Perşembe Mayıs 9, 2024

Devlet teorisi ve Türkiye'de devletin yeniden restorasyonu

(Bu yazı Partizan dergisinin 91. sayısında alınmıştır. Güncelliği nedeniyle yayınlıyoruz. Site yazı Kurulu)

AKP’nin 2002’nin Kasım ayında hükümet olmasından itibaren devlet katında yaşanan kriz ve gerilimlerin arızi mi yoksa yapısal mı olduğu hep tartışma konusu oldu. Sonuçta AKP, dönemin egemen sınıf ve fraksiyonlarınca yapılan 28 Şubat “post modern” darbesi ile yönetimden uzaklaştırılan (İslamcı Refah Partisi/RP) içinden çıkmıştı. AKP, girdiği ilk seçimden tek başına “iktidar” olmasını sağlayacak bir oyla ve üstelik başta ABD olmak üzere farklı emperyalist devletlerin ve sermaye gruplarının desteğini alarak seçilmişti.

MGK ve CHP’de temsil edilen egemen kliğe göre, AKP rejim değişikliğinin peşindeydi. Yönetimde olması “Cumhuriyet” için tehlikeli idi. AKP, seçildiği ilk zamanlardan itibaren “milli görüş” gömleğini çıkarttığını söyleyerek ve modern /laik ideolojiye yönelik herhangi bir ifadelendirmede bulunmamaya çalışarak hükümet işlerini yürütmeye başladı. Bu dikkatli tarzına rağmen ilk döneminden itibaren “darbe” söylentileri hiç kesilmedi. 2006’ya gelindiğinde süreç önceki yıllardan çok farklı işlemeye başladı. Kendisine darbe yapacağı iddia edilen orduya yönelik çok geniş bir tasfiye operasyonunu, bürokrasi içerisinde kendisine epey yer edinmiş cemaatin de yardımıyla yürütmeye başladı. Bu sırada gerçekleşen Cumhurbaşkanlığı seçimini, “e-muhtıra”ya rağmen temel kadrolarından Abdullah Gül kazandı. 2011 yılından sonra ise Kemalist/ulusalcı kadrolara karşı birlikte hareket edilen Gülen Cemaati’yle iktidar kavgasına girişilmiş ve 15 Temmuz tüm kavga gerilimlerin tepe noktası olmuştur. 15 Temmuz’la birlikte, iktidar bloğunda kartlar yeniden karılmış ve dağıtılmış oldu. AKP’de temsil olunan klik, egemenliğini artıracak olan başkanlık yasasını da, sekiz ay gibi kısa bir sürede yasallaştırmış oldu.

Çok genel bir şekilde sunmuş olduğumuz bu tabloyu, devlet teorisi içerisinden nasıl değerlendirmeliyiz? Bütün bu yaşananlar gerçekten modernlik-gericilik kavgası mıdır? Rejim değişikliği mi yaşandı? Darbe girişimini ve sonrasında yaşananları nasıl anlamalıyız? Bu sorular çoğaltılabilir. Şimdiye kadar çok farklı yazınlarda bu konular farklı şekilde işlendi. Biz bu yazıda Marks ve Engels’ten Lenin’e, Gramsci’den Althusser ve Poulontzas’a uzanan bir çizgide gelişimi süren devlet teorisini işleyerek ve bunu temel alarak bir çözümleme yapmak amacındayız. Bu yöntemin kavranıp uygulanmaması, devrimciler açısından özellikle politik alanda önemli sorun yaratabilme potansiyeline sahiptir.

Marks’ın Fransa’da Louis Bonaparte’nin 2 Aralık 1851’de yaptığı darbeye dair yazdığı kitabın önsözünde yazdıkları tarihsel olayları değerlendirmede kullanılacak yöntem açısından yol göstericidir.“Viktor Hugo, hükümet darbesinin sorumlusuna karşı acı ve nükteli sövüp saymalarla yetiniyor. Olayın kendisi ona duru gökte çakan bir şimşek gibi görünüyor. Olayı yalnızca tek bir bireyin şiddet eylemi olarak görüyor. Bu bireye, tarihte eşi görülmemiş kişisel bir girişkenlik gücü yükleyerek, onu küçültmek yerine büyüttüğünün farkına varmıyor. Proudhon ise, hükümet darbesini, daha önceki tarihsel gelişmenin sonucu gibi sunmaya çalışıyor. Ama hükümet darbesinin tarihsel yapısı, onun kaleminde, darbenin kahramanı için tarihsel bir mazerete dönüşüyor. Böylece, sözde nesnel tarihçilerimizin düştükleri yanılgıya düşüyor. Bana gelince, ben tersine Fransa’da sınıf savaşımının nasıl olup da sıradan ve gülünç bir adamın kahraman rolü oynamasına izin veren koşulları ve durumu yarattığını görüyorum.” (Marks, K, 2002; 8)

Gerçekten de, 15 Temmuz değerlendirmelerinin benzer akıbeti yaşadığına çokça tanık olduk. 15 Temmuz darbe girişiminin öznesinin kim olduğu birçok acı ve nükteli sövüp saymalarla ortaya konulmaya çalışıldı. Kişilere çok büyük roller yüklendi! Bu “öznelerin” tüm özellikleri ortaya dökülmeye başlandı ve olay toplumsal yasalardan, sınıf mücadelesinin devlet katındaki durumundan bağımsız ele alındı.

Prounhon’un yöntemini uygulayanlar ise; Türkiye’nin darbecilik tarihini işleyerek, oluşan bu durumun zorunlu bir sonuç olduğunu,15 Temmuz’un ise mevcut olan darbeci gelenek karşısında demokrasiyi temsil ettiğini vurguladılar. Çünkü “ilk defa halk demokrasiye böyle sahip çıkıyordu.” Oysa bu iki açıklama da, kapitalist devlet yapısının değerlendirilmesinden uzakta, sınıf mücadelesini perdeleyen niteliktedir. 15 Temmuz darbe girişimini de sonrasını da kavramak, ancak Marksist devlet kuramını temel almakla mümkündür.

Bu çözümlemeleri yapmak devrimciler açısından zorunludur. Devlet katında yaşanan değişimler, tam da devlet, politik mücadelenin ana hedefi olduğu için önem taşımaktadır. Devlet biçimlerinde, rejimlerinde yaşanan her değişimin sınıf mücadelesine etkisi öngörülerek çalışmaların içeriği ve biçiminin yeni dönemlere uygun hale getirilmesi gereklidir. Bu kapsamda devlet ve siyasi iktidarların teorisinin oluşturulması, geliştirilmesi ve bunun politikaya havale edilebilmesi gereklidir. Aksi her durum kendiliğindencilik zeminini güçlendirecektir. Burada önemli olan Engels’in deyimiyle “teorinin sürekli irdelenmeyi” istediğini unutmamaktır. Hiçbir teori oluştuğu gibi kalmaz. Devlet teorisi için de bu geçerlidir. Böyle olmasaydı, Marks’ın içinde yetiştiği

Hegelci fikirlerden kopuşabilmesi, Lenin’in, tekelci devlet kapitalizmini çözümleyebilmesi, Mao’nun Büyük Proleter Kültür Devrimi’ni geliştirebilmesi imkansız olurdu.

Marks’ın, devletin baskı aygıtı olduğu savunusu; tam da bu gelişime bağlı olarak aynı zamanda ideolojik aygıtlar teorisinin ve devletin mekanizmalarını kendi işleyişleri içerisinde inceleyen teorinin ortaya konulmasıyla gelişmeye devam etti. Biz de bu yazımızda devletin mekanizmalarının kendi işleyişleri dahil olmak üzere, bazı kavramlar hakkında tartışmalar yürüterek yaşananları çözümlemeye çalışacağız.

“Burjuva sınıfının ortak işlerini yürüten bir kurul”

“Devlet”, düşünce tarihinde her zaman tartışılan bir kavram olmuştur. İlk çağ filozoflarından Platon’un en önemli çalışmasının “Devlet” olduğu düşünüldüğünde ne demek istediğimiz rahatça anlaşılır. Marks’ın da Hegel düşüncesinden kopuşu “İdeanın cisimleşmesi ve insan doğasını ve özgürlüğünü genel olarak gerçekleştirmekle yükümlü Us olarak devlet anlayışını içinden çürütmeye” koyulmasıyla başlamıştır. (J. Milhau’nun “Sunuş”undan; Marks/Engels, 1999 s. 8)

Hegel’de devlet, toplumun genel çıkarlarının cisimleştiği, özel çıkarların üstünde yer alan bir varlıktır. Hegel devleti, Teleolojik (Ereksel) bir yaklaşımla değerlendiriyor ve kapitalist devletle nesnel tinin doruğuna ulaşıldığını belirtiyordu. Devlet, “ahlak düşünün gerçekliği”, “aklın imgesi ve gerçekliği” olarak toplumun dışında, kendi kendine var olabilen, kendi kendini bilen, nesnel ahlak ilkesini kendinde belirginleştiren bir unsurdur.

Marks 1843’te yazdığı Hegel’in Hukuk Felsefesine Eleştirisi’nde devletin gerçek yaşamda, toplumun genel çıkarlarını değil, özel mülkiyetin çıkarlarını savunduğunu ortaya koyar.

Şunu belirtmeliyiz ki, Marks hiçbir zaman sistematik bir devlet çözümlemesine girişmemiştir. Marks’ın temel hedefi, kapitalist üretim tarzını çözümlemek olmuş ve kapitalist üretim tarzında (KÜT) belirleyici bir rolü olan ekonomiye yoğunlaşmıştır. Devlet konusuna da, ekonomi üzerindeki etkisi boyutuyla girmiştir. Bunun dışında “Fransa’da Sınıf Savaşımları”, “18 Brumaire”, “Fransa’da İç Savaş” gibi tarihsel çalışmalarda özel bir devlet teorisi olarak bulunmasa da, kapitalist devletin yapısı ve işlevine dair önemli çıkarsamalar vardır. Engels ise Anti Dühring ve Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde devlet konusuna eğilmiştir.

Komünist Manifesto’da, feodal toplum yıkıntıları arasından gelişen burjuva toplumun gelişim aşamalarının her birine denk düşen devlet tiplerinden bahsedilip, en sonunda “modern temsili devlet”te burjuvazinin siyasi hakimiyeti tek başına ele geçirdiği vurgulanır.“Modern devlet iktidarı burjuva sınıfının ortak işlerini yürüten bir kuruldan başka bir şey değildir.” (Marks/Engels, 2014, 37)

Marks’ta burjuva sınıf, çok farklı kliklerden fraksiyonlardan oluşmakta, homojen değil çelişkili bir yapı oluşturmaktadır. Öyle ki bu fraksiyonlar bazen tamamen ideolojik nedenlerle, fikirsel ayrışmalarla belirginleşmekteydi. 18 Brumaire’de National gazetesinin etrafında toplanan burjuva muhalefeti şöyle tanımlamıştı:

“Bu kesim, büyük ortak çıkarlarla bir araya toplanmış ve ötekilerden kendine özgü üretim koşulları ile ayrılmış bir burjuva kesimi değildi; yalnızca cumhuriyetçi görüşteki yazarlardan, avukatlardan, subaylardan ve memurlardan oluşmuş bir burjuva klikti. Etkinliği, ülkenin Louise-Philippe’e karşı duyduğu kişisel antipatiye, eski cumhuriyetin anılarına bir miktar coşkulu cumhuriyetçinin inançlarına ve özellikle de Viyana sözleşmelerine ve İngiltere ile ittifaka karşı duyulan kini titizlikle sürdüren Fransız milliyetçiliğine dayanıyordu.” (Marks, 2002, 25-26)

Burjuva sınıfının, ticari, sınai ve mali fraksiyonlara ayrılışı, genişletilmiş yeniden üretim sürecinde sermayenin kuruluşuna denk düşmektedir. Fakat bu fraksiyonların, politik alanda temsiliyeti verdiğimiz alıntıda görüldüğü gibi “üretim koşullarına” göre olmaktan ziyade politik alanın kendi özgürlükleri içinde gelişmektedir. Çeşitli şekillerde fraksiyonlara ayrılmış olan “burjuva sınıfının” ortak işleri devlet aracılığıyla gerçekleşir.

“Devlet, sınıf çelişkilerini dizginleme gereksiniminden doğduğu için, aynı zamanda bu sınıfların çatışmasının ta ortasında doğduğu için, o kural olarak en güçlü iktisaden egemen sınıfın devletidir ve onun sayesinde siyaseten de egemen sınıf haline gelir ve böylece ezilen sınıfı bastırmak ve sömürmek için yeni araçlar elde eder.” (Marks’tan aktaran Lenin, 1996: 24)

Devlet, egemen sınıfın ezilen sınıfı baskı altında tutmanın ve sömürmenin aracıdır. Bu aracın burjuvazinin “ortak işleri” için kullanılması o kadar da kolay değildir. Burjuvazinin kendi içindeki çelişkileri ve “özgün genel sınıf çıkarını, politik çıkarını, en dar, en kirli özel çıkarlarına her an feda edebilmesi” (Marks’tan aktaran Poulentzas N., 2003, 332) bir sınıf olarak politik bir birlik yaratamamasını ve her an fraksiyon çatışmaları içerisinde kaybolmasını getirir. Tam da bu gerçeklik, modern devletlerde, devlet biçimi olarak, çok sayıda fraksiyonun temsiliyetini sağlayan parlamenter cumhuriyeti öne çıkarır.

Önceki toplumsal formasyonlarda (köleci, feodal) çeşitli egemen sınıflar-derebeyleri, din adamları, senyörler vs- esasta kendilerine ait toprak parçalarında, iktidarlarını paylaşmadan ve kendileri adına kimseyi kullanmadan kendi ordularıyla vergi toplayıcılarıyla yönetmekteydiler. Kapitalist toplumda ise, istisnalar haricinde ve gittikçe azalan bir şekilde burjuvazinin kendi yönetimde olmamakta ve “parti” olarak temsilciler “ortak işlerini” yürütmektedir. Bununla birlikte, burjuvazinin “genel sınıf çıkarı” ile “özel çıkarının” uyuşmaması ve her an özel çıkarın öne çıkarılmasının yarattığı rekabet, modern devlette en uygun biçimin, birçok partinin genel oy tercihi ile yer aldığı parlamenter sistem/demokratik cumhuriyet olduğunu ortaya koyuyor.

“Demokratik cumhuriyette zenginlik, iktidarını dolaylı, fakat bir o kadar da güvenli icra eder, hem de birincisi, ‘memurları doğrudan rüşvetle satın alarak’ (Amerika) ve ikincisi ‘hükümet ve borsanın ittifakı’ sayesinde (Fransa ve Amerika).” (Engels’ten aktaran Lenin, 1996: 25) Engels’ten yaptığı bu alıntıya Lenin de destek verir ve Rusya’da Şubat Devrimi sonrası kurulan demokratik cumhuriyetteki koalisyon hükümetinde bakanlık yapan Bay Palçinski’yi örneklendirir. Kapitalistlerin “yağma hırsını askeri siparişlerde devlet kasasını soymalarını dizginleme yönünde tüm önlemleri” (agy) sabote eden Bay Palçinski, bakanlıktan sonra kapitalistler tarafından yılda 120 bin ruble ile maaşlı bir göreve getirilmiştir. Elbette ki ondan boşalan devlet görevine de, başka bir Palçinski yerleştirilmiştir.

Egemenlerin bu baskı ve sömürü aracının meşruluğunu sağlama sorunu vardır. Alman İdeolojisi’ndeki “Egemen sınıfın düşünceleri bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf aynı zamanda egemen zihinsel güçtür” (Marks-Engels, 1999; s. 75) ifadesi burjuvazinin “baskı” aygıtları dışında egemenliğini nasıl meşrulaştırdığı konusunda yol göstericidir.

Sınıflı toplumlarda, iktidara gelen her yeni sınıf amaçlarına ulaşmak için, kendi çıkarlarını tüm toplumun çıkarları olarak göstermek zorundadır. Oysa ki devlet içindeki bütün savaşımlar, “çeşitli sınıfların yürüttükleri gerçek savaşımların büründükleri aldatıcı birimlerden başka bir şey değildir.” (age, 58) Sonrasında Gramsci’nin “hegemonya”, Althusser’in “ideolojik aygıtlar” teorilerine temel olan “egemen fikirler” veya “toplumun tüm çıkarlarına hareket ediyormuş” gibi görünebilmenin elbette ki maddi dayanakları mevcuttur.

Modern devlet, mücadelenin boyutlarına da bağlı olarak egemenlik altındaki sınıflara dair yasalar çıkarmak, düzenlemeler yapmak zorundadır. Marks’ın Kapital’de incelediği, fabrika yasaları buna en eski örneklerdendir. Devletlerin ezilen sınıflara yönelik koşullarını kısmi olarak düzeltmelerine bir diğer örnek de geçen yüzyılın ikinci yarısına damga vuran “refah devleti”dir.

Marksist literatürde “reform” olarak geçen durumların hepsini bu kapsama sokabiliriz. Devlet, “sınıfların çatışmasına gem vurmak suretiyle” (Lenin, 1996: 19) ezilenlere yönelik baskıyı “yasa mertebesine” yükselterek, bir “düzen” yaratmak zorundadır. Burada “gem vurmak... ezilen sınıfların elinden, ezenleri devirmek için belli mücadele araçlarını ve yöntemlerini çekip almak” (agy) demektir. Bu açık baskı yoluyla olabileceği gibi, çeşitli ekonomik uygulamalar, ideolojik yönlendirmeler vs. yoluyla da olabilir.

Devletin, ezilen sınıflara yönelik bu adımları atmak zorunda olması, onun egemen sınıflardan “görece özerk” hareket edebilmesinin nedenlerinden biridir. Devletin bu görece özerkliği yoluyla egemenlik altındaki sınıflara verdiği “tavizler” uzun vadede egemen sınıf ve fonksiyonların çıkarlarına olmaktadır. Çünkü ezilen sınıfların elindeki mücadele araçlarını etkisizleştirmekte ve ayrıca devlete bunların gözünde bir meşruluk oluşturmaktadır.

Egemen sınıfların baskı aygıtı olan devlet, ezilen sınıfların mücadeleleri sonucu bu görece özerkliğe sahip olmuştur. İktidarlarını uzun erimli korumaları, onlara devlet aygıtının politik ve ekonomik olarak taviz gibi görünebilen uygulamalarını kabul etmek zorunda kalmıştır. Egemenlik altındaki sınıfların temsilcisiymiş gibi görünemeyen bir devletin yönetimini uzun süre “düzen” içinde sürdürebilmesi ve kârını garantiye aldırabilmesi mümkün değildir.

Devletin görece özerkliğinin sınırları, sınıf mücadelesinin durumuna, egemen sınıf ve fraksiyonların arasındaki güç dengesine ve devlet biçimine göre (liberal devlet, müdahaleci devlet, faşist devlet, askeri diktatörlükler vb.) değişebilir.

Burjuvazinin, özel çıkarını genel sınıf çıkarının önünde tutması nedeniyle kendi politik örgütlenmesini oluşturamaması, modern devletin burjuvazinin “örgütlenmesi” olarak ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Yani, burjuvazinin çeşitli fraksiyonları, devlet aracılığıyla örgütlenmiş ve politik olarak sahneye çıkmış olmaktadır. Kapitalist devlet burjuvaziyi örgütlerken; ezilenlerin özerk-bağımsız bir politik iradeye, partiye vs. sahip olmasını engellemekle yükümlüdür. Devletin görevi, başta işçi sınıfı olmak üzere ezilenleri örgütsüzleştirmektir.

Burjuvazi çıkar çatışması dolayısıyla özerk olarak ayrı bir partide örgütlenemiyorken, işçi sınıfının tam tersi olarak ekonomik çıkarları onun politik olarak birleşmesinin ve ayrı bir parti kurabilmesinin nesnel koşulunu sağlar.

Devlet kendisini bütün halkın/ulusun temsilcisi olarak sunup, bahsini ettiğimiz sınırlar içerisinde özerk olarak hareket edebildiği oranda, başta işçi sınıfı olmak üzere ezilenlerin ayrı örgütlenmesine ket vurmuş olmaktadır. Egemen olmayan sınıflar da homojen değildir. Mesela küçük burjuvazi, küçük çiftçiler gibi ara sınıflar, işçi sınıfı gibi kendilerini birlik içinde ifadelendirmekten uzaktırlar. Bu da devleti kendilerinin temsilcisiymiş gibi kabulünün daha rahat olmasına yol açmaktadır.

Kapitalist devletin kurumlarında işler, sınıf mücadelesi yokmuş gibi olup biter. Her şey “hukukun önünde eşit bireyler” ideolojisine göre işliyormuş gibi görünür. Köleci ve feodal devletlerde politik sınıf hiyerarşileri açık bir şekilde devletler-kastlar şeklinde kurumsallaşmıştı. Fakat kapitalist devlet, kendini “imtiyazlı bireylerden oluşan halkın/ulusun temsilcisiymiş” gibi sunarak, sınıfların varlığını reddeder/üstünü örter.

Kapitalist devletin çelişkisi ve krizlerin nedenlerinden biri budur. Bir sınıfın temsilcisi/devleti olmasına rağmen, tüm halkın devleti olarak kendini göstermek zorunda olmasındandır. Tüm kurumlarını, mekanizmalarını bu çelişkinin tıkayıcı bir aşamaya varmaması için çalıştırması, buna göre örgütlenmesi gerekir. Bunun için de elindeki tüm baskı ve ideolojik aygıtlarının yanı sıra ekonomik imkânları da kullanır. Bu sonuncusu, özellikle 20. yüzyıldaki sosyal refah devleti örneğinde görülmüştür.

Devletin “görece özerkliği” konusuna dair, son olarak Marks ve Engels’in “burjuvazinin gerçek dini” olarak tanımladıkları Bonapartist devlet tipine kısaca bakalım.

Louis Napoleon Bonapart’ın 1852’deki hükümet darbesinden sonra ortaya çıkan rejimle Bonapart, devletin diğer kesimleri ve tüm toplum üzerinde büyük bir güç elde eder. Bonapartizm, burjuvazinin yönetme gücünü yitirdiği, işçi sınıfının ise yönetimi ele geçiremediği bir dönemdeki hükümet biçimi olarak ortaya çıkar. Marks ve Engels’in Bonapartizm’i değerlendirmelerinde, kapitalist devletin genel olarak göreli özerkliğine dair pek çok şey bulunur. Yani Marks ve Engels’te Bonapartizm, “basitçe somut bir kapitalist devlet biçimi olarak değil, kapitalist devlet tipinin kurumsal oluşturucu niteliği olarak düşünülmüştür.” Engels bunu Marks’a yazdığı 13.4.1866 tarihli mektupta ifade eder: “Bonapartizm, modern burjuvazinin gerçek dinidir. Burjuvazinin kendisini doğrudan doğruya hüküm sürmek için yetiştirmediğini gitgide daha iyi görüyorum; bu nedenle Bonapartist bir yarı-diktatörlük normal bir biçim haline geliyor, burjuvazinin büyük çıkarlarını gözetiyor (gerekirse burjuvaziye karşı)... ama ona egemenlikte hiç yer bırakmıyor.” (Poulantzos N, 2003: 302-303)

Bonapartizm’de devletin yürütme gücü tek kişinin elinin altında toplanmıştır. Louis Bonaparte gücünü, küçük köylülükten topladığı oylarla sağlamaktadır. Bonaparte sanayi burjuvazisinin lehine pek çok uygulamayı yaşama sokarken mali burjuvazinin de konumu sağlamlaşmıştır. Küçük köylülüğün ise bu iktidardan politik hiçbir çıkarı olmamıştır.

Engels’in “Bonapartizm, modern burjuvazinin gerçek dinidir” ifadesinde açıkça anlam bulduğu gibi kapitalist devlet, egemen sınıfların çıkarlarını gözeten, onları politik olarak örgütleyen, ezilenlerin ise mücadelelerine gem vurup örgütsüzleştiren fonksiyonlara sahiptir. Bunu da sahip olduğu göreli özerklik ile yapabilmektedir.

Devletin ekonomik ve ideolojik işlevleri

Marks, Engels ve Lenin’in devlete dair çalışmalarından sonra II. Enternasyonal başta olmak üzere, bu konuya eğilen, “devlet teorisini irdeleyen” çalışmalar azdır. Poulantzos, Gramsci haricinde II. ve II. Enternasyonal’in devleti teorik olarak incelemelerini “egemen anlayışın genellikle devrimci strateji ve amaç yokluğunun eşlik ettiği ekonomizm* sapmasına” bağlar. (Miliband, Poulantzos, Laclau; 1990: 13)

Gramsci’nin devlet teorisine katkısı, devletin genel bir analizle sadece “baskı aygıtı” olmadığını, devletin ideolojik işlevinin de var olduğunu –hegemonya teorisi- vurgulamasıdır. İlk bölümde vurguladığımız gibi Marks, Engels ve Lenin’de devlet, ezilen sınıfları sömürmenin ve baskı altında tutmanın bir aracındır. Yani devletin “baskı aygıtı” üzerinde yoğunlaşılmıştır. Bununla birlikte ezilen sınıfların mücadelesine “gem vurmak” (Lenin) için, egemen sınıfların çıkarlarının bütün sınıfların çıkarınaymış gibi görünmek zorunda olduğu belirlemeleri de mevcuttur. Fakat bu işlevin, hegemonya ve ideoloji kavramlarıyla teorize edilmesi önce Gramsci’nin, sonrasında Althusser ve Poulantzos’un çalışmalarıyla mümkün olmuştur.*

Gramsci’ye göre devlet dendiği zaman sadece “hükümet aygıtı” anlaşılmamalıdır. Aynı zamanda “özel hegemonya” aygıtı da anlaşılmak zorundadır.“Eğer her devlet aynı şekilde belirli tipte bir medeniyet ve belirli tipte bir vatandaş yaratmaya ve bunu sürdürmeye, ... belirli örf-adet ve tutumları ortadan kaldırmaya ve bunların yerine ötekileri yayıp yerleştirmeye meylederse, bu amaca ulaşmak için hukuk da, okul ve öbür kurumların yanında bir araç olacaktır.” (Gramsci’den aktaran Poulantzos, 2016: 350)

Marks, Engels ve Lenin’de de bulunan “Devlet iktidarı ve devlet aygıtı” ayrımını burada hatırlatmak gerekmektedir. Tüm siyasal sınıf mücadeleleri devlet iktidarının ele geçirilmesi için verilir. Fakat devlet iktidarının ele geçirilmesi devlet aygıtının (hükümet, yönetim, ordu, polis, mahkemeler, hapishane) ele geçirilmesi anlamına gelmez. Bu saydıklarımız aynı zamanda devletin baskı aygıtlarıdır. Baskı aygıtları, “devlet iktidarının öz çekirdeği” (Poulantzos N; 2016: 357) durumundadır. Bu “öz çekirdek”, devletin ideolojik aygıtlarına göre “çok daha kuvvetli ve sıkı bir iç bütünlüğe sahiptir.” (agy) Tam da bu ayrımlar nedeniyle proletaryanın hedefi devlet iktidarını ele geçirmek ama mevcut devlet aygıtını “paramparça ederek” yerine bambaşka bir devlet aygıtı koymaktır.

Devletin baskı aygıtlarının yanı sıra Devletin İdeolojik Aygıtları (DİA) da vardır. DİA’lar olarak şu kurumlar sıralanabilir: “Dini DİA (değişik kiliseler sistemi), Öğretimsel DİA (değişik özel ve devlet okulları sistemi), Aile DİA’sı, Hukuki DİA, Siyasal DİA (değişik partileri de içeren sistem), Sendikal DİA, Haberleşme DİA’sı (basın, radyo-televizyon vb.), Kültürel DİA (edebiyat, güzel sanatlar, spor vb.)” (Althusser’in çalışması, Zizek S içinde, 2011: 169)

Dolayısıyla bir burjuva sınıf/fraksiyon açısından devlet de tam olarak “iktidar” olmak için, devletin baskı aygıtlarının yanı sıra ideolojik aygıtları da ele geçirme mücadelesi içerisinde olması gereklidir. Buraya kadar yazdıklarımızı toparlayıcı niteliğiyle aşağıdaki tanımlama önemlidir:

“... bir sınıf devleti olan devlet, Marksizm’in klasiklerine göre, yalnız fiziki baskı ‘gücünü’ elinde tutması ile değil, fakat en başta toplumsal ve siyasal işleviyle tanımlanır. Sınıf devleti işlevi, bir toplumsal formasyonun birlik ve beraberliğinin sağlanması, üretim koşullarının ve dolayısıyla üretimin toplumsal koşullarının yeniden üretiminin sağlanması olan merkezi kertedir. Sınıf devleti, bir sınıf mücadelesi sisteminde, siyasal sınıf egemenliğinin güvencesidir. İdeolojik aygıtların gördüğü işler işte tam buradadır. Genellikle egemen ideoloji, toplumsal formasyonun ‘harcını’ oluşturur.” (Poulantzos N, 2016: 353)

İdeolojinin gün geçtikçe artan bir öneminin olduğu açıktır. Kapitalist emperyalist sistemin, dünya genelinde yaşadığı tıkanıklık gün geçtikçe artmaktadır. Bir tarafta artan zenginlik ve daha çok merkezileşen iktidarlar, diğer tarafta yoksulluk. Dünyanın dört bir yanında süren savaşlar ve bunların ağır sancıları... Egemen sınıfların, bu yoksulluk, göç ve ölüm deryasında ezilen sınıfları yönetmeye devam edebilmede, ideolojiler çok önemli bir araç olarak duruyor. Farklı fraksiyonlara ayrılmış olan burjuvazinin kitleleri peşinden sürükleyip, iktidarını diğer burjuva fraksiyonlar karşısında sağlamlaştırmak için de ideoloji vazgeçilmez bir araç durumundadır. Milliyetçi, dinci, liberal hümanist... her türlü ideolojinin kapitalizmin çelişkileri arttıkça yaygınlaşması boşuna değildir.

Bir toplumsal formasyonda yalnızca bir egemen ideoloji bulunmaz. Tamamen altyapıyla bağlantılı olarak “birbirleriyle çelişkili birçok ideoloji veya ideolojik alt sistemler vardır. Bunlar mücadele halindeki çeşitli sınıflara ilişkindir. (Örneğin, Türkiye’de Kemalist ideoloji ile son yıllarda etkinliğini artıran muhafazakar/İslamcı ideolojiler arasındaki çelişkiler.)

Olağanüstü dönemlerde veya devlet biçimlerinde (faşizm gibi) ideoloji ve ideolojik aygıtlar çok daha fazla önem kazanır. Yasaların temel görevi, bir şiddet tekeli olan devletin baskısını, şiddetini vs. meşrulaştırmaktır. Bu yanıyla meşrulaştırma işlevi her kapitalist devlet biçiminde mevcutsa da, olağanüstü

devlet biçimlerinde ideoloji baskıya eşlik ederek önemli bir rol üstlenir. Her devlet biçiminde, ordunun, öğretim kurumlarının, ailenin, dini kurumların vs. kendilerine ait bir ideolojileri oluyorsa da, olağanüstü devlet biçimlerinde tüm bu “alt ideolojiler” egemen ideolojiye tabi kılınırlar. Toplumun ve tüm aygıtlarının militaristleştirilmesi, dincileştirilip şovenistleştirilmesi veya laikleştirilmesi gibi... Egemen sınıf ve fraksiyonun ideolojisi ile devletin ideolojisi iç içe girer. Böylece, farklı ideolojiler daha çok geri çekilir ve egemen olanla mücadeleleri azalır.

Devletin siyasal ve ideolojik fonksiyonlarının yanı sıra iktisadi fonksiyonları da çok önemlidir. Devlet üretim döngüsünün yeniden üretiminde de bizzat müdahalede bulunur. Devletin, iktisadi işlevinin siyasal işleviyle başbaşa gittiğini söyleyebiliriz.

Devletin, ekonomik işlevi, baskı aygıtının veya ideolojik aygıtının işlevleri içerisinde eritilemez. Hatta denilebilir ki, gittikçe artan oranda ekonomik işlevleri artmaktadır; bu da yaşanan krizlerin nedenlerinden olmaktadır.

“Devlet, ekonomik stratejisini hegemonyanın örgütlenmesine ilişkin genel siyasetine göre biçimlendirmekte giderek daha fazla zorlanmaktadır. Sermayenin yeniden üretimi için bundan böyle kesinlikle zorunlu olan bu önlemleri almaya devam etmek zorundadır, hem de bu durum hegemonya açısından ciddi sorunlar yarattığında bile, bu önlemler tam da iktidar blokunun bizatihi içindeki ve iktidar bloku ile ezilen sınıflar arasındaki çelişkileri keskinleştirir ve bunalımların başlıca etmeni haline gelirken, bizatihi bu yüzden, basit ekonomik bunalımın ötesine geçerler.” (Poulantzos N, 2004: 187-188)

Devlet, ekonomik işlevlerini gittikçe artan şekilde “uzmanlaşmış ekonomik aygıtlarla” yerine getirmektedir. Türkiye’den örneklendirirsek hükümete bağlı Ekonomi ve Maliye Bakanlıkları, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlıklarının yanısıra TMSF, BDDK gibi oluşturulan üst kurullar çok fazla işlevselleştirilmese de Ekonomik ve Sosyal Konsey tipi yapılar ve son örneği Varlık Fonu ile görülen çeşitli fonları sayabiliriz.

Devletin ekonomik fonksiyonu, hükümetlerin konjonktürel politikalarına çok fazla tabi olmaktadır. Bu durum iktidar bloku içerisinde hegemonyayı elinde tutan fraksiyona diğerlerinin karşısında büyük avantaj sağlamaktadır. Bu avantajlar burjuvazinin diğer fraksiyonları ile olan çelişkileri artırmaktadır. Ekonomik tüm önlemlerin siyasi içeriği esasta hegemonik fraksiyonun siyasi stratejisiyle uygunluk taşır.

Devletin ekonomik işlevi, aynı zamanda devletin biçimine bağlı olarak da değişmektedir. Serbest rekabetçi dönemde de tekelci kapitalizm döneminde de devlet sermaye birikimi ve yeniden üretiminde önemli misyon üstlenmektedir. Bir dönem için külfet olan sağlık, çevre, eğitim, kentleşme vb. alanlardaki yatırımlar neo-liberal olarak isimlendirilen politikalarla birlikte her bir alanın kâr makinesi haline getirilmesiyle, özel sermaye gruplarıyla birlikte yapılmaya başlanmıştır. Liberal devlet biçiminde devlet, ideolojik aygıtları ve yasalardaki “birey” vurgusunu öne çıkararak ekonomik düzenlemeler yaparken müdahaleci devlet biçiminde devletin kendisi yatırımlar yapmakta, “işveren” durumuna gelmektedir.

Özcesi devletin ekonomik rolü, değişen üretim ilişkilerine, sömürü koşullarına ve iş bölümüne bağlı olarak değişse de her daim vardır ve devletin siyasal rolüyle başa baş gitmektedir.

Güç dengesinin maddi yoğunlaşması

Toplumsal bir formasyonda birden çok üretim tarzının aynı anda varoluşu, farklı egemen sınıflar ve fraksiyonların ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Kapitalist devlet iktidarı da Marks’ın tanımlamalarında gördüğümüz gibi birden çok egemen sınıf ve fraksiyonun ittifakından oluşur. Kapitalist toplumun “iktidar bloğu” da bunlar meydana getirirler.

Burjuvazinin ticari, sınai ve milli fraksiyonları üretimdeki yerlerine göre ortaya çıkarken bu fraksiyonlar da önceki bölümleri de 18 Brumeire’den örneklendirdiğimiz gibi ideolojik ve politik olarak da kendi içlerinde yeni fraksiyonlara bölünebilmektedir.

İktidar bloğu, birden çok sınıf ve fraksiyonlardan oluşmasına rağmen bir sınıf veya fraksiyon hegemonyayı fiilen elinde tutar, diğerlerinin üzerinde özel bir egemenlik kurar. Dolayısıyla iktidar bloğu içerisinde de sürekli olarak bir çıkar çatışması vardır. Bu hegemonik sınıf veya fraksiyon, diğerleri üzerinde egemenliğini sürdürebildiği müddetçe çelişkili de olsa bir “düzen” sürer. Bu durum çeşitli nedenlerle bozulduğunda ve kurulamadığında siyasal bunalım yaşanmaya başlar. Bu sorunun sistem içinde çözülmesi ancak iktidar blokunun çeşitli yollarla kendini tekrar örgütlemesiyle sağlanabilir.

Bir sınıf ya da fraksiyonun hegemonik oluşu, onun devletin tüm baskı ve ideolojik aygıtlarında iktidara sahip olduğunu göstermez. Çeşitli sınıf ve fraksiyonlar, bu aygıtlarda iktidara sahip olabilirler. Bunun gerçek yaşamdaki kombinasyonları pek fazladır. Öyle ki, ordu, idare, yüksek memurlar gibi devlet aygıtında en fazla iç bütünlük göstermesi gerekenler bile iktidar bloğunun farklı sınıf ve fraksiyonlarının egemenliğinde/etkisinde olabilirler. Bu durum, devletin farklı aygıtları arasında sürtüşmelere yol açar.

Egemen sınıf ve fraksiyonların temel hedefi, “devletin özünü” oluşturduğundan, devletin baskı aygıtını ele geçirmektir. Devletin baskı aygıtlarının daha korunaklı ve sağlam iç yapısının aksine, ideolojik aygıtlarda diğer sınıf ve fraksiyonların daha fazla etkisi/egemenliği olabilmektedir. “Olağanüstü devlet biçimlerinde” hegemonik sınıf, aynı zamanda devletin tüm ideolojik aygıtlarında egemen hale gelir. Diğerlerine bu egemenliği kullanarak hareket şansı tanımamaya çalışır.

İktidar blokunda yer alan çeşitli sınıf ve fraksiyonlar, devlet aygıtlarında oldukları oranda siyasi hakimiyete katılabilmektedirler. Yasama, yürütme, yargı, ordu, belediyeler, ideolojik aygıtlar... Bunların hepsi çelişkili bir şekilde ele ele geçirilmiştir. Devlet, “bir uçtan bir uca sınıf çelişkileriyle oluşmuş, bölünmüştür.” Bu durum, modern devletin politikasının neden çeşitli kesimler ve aygıtlar arasındaki çelişkilerin bileşkesi olarak ortaya çıktığını gösterir.

Devletin merkeziyetçiliği ise esasta hegemon sınıf veya fraksiyonun politikalarıyla sağlanmaktadır. İktidar blokunun uzun vadede sınıf düşmanları karşısında belli bir üstünlük sağlama zorunluluğu da bu merkeziyetçiliğin korunmasına yol açmaktadır. Kriz durumları bunun sağlanamadığı durumlarda ortaya çıkmaktadır. Genelde de tam da sınıf düşmanlarının oluşturacağı tehlikeye karşı yani “devletin bekası” için bu krizler hızlı biçimde aşılmak istenir.

Hegemonyacı sınıf veya fraksiyonun, başta baskı aygıtları olma üzere “devlet aygıtını” tümüyle ele geçirme hamlesi süreklidir. Devletin hakim olunan herhangi bir aygıtı üzerinden (ordu, siyasi parti, bakanlık vs.) diğer fraksiyonların “direniş merkezi” olan kollar üzerinde egemenlik sağlanmaya çalışılır. Gerçek iktidar ile biçimsel (siyaset sahnesinde görünen) iktidar arasındaki fark burada daha belirgin görünmektedir. (Yıllar boyunca AKP’nin “gerçek iktidar olmadı” savı burada örnek verilebilir.) Devletin aygıt ve kesimlerinin stratejik noktalarında konumlanan “gerçek iktidar” odaklarının ele geçirilmesi kolayca gerçekleşmemektedir. Bu noktalar uzun erimli sınıf mücadeleleri sonucu ve kendi yasalarına göre burjuva fraksiyonlar tarafından ele geçirilebilirse de bu olanak çeşitli “sol” reformist partilerin sandığı gibi sosyalist/komünist partiler için mümkün değildir. Böyle bir durumda devletin “egemen sınıfların devleti” olduğu gerçeği her aşamada ortaya çıkar. Egemenlik altındaki sınıfların iktidarı “zor”la ele geçirme dışında başka bir seçenekleri yoktur.

Burjuva fraksiyonlarda da, bu stratejik noktaların ele geçirilişi sıklıkla kendi kabul edilebilir sınırları işleyişleriyle değil “darbe” ile olabilmektedir.

Devletin iç bölünmeleri, oluşan çatlaklar vs. sadece iktidar bloğunun kendi iç çelişkileriyle açıklanamaz. Bu çatlaklarda, çelişkilerde önemli bir etken de ezilen sınıfların mücadelesi ve devletin ezilen sınıflar karşısında üstlendiği rolle ilgilidir. Kapitalist devletin en önemli çelişkilerinden birinin, önceki toplumsal formasyonlardan farklı olarak bir sınıfın temsilcisi olduğu halde tüm halkın/ulusun temsilcisiymiş gibi görünmek zorunda olması olduğunu vurgulamıştık.

Devlet aygıtları, ezilen sınıfları örgütsüzleştirerek, dağıtarak, siyasi örgütlerini devri dışı bırakarak iktidar bloğunu siyasi olarak birleştirir. Bunun için her türlü baskı ve ideolojik aygıtlar ile ekonomik önlemler devreye girer. Devletin, egemenlik altındaki sınıflara “gem vurma”sı onun için zorunlu olsa da bunun nasıl yapılabileceği konusunda burjuva sınıf ve fraksiyonları her zaman uzlaşı halinde olmazlar, bu çoğunlukla kendilerine destek veren sınıflara karşı olan uygulamalarla ortaya çıkar. Bu çelişkinin nasıl yaşandığına dair 18 Brumeire’de Marks’ın anlattıklarından uzun da olsa bir örnek verebiliriz; “Kendini toplumdan bağımsız kılan bir yürütme gücü olarak, Bonaparte, misyonunun ‘burjuva toplumun’ güvenini sağlamak olduğunu duyumsatıyor. Ama bu burjuva düzenin gücü orta sınıftır. Onun içindir ki, kendisine bu sınıfın temsilcisi gözüyle bakıyor, ve bu anlayışla kararnameler yayınlıyor. Ama Bonaparte’nin kendisi bir şeyse eğer, bu orta-sınıfın siyasal etkinliğini kırdığı ve her gün de kırmakta olduğu içindir. Onun içindir ki, kendisini, orta sınıfın siyasal ve ebedi gücüne karşı hasım olarak görüyor. Ama, burjuvazinin maddi gücünü korumakla, onun siyasal gücünü yeniden yaratıyor. Bunun içindir ki, bir yandan. Kendini gösterdiği her yerde sonucu (etkiyi) yok ederken, nedeni alıkoyması gerekiyor. Ama bütün bunlar, neden ile sonuç arasında küçük küçük karışıklıklar olmadan yapılamıyor, çünkü biri ve öteki, karşılıklı etki ve tepkileri içinde ayırt edici niteliklerini yitiriyorlar. Sınır ayrımı çizgisini silen yeni kararnameler bundan ileri geliyor. Aynı zamanda Bonaparte, köylülerin ve genel anlamda halkın, burjuva toplumu sınırları içinde alt sınıflara mutluluk getirmek isteyen temsilcisi olmak sıfatıyla, kendini, burjuvaziyle karşı karşıya görüyor.” (Marks, K., 2002, 130-131)

Modern devlette bahsini ettiğimiz çelişkiler hiç sonlanmayan bir şekilde devamlı olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü Marks’ın dediği gibi burjuvazi “her yerde sonucu yok ederken, nedeni alıkoyuyor”.

Bütün bu yazdıklarımızdan çıkarılacak sonuç şudur; “Kapitalist devletin özünlü bir kendindelik olarak değil, ama esasen ‘sermaye’ için de söz konusu olduğu üzere, bir münasebet olarak, daha doğru bir deyişle, devletin içinde ve her zaman özgül bir biçimde dile geldiği haliyle, sınıflar ve sınıf fraksiyonları arasındaki bir güç dengesinin maddi yoğunlaşması olarak düşünülmesi gereklidir.” (Poulantzas N., 2004, 143) (abç)

Devlete “özcü” bir şekilde yaklaşılması yapılan en büyük hatalardandır. Yani tek bir sınıf ya da fraksiyon tarafından üstlenildiği gibi yönlendirilebilen, edilgen “bir araç” değildir. Eğer bu araçsalcı görüş doğru olsaydı, sosyalizme geçişte devlet aygıtının parçalanmasına vs. gerek kalmaz, devlet iktidarlarının ele geçirilmesi yeterli olurdu. İkincisi devlet salt “özne” olarak kavranamaz. Bu, yazının başında kısaca değindiğimiz Hegel’in “en yüksek merci, kutsal devlet” anlayışının yansımasıdır. Burada devlet “kendi” politikasını “kendi dışındaki” toplumsal sınıflara dayatabilir. Yani mutlaklaştırılan bir devlet ortaya çıkar.

Bu iki sav da devletin iç çelişkileri, sınıf mücadelesinin etkisi vs. kavranamamakta, dolayısıyla da devlet politikalarının nasıl oluştuğu ortaya konulamamaktadır. Bu yüzden devletin bir “münasebet” olarak ve “sınıflar ve sınıf fraksiyonları arasındaki güç dengesinin maddi yoğunlaşması” olarak düşünülmesi önemlidir. Bu aynı zamanda devletin görece özerkliğini biz açıklamaktadır.

Kapitalist devlet ve rejim biçimleri

Türkiye’de “Cumhurbaşkanlığı sistemi” tartışılırken en çok gündeme gelen konulardan biri bu yasa değişikliğinin “rejim değişikliği” olup olmadığıydı. Biraz da bu tartışmalardan hareketle bu bölümü kapitalist devlet ve rejim biçimlerine ayırdık.

Devlet tipleri belli bir üretim tarzına göre isimlendirilirler: Köleci, feodal, kapitalist devlet tipi gibi! Bir devlet tipini özgülleştiren belirlemeyi değiştirmeyecek şekilde çeşitli devlet biçimleri ortaya çıkar. Liberal devlet, müdahaleci devlet, faşist devlet, askeri diktatörlük, Bonapartizm gibi...

Kapitalist devlet biçimleri, kapitalist üretim tarzının belli bir evresinde ideoloji, iktisat ve politikanın ilişkileri ile sınıf savaşının siyasal bunalımın genel karakterleri gibi etmenlerle ayırt edilirler.

Poulantzas devlet ve rejim biçimlerine dair şu ölçütleri sıralamıştır:

“1- Devletin iktisat ve genel olarak toplumsal ilişkiler üzerindeki müdahale biçimleri ve egemen sınıflara göre devletin görece özerkliğinin biçimleri;

2- Devlet aygıtı ve devletin ideolojik aygıtlarının işlevleri, biçimleri ve aralarındaki ilişkiler, bu da hukuk değişikliklerine tekabül eder ve işte bu biçim ilişkileri düzenler;

3- Bizzat devlet aygıtının içinde kolların genel ilişkileri, bu da, kapitalist devlette yasama-yürütme ilişkisine tekabül eder;

4- Devletin ideolojik aygıtlarının içindeki genel ilişkiler.

Siyasal sahnenin alanını kaplayan rejim biçimlerine gelince;

1- Bir devlet biçimi genel karakterlerini sunma derecesi;

2- Bu karakterlerin aldığı özel biçimiler, çeşitli devlet aygıtı kollarının kendi aralarındaki çeşitli devletin ideolojik aygıtlarının ve kendi aralarındaki ve bunlardan birinin egemenliği altında bu her ikisinin kendi aralarındaki somut ilişkiler, özellikle, siyasal partilerin ve sınıfsal partizan temsilcisi rolleri burada temeldir.” (Poulantzas N., 2016, 362-363)

Poulantzas’ın ölçütlerini dikkate aldığımızda devlet biçimlerinin ortaya çıkışının tarihsel ilerlemeci/evrimci yaklaşımda savunulduğu gibi birbirini izleyen etaplar şeklinde olmadığı görülür. Basitten karmaşığa doğru modeller halinde devlet biçimleri ortaya çıkmaz. Yani “ilkel kapitalist üretimden tekelci devlet kapitalizmine ulaşan aşamalar sırayla izlenerek bunlara uygun devlet biçimleri çıkar” yaklaşımı yanlıştır. Zaten hiçbir üretim tarzı saf halde bulunamayacağı için de bu “aşamaların hiçbiri farklı ülkelerde aynı şekilde yaşanmaz. Sıralanan bu ölçütler dikkate alınmadan, kapitalizmin evrelerine göre yapılacak ayrımlar yanlış sonuçlara ulaştıracaktır.

Devlet biçimleri, toplumsal bir formasyonda ekonomik ve politiğin eklemlenme çeşitlerine denk düşmektedir. Bu devlet biçimlerinin devletin baskı aygıtının, ideolojik aygıtının, devletin kollarının arasındaki ilişkiye bağlı olması anlamına gelir.

Aynı devlet biçimlerinde farklı rejim biçimleri ortaya çıkabilmektedir. “Örneğin, liberal devlet hem anayasal monarşi –Büyük Britanya- hem de parlamenter demokrasi –Fransa- biçiminde görülebilir. Müdahaleci devlet, Amerikan bakanlık rejimi, İngiliz iki partili parlamenter rejimi, kıtasal çok partili parlamenter rejim gibi birçok rejim biçim altında görülebilir.” (Paulontzas N: 2003; 175)

Rejim biçimleri, parti temsiliyetine ait somut tarzlarla ilgilidir. Bu düzlemde yasama-yürütme politik düzeyin özgül yapısıyla ilgilidir. Bu düzlemde yasama-yürütme arasındaki ilişkiler de siyasal partilerin sayısı ve etki güçleri de devlet biçimlerinin koyduğu sınırlar içerisinde rejim biçimlerini gösterir.

Yasama ve yürütmenin ayrımlanması basit bir hukuki işlem değildir. Bu “politik güçlerin kesin ilişkisine” ve “devlet kurumlarının işleyişindeki reel farklılıklara” (age, 356) denk düşer. Güçler ayrılığının biçimi, devletin üniter fonksiyonunu ve merkezileşmiş yapısını değiştirmez. Yasama ve yürütme üzerinde farklı sınıf ve fraksiyonlar hâkim olabileceği gibi, aynı hegemonik sınıf her ikisi üzerinde hâkim olabilir. İkincisinin gerçekleşmesi durumunda yasama-yürütme ayrımından bahsedilemez. “Yürütme terimi, bir anlamda devlet aygıtının özel politik fonksiyonu olarak, politik bir güç merkezini içerir.” (age, 363)

Yasama organının güçlü olmasının, halkın temsiliyetini daha fazla sağladığı, daha “meşru” olduğu vb açıklamaları doğru değildir. Sol içinde bir damarın parlamentarizme her zaman verdiği önemi düşündüğümüzde bu vurgu önemlidir. “Meşruluk” meselesi tamamen ideolojik süreçlerle ilgilidir. Ve mesela Türkiye’de son yasa değişikliğine kadar yasama, yürütmeden “ayrı” ve “baskınmış” gibi görünse de Türkiye’de faşist devlet biçimi ve rejiminin varlığını görüyoruz.

Yasama-yürütme ayrımlaması, ezilen sınıflara dönük bir ayrımlamadan ziyade, egemen sınıfların kendilerini garanti altına almaktadır. Yasama organının genel oylarla oluşturuluyor olması dolayısıyla ortaya çıkacak farklı seçeneklerin yaratılabileceği sıkıntılara karşı, yürütme ayrı tutulmuştur. Yasama organının (parlamentonun) daha geride kalıp yürütmenin baskın olmasının nedeni, egemenlik altındaki sınıfların politik yükselişiyle ilgilidir. Böylece başta seçim barajları olmak üzere konulan sınırlar aşılsa bile, devlet, “egemen sınıfların devleti” olarak kalmaya devam eder.

Yürütmenin güçlendirilmek istenmesinin nedenlerinden biri de hegemonik sınıfın iktidar bloğundaki diğer sınıf ve fraksiyonlara karşı egemenliğini artırmasıdır. Yürütmenin baskınlığı, iktidar bloku partilerinin rolünün küçülmesine denk düşmektedir. Yasama baskın iken de önemli bir etkisi olan “bakı grupları”nın, yürütmenin baskınlığında siyasal partilerden daha işlevsel olma olasılığı yükselmektedir.

Sonuç olarak Türkiye’de “başkanlık sistemi” ne geçiş yapılarak rejim biçiminde değişiklik yapıldıysa da bu tamamen Türkiye’nin özgüllüğü içerisinde, faşist devlet biçiminin sınırlarında gerçekleşmiştir.

Türkiye’de egemen sınıflar

Dönemin ABD devlet başkanı Reagan’ın Ortadoğu ve hükümet darbeleri konusunda uzmanlaşmış danışmanı Lutwak’ın kaleme aldığı kitapta “pratik ve resmi” olarak darbe şöyle tanımlanıyor:“Darbe, devlet aygıtının küçük ama kritik bir parçasına sızmaktan ibarettir. Bu kritik parça sonradan devletin geriye kalan kontrol mekanizmasından hareketle hükümetin yerini almaktadır.” (Luttwak E:1996, 25)

“Darbe, devletin bütün örgütsel can damarını vurarak, cerrahi bir dikkatle bunu yapar.” (age, 145)

Bu tanımlardan hareketle, darbenin ana hedefi siyasal iktidardır! Dolayısıyla hükümetin yanı sıra “devlet iktidarının ana çekirdeği” olan baskı aygıtı ve esasta ordunun etkisizleştirilmesi temel mesele olmaktadır.

Lutwakk’a göre bir darbenin başarısız olma nedenleri çoktur. Bu nedenle güçler dengesini dikkate alınarak doğru zamanda yapılmasının yanı sıra askeri olarak da çok iyi hazırlanması gereklidir. Bu genel tanımlamaların içinden baktığımızda 15 Temmuz’da devletin siyasal aygıtını ele geçirme amaçlı yapılan ve yaşanan güç çatışmasında mağlubiyete uğrayan bir darbe girişimiydi.

Türkiye’nin modern tarihi, tamamen bir darbeler tarihidir. Yaşananların hiçbiri de “pratik ve resmi” olarak bu tanımladıklarımızın dışında değildir. Sonuncusunun sayılabilecek en temel farklılığı, öncekilerde Kemalist ideoloji ve kadrolar darbeye niteliğini verirken bu sefer daha “karma” bir yapıyla, içinde İslami ideolojiye sahip cemaatinde var olmasıdır. Bu ayrımın önem taşımasının tek nedeni, önceki sayfalar da açıkladığımız gibi politik sahnede burjuva sınıf ve fraksiyonların arasındaki ayrışmada ideoloji ve fikirsel ayrılıkların da önem taşımasıdır. Türkiye’nin kurulduğu süreçten itibaren modern/geleneksel, laik/şeriatçı ayrımı, politik sahnenin şekillenmesinde önem taşımıştır. Türkiye’de iktidar bloku içerisinde yer alan egemen sınıf ve fraksiyonlar arasındaki bu ayrımla şeklen bile olsa mevcut olan parlamenter sistemde partiler “genel oy” aracılığıyla kitle desteğini sağlamıştır.

Şimdi Türkiye’deki egemen sınıf ve fraksiyonlara bugünü anlamada yardımcı olacakları için kısaca bakalım.

1960’lara kadar hepsi Odalar Birliğinde temsil olunan sermayenin palazlananları buradan ayrılarak 12 Mart 1971’de TÜSİAD’ı kurdular. TÜSİAD’a üye olanlar, Türkiye’deki en büyük sermaye grupları durumundaydılar ve toplamda mali sermayenin Türkiye temsilcisiydiler. Bunlar, dünya pazarlarıyla daha içli dışlı olan sermaye gruplarıydılar. Dış bağlantıları ve dövize duydukları ihtiyaç, Türkiye’nin kapalı ekonomisinin açılmasını gerekli kılıyordu. İthal ikameci büyüme yerine ihracata dayalı sermaye birikimi modelinin benimsenmesini istiyorlardı. İktisadi işleri esasta Batı ülkeleriyleydi. Sermayenin bu kesimi ideolojik olarak batı yönelimli, modernist ve laikti. Türkiye’nin kurucu egemen ideolojisi olan Kemalizm ile uyumluydu.

Sözcülüğünü Necmettin Erbakan’ın üstlendiği Odalar Birliği ise tam da sermayesinin büyüklüğü ile bağlantılı olarak “adil düzen”i sloganlaştırmıştı. İdeolojik olarak ise muhafazakâr/gelenekselciydiler.

24 Ocak 1980 kararları, emperyalizmin 1970’lerde başlayan krizine paralel hazırlanmış, Türkiye’nin “uyum yasalarıydılar.” İçeriklerine bakıldığında hem TÜİSAD’ın hem de Odalar Birliği’nin işine geldikleri görülür. İhracata dayalı sanayinin gelişimi “Anadolu Kaplanları”nı ortaya çıkarmaktayken, mali sermayenin önündeki engellerin kaldırılması TÜİSAD’ın işine geliyordu. 24 Ocak kararlarına bağlı olarak İMKB’nın kurulması, bankalar arası para piyasasının oluşturulması, sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi gibi düzenlemeler zaman içerisinde yaşama geçirilmiştir. Bu düzenlemeler arasında belki de en önemlisi yerli paranın, yabancı paralar karşısında tam olarak çevrilebilir hale gelmesi ve dış borçlanma olanağının sağlanmasıdır.

24 Ocak kararlarının mimarı ve uygulayıcılarından Turgut Özal, 1977 seçimlerinde Erbakan’ın Milli Selamet Partisi’nden (MSP) milletvekili adayı olmuş ama seçilememişti. Bununla birlikte, en büyük sermaye gruplarından Sabancı Holding’de üst düzey yöneticilik yapmıştır. Özellikle Metal Eşya Sanayicileri Sendikasında (MESS) başkanlık yaptığı dönemde, büyük sermaye ile içli dışlı olmuştur. Özal, bu portresi ile tam 24 Ocak ruhuna uygun bir siyasetçiydi.

Türkiye’de iktidar bloğunda önce tek parti içinde (CHP dönemi) sonra ayrı ayrı partilerde hep iki egemen fraksiyon var olmuştur. Kemalist ideolojiye sahip olan sınıf ve fraksiyonlar iktidar bloğunun hegemon sınıf ve fraksiyonu durumundaydılar. Yani ardından bürokrasiye, devletin ideolojik aygıtlarına egemenlikleri tartışılmaz olmuştur. Muhafazakâr kanatın temsilcileri hükümet olsa bile, kurulan devlet mekanizmasıyla hareket alanları hep kısıtlanmış ve gerçek iktidar olamamışlardır. Fakat özellikle 1960’lı yıllardan sonra yükselen toplumsal hareketlere mevcut egemen ideolojiyle cevap olunamamıştır. Üstelik gelişen pek çok “sol” hareket, ilericilik-gericilik ayrımı yaparak Kemalizm’le ortak birçok yön bulmuştu. Buna karşı olarak devlet tarafından İslamcı ideolojilerin önü açılmaya başlandı. Fakat esasta “ılımlı İslam”ın egemen ideolojinin önemli bir parçası haline gelmesi 12 Eylül ile olmuştur.

Özal’ın 24 Ocak ve dolayısıyla 12 Eylül askeri darbesinin “ruhuna” uygun olduğunu söyleyişimiz bu nedenledir. Özal kurduğu ANAP’ın “4 eğilimi” birleştirdiğini söylüyordu. “Birleşme” denilen aslında 24 Ocak ile hem TÜSİAD’ın hem de TOBB’un ekonomik çıkarlarının gözetileceğinin belirtilmesiydi. Bu ekonomik koalisyonun ortakları daha esnek ve güvencesiz bir emek rejiminde hep uzlaştılarsa da, faiz oranlarından döviz politikalarına Merkez Bankası’nın bağımsızlığından teşvik politikalarına devletin birikim sürecindeki rolüne kadar hep farklı talepleri dile getirdiler. Bu çelişkiler, özellikle 90’lı yıllarda görüldüğü gibi siyasal krizleri de ortaya çıkaran nedenler arasındaydı. Siyasal anlamda Özal’ın çizgisi liberallerle Nakşibendî tarikatına bağlı İsmail Ağa Cemaati’nin işbirliğiydi! Ortaya çıkan bu bileşim, hem sermayenin çeşitli ihtiyaçlarını karşılamakta hem de yükselen “solcu” hareketlere karşı modernist, laik, Türkçü, anti-komünist Kemalizm’e bir de “ılımlı İslamcı” aşısının yapılmasıydı.

Devletin ideolojik aygıtları arasında olan, cami ve imam hatiplerin sayısının artırılması, ders müfredatının değiştirilmesi, başta üniversiteler olmak üzere milli eğitimde kadrolaşmanın artması gibi gelişmeler yaşanmaya başladı. Aslında egemen klik, ideolojik aygıtlarda bu adımları atarken, devletin “çelik çekirdeğini” koruma refleksini koruyordu. Nitekim 12 Eylül darbesi sonrası oluşturulan siyasi rejim bunun göstergesidir.

12 Eylül darbesi ile birlikte oluşan yürütme gücü, cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık arasında bölüştürüldü. Bu ayrım, egemen sınıf ve fraksiyonlar için sigorta görevi görüyordu. Genel oyla seçilebilecek diğer egemen sınıf ve fraksiyonları denetim altında tutacak, devlet aygıtı içinde hareketlerini kısıtlayacak bir sigortaydı bu. Siyaseten sorumsuz cumhurbaşkanına bütün atamalarda söz sahibi olma, hükümetin icraatlarını kendine bağlı kurumlar aracılığıyla denetleme, meclis kararlarını veto edebilme gibi pek çok yetki tanınmıştı. Yürütmenin başındaki diğer güç olan başbakan ise özellikle seçim barajı sayesinde kendi hak ettiğinden daha fazla milletvekili çıkarabilmesiyle diğer siyasi partilere karşı güçlendirilmişti. Ordu, cumhurbaşkanı üzerinden günlük siyasete müdahil olabilir hale gelmişken, hükümet hem ordu hem de ekonomik gruplar arasında işler görmeye başlamıştı.

12 Eylül’de oluşan bu ekonomik-politik konjonktürle Arap sermayesinin elindeki petro-dolarların bir kısmını faizsiz İslami bankacılık adı altında getirmesi, Türkiye’de hep küçük-orta sermaye şeklinde kalan ve kendine ideolojik olarak “İslami” diyen sermaye grubunun büyümesine yol açtı. Bu grup TOBB’tan kopuşarak MÜSİAD’ı (Müstakil Sanayi ve İş Adamları Derneği) 1990’da kurdu. ANAP, hem MÜSİAD’la hem de TÜSİAD’la ilişki halindeydi. Bu özellikle TÜSİAD’da rahatsızlığa yol açıyordu. Bu durum Necmettin Erbakan’ın siyasi yasağının kaldırılıp, yerine Refah Partisi’nin (RP) kurulmasına kadar sürdü. RP’nin kurulması ANAP’ın düşüşünün de başlaması olmuştur. TÜSİAD bir hamle yaparak, Türkiye’de ilk defa burjuva kadrolardan, liberal Yeni Demokrasi Hareketini Cem Boyner önderliğinde kurmayı denedi.

Fakat ilk seçimlerde 1000’de 48 oy olarak büyük bir “hüsran” yaratmış ve sonra kendisini feshetmiştir. [Bu örnek aynı zamanda yazımızın ilk bölümünde açımladığımız burjuvazinin kendi siyasal birliğini sağlamaktaki yeteneksizliğine ve her zaman orta ve alt kesimlere dayanan siyasi partileri kullanmak zorunda oluşuna da bir örnektir.] Refah Partisi’nin mecliste temsil edilmeye başlamasının yanı sıra, başta İstanbul olmak üzere büyük şehirleri kazanması MÜSİAD ile temsil olunan gruba büyük “avantajlar” sağlamaya başlamıştı.

1970’lerden sonra bahsini ettiğimiz ekonomik-politik ve ideolojik değişimin açtığı alanlardan yararlanan kesimlerden biri de Gülen Cemaati olmuştur. Fetullah Gülen, 1970’lerin ortasında “Yeni Asya Grubu” olarak bilinen Nurculuğun ana gövdesinden kopup, kendi cemaatini kurmuştu. Gülen Cemaati, eğitim alanına (ki en önemli ideolojik aygıtlardandır) ağırlık verdi. Cemaate bağlı olarak açılan dershane ve kolejler en önemli örgütlenme alanlarıydı. Gülen, 12 Eylül askeri darbesini desteklemiş, Erbakan’ın öncülüğünü yaptığı “Milli Görüş Hareketi” ile de hep mesafeli durmuştur. Yurtdışı okulları açılmaya başlandığında Özal’la ANAP destek verenlerdendi. Ana savunuları, din ve bilimin birleştirilmesi gerektiği üzerine kuruluydu, bu da ABD’nin geliştirdiği “ılımlı İslam” kategorisi için önemliydi. 28 Şubat süreci de dâhil olmak üzere Gülen Cemaati, kendini Milli Görüş Hareketi’nden özellikle ayırıyordu.

28 Şubat “postmodern” darbesi, 1980’den itibaren yükselen İslamcı sermayenin önünü hem ekonomik hem de siyasi olarak kesmeyi amaçlıyordu. Kombassan, Yimpaş, İttifak, Jet Group gibi holdingler hızlı bir şekilde büyümüş ve Kombassan’ın Petlas ihalesini almasında görüldüğü gibi devlet ihalelerinde de pay sahibi olmaya başlamışlardı.

Genelkurmay Başkanlığı’nda 11 Haziran 1997’de düzenlenen medya mensuplarının katıldığı irtica brifingindeki şu ifadeler 28 Şubat’ın ekonomik-politik anlamını açıkça vermektedir:

“Özelleştirme kapsamında yapılan ihalelerle, irticai kesim yanlısı şirketlere öncelik verildiği ve bu şirketlerin başta enerji olmak üzere stratejik öneme haiz sektörlerdeki ihalelere ilgi duyduğu ve birleşerek güç oluşturmaya yönelik çalıştıkları hususu açık kaynaklarda yer almıştır.” (Sönmez M., 20014, 31)

TÜSİAD’ın önderliğinde bir araya gelen TESK, TOBB, DİSK ve Türk-İş yayımladıkları bildiriyle “şeriata karşı” durmak için 28 Şubat darbesine destek vermişlerdir. Gülen Cemaati, ordunun bu müdahalesinden kurtulmak için “milli görüş” geleneğinden ayrı olduğunu vurgulayıp durduysa da başaramadılar. Gülen, “irtica faaliyetleri” dolayısıyla hedefe kondu. Bu süreçte sağlık sorunları bahanesiyle ABD’ye gitti.

28 Şubat darbesinin en önemli sonucu, RP’nin yani milli görüş geleneğinin içinden o dönemki tanımlamalarıyla “muhafazakar demokrat” AKP’nin ortaya çıkması oldu.

Devlet yeniden restore ediliyor

AKP içinden çıktığı RP’nin tersine en başından itibaren ABD ve AB ile uyumlu çalışacağını, neo-liberal politikaları benimseyeceğini açıkladı. IMF ve DB’nin yapısal uyum projelerini Kemal Derviş’in bıraktığı yerden yaşama geçirmeye devam etti. 11 Eylül’ün yaşandığı konjonktürde, AKP’nin “ılımlı İslam”ı uluslararası sermaye gruplarından ve devletlerden destek gördü. Bu desteğin yanısıra mevcut seçim sisteminin de avantajları ve zaten “merkez sağ” partilerinin çökmüş olmasıyla sağcı/geleneksel kesim siyasette AKP’ye kaydı. 28 Şubatçılar Cumhurbaşkanlığı makamının “çelik çekirdek” ordunun ve bürokrasinin önemli kesiminin ellerinde olmasına güveniyorlardı.

AKP’nin RP’ye göre değişen ideolojik çizgisi ve artık hükümette oluşunun da etkisiyle devlet aygıtında egemen olan Kemalist/ulusalcı sınıf ve fraksiyonlara karşı Gülen Cemaati ile çıkar ilişkisi geliştirmesiyle başladı. Bu zamana kadar birbirlerinden uzak duran bu iki kesim, bu sefer devletin aygıtlarını ele geçirme konusunda en başından beri kademe kademe artan bir ittifak geliştirdiler. AKP-Cemaat ilişkileri açısından bu dönemin karakteristiği İlker Başbuğ’un tanımlamasıyla “Cemaat ile iyi geçinelim, tamam, ama TSK’yla çatışmaya girmeyelim...”di. (Başbuğ İ., 2016, 37)

AKP, özellikle 12 Eylül’den sonra başta bürokrasi ve emniyet kurumları olmak üzere Gülen Cemaati’ni oluşturduğu örgütlenmeden faydalanıyordu. Gülen Cemaati de hem ekonomik alanda hem de devlet aygıtında daha rahat hareket etme imkanı kazanıyordu. 1990’ların başında Gülen Cemaati’ne mensup tüccar ve sanayicilerin bir araya gelerek oluşturduğu 7 federasyon, 2005 yılında konfederal bir yapı oluşturarak TUSKON’u (Türkiye İş Adamları ve Sanayiciler Konfederasyonu) kurdular. Türkiye genelinde 80 ilde 202 iş adamı derneği TUSKON’un çatısı altında faaliyet yürüttü. TUSKON’lu iş adamları, MÜSİAD’takilerden farklı olarak “neo liberalizmi benimsemiş, küreselleşmeci dünya kapitalizmiyle AB ile bütünleşmeye açık ve yatkın bir iş adamı profili çiziyorlardı” (Sönmez M., 2014, 179) medyada ise ana omurgasını Zaman Gazetesinin oluşturduğu 10’dan fazla televizyon kanalı, dergi ve radyo kanalları mevcuttu.

AKP-Cemaat’in “tam ittifak yaptığı dönem” (Başbuğ İ., agy) 2007-2011 arası olmuştur. Bu dönemin en önemli özelliliği TSK’ya yönelik Ergenekon, Balyoz vb. operasyonların yanısıra Cumhurbaşkanlığı’na Abdullah Gül’ün getirilmesiydi. Egemen sınıf dışındakilerin parlamentoda elde edebilecekleri güce karşı sigorta işlevi gören cumhurbaşkanlığı böylece iktidar bloğundaki diğer egemen sınıf ve kliklerin eline geçmiş oldu. Türkiye devletinin kuruluş ideolojisi olan Kemalizm’in 1960’lardan sonra, devlet aygıtları içinde en fazla gerilediği dönem başlamış oldu.

Burada TSK’ya dair bazı hatırlatmalarda bulunmak gerekiyor. TSK özellikle çok partili döneme geçilmesinden sonra çok sayıda cunta faaliyetine sahne olmuştur. Yani TSK içinde “gizli örgütlenerek” darbe yapılması hemen hemen bir gelenek haline gelmiş durumdadır. Bu geleneğin sebebi elbette ki ordunun Türk devletinin “kritik parçası”, “can damarı” olma özelliğini taşımasıdır. Devlete sahip olmak isteyen, orduyu ele geçirmelidir! Fakat bu darbe girişiminin en büyük özgünlüğü, ilk defa İslami ideolojiye sahip tarafın bu örgütlenmenin içinde güçlü bir şekilde yer alabilecek durumda olmasıdır. İ. Başbuğ ve aynı hatta yer alan Ergenekoncuların bu darbe girişimini, kesin olarak öncekilerden ayırma nedeni de budur. Yoksa pratik olarak bu darbenin de örgütlenişi ve yapılışı ve amaçlarında diğerlerine göre farklı olan bir şey yoktur: Devlet iktidarını ve onun en önemli baskı aracını ele geçirmek.

Üzerinden zaman geçtikçe daha da netleştiği gibi 15 Temmuz darbe girişimini AKP ile siyasi iktidarı paylaşmak isteyen ama reddedilen Gülenci kesimler ile bir kısım Kemalist yapmıştır. Fakat bazılarının saf değiştirmesi ve yapılan pazarlıklar sonucu olarak darbe “girişim” olarak kaldı. Darbeyi bastıranlar ise yine bir kısım Kemalist kadro ve yine İslamcı ideoloji içinde yer alan Erdoğan’da temsil olunan klikti.

Son 15 yılın tepe noktası olan 15 Temmuz çok önemli bir virajı temsil etse de sonrasında devlet iktidarı ve aygıtının yeni konjonktüre göre şekillendirilmesi ve Türk devleti kurulduğundan beri iktidar bloğunda yer alsa da hegemon olamayan sınıf ve fraksiyonların “hegemon” duruma geçme mücadelesi tüm hızıyla devam etti. Devletin genel olarak refleksi, yaşanan krizlerin çok uzatılmadan çözülmeye çalışılması ve bir “düzen” yaratılmasıdır.

AKP’de temsil olunan klik, bu sürecin tüm açıklarını, olanaklarını sonuna kadar kullandı. İlk iş de TSK’ya yönelmek oldu. 15 Temmuz sonrası Kemalist ulusalcıların sesi olan Başbuğ ilk kararnameyle birlikte itirazını yükseltti. “Siz OHAL yasası kapsamındaki KHK’larla geleceğe yönelik değişiklik yapamazsınız...

TSK’nın yapılanmasını, 100-200 yıllık yapılanmasını KHK’larla değiştirme ihtiyacı niye duydunuz?” (Başbuğ İ., 2016, 61)

Çıkarılan ilk KHK’yla kuvvet komutanlıkları Milli Savunma Bakanlığı’na bağlandı, askeri okullar kapatıldı, harp okulları bütün lise mezunlarına açıldı. Genelkurmay Başkanının görev ve yetkileri kısıtlandı. Ayrıca “darbeye karıştıkları veya Gülenci olduğu iddiasıyla binlerce ordu mensubu atıldı.

Bu süreç, “Yenikapı ruhu” olarak yansımasında görüldüğü üzere Kemalistlerin bir kesimi ile birlikte yürütüldü. Çünkü hem bürokraside hem de ordu da bu kesimin halen önemli bir etkisi vardı. Ama Başbuğ’un da itirazında görüldüğü gibi AKP, OHAL’in de yardımıyla attığı kurumsal adımlarla kendi hegemonyasını oluşturmanın çabasını veriyor.

Devletin ideolojik aygıtlarına müdahaleler de aynı düzlemdedir. Solcu, liberal olarak tanımlanan akademisyenlerin, Eğitim-Sen’lilerin, Cemaatçi olanların yanısıra atılması bu ele geçirme mücadelesinin parçasıdır. Okul müfredatlarında yapılan değişimler, başlatılan Lozan ve Abdülhamit tartışmaları Kemalist ideoloji yerine inşa edilmeye çalışılan yeni egemen ideolojinin parametreleridir.

15 Temmuz sonrası süreçte Cemaat’e ait olduğu söylenen şirketler, bankalar kapatılmış ve tüm mal varlıkları hazineye devredilmiştir. Bu sermayenin el değiştirme yöntemlerinden biridir. Bu el değiştirme esasta AKP yandaşlarının ve MÜSİAD’ın işine yaradığı için TÜSİAD her fırsatta itiraz hakkının olmadığı, “kanunun” yok sayıldığı OHAL’e itiraz etmektedir.

Başkanlık sistemi artık değişen konjonktüre, egemen güçler arasındaki çelişkilere, kapitalist emperyalist sistemin yeni ihtiyaçlarına cevap olamayan 12 Eylül sisteminin değiştirilmesi amacıyla istenmiştir. Başkanlık sistemini Özal’dan sonra Demirel de savunmuştur. Yani mesele hiçbir zaman Erdoğan meselesi olmamıştır!

Başkanlık sisteminin iki ana unsurdan birincisi başbakanlığın kaldırılarak bütün yürütme gücünün cumhurbaşkanında toplanması, ikincisi de yargı ve yasama üzerinde yürütme etkisinin artırılmasıdır.

Yasama, yürütme ve yargı arasındaki ilişkilerin bu değişimi elbette ki rejim değişikliğidir. Yapılan bu düzenlemeyle sistem yasama aygıtı (parlamento) aracılığıyla genel oy sistemiyle gelebilecek “muhalif” partilere karşı kendini yeniden garantiye almıştır. MHP’nin kendisini de önemli oranda etkisizleştirecek bu sisteme “evet” demesi de esasta bununla ilgilidir. Tekçi Türk devletinin, HDP’nin 7 Haziran seçimleri sonrası kazandığı başarı karşısında seçim barajının yetmediğini görmesi ve yeni adımlara ihtiyaç duyması ile sekiz ay gibi kısa bir sürede Başkanlık sistemi yasallaşmıştır.

Buna itiraz eden CHP olmuştur. Özellikle Türk devleti kurulduğundan bu yana hegemon klik olmasının getirdiği bir itirazdır bu. Fakat 16 Nisan sonrasında açıktan “hayır” oylarının gasp edilmesi karşısındaki tavrı açıktır ki tüm egemen sınıf partilerinin “devletin bekası” kaygısıyla geliştirdiği bir tavırdır. Bunda da şaşılacak bir şey yoktur.

Sonuç olarak 15 Temmuz ve sonrasında yaşananlar hep çelişkili ve çatışmalı bir yapısı olan iktidar bloğunda dengelerin yeniden oluşturulmak istenmesiyle ilgilidir. AKP ile temsil olunan “yeni” siyasi iktidar devleti bütün aygıtlarıyla tekrar restore etme girişimine başlamıştır. Başkanlık sistemi de bunun bir parçasıdır. Sürecin en önemli özelliklerinden biri kitlelerin burjuva partilerinin arkasında güçlü bir şekilde mobilize edilmiş olmalarıdır.

Devlet “katlarında” bunlar yaşanırken devrimcilerin -Kürt hareketi dışında- etkin bir politik güç olarak ortaya çıkamadıklarını görüyoruz. 1971 Devrimci Kopuşunun öncesine benzeyen ideolojik-politik bir konjonktür ortaya çıkmıştır. Kaypakkaya’nın Kemalizm ve Kürt sorunu belgeleriyle kopuş sağladığı “ilericilik-gericilik” ikilemi tekrar öne çıkmış durumdadır. Bu da egemen sınıf ve fraksiyonların baş temsilcilerinden CHP’nin etkisini artırmaktadır. Devrimciler, egemen klikler arasındaki çelişkiden faydalanabilmeli ve “baş düşman” belirlemesi yaparak hareket edebilmelidirler. Fakat bunu yaparken herhangi bir egemen kliğin peşinden sürüklenmemeli, herhangi birini “tercih” etmemelidirler! Kendi sınıf çizgileri doğrultusunda politika geliştirmeyi öğrenmelidirler.

Elbette ki komünist devrimciler de dahil ezilen sınıfların temsilcilerinin de yaşanan zayıflık, kendilerini ideolojik/politik ve örgütsel olarak yeniden gözden geçirmeyle ve halktan kopuşun nedenlerinin tüm boyutlarının ortaya konulabilmesiyle sağlanacaktır. Bu anlamda Kaypakkaya’nın kopuşu bize yol göstermeye devam etmektedir.

Kaynakça:

1- Başbuğ İ., 2016, 15 Temmuz Öncesi ve Sonrası, Doğan Kitap

2- Lenin, 1996, S.E., c. 7, İnter Yayınları

3- Luttwack E., 1996, Bir Uzmanın Gözüyle Darbe, Yaba Yayınları

4- Marks Engels, 1999, Alman İdeolojisi, Feuerbach, Sol Yayınları

5- Marks, 2002, Loius Bonaparte’nin 18 Brumairei, Sol Yayınları

6- Marks Engels, 2014, Komünist Parti Manifestosu, Umut Yayımcılık

7- Miliband, Poulantzas L., 1990, Kapitalist Devlet Sorunu, İletişim Yayınları

8- Poulantzas, 2003, Kapitalist Devlette Siyasal İlişkiler ve Toplumsal

Sınıflar, Epos Yayınları

9- Poulantzas, 2006, Devlet İktidar Sosyalizm, Epos

10- Poulantzas, 2016, Faşizm ve Diktatörlük, İletişim Yayınları

11- Sönmez, Mustafa, 2014, AKP Cemaat Çatışmadan Çöküşe, Notabene

12- Teori ve Politika, sayı: 71-72

13- Zizek S., 2011, İdeolojiyi Haritalamak, Dipnot

* Açıklama: Geçen sayımızda teknik bir hatadan dolayı eksik yayımlanan “Devlet teorisi ve Türkiye’de devletin yeniden restorasyonu” başlıklı yazıyı tam haliyle yayımlıyor, hatadan kaynaklı okurlarımızdan özür diliyoruz.

* Ekonomizm, Lenin’in “Ne Yapmalı?” çalışmasında ayrıntılı olarak incelenmiştir. Bununla birlikte kısaca şunları vurgulayabiliriz: Ekonomizmde, siyasal mücadele ekonomik mücadeleye bağlı kılınmıştır. Toplumsal sistemdeki her değişimin öncelikle ekonomide meydana geldiğini, bu nedenle öncelikle işçi sınıfının ekonomik talepleriyle örgütlenmesi gerektiğini, bunun sonrasında politik mücadelenin geleceğini savunur. Hedefi devlet olan politik mücadele, bu anlayışla gereksizleştiği için, devlet incelemelerine de gerek kalmaz. Oysa Lenin’de ekonomik mücadele, politik mücadelenin bir parçasıdır.

* İdeoloji kavramının tarihsel gelişimi bize bu teorizasyonun yüzyıla yayılmasının nedenleri konusunda ipucu verebilir. Bu konuda Partizan dergisinin “İdeoloji-Politika-Örgüt” başlıklı 88. sayısına bakılmalıdır.

 
46171

Partizan'dan

Partizan'dan; Gündem ve güncel gelişmelere ilişkin politik açıklama ve yazılar. 

Son Haberler

Sayfalar

Partizan'dan

"Legal parti sorunu" Üzerine

Legal parti sorunu, aslında hem Uluslararası Komünist Hareket ve hem de Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi açısından hiçte yeni ya da ‘bakir’ bir sorun sayılmazken; ama nedense devrimci hareketin ‘radikal sol’ olarak addedilebilecek kimi kesim ve yazarlarınca, böyleymiş gibi sunulmaya çalışılmakta.

Emperyalizm Üzerine Notlar -2

“Motor Üretimi Yoksa, Emperyalizm De Yoktur”

Soru: 2 -Türkiye'nin kendi tekniği (gelişmiş sanayisinin) yoktur. Örneğin bir motor bile yapamamaktadır. (Marksist Teori'nin Almanya-Frankfur'da 24 Şubat 2024"de düzenlediği "Lenin Dünyaya Bakmak" Sempozyumu tartışmalarından)

TKP-ML TİKKO Genel Komutanlığı: Partimiz Savaşımızı Aydınlatmaya Devam Ediyor: Ona Omuz Ver! Güç Kat!

Ailevi sorunlar, geçim derdi, gelecek kaygısı, hayaller, yaşanmışlıklar, günden güne ömrün tükenmesi ve sonuç olarak hiçbir şey yaşamadığını farkettiğin ve yüreğine bir acının gelip oturduğu an... bunu ikimize kendime armağan ediyorum. Dost varmı ki şu zaman da derdini alıp vuracak sırtına ..ve biz nelerden uzak kalmışız haberimiz yok...şimdi ki dostluklarda ne duman ne tüten var

TKP-ML MK: TKP-ML, 52 YAŞINDA!

“Daha Sıkı, Daha Sağlam, Daha Kararlı Bir Savaş” İçin Israr ve Sebatla!

Mao Zedung yoldaşın önderliğindeki Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin dünyayı sarsan fırtınaları içinde, coğrafyamız sınıflar mücadelesinin bir ürünü olarak doğan partimiz TKP-ML, 52 yaşında!

Emperyalizm Üzerine Notlar

Uzun bir zamandan beri emperyalizm üzerine makaleler yazıyorum, konferanslar veriyor, panellere katılıyorum. Bir de „Emperyalist Türkiye“ adlı kitabım yayınlandı. Bu kitapta'da Türk devletinin emperyalistleştiğini ve emperyalist bir devlet haline geldiğini; ekonomik, siyasi ve askeri olarak değerlendiriyorum.

Katıldığım seminer, panel, konferans ve çeşitli konuşma ortamlarında, yeni emperyalist ülkeler konusunda bana bir çok sorular soruldu, benim tezlerime karşı karşı tezler ileri sürüldü. Bir çoğu tezlerimi onaylarken, çoğunluk tezlerimi reddetti.

Patika, Politika mı Arıyor Yoksa..

"Başkası olma kendin ol

Böyle çok daha güzelsin"

Anasının kuzusu

Ciğerimin köşesi"

Marifet  solun sağıyla başarılı olmak değil ki.

Afyon, antalya, istanbul, ankara...

İmamoğulları, yavaşlar, böcekler... falanlar filanlar.

Sanki seçimleri kaybettiren  sol gibiymiş gibi

Sanki seçimleri kaybettiren de parlamentizm gibiymiş gibi

Hiç kimse zafer kazanan solun sağı karşısında solu ve parlamentizmi dahil ağzına almıyor.

Proletarya chp'nin sağını satın almış gibi.

Lenin’in Ölümünün 100. Yılı Anısına: Lenin’de Kararlılık ve İki Çizgi Mücadelesi SBKP’de İki Çizgi Mücadelesi*

Rusya’da Marksist gruplar ortaya çıkamadan önce “devrimci” çalışmayı Narodikler yürütüyordu. Narodniklerin Çar’a karşı verdikleri mücadelede temel aldıkları sınıf köylülerdi. Rusya’da kapitalizm geliştikçe işçi sınıfı da gelişip büyümesine rağmen Narodnikler işçi sınıfını değil köylülüğün temel alınmasını savunuyor ve ancak köylülüğün Çar’ı ve toprak ağalarını devirebileceğini savunuyorlardı. Narodnikler bireysel “terörü” savunuyor ve bunun geniş halk yığınları üzerinde büyük etkiler yaratacağını düşünüyorlardı. İşçi sınıfının partisinin kurulmasına karşı çıkıyorlardı.

Hepimiz Mazlum’a borçluyuz:Garabet Demirci

 

Devrimciliği Yaşam Tarzına Dönüştürelim

Bizim gücümüz, haklılığımız ve meşruluğumuzda; olayları, olguları diyalektik- materyalist bakış açısıyla ele almamızda yatıyor.

TKP-ML Merkez Komitesi : Newroz Piroz Be!

İmha, İnkar ve Asimilasyona; İşgal ve İlhaka; Sömürüye, Açlığa, Yoksulluğa, ve Faşizme Karşı

İsyan, Direniş, Serhildan!

Newroz, coğrafyamızda binlerce yıllık sınıflı toplumlar tarihinde sömürülen, ezilen, baskı gören halkların zalimlere, sömürücülere karşı isyanının simgesidir. Günümüzde de başta Kürt halkı olmak üzere bütün ezilen halkların, zalimin zulmüne karşı isyan ve direnişinin, Demirci Kawa’nın isyanının zalim ve katliamcı Dehaklar karşısında yükseltilmesinin, isyan ateşlerinin dört bir yanda yakılmasının adı olmuştur.

Oylar SADET'E.... Oylar DEVA'YA... Oylar İYİ PARTİ'ye....

"Bindik bir alamete gideyoz kıyamete."

Aklımızın sınırlarının zorlandığı günlerde geçiyoruz.

İlemde bir partiye oy verecekseniz....

Sanki iyi parti sizi öldürüyorda chp sizi öldürmüyorsa(?)...

Niye oy verdiğiniz millet ittifakı'nın parlamentizmden vaz geçmemiş paydaşlarından biri de olmaya.

Ve Bakırhan buyurdu: " İstanbul'da kent uzlaşısı sağladık" diye

Ve Sakık buyurdu: "CHP'ye oy yok." diye.

Ve ..

Sayfalar