne kadar da bunu esasen Türkiye’nin şehirleri için öngörüyorlarsa da; ancak yine de lafzını ettikleri bir TAS var. Ve bunun da denklemin ‘şehir’ ayağını oluşturduğu açıktır.

Ve işte bütün bu kırpmalarla bölük-pörçük, yarım-yamalak hale getirilmiş haliyle de olsa; ‘yeni strateji’nin temel argümanlarından olan gerilla savaşı ile TAS’ın bu ‘yeni tarzda sentezi’, aslında, bahsini ettiğimiz iki farklı devrim stratejisi unsurlarının birleştirilmeye çalışılması gayretinden başka bir şey değildir.

Ne var ki sorunlar diyalektiksel bütünlüğü içinde ele alınıp enine boyuna yeterince sorgulanmamış olduğundan; ortaya hem son derece eklektik bir ‘teorik sentez’ çıkmış ve hem de birçok temel sorun yanıtını bulamadan öylece ortalık yerde kala kalmış oluyor.

Mesela Kuzey Kürdistan’da, ya da Kongre bilincinin ifadeleriyle söylenecek olursak ‘kırsal kesim’de neden TAS gerilla savaşıyla eş güdümlü bir şekilde uygulanmıyor da; buralarda sadece HKO’nun yürüteceği gerilla savaşı söz konusu olabiliyor? TAS’ın geçerli olabileceği sosyo-ekonomik koşullarda kırsal kesim yok mudur? Bu strateji sadece şehir merkezli midir, köylülük ayağı yok mudur? İşçi-köylü temel ittifakı bu stratejinin temel bir unsuru değil midir? vs. vs. Bunlar varsa, bu stratejisinin kırsal kesim için öngördüğü farklı bir ‘iç/alt strateji’ mi söz konusudur? Bu stratejide ‘kır-şehir diyalektiği’ yok mudur? TAS’ın doğrudan bir iç unsuru olarak gerilla veya Partizan savaşları tazı yok mudur ki; ayrıca bu stratejiyle eş güdümlü bir başka ‘dış’ stratejik unsur olarak gerilla savaşı ve ordusuna ihtiyaç duyuluyor? Böylesi ‘stratejik’ bir gereksinmeyi doğuran/koşullayan nesnel olgular nelerdir ki bunlar Türkiye’de bir ‘kır-şehir diyalektiği’ne zemin sunuyorken; kapitalist olduğu ve sosyalist devrimin öngörüldüğü Kuzey Kürdistan için aynı şekilde zemin sunmuyor olsun?!!! Sunuyorsa şayet, o halde toplu ayaklanmayla eş güdümlü gerilla savaşı niye Türkiye’nin şehirlerinde PHG’ni zorunlu kılıyorken; Kuzey Kürdistan’ın şehirlerinde böylesi bir zorunluluğu gerekli kılmıyor? ‘Eski tarz’ı Kuzey Kürdistan’da hâlâ geçerli kılan nesnel olgularsa şayet, bu demek olmaz mı ki; Kuzey Kürdistan’da hâlâ feodal kalıntıların baskın yanı oluşturduğu yarı-feodal yapı hâkim durumdadır? Ve tabii haliyle de, devrim burada hâlâ demokratik devrim aşamasındadır, demek olmaz mı?

Hatırlanacağı üzere Kongre iradesi ‘yeni devrim stratejisi’ gereksinimini tamamen sosyo-ekonomik yapı ve bağlantılı olarak da devrimin niteliğinde meydana geldiğini ileri sürdüğü nitel değişim gerekçesine dayandırmaktaydı, değil mi? Peki ne oluyor bu durumda?

Özetle toparlamak gerekirse, olan şudur: Daha önce de vurguladığımız gibi Kongre iradesinin ortaya koyduğu devrim stratejisi teorisi her şeyden önce bütün bu yönleriyle tartışılmaya muhtaç bir teoridir. Öte yandan bu teorinin ‘kır-şehir diyalektiği’ni her devrim stratejisinin bir iç unsuru olarak ele almak yerine; ‘şehir’ ve ‘kır’la bir başka ifadeyle demokratik ve sosyalist devrim aşamalarıyla özdeşleştirdiği iki farklı devrim stratejisinin eş güdümlü halde ele almış olmasıyla, ortaya her iki devrim stratejisini de temel unsurları üzerinden iç yapısal bozuma uğratıp, zayıf hale düşürülmüştür. Ve keza bu teori, ‘yeni sentez’ devrim stratejisini Kuzey Kürdistan somutunda sadece gerilla savaşı üzerinden ele almış olduğundan, yeni teorinin ana esprisi olan ‘eş güdüm’ olgusu karşılıksız kalmış oluyor. Ve bu yaklaşım, Kaypakkaya’nın bir olasılık olarak da o günden hesaba kattığı, devrimin Kürdistan’da ve Türkiye’de farklı seyirler alarak gelişmesi durumunda; Türkiye devrimini kır ayağıyla Kuzey Kürdistan devrimine, Kuzey Kürdistan devrimini de şehir ayağıyla Türkiye devrimine bağımlı kılmış olmasından ötürü, baştan her hangi bir öngörüsü ve ‘olasılıklar’ perspektifi olmadığından; apışıp kalmasına, yani bir başka ifadeyle, gelişmelere yön veremeyip ve önderlik etme yetisi gösteremeyip, seyirci kalmasına sebep olacak kadar ‘kör’ ve sakat bir özellik de taşımaktadır.

Ve daha önce de ifade ettiğimiz gibi bütün bu sorunlu yanların ve açmazların başta gelen temel nedenlerinden biri, iki farklı sosyo-ekonomik yapıya ilişkin çözüm perspektifini, söz konusu bu farklı yapıların farklı devrim süreçlerini gerektiren özgünlüklerini es geçen ‘ortalamacı’ bir tekleştirme üzerinden oluşturmaya çalışması ve keza aynı zamanda devrim stratejilerini de devrim aşamalarıyla özdeşleştirmesidir.

Oysa Kongre bilinci söz konusu bu iki temel yanlışa düşmeden hareket etmiş olsaydı; öncelikle Türkiye ve kuzey Kürdistan’ı farklı sosyo-ekonomik gerçeklikleri üzerinden elealırdı. Her iki ülkenin devriminin yöneleceği ortak bir baş düşmanı olmasıyla birlikte ve ama verili anda her iki ülkenin devrimci dinamiklerini farklı çelişmelerin koşulladığını, dolayısıyla da bu güçlerin ortak düşmana karşı savaşlarını ortaklaştırabilmelerinin ancak her iki parçanın kendi baş çelişmeleri üzerinden geliştirecekleri devrimci savaşın diyalektik bütünlüğü sonucu mümkün olabileceğini görmekte zorlanmazdı. Ve böylece de olsa olsa, esasen sadece Kuzey Kürdistan somutunda ihtiyaç duyulabilecek gerilla savaşıyla, TAS’ın bir tarz birleşmesi diyebileceğimiz özgün bir devrim stratejisini, ‘Türkiye – Kuzey Kürdistan somutunda ihtiyaç duyulabilecek gerilla savaşıyla, TAS’ın bir tarz birleşmesi diyebileceğimiz özgün bir devrim stratejisini, ‘Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyası’nın bütünün de geçerli olabilecek bir strateji olarak ilan etme ihtiyacı duymazdı. Türkiye’de Leninist TAS’nın Kuzey Kürdistan’da ise TAS ile kır merkezli gerilla savaşının eş güdümlü ele alınması üzerine oturan özgün devrim stratejisinin geçerli olduğunu tespit etmede bir sıkıntı yaşamazdı. Ve keza bu her iki devrim stratejisini ‘Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyası’nın ‘Birleşik Devrim Stratejisi’ üst başlığı altında sentezlemekte de herhangi bir çekince duymazdı. Öte yandan bu her iki ülke devriminin de yine her bir ülkenin çeşitli milliyetlerden proletaryasının öncü kurmayları olan bizzat kendi komünist partileri önderliğinde örgütlenmesi gerektiğini ilan etmekte de, ML bilimi adına, herhangi bir tereddüde düşmezdi.

Her iki ülkenin verili süreçteki olguları birleşik devrimci mücadeleyi komünistlerin önünde zorunlu bir gereklilik seçeneği şeklinde tuttuğu müddetçe; komünistler, ortak düşmanı alt etmek ve de ortak geleceği birlikte inşa etmenin bir yolu olarak bu ortaklaşan mücadeleyi tam bir enternasyonalist ruhla yürütmenin gereklerine uygun olarak, merkezi bir üst örgütlülük oluşturmanın kaçınılmaz bir zorunluluk oluğunun bilinciyle; Türkiye ve Kuzey Kürdistan komünist partilerini merkezi bir çatı altında örgütlenmeyi de, yine koşulların zorunlu bir gerekliliği sayar. Çünkü mevcut koşullarda her iki ülke devrimin başarıya ulaşması ve zaferini koruyabilmesi önemli orada bu stratejik birlikteliğe bağlı olacaktır.

Evet, Kongre iradesi şayet hem nesnel olguların doğru tahlili ve hem de yaşana gelen koca bir mücadele tarihimizin sorgulanması üzerinden sorunları ele almış olsaydı; Türkiye ve Kuzey Kürdistan devriminin, baş çelişkilerinin artık belirgin olarak farklılaşmaya başladığı andan itibaren, Kaypakkaya’nın 1972’de önerdiği devrim teorisinin bu yeni durum karşısında yetersiz duruma düşmüş olduğunu ilan etmekte ve bu aşama itibariyle Türkiye ve Kuzey Kürdistan’daki devrimin artık bu her iki ülkeye özgü, farklı iki devrim programıyla mümkün olabileceğini tespit etmekte kararsızlık göstermezdi. Bilir ve ilan ederdi ki; Türkiye ve Kuzey Kürdistan’daki devrim artık Türkiye’de sosyalist devrim programı ve TAS ile; Kuzey Kürdistan’da ise ulusal demokratik halk devrimi programıyla ve TAS ile kır merkezli gerilla savaşının özgün birlikteliğinden oluşan bir başka devrim stratejisiyle olmak üzere, böylesine farklı iki ayrı kulvardan akmak suretiyle gerçekleşebilir olacaktır.

Bilir ve kabullenirdi ki; her biri kendi özgün koşullarının eseri olarak şekilleniyor olsa da, aslında farklı bu iki devrim kulvarı, iki ülkenin ‘tek devlet’ yapılanması altındaki bira arada duruşları devam ettiği sürece; en azından ‘asgari müşterekler’ zemininde buluşmaları ve bir birine karışarak, ortak hedeflerine doğru, birlikte akmaları kaçınılmaz bir zorunluluktur.

İşte olgunun bu kaçınılmaz gerekliliğinin Türkiye ve Kuzey Kürdistan devrim stratejisini yeni bir biçime, ‘Birleşik Devrim Stratejisi’ tarzında, özgün bir biçime kavuşturduğunu teslim etmekte çekinik olmayacaktı. Tabii şayet malum dogmatik ‘korkular’ ve bahsettiğimiz temel kaygıları olmasaydı!..

Ve ama ne yazık ki ‘say’la, ‘şey’le olmuyor işte... Ortada bir kongre kararları gerçekliği var ve o gerçeklik içinde hem ‘şayet böyle olsaydı’ dediğimiz şeyler yok ve hem de ulaşılan sonuçlar maalesef ki derde deva olur türden değil. Çünkü bu Kongrenin sosyo-ekonomik yapı tahlili, hem devrim aşamaları ve hem de devrim stratejileri adına ortaya koyduğu toplam teori, Türkiye ve Kuzey Kürdistan’ın somut şartlarının somut tahlilinin isabetli bir analizi üzerinden şekillenmiyor. Ciddi yetmezlikler ve kusurlar taşıyor. Haliyle de kaçınılmaz olarak ortaya öznel-kurgusal ve ‘yıldız’lı eklektik şeklinde bir teori çıkmış oluyor. Ve tabi bu sonuç aslında hiç de şaşırtıcı olmuyor. Olmaz da; çünkü izlenen yöntemin vardıracağı olağan durak zaten ancak ki bu olabilirdi.

Ve tabi MKP III. Kongre bilincinin ortaya koyduğu teorinin bütün bu problemli ve sakat yanlarına karşın; yine de bu teori ve duruşun revizyonizm, ya da ‘tasfiyecilikte yeni bir aşama’ veya ‘yarım fokoculuktan tam fokoculuğa geçiş’ vb. türden uç nitelemeleri hak etmediğini; bütün bu nitelemeleri çağrıştıracak her ne var ise, bunların MKP somutunda henüz sadece birer sapma, eğilim ve potansiyel risk boyutunda ve dolayısıyla partinin kolektif bilinciyle düzeltilebilir, aşılabilir şeyler olduğunu tespit etmek, herhalde ki daha gerçekçi ve isabetli olacaktır.

6-) “DEVRİM STRATEJİSİNE İLİŞKİN TPK/ML’NİN GÖRÜŞLERİ” SORUNU:

Devrim stratejisi sorununda buraya kadar söylemiş olduklarımızla; aslında bir bakıma, Partizan Dergisi Özel Sayı’da ortaya konan görüşlere de yanıt vermiş sayılırız. Bu bakımdan belki de ayrıca ve özel olarak bir ele alış gerekmiyor da olabilir. Fakat biz yine de gerek konunun güncel önemi ve gerekse tartışılacak olmasından ötürü, öne çıkan belli başlı bazı yönleri, biraz daha ‘bize özgü’ boyutları üzerinden sorunu sorgulamanın isabetli olacağını düşünüyoruz.

Partizan Özel Sayısında, MKP III. Kongresi’nin ortaya koyduğu devrim stratejisi teorisine, şu esaslar üzerinden bütünlüklü/esaslı bir itiraz ortaya konmaktadır. Örneğin denmektedir ki:

1-)“Her şeyden önce MKP’nin sosyalist halk savaşı stratejisi halk savaşını sulandırmaktadır. (…) Halk savaşı stratejisi tektir; yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelere özgüdür. Başına sosyalist kelimesi eklemekle içeriği değiştirilemeyecek denli gerçektir.” denildikten sonra; “Devrimci silahlı mücadelenin ‘halk savaşı’ sayılabilmesi çin şu özellikleri içermesi gerekir”, şeklinde dile getirilmiş olan bu ön açıklamayla; şu, ‘olmazsa olmaz’ dört ilke kalıbına alınmış ol an, bir ‘halk savaşı’ tanımı yapılmaktadır:

“Birincisi, bu devrimci silahlı mücadelenin ‘uzun süreli savaş stratejisi’ne dayanması zorunludur. (…)

“İkincisi, kızıl politik üs alanlarını ‘uzun süreli savaş stratejisi’nin temel bir bileşeni olarak görmesidir.

“Üçüncüsü, şehirlerin kırlardan kuşatılması tabanına yaslanmasıdır. (…)

“Dördüncüsü Komünist Partisi ve proletaryanın önderliğini devrimci savaşın elzem koşulu görmesidir. (…)”3

Sıralanan ‘olmazsa olmaz’ babındaki bu dört ‘kalıp’ ilkenin olduğu gibi ve tümüyle doğru olduğu kabul edilse bile; bunların ‘Halk Savaşı’nın değil, Maoist devrim stratejisi olan ‘Uzun Süreli Halk savaşı Stratejisi’nin esasları olabileceğini; ‘Halk Savaşı’nın ise, biline gelen USHSS ve TAS şeklindeki bu iki devrim stratejisini de içine alan genel bir üst başlık olabileceğini; gerek 1 no.lu ve gerekse 2 no.lu dipnotlarda bahsi geçen çalışmalarımızda teferruatlıca ortaya koymuştuk. Dolayısıylada burada bunların tekrarına girmeyeceğiz.

Şu son derece açıktır ki; burada ileri sürülen ‘kalıp’ ilkeler tamamen zorlama, öznel kurgu marifetli argümanlardır: Çünkü bunlar her şeyden önce ‘Halk Savaşı’nın değil, olsa olsa USHSS’nin esasları olabilirler. Fakat ne var ki bunlar USHSS için de aynı zorlama kurgusal özellik taşımaktadırlar: Mesela ‘dördüncü’ ilkede öne sürülen ve ‘Komünist Parti ve Proletaryanın önderliği’ koşulu, aynı paragrafın sonunda yer verilen Mao Zedung görüşü tarafından boşa çıkarılabilmektedir. Çünkü Mao Zedung KP önderliğinin gerekliliğini bir ‘Devrimci Savaş’ın ‘Halk Savaşı’ sayılabilmesinin zorunlu bir koşulu olarak değil; ‘Devrimci Savaş’ın başarıya ulaşabilmesinin koşulu olarak ileri sürer. Partizan Dergisi Özel Sayı’nın Mao’dan yaptığı alıntı aynen şöyledir.

“Bu çağda proletarya ve Komünist Partisi’nin önderliği altında olmayan, ya da önderliğinden çıkan herhangi bir devrimci savaş (bu vuruya dikkat lütfen. Bakın, ‘herhangi bir devrimci savaş’ diyor. Yani örneğin sırf USHSS değil, aynı şekilde TAS seyrince gelişecek bir ‘devrimci savaş’ da aynı akıbeti yaşayacaktır demektir bu. BN.), YENİLGİYE UĞRAMAYA MAHKUMDUR.” diyor.4

Ekstradan yorumlamayı gerektirmeyecek kadar açık-net bir ifade... Ve sırf bu bile, öteden beri ileri sürülen, katı bir şekilde savunusu yapıla gelen bu son derece şatafatlı görüş ve iddiaların aslında ne kadar da temeliz kurgular ürünü olduğunu, Mao Zedung’a rağmen onunu adına ahkam kesmeler olduğunu göstermeye yeter de artar.

Ve ancak biz, andığımız çalışmalarımızda, ‘ikinci’ ‘kalıp’ ilkede ileri sürülen koşulun da, atfedilmeye çalışıla gelen anlamıyla, Mao Zedung’da herhangi bir karşılığının bulunmadığını da somutlaştırmıştık.5

“Ama biz biliyoruz ki –diyor PÖS- arkamıza aldığımız 20. Yüzyıl devrim pratikleri iki devrim stratejisini tanıtlaya gelmiştir. Bunlardan biri Rus ve diğeri de Çin devrim örnekleridir. İlkinde şehirlerden kırlara, ikincisinde kırlardan şehirlere taşındı devrim (…)”6şeklindeki bu görüşleriyle, Mao Zedung adına ‘Halk Savaşı’nı Çin devrimi örneğinde vücuda gelen devrim stratejisiyle özdeşleştiren, ona indirgeyen anlayış sahipleri, ilginçtir ki Mao Zedung’tan buna dair somut herhangi bir alıntı/’kanıt’ da sunamıyorlar.

Sunamazlar da!.. Çünkü Mao Zedung Çin devrim stratejisini USHSS olarak tanımlar. Hiçbir yerde ‘Halk Savaşı’nı bu özgün devrim stratejisiyle özdeşleştiren ifadeler kurmaz. Tam tersine, PÖS’deki yaklaşımları ileri sürenlerin teslim etmek zorunda kaldığı gibi, Mao Zedung da sorunun genel çerçevesi ‘üç aşağı-beş yukarı’ şöyledir: “Mao’nun Askeri Yazıları dikkatli bir gözle incelendiğinde görülecektir ki, savaşa ilişkin kullanılan kavramlar, ‘Uzun Süreli Savaş’, ‘uzun süreli savaş stratejisi’, ‘uzun süreli ve dağınık halk gerilla savaşı’, ‘esnek ve yaygın gerilla savaşı’, ‘hareketli savaş’, ‘gerilla savaşı’ gibi kavramlardır: Mao’nun tüm eserinde halk savaşı kavramı bu kullanılan kavramların yanında hemen hemen kayda değer bir yer kaplamaz ve o da; silahlı silahsız tüm halkın uzun süreli savaşı, hareketli ve gerilla savaşı olarak tanımlanır. Askeri bir kavram olarak halk savaşından değil, uzun süreli savaş stratejisi kavramından söz eder Mao. Ve uzun süreli, dağınık gerilla savaşı tarzındaki mücadele biçimini bu stratejisinin içine yerleştirir.”7

İşte bütün bunları da teslim etmek zorunda kalan PÖS, ilginçtir, yine de dönüp dolaşıp aynı boruyu öttürmeye de devam edebiliyor: “Ama bu da yetmez, halk savaşı özünde tüm bunlar eşliğinde ‘uzun süreli ve dağınık halk gerilla savaşı’nın (…) kendisidir ve böyle adlandırmalıdır. (…)”8

Her neyse, burada Mao Zedung adına öznelci zorlamalarla teori oluşturulmaya çalışıldığı açıktır: ‘Halk Savaşı’nın gerçekte ne olduğunu ve biline gelen iki devrim stratejisinin neden ‘Halk Savaşı’nın farklı özgünlüklere uyarlı biçimleri olduğunu da ilgili çalışmalarımızda ele almış olduğumuzdan; konunun bu boyutunu da burada özel olarak ele almayacağız. Şu kadarını söyleyelim ki; MKP III. Kongre bilincinin teorize ettiği ‘halk savaşı’ ve de ‘sosyalist halk savaşı’ anlayış ve ele alış tarzlarına karşı esastan itiraz etmek gerekli ve meşru bir tutum olmakla birlikte; ancak ne var ki bu tavır, PÖS’de sergilenen ve bugüne değin de savunula gelen ‘halk savaşı’ anlayışının doğruluğunun bir kanıtı olmaz/olmuyor da. Yani bir yanlışa itiraz bir başka yanlış üzerinden yapılıyor. Bir nevi kısır döngü hali anlayacağınız.

2-) “MKP III. Kongresi ise, sosyalist halk savaşı stratejisi içine toplu ayaklanma ile gerilla savaşının birliğini yerleştirmiş ve bu eş güdüme de kır-şehir diyalektiği adını vermiştir. (…) Halk savaşı stratejisi toplu ayaklanmayı temel almaz; bu ancak stratejik saldırı döneminin son aşamalarında gündeme gelecek bir şeydir. Bu bakımdan toplu ayaklanma ile gerilla savaşını birleştirme çabası ister istemez ‘koordineli savaş’a çıkar. Nihayet bu çifte devrim stratejisidir. (…)”9

Öncelikle belirtmek gerekiyor ki burada MKP III. Kongresi’nin ‘sosyalist Halk savaşı Stratejisi’ adı altında ‘toplu ayaklanma ile gerilla savaşını birleştirmiş’ ve yeni özgün bir devrim stratejisi ortaya çıkarmıştır, şeklindeki bu yorumlayış, esasen isabetli değildir. Çünkü öngörülenler sorgulandığında görülecektir ki sadece lafızda kalıyor bu iki devrim stratejisinin eş güdümü ve birleştirilmesi. Çünkü bu ‘yeni sentez’de, bir devrim stratejisi olarak, TAS’ın öngördüğü esasların hiçbiri söz konusu olmuyor. ‘Kır-şehir diyalektiği’ adı altında yapılan şey ise, sadece ve sadece, USHSS’nin öngördüğü gerilla savaşı tarzındaki silahlı mücadelenin şehirlere, daha özel olarak söylemek gerekirse, kapitalist ülke koşullarına uyarlanmaya çalışılmasından ibarettir. ‘Toplu Ayaklanma Stratejisi’ ise yukarıdaki alıntıda da isabetlice belirtildiği gibi, aslında tamamen USHSS’nin son evresindeki kitlelerin toplu ayaklanmasına indirgenmiş oluyor. Hal Böyle olunca da; MKP III. Kongresi’nin, TAS’ın öngördüğü bir mücadele stratejisi/hattını savunduğunu söylemek de isabetli olmaz.

Öte yandan Partizan Dergisi Özel Sayı’sının ‘Halk Savaşı Stratejisi toplu ayaklanmayı temel almaz’ şeklindeki bu belirlemenin devamında söylemiş olduğu; ‘bu ancak stratejik saldırı döneminin son aşamalarında gündeme gelecek bir şeydir.’ Şeklindeki bu yaklaşımıyla da, aslında hem ‘Halk savaşı’ USHSS’ne indirgeniyor ve onunla özdeşmiş gibi sunuluyor ve hem de aslında bir devrim stratejisi olarak TAS, götürülüp bir başka devrim stratejisinin son evresindeki o malum askeri taktiğe/tarza indirgeniyor.

Görüşümüzce bu her iki ele alış da yanlıştır: Evet, elbette doğrudur; USHSS ‘toplu ayaklanma’ tarzını esas alan bir strateji değildir; (böyle olsaydı zaten başka bir devrim stratejisi olmazdı, değil mi?) ama bunu ta en başından itibaren kapsar da. Yani TAS, USHSS’nin sadece son safhalarındaki ‘toplu ayaklanma’ biçimindeki askeri tarzı’yla yer alıyor değildir: Sorunu böyleymiş gibi sunmak son derece yanılgılı bir ele alış olur. Çünkü bilinir bir şeydir ki; USHSS’nin kapitalist üretim ilişkilerinin hakimiyetindeki şehir ve bölgelerdeki mücadele ve örgütlenme tarzı, ta en başından itibaren, tamamen TAS’ın öngördüğü esaslar üzerinden yürür. Dolayısıyla da denilebilir ki, USHSS zaten ta en başından itibaren şehir merkezli TAS ile kır merkezli uzun süreli gerilla savaşının birlikte ve eş güdümlü olarak ele alınması prensibi üzerine kurulu bir stratejidir. Bu, devrim stratejisindeki ‘kır-şehir diyalektiği’nin yalın-somut bir ifadesidir de. Hal böyle olunca da Partizan Dergisi’nin ‘toplu ayaklanma ile gerilla savaşını birleştirme çabası (ki, daha önce de belirttik; III. Kongre iradesinin ortaya koyduğu ‘yeni sentez’ böylesi bir çabanın ifadesi değildir: Onların çabası, ‘kır merkezli gerilla savaşı’ tarzını, aynıyla, şehir merkezli gerilla savaşıyla ‘tamamına erdirme’ çabasıdır. ‘Kır-şehir diyalektiği’nden kastettikleri de zaten tastamam budur. BN.) ister istemez ‘koordineli savaş’a çıkar.” şeklindeki bu söylemin, USHSS’nin öz mantığını kavrayamadığının, devrimin sadece kır merkezli gerilla savaşı ve bunun üst evre tarzlarıyla zafere erişebileceğinin, şehirlerin buradaki rolünün esasen lojistik destek sunmaktan ibaret görüldüğünün ifadesinden başka bir anlama gelmeyeceği/gelmediği açıktır.

Oysa sırf Nepal örneğinde yaşananlar doğru tarzda sorgulanıp tecrübe edilebilinseydi, rahatlıkla görülürdü ki oradaki komünistler de, tıpkı bizde olduğu gibi, USHSS’nin ‘kır-şehir diyalektiği’ni ‘kırlar esas’, ‘gerilla mücadelesi esas’ ve ‘şehirlerdeki çalışmalar tali’ şeklindeki belirlemeyle dengeyi aleni bir şekilde ‘doz aşımıyla’ şehirlerin aleyhine olacak şekilde bozup; esasen (evet esasen) tek ayağı üzerinden yürümeye mahkûm bırakılmıştır.

Ve ancak pratik süreç seyrinde görülmüştür ki savaş, gerilla tarzıyla kırsal alanlarda ‘denge aşaması’ düzeyinde hatırı sayılır ciddi ve önemli kazanımlar/mevziler sağlama düzeyine dek yükseltilebilmişken; şehirlerde kitlelerin (devrim güçlerinin saldırı aşamasına, silahlı toplu ayaklanma hamlesine göre hazırlanması, tabiri caizse adeta savsaklanı verilmiş. Yani savaşın şehir ayağı oluşturulamamış. Haliyle de gerilla ordusunun (daha doğrusu halk ordusunun) şehirleri kuşatmış olması kendi başına sonuç alıcı olamayacağından; daha ileri hamleler yapma şansı dumura uğramış oldu… Ve malumumuz olduğu üzere Nepal’li komünistler işte ancak bu pratikle yüz yüze kaldıktan sonra ‘hal çareleri’ arayışına koyulabildiler. Ve işte o TAS ile USHSS’nin yeni tarzda sentezlenmesi teorisi de esasen bu olgunun bir ürünü olarak piyasaya çıkmış oldu. vs. vs.

Ki, aynı ele alış tarzı, denilebilir ki üç aşağı-beş yukarı, benzeşir biçimiyle bizde de yaşanmıştır. Şehirler ve şehirlerdeki parti faaliyetleri esasen kırların/gerillanın savaş gereksinimlerinin karşılanması tarzının/kapsamının ötesine geçememiştir dense, yeridir. Dolayısıyla bizim özgülümüzde de USHSS’nin öngördüğü ‘kır-şehir diyalektiği’ ta başından beri tek ayağı üzerinden, topal haliyle, ele alına gelmiştir. Yani biraz daha amiyane bir ifadeyle dile getirmek gerekirse; ta en başından itibaren savaşı örgütleme tarzımız, bariz bir şekilde ‘topal ördek’ misali olagelmiştir: Kırda da şehirlerde de kitlelerin örgütlenmesi – kazanılması ve şehirlerdeki mücadelenin TAS uyarınca ele alınması boyutu hep savsaklana gelmiştir.

Kanaatimizce günümüzde bu sorunu nispeten daha ‘kitabına uygun’ bir, ‘dengeli’ biçimiyle ele alan ve hayata uygulamaya çalışan örneklerde mevut elbet. Mesela Kuzey Kürdistan’da PKK’nın, Filipinli komünistlerin, Kolombiyalı devrimcilerin ve bir dereceye kadar da Hindistanlı Maoistlerin savaşı, kır ve şehir ayaklarında nispeten daha dengeli/uyumlu, birbirini tamamlayıp bütünleştiren bir şekilde ele alarak, her iki sahada da savaşı hatırı sayılır maddi-manevi bir güce kavuşturmayı başardıkları rahatlıkla söylenebilir.

Yani kısacası şunu söylemeye çalışıyoruz: Partizan Dergisinde sergilenen anlayışın, ‘koordineli savaş’a tam olarak nasıl bir içerik ve kapsam atfederek, bunun, USHSS’nin karşısında yer alan bir ‘tarz’ olduğuna hükmetmiştir, bilemiyoruz. Fakat şayet yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi; TAS ile uzun süreli gerilla savaşının aynı devrim süreci içinde, tek bir devrim stratejisinin veya iki farklı devrim stratejisinin içinde, birlikte ve eş güdümlü bir şekilde ele alınmasını ‘koordineli savaş’ olarak niteliyorsa, ve de; ‘yanlıştır’ denilerek karşı çıkılan özelliği buysa, bu durumda rahatlıkla söyleyebiliriz ki; evet, USHSS aynen de böylesi bir özelliğe yapısal olarak sahiptir. Buna karşı çıkmanın haklı herhangi bir gerekçesi olamaz.

İşte tamamen bu anlam ve kapsamda olmak üzere, USHSS elbette ki bir anlamıyla aynı zamanda ‘çifte devrim Stratejisi’ni içerir. Ve ama çifte devrim aşamasını içermez.

Şayet bir ülke birbirinden niteliksel olarak farklı sosyo-ekonomik yapı özellikleri arzeden farklı bölgelerden oluşuyorsa, ya da mesela tıpkı ‘Türkiye’de olduğu gibi sosyo-ekonomik yapıları ve baş çelişmeleri itibariyle birbirinden farklı özellikler taşıyan iki ülkeden oluşuyorsa, burada kaçınılmaz olarak farklı devrim aşamaları da söz konusu olacaktır. Ve şayet bu farklı sosyo-ekonomik birimlerde farklı devrim stratejileri söz konusuysa, mesela bir yerde TAS, diğer yerde USHSS söz konusuysa, işte burada daha önceki bölümlerde ifade ettiğimiz tarzda, gündeme bir de ‘Birleşik Devrim Stratejisi girer. Ve elbette bu strateji iki farklı devrim stratejisinin birlikteliği ve eş güdümün sağlanması anlamında da ‘koordineli savaş’ özelliğindedir de. Ve elbette ‘çifte devrim Stratejisi’ni içerir.

Ve galiba Partizan Dergisi, ‘koordineli savaş’ ve ‘çifte devrim Stratejisi’ni, andığımız bu ikinci anlam ve kapsamıyla ele alıyor olmalı. Karşı çıkışının kendince haklı gerekçesi de herhalde ki şu oluyor: “Türkiye’ gerçekliği iki farklı sosyo-ekonomik yapıya sahip ülke veya bölgeler içermiyor. Dolayısıyla da farklı devrim aşamaları sözkonusu edilemez. Dolayısıyla da devrimi farklı programlar üzerinden ve farklı şekil ve yollarla ele almayı gerekli kılacak herhangi bir gerçeklik yoktur.

Evet, ‘koordineli savaş’ ve ‘çifte devrim Stratejisi’ne böylesine kararlı ve ısrarlı katı karşı çıkışlarının ardında her haldeki bu türden bir algı yatıyordur. MKP III. Kongresi’nin öngördüklerinde de, işte sanırız bunun emarelerini görmüş olmalılar: Siz aslında iki farklı sosyo-ekonomik yapı, iki farklı devrim aşaması ve iki farklı devrim stratejisi öngörüyorsunuz. Fakat bunu şimdilik açıktan ortaya koymaya yanaşmıyor, dolaylı yollardan, etrafından dolanarak geliyorsunuz. Gözümüzden kaçtığını sanmayın sakın. Siz istediğiniz kadar maske kullanın, ama gerçekliğiniz budur işte. Öngördüğünüz ‘yeni sentez’iniz asıl niyetinizi ele veriyor. Siz alasından ‘koordineli savaş’ ve ‘çifte devrim Stratejisi’ni öngörmektesiniz.

MKP III. Kongresi bilincinin ‘arka planı’ böyle midir, ‘gizli ajanda’larında olan bu mudur bilemeyiz. Nihayetinde, açıktan ifadeler üzerinden somutlanamadığından, spekülatif yorum ve akıl yürütmelerden öte geçmez bu türden söylemler.

MKP’yi bilmeyiz ama, daha önceki bölümlerde ortaya koyduklarımızdan da anlaşılacağı üzere biz; ‘Türkiye’yi Türkiye ve Kuzey Kürdistan olmak üzere iki farklı ülke, iki farklı sosyo-ekonomik yapı, haliyle iki farklı baş çelişme ve iki farklı devrim aşamasıyla tanımlamanın doğru ve isabetli olacağını düşünüyoruz.10 Ve keza iki farklı devrim stratejisini içeren ‘birleşik devrim Stratejisi’nin gerekli olacağını ileri sürüyoruz.

Dolayısıyla da burada eleştiri konusu olabilecek yön, olsa olsa, MKP III. Kongre iradesinin ve Partizan Dergisi’nde ki TKP/ML’nin bu gerçeği göremeyen dogmatik-mekanik ezberci yaklaşımları ve ele alış tarzları olabilir. Ve keza Partizan Dergisi ‘Koordineli savaş’ ve ‘çifte devrim stratejisi’ olgularının her halükârda reddedilmesi gereken şeylermiş gibi sunan yaklaşımı eleştiri konusu olabilir.

3-) “(…) öte yandan, kitlelerin yoğunlaştığı şehirleri esas mücadele alanları olarak belirleyip devrimci savaş içerisinde ‘küçükten büyüğe doğru askeri bağlamda genel halk ayaklanması’ gibi sözcükler, Marksizmin klasiklerinden, özellikle Marks ve Lenin’deki ilgili tezlerle tam bir karşıtlık halindedir.” Şeklindeki bu itiraz, bizim de önceki bölümlerde ifade ettiğimiz gibi esasen isabetli bir itirazdır. Ve evet MKP III. Kongresinin şehirler için öngörmüş olduğu bu askeri çizgi ‘aşarı sol sekter bir tutum11’un ifadesi olabilir ancak ki.

4-) “Bu aşırı sol söylem, karşı-devrimin en güçlü olduğu şehirler geçerliğiyle örtüşmez ve böylesine bir stratejiye de halk savaşı denmez.

Bu bakımdan MKP’nin düşsel halk savaşı kavramı, bu kavrama yüklediği içerik ve hele hele halk savaşının başına sosyalist kelimesini ekleyerek yüklediği yeni anlam yalnızca halk savaşını karikatürleştirmektedir. (…)”12şeklindeki bu itirazı da bir boyutuyla isabetlidir. Ancak vurgulamak gerekir ki eksiktir. Çünkü MKP III. Kongre bilinci, SHSS dediği stratejiyi, söylem babında da olsa, iki devrim stratejisinin birlikte ve eşgüdümlü ele alınışı olarak sunduğu durumda, burada karikatürleştirilen sadece USHSS olmuyor, aynı şekilde TAS’da dumura uğratılmış oluyor.

5-) Partizan Dergisi Özel Sayı’daki tutum alışta MKP III. Kongresi’nin şehir merkezli ‘yeni devrim Stratejisi’ne bir diğer esaslı itiraz da; ‘şehirlerin kırlık bölgelerinden kuşatılması’ esası üzerine oturan devrim stratejisinin, ülkenin yarı-sömürge pozisyonunu devam ettiği sürece geçerliliğini koruyacağına ilişkindir. Bunu da Kaypakkaya’nın: “yarı-sömürge ülkeler, emperyalizmin yarı işgali altında olan ülkelerdir. Bu gibi ülkelerde emperyalizmin hakimiyetini, esas olarak, yerli geçici sınıflar vasıtasıyla devam ettirmekle birlikte, kendisi de onlara üsleriyle, tesisleriyle, askerleriyle, filosuyla, silah yardımıyla… çeşitli şekillerde destek oluyor. Bu nedenle yarı sömürge, yarı feodal ülkelerde ‘şehirlerin kırlardan kuşatılması’ stratejisi, sadece feodalizmin mevcudiyetinden ve köylülerin nüfusun çoğunluğunu teşkil etmesinden değil, aynı zamanda emperyalizmin yarı işgalinden de ileri gelmektedir.”13 şeklindeki bu görüşleri üzerinden temellendirmektedir.14

Tabii besbelli ki burada Kaypakkaya’nın bu görüşlerinin sorgulanmaya dahi gerek duyulmayacak kadar ‘doğru görüşler’ olduğu ön kabulü söz konusudur.

Oysa bir genelleme karakteri arzeden Kaypakkaya’nın bu görüşlerinin problemli olduğu çok açıktır. Çünkü yarı-sömürgelik durumunda devrim ile karşı – devrim arasındaki güç dengesinde emperyalizmin yukarıdaki pasajda söz konusu edilen tarzdaki fiili varlığı, ‘yerli gerici sınıflar’ addedilen karşı devrimci güç kapsamında kalıyor olacağından; öncelikle kitlelerde, fiili işgal durumunda olduğu gibi bir ulusal karşı duruş bilincinin ortaya çıkmasını otomatikman koşullamayacaktır/nitekim koşullamıyor da. Haliyle de ülkenin büyük/metropol şehirleri haricindeki şehir ve kırsal alanları kendiliğinden birer milli savaş alan ve tabanı haline geçmeyecektir. Yani burada sorun, dikkat edilirse hem dar anlamda bir köylü nüfus tabanı ve hem de kırsal arazi kapsamının ötesinde bir gerçekliğe bürünmüş oluyor. Bu durum doğrudan baş çelişme sorunuyla ilintili bir karakter arzeder. Fiili işgal durumu olmadıkça emperyalist güçlere karşı ülkenin büyük şehirleri dışındaki ‘vatan toprağı’ ‘anti-emperyalist milli savaş’ tarzı bir savaşın üsleri haline geçmez. vs. vs.

Bu bakımdan tek başına yarı-sömürgelik durumunun ‘şehirlerin kırlardan kuşatılması’ stratejisine nesnel zemin sunacağı şeklindeki bir görüşün gerçekçi olmadığı, esasen de sübjektivist bir yorumlayış olduğu açıktır.

Kaypakkaya’yı: “Feodalizmin giderek çözülmesi ve ona bağlı olarak köylü nüfusun azalması halinde de bu strateji gerçekliğini korur.” şeklindeki bu ve yukarıdaki sonuca vardıran referans saptaması şudur: “Özetlersek ‘şehirlerin kırlardan kuşatılması’ stratejisini tayin eden şey devrimle karşı-devrim arasındaki kuvvet ilişkisinin köylerde, şehirlere nispetle, daha fazla devrimin lehine olmasıdır. Karşı-devrim zincirinin en zayıf halkasının köylük bölgelerde olmasıdır.”15

Öncelikle belirtmek gerekiyor ki; Kaypakkaya, ‘şehirlerin kırlardan kuşatılması stratejisi’ni, genel bir ele alışla, yarı-feodal ve yarı-sömürge ülke koşullarının demokratik ve ulusal demokratik devrimlerinin yolu alarak öne sürüyor. Böyle olunca da burada karşımıza özgünlükleri ve farklı gelişmişlik düzeylerini önemsizleştiren bir genelleme çıkmış oluyor.(Doğrudur; elbette ‘şehirlerin kırlardan kuşatılması’ stratejisini tayin eden şey, devrimle karşı-devrim arasındaki kuvvet ilişkisinin köylerde, şehirlere nispetle, daha fazla devrimin lehine olmasıdır.) Ancak bu, ‘yarı-feodal, yarı-sömürge’ üst belirlemesiyle anılabilecek her koşulda böyle olmayabilir. Teorik olarak da pratik olarak da bu pekâlâ mümkündür. Mesela emperyalizmle ülke halkı/ulusu arasındaki çelişme yarı sömürgelik koşullarında baş çelişme olarak öne çıkmaz. Dolayısıyla da yukarıda bahsettiğimiz şekilde dinamik ve fiili bir anti-emperyalist savaş ve cephe olgusu şekillenmez. Ve keza yarı-sömürgelik koşullarında emperyalist güçlerin ülke topraklarındaki askeri gücü, devrim ile yerli karşı-devrim gücünün kuvvet ilişkisini esastan bozacak nitelikte olmayıp, daha ziyade ‘sembolik’ bir önem arzeder. Ve keza bu askeri güç, devrimci mücadelenin ta en başından itibaren çatışmanın doğrudan bir unsuru olarak devrede olmayacağından, devrim ile karşı devrim arasındaki kuvvet ilişkisinin hesaplanmasında bu ancak ki yan, dolaylı bir unsur olarak yer alabilir. Dolayısıyla da ‘yarı-sömürgelik’ olgusu kendi başına ‘şehirlerin kırlardan kuşatılması stratejisi’nin tayin edici unsuru olan devrimle karşı-devrim arasındaki kuvvet ilişkisini köylerde, şehirlere oranla daha fazla devrimin lehine kılabilecek bir özellik arzetmez. Neden arzetmez? Çünkü devrim ile karşı-devrim arasındaki kuvvet ilişkisini köylerde, şehirlere oranla daha fazla devrimin lehine olmasını belirleyen esas olgu, süreci feodalizmle geniş halk yığınları arasındaki çelişmenin baş çelişme olarak belirliyor olmasının bir ifadesi olarak, devrimin temel gücünü köylülerin oluşturuyor olmasıdır. ‘Şehirlerin kırlardan kuşatılması stratejisi’ni koşullayan esas öğe, kırsal alanın karşı-devrimin zayıf halkası olması değil, temel gücünü köylülerin oluşturduğu devrimin, şehirlere oranla köylerde daha güçlü olmasıdır. Çünkü kırsal alan, şehir merkezli TAS’ın uygulanabilir olduğu koşullarda da ‘karşı-devrim zincirinin en zayıf halkası’dır. Dolayısıyla da burada ‘şehirlerin kırlardan kuşatılması stratejisi’ni tayin eden esas olgu kırsalın karşı-devrimin zayıf halkası olması değil, mevcut koşullarda köylülüğün devrimin temel gücü olmasından ötürü, kırsalın şehirlere oranla devrimin en güçlü zemini olmasıdır.

Ve burada şunun altının önemle çizilmesi gerekiyor diye düşünüyoruz: Köylülüğün nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturduğu her durumda ‘şehirlerin kırlardan kuşatılması stratejisi’nin geçerli olabileceği sonucuna da varılamaz. Ve keza ‘neden-sonuç ilişkisi’ bağlamında söz konusu devrim stratejisi alternatifsiz tek seçenek durumunda da olamaz, değildir de. Nitekim Mao Zedung’un kendisi de buna önemle dikkat çeker. Hatırlanacağı gibi bir kısım Güney Amerika ülkeleri Komünist Parti temsilcileriyle yaptığı görüşmede onlara Çin devrimi’ni bire bir emsal almamaları, kendi ülkelerinin özgünlüklerine uygun strateji ve yollar izlemeleri gerektiğini öğütler. Örnek ‘özgünlükler’ durumu üzerinden sorunu açımlar. Özetle derki: Tüm diğer koşulların varlığı halinde bile, şayet ülkeniz son derece küçük bir ülkeyse, uzun süreli üs bölgelerinin oluşturulmasına elverecek denli düşman denetiminin zayıf olduğu uzak-ücra kırsal alanlara sahip değilse, buralarda devrimin ‘şehirleri kırlardan kuşatılması stratejisi’ uyarınca gelişmesinin sıkıntılı olabileceğine işaret eder. Onları kalıpçı olmamaları, esnek ve yaratıcı olmaları yönünde uyarır.

Keza köylülüğün nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturuyor olması koşulu da otomatikman bu stratejiyi tek alternatif olarak öne çıkarıyor olmaz. Nitekim bilinir ki bu konuda tipik ve bariz bir Rusya örneği vardır. Köylülüğün nüfusun %80’ini oluşturduğu devasa bir coğrafya olan koyu despotluk altındaki Çarlık Rusya’sında, devrim pekâlâ da şehir merkezli TAS uyarınca planlanıp programlanmış ve birincisinde olmasa da ikincisinde başarıya ulaştırabilmiştir de.

Ve ama köylülüğün devrimin temel gücü olma vasfını yitirdiği, köylü nüfusun ezici çoğunluğunun kırsaldan kopup kentlere göçtüğü, kalan kısmının da önemlici bir bölüğünün kapitalist üretim ilişkileri altında ‘köylü sorunu’nun öznesi olmaktan çıktığı koşullarda bu stratejinin uygulanabilir olamayacağı da kendiliğinden anlaşılır olsa gerek. Çünkü artık kırsalda şehirleri kuşatmaya imkân tanıyacak denli büyük devrimci bir orduyu var edecek bir ‘temel güç’ bulunmamaktadır. Devrimin öncü gücü de temel gücünün ana bileşeni de artık şehirlerdedir. Yani bir diğer ifadeyle nesnel koşullardaki bu değişikliklerle birlikte devrim ile karşı-devrim arasındaki kuvvet ilişkisi de esastan değişikliğe uğramış oldu. Kırsal kesim karşı-devrim açısından hâlâ ‘en zayıf halka’sı olma konumunu koruyorken; ama aynı zamanda kırsal kesim artık devrimin en güçlü kalesi/üssü de değildir. Önceleri devrimin temel dayanağı pozisyonunda olan köylülük, şimdi artık sadece önemli bir devrimci güç pozisyonundadır. Ve ama buna karşın şehirler şimdi artık sadece karşı-devrimin en güçlü olduğu cephe değildir; devrimin de en güçlü hale geldiği cephedir aynı zamanda.

Hal böyle olunca da Kaypakkaya’nın; “şehirlerin kırlardan kuşatılması stratejisinde tayin edici şey” olarak ileri sürdüğü koşul olan ‘devrimle karşı-devrim arasındaki kuvvet ilişkisinin köylerde, şehirlere nispetle daha fazla devrimin lehine olması’ koşulu artık tersine dönmüş olduğundan, ‘şehirlerin kırlardan kuşatılması stratejisi’ de kaçınılmaz olarak, en tayin edici nesnel zeminini yitirmiş olur.

Dolayısıyla da Kaypakkaya’nın; “feodalizmin giderek çözülmesi ve ona bağlı olarak köylü nüfusun azalması halinde de (ve elbette bu ‘azalma’nın derecesi önemlidir. %80’den %65-70’e düşmesi de bir azalmadır ve ama bu azalış onu temel güç olma pozisyonundan etmezken; %20-25’lere varan azalma ise (ki bu da bir ‘azalma’ halidir.) onu devrimin temel gücü olma vasfından eder. Bu bakımdan azalmanın/çözülmenin derecesi elbette önem arzeder. BN.), bu strateji geçerliliğini korur” şeklindeki bu öngörüsü, söz konusu stratejinin geçerli olabilmesinde temel aldığı koşul ile uyuşmaz, onu boşa çıkarır!.. Çünkü kırsalda devrimi güçlü kılan ana belirleyen unsurun feodalizmin çözülmesine koşut olarak bu vasfını yitirmesi durumunda, yarı-sömürgelik olgusu, geriye kalan %20-25 oranındaki köylüyü (ki, gerçekte bu oran daha da düşüktür.) tekrardan devrimin temel gücü ve haliyle kırları da en güçlü kaleleri yapmaya muktedir olma özellikleri arzetmez/edemez de. Bunlardan ötürü ‘şehirlerin kırlardan kuşatılması stratejisi’nin geçerliliğini koşullayan bir diğer temel etmenin de yarı-sömürgelik durumu olduğunu öngören görüşlerin isabetli olmadığı/olamayacağı rahatlıkla söylenebilir.

Özetle; TKP/ML’nin Partizan dergisi Özel Sayısında ortaya koyduğu; “Kaypakkaya söylemişse doğrudur” vari bir ön kabulle, sorgulamaksızın bunu alıp, MKP III. Kongresinin devrim stratejisine karşı adeta ‘kapı gibi kanıt’ dercesine, itiraz referansı olarak ileri sürmesi, her haldeki bir başka isabetsizlik örneğini oluşturacaktır, deyip, bu konuyu da böylece noktalayalım.

Bitti

1826

Halil Gündoğan

Halil Gündoğan sitemizin köşe yazarıdır. Teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır.

Son Haberler

Sayfalar

Halil Gündoğan

Emperyalizm Üzerine Notlar -2

“Motor Üretimi Yoksa, Emperyalizm De Yoktur”

Soru: 2 -Türkiye'nin kendi tekniği (gelişmiş sanayisinin) yoktur. Örneğin bir motor bile yapamamaktadır. (Marksist Teori'nin Almanya-Frankfur'da 24 Şubat 2024"de düzenlediği "Lenin Dünyaya Bakmak" Sempozyumu tartışmalarından)

TKP-ML TİKKO Genel Komutanlığı: Partimiz Savaşımızı Aydınlatmaya Devam Ediyor: Ona Omuz Ver! Güç Kat!

Ailevi sorunlar, geçim derdi, gelecek kaygısı, hayaller, yaşanmışlıklar, günden güne ömrün tükenmesi ve sonuç olarak hiçbir şey yaşamadığını farkettiğin ve yüreğine bir acının gelip oturduğu an... bunu ikimize kendime armağan ediyorum. Dost varmı ki şu zaman da derdini alıp vuracak sırtına ..ve biz nelerden uzak kalmışız haberimiz yok...şimdi ki dostluklarda ne duman ne tüten var

TKP-ML MK: TKP-ML, 52 YAŞINDA!

“Daha Sıkı, Daha Sağlam, Daha Kararlı Bir Savaş” İçin Israr ve Sebatla!

Mao Zedung yoldaşın önderliğindeki Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin dünyayı sarsan fırtınaları içinde, coğrafyamız sınıflar mücadelesinin bir ürünü olarak doğan partimiz TKP-ML, 52 yaşında!

Emperyalizm Üzerine Notlar

Uzun bir zamandan beri emperyalizm üzerine makaleler yazıyorum, konferanslar veriyor, panellere katılıyorum. Bir de „Emperyalist Türkiye“ adlı kitabım yayınlandı. Bu kitapta'da Türk devletinin emperyalistleştiğini ve emperyalist bir devlet haline geldiğini; ekonomik, siyasi ve askeri olarak değerlendiriyorum.

Katıldığım seminer, panel, konferans ve çeşitli konuşma ortamlarında, yeni emperyalist ülkeler konusunda bana bir çok sorular soruldu, benim tezlerime karşı karşı tezler ileri sürüldü. Bir çoğu tezlerimi onaylarken, çoğunluk tezlerimi reddetti.

Patika, Politika mı Arıyor Yoksa..

"Başkası olma kendin ol

Böyle çok daha güzelsin"

Anasının kuzusu

Ciğerimin köşesi"

Marifet  solun sağıyla başarılı olmak değil ki.

Afyon, antalya, istanbul, ankara...

İmamoğulları, yavaşlar, böcekler... falanlar filanlar.

Sanki seçimleri kaybettiren  sol gibiymiş gibi

Sanki seçimleri kaybettiren de parlamentizm gibiymiş gibi

Hiç kimse zafer kazanan solun sağı karşısında solu ve parlamentizmi dahil ağzına almıyor.

Proletarya chp'nin sağını satın almış gibi.

Lenin’in Ölümünün 100. Yılı Anısına: Lenin’de Kararlılık ve İki Çizgi Mücadelesi SBKP’de İki Çizgi Mücadelesi*

Rusya’da Marksist gruplar ortaya çıkamadan önce “devrimci” çalışmayı Narodikler yürütüyordu. Narodniklerin Çar’a karşı verdikleri mücadelede temel aldıkları sınıf köylülerdi. Rusya’da kapitalizm geliştikçe işçi sınıfı da gelişip büyümesine rağmen Narodnikler işçi sınıfını değil köylülüğün temel alınmasını savunuyor ve ancak köylülüğün Çar’ı ve toprak ağalarını devirebileceğini savunuyorlardı. Narodnikler bireysel “terörü” savunuyor ve bunun geniş halk yığınları üzerinde büyük etkiler yaratacağını düşünüyorlardı. İşçi sınıfının partisinin kurulmasına karşı çıkıyorlardı.

Hepimiz Mazlum’a borçluyuz:Garabet Demirci

 

Devrimciliği Yaşam Tarzına Dönüştürelim

Bizim gücümüz, haklılığımız ve meşruluğumuzda; olayları, olguları diyalektik- materyalist bakış açısıyla ele almamızda yatıyor.

TKP-ML Merkez Komitesi : Newroz Piroz Be!

İmha, İnkar ve Asimilasyona; İşgal ve İlhaka; Sömürüye, Açlığa, Yoksulluğa, ve Faşizme Karşı

İsyan, Direniş, Serhildan!

Newroz, coğrafyamızda binlerce yıllık sınıflı toplumlar tarihinde sömürülen, ezilen, baskı gören halkların zalimlere, sömürücülere karşı isyanının simgesidir. Günümüzde de başta Kürt halkı olmak üzere bütün ezilen halkların, zalimin zulmüne karşı isyan ve direnişinin, Demirci Kawa’nın isyanının zalim ve katliamcı Dehaklar karşısında yükseltilmesinin, isyan ateşlerinin dört bir yanda yakılmasının adı olmuştur.

Oylar SADET'E.... Oylar DEVA'YA... Oylar İYİ PARTİ'ye....

"Bindik bir alamete gideyoz kıyamete."

Aklımızın sınırlarının zorlandığı günlerde geçiyoruz.

İlemde bir partiye oy verecekseniz....

Sanki iyi parti sizi öldürüyorda chp sizi öldürmüyorsa(?)...

Niye oy verdiğiniz millet ittifakı'nın parlamentizmden vaz geçmemiş paydaşlarından biri de olmaya.

Ve Bakırhan buyurdu: " İstanbul'da kent uzlaşısı sağladık" diye

Ve Sakık buyurdu: "CHP'ye oy yok." diye.

Ve ..

Kadınlar ve İşçiler

Kadınlar neden, niçin ve nasıl eziliyor, neden cinsiyet ayrımcılığın en temel ve en tepe noktasında yer alıyor, neden öldürülüyor neden erkek baskısı kadın üzerinde şiddetleniyor vb. soruların yanıtı ile; işçiler neden, niçin ve nasıl sömürülüyorsa verilecek yanıtlar aynı yerde arandığında, kadının kurtuluşu sorununa, daha genel anlamda ise işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluş sorununa daha doğru yaklaşılmış olacaktır.

Sayfalar