Pazartesi Mayıs 6, 2024

Biyoloji kader mi?Yada fitrat"a-dair.

“Cinsel ahlâkın ilk ve tek ilkesi:Suçlayan her zaman suçludur.”[1]

Soru, hem ahlâk felsefesi ve ondan kaynaklanan sosyal bilimler, hem de doğa bilimleri açısından oldukça eski. Antropolojide ise, 20. yüzyıl başlarında ABD antropolojisinin kurucularından Franz Boas, yanıtını net bir biçimde veriyor, insanın “kültürel” bir varlık olduğu, biyolojisini çevresi/kültürü aracılığıyla dönüştürebildiğini öne sürüyordu - Boas’ın ünlü deneyi, ABD’ye göç eden Avrupalıların kafatası ölçülerinin ikinci kuşakta değişime uğradığını göstermekteydi! O zaman sosyal çevreye, yani kültüre ilişkin süreçler, biyolojimizi etkiliyor olmalıydı...

“Davranışçılık” olarak adlandırılan ekolün kurucusu ABD’li John B. Watson, Boas’ın biyolojinin özerkliğini kabullenen yaklaşımının çok daha ötesine geçen radikal bir tutum geliştirecekti: insan tümüyle (sosyo-kültürel) çevresinin ürünüydü: doğal (biyolojik/genetik) mirası ne olursa olsun.

Karl Marx ise, daha 19. yüzyıl ortalarında, insanın doğal ve toplumsal-kültürel bir varlık olduğunu ve doğasını emeği aracılığıyla dönüştürdüğünü söylüyordu. 1980’li yıllarda Marksist biyolog Levontin ise, biyolojik determinizmin burjuva ideolojisinin bir aracı olduğunu öne sürerken tartışmayı “doğa mı kültür mü?” çerçevesinden, tartışmanın kendisinin ideolojik yüküne doğru yöneltmişti. Bir başka deyişle, doğanın insan üzerindeki belirleyiciliğini savunan görüşler -gerçekliğe uygunluk ya da uygunsuzluklarından bağımsız olarak- burjuva ideolojisine hizmet ediyordu...

Her durumda, sosyal bilimler 20. yüzyıl boyunca, “insan davranışını belirleyen doğadır/kültürdür” tartışması konusunda devasa malzeme biriktirmiş, sosyal bilimciler bu konuda ciltler dolusu yazı yazmıştı.

Ne ki bu tartışma literatürü bir “ufak” ayrıntıyı atlıyor ya da görmezden geliyordu. Tüm bu ateşli tartışmaların öznesi “insan”, erkekti (man); kimse kadınlardan söz etmiyordu! Ta 1970’li yıllara kadar, “biçimlenişinde doğanın mı yoksa kültürün mü rol oynadığı” tartışılan “insan”, erkek(ler) olarak kurgulanmıştı. Kadının ne adı vardı, ne de gövdesi...

Durum sosyal bilim çevrelerinde 1970’lere gelindiğinde, yükselen kadın hareketinin bu alana sirayet etmesiyle birlikte fark edilecekti. Özellikle de antropolojik çalışmalara...

Antropolojik araştırmalarda kadınlardan söz edilmediğinden değil. Hayır, araştırmalarda kadınlar mevcuttu; ancak (Margaret Mead ve Ruth Benedict gibi iki öncü antropologu saymazsak) sadece edilgin nesneler olarak. Onlar Fransız antropolog Claude Lévi-Strauss’un yapıtında gruplar arası takasa sokulan dilsiz “trampa nesneleri” idi. Ya da Afrika’da değerli antropolojik çalışmalar gerçekleştiren Evans Pritchard Man and Woman Among the Azande (Azandelerde Kadın ve Erkek - 1974)’sini kaleme alırken tek bir Azande kadınıyla görüşmüş değildi. Onlar hakkındaki tüm bilgisi, Azande erkeklerinin söylediklerinden ibaretti!

Doğrudur, antropoloji 20. yüzyılın büyük bölümü boyunca bir “erkek mesleği” olagelmiştir. Pek az kadın, dünyanın ücra bucaklarında yaşayan avcı-toplayıcılar ya da hortikültüralistler[2] arasında yıllarca yaşamayı göze alabilecek bir özgürlük ve özgüvene sahiptir henüz. Bunu yapabilen kadın antropologların çoğu, yine antropolog olan kocaları ile birlikte çıktıkları bu serüvende kocalarının muavini ve sekreteri olarak, antropolojik araştırmaya marjinal kabul edilen kadınlar arasına karışıp onların “dedikodu”larını kayda geçirmekle, mahrem adetlerini çözümlemeye çalışmakla yükümlenmişti - ama ister araştırmacı gruba, isterse araştırılan gruba dahil olsun, kadınlar ikincildi. Esas olan, erkekti; onun pratkleri ve anlattıklarıydı.

İngiliz antropolog Edwin Ardener’ın bu “makus talih”in kırılmasındaki etkisi büyüktür. Kamerun Bakweri’leri arasında çalışan Ardener, sorunun salt “yaban” halkların kadınlara bakışından, ya da onların ataerkilliğinden kaynaklanıyor olmayabileceğini öne sürdü. Ya da “araştırıcı”nın, yani antropologun evreni de en az araştırdığı kadar “eril-merkezli”ydi. Bir başka deyişle “kadının ikincilliği” veya “suskunluğu/ bastırılmışlığı” antropologun kültürel önkabulleri arasındaydı, onun gözlemlediği “yaban” dünyaların bir gerçekliği olup olmamasından bağımsız olarak!

Gerçekten de antropoloji yıllar boyu, “erkek=kültür; kadın=doğa” öncülünden hareket etmişti. Erkeğin kültürün faili, kurucusu olduğu, doğurganlığı, emzirmesi, aybaşı görmesi vb. ile kadının ise doğaya daha yakın, biyolojik bir varlık olarak tanımlanması gerektiği paradigması! Kadının biyolojisi, onun kültür katılımcısı olarak rolünü kısıtlamakta, “avcı erkek-toplayıcı kadın” mitosunun zeminini oluşturmaktaydı. Hâlen popüler kültürde başat olan bir mitos... (“Doğanın ortaya koyduğu iş bölümünde kadın ev merkezli, evin düzeniyle çocuğun yetiştirilmesiyle ilgileniyor, yemeklerle ilgileniyor, ev kültürü merkezli bir varlık. Doğanın öyle bir işbölümü var. Erkek ise av kültürü merkezli bir varlık. O dışarı çıkıp avlanıp bir şeyler getirmek durumunda... Kadın, ev işlerinde erkeğin yardımını istiyor, erkek bir savaşçı olduğundan evdeki işlere katılmak istemiyor, gönülsüz yapıyor...” diye buyuruyor örneğin bir erkek profesör, öğretim elemanları arasında kadın algısını ölçmeye çalışan araştırmacıya![3])

Ardener’in bu saptamaları, -en azından yeni antropolog kuşakları için- çok ufuk açıcı oldu.[4] Kadınlar belki de eski kuşakların varsaydığı gibi kabileler arasında trampaya tabi tutulan suskun ve doğurgan nesnelerden ibaret değildi -onları öyle görmeyi seçen kendi kabilelerinin erkekleri ve o kabileleri inceleyen erkek antropologların niyetlerine rağmen! Belki “kadınlık hâli”, biyoloji tarafından belirlenen bir evrensel değil, zaman ve mekân içerisinde değişime uğrayabilen kültürel bir durumdu. Belki “Kadın doğulmaz, olunur” diyen Simone de Beauvoir, haklıydı!

Antropologlar toplumlara bu gözle bakmaya koyulduklarında, “kadınlık”ın farklı kültürlerde binlerce farklı biçimde tanımlanıp farklı rol beklentileriyle donatıldığını ayırd etmeye başladılar. Balililerde (Endonezya) örneğin, kadınlarla erkekler arasındaki cinsel farklılaşma, asgarî düzeydeydi. Her iki cins de benzer tarzda giyinmekte, benzer görevleri icra etmekte, birbirlerini ikame etmekteydi. Bu durum Bali mitolojisinde de yansımasını bulmaktaydı: eril ve dişil figürler arasındaki farklar alabildiğine muğlaktı...

Öte yandan, erkeklerin avcılık, kadınların toplayıcılıkta uzmanlaştığı Orta Afrika Mbutileri ve Güney Afrika !Kunglarında, bu farklılaşmaya karşın, iktisadî denetim, dinsel ve simgesel yetke, çocuk bakımı gibi konularda cinsiyet rolleri arasındaki farklılaşma, asgarî düzeydeydi... Bu avcı-toplayıcılarda erkekler kadınlar üzerinde ne iktisadî, ne toplumsal ne de cinsel denetim uygulayabiliyordu; kadınlar olabildiğince özerk bir varoluş sürdürmekteydi.

Buna karşılık, kimi toplumlarda, erkeklik ve kadınlık rolleri arasındaki farklılaşma ileri boyutlardaydı; Brezilya-Venezüella arasındaki yağmur ormanlarında yaşayan Yanomamöler’de eril şiddet, kadınlar üzerinde kolektif bir baskı ve yıldırma aracı olarak kullanılmaktaydı, örneğin... Ya da Afrika’nın batı kıyılarında yaşayan Fulanilerde (olasılıkla İslâm’ın da etkisiyle) katı bir kamusal alan-özel alan ayrımı güdülmekte, kadınların kamusal alanda boygöstermesine ancak örtülü olmaları kaydıyla izin verilmekteydi. Fulanilerde eril ile dişil toplumsal rolleri birbirinden kesin hatlarla ayrılmıştı... Bir başka deyişle, o güne dek “doğa-kültür süregenliği”nin “doğa” ucuna daha yakın olarak görülen küçük ölçekli toplumlarda kadınların konumu ve kadınlık rolleri, hiç de “doğa”ları tarafından dikte edilir gibi gözükmüyordu; aksine, toplumların geçim örüntülerinin avcı-toplayıcılığa mı yoksa hortikültüre mi dayandığına, soyun kadın tarafından mı, erkek tarafından mı izlendiği gibi bir dizi sosyo-kültürel değişkenle bağlantılı olarak geniş bir çeşitlilik sergiliyordu.

Bu durumda, kadınlık ile erkeklik arasındaki -hemen bütün toplumlarda varolduğu gözlemlenen sınırların biyolojinin çizdiği “sınır”larla çakışmadığı görülecektir. Dahası, pek çok küçük ölçekli toplum, tektanrılı dinlerin “doğal değil” diye lanetlediği eşcinsel pratikleri onaylamakta, kimi zaman va’zetmekte, kimi zaman da kutsamaktaydı. Farklı kültürler, biyolojiyi, biyolojik farklılıkları farklı “okumaktadırlar”.

Bundan böyle toplum bilimlerinde (biyolojik temelli) “cinsiyet”tense, (toplumsal-kültürel temelli) “toplumsal cinsiyet (gender)”den söz edilecektir.

Öte yandan, bu durumda şöyle bir soru çıkmaktadır ortaya: (biyolojik) eril ile dişil arasındaki sınırlar ile kültürün çizdikleri örtüşmüyorsa, bizatihi biyoloji, bir “kültürel okuma”dan ibaret olmasın? Toplumsal hiyerarşileri “doğallaştırmak”, onaylamak, meşrulaştırmak üzere başvurulan bir kaynak, örneğin? Çünkü toplumsal hiyerarşileri onaylamak üzere başvurduğumuz simgeler bedenlerimizden kaynaklandığı, yani “biyoloji” üzerine temellendikleri sürece, daha “doğal”, daha inandırıcı gelir kulağa: “Beş parmağın beşi bir değil”dir gerçekten; ve “ayaklar baş olunca” düzen bozulur! “Baş”kan başa, “ayak takımı” ise emekçilere, yoksullara, işsiz güçsüzlere, kısacası alt sınıflara tekabül eder. Popüler dil, doğru; “bilimsel” dayanaktan yoksun; pekâlâ. Ya Spencer’inden Durkheim’ına, Malinowski’sine onyıllar boyu bize toplumu bir “organizma” olarak tahayyül etmemizi öneren “bilimsel” organizmacılığa ne demeli?

Şu hâlde, şunu teslim etmeliyiz: biyoloji, insanların nerede nasıl davranmasını dikte etmekten çok, insanların nerede, nasıl davranması gerektiğine ilişkin iktisadi-siyasal-toplumsal kural ve kararları meşrulaştıran eğreltilemelerin kaynağı olarak kullanılageliyor.

Yeni “devletlû”ların “fıtrak”a ilişkin bitmez tükenmez nutuklarını dinlerken, bunu bir an olsun akıldan çıkarmamalı!

15 Nisan 2015 10:01:56, Ankara.

N O T L A R

[*] Kaldıraç, No:170, Eylül 2015…

[1] Theodor Ludwig Wiesengrund Adorno.

[2] Küçük ölçekli tarımcılar.

[3] F. Seda Kundakçı (2007). İktidar, Ataerkillik ve Erkeklik. Ankara Örneğinde Erkek Akademisyenler Üzerinde bir Çalışma. Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Anabilim Dalı, Siyaset Bilimi Yuksek Lisans Programı için hazırlanmış Yüksek Lisans Tezi. Ankara. 2007: 77.

[4] 1970’lerde verimli tartışmaların sürdüğü “kadın antropolojisi”nin belli başlı örneklerini içeren bir derleme için bkz. Rayna R. Reiter (der.), Kadın Antropolojisi, Dipnot Yayınları, Ankara 2012.

61755

Sibel Özbudun

1956 yılında,İstanbul'da doğdu. Üsküdar Amerikan Kız Lisesi'nden mezun olduktan sonra, Fransa'ya giderek, üç yıl süresince Fransa'da dil ve Paris VII ve Paris X Üniversitelerinde sosyoloji öğrenimi gördü. Türkiye'ye döndükten sonra,İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü'ne girdi. Mezun oldu. Uzun süre yayıncılık (Havass ve Süreç Yayınları) ve çevirmenlik yapan Özbudun;

 

1993 yılında, Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü'nde yüksek lisans eğitimi görmeye başladı. 1995 yılında,aynı bölümde araştırma görevlisi oldu. Doktorasınıda aynı üniversitede verdi. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca bilen Özbudun'un çok sayıda çevirive telif eseri bulunmaktadır.

     Blog

 

sozbudun@hotmail.com

Sibel Özbudun

Yerel Seçimler ve Proleter Tavır

 

 

Türkiye 31 Mart 2024 tarihinde yapılacak yerel seçimlere kilitlenmiş bulunuyor. Baskı, yasaklamalar, açlık, yoksulluk, pahalılık ve işsizlik en can alıcı sorun olarak ülke gündemindeki yerini korurken, tüm burjuva partiler 31 Mart’ta yapılacak yerel seçimlerde kazanacakları belediyelerin hesaplarını yapmakla meşguller.

Misak Manuşyan ve 23’ler Ölümsüzdür!

Misak Manuşyan (1.9.1906 – 21.2.1944) ve yoldaşlarını, Nazi kurşunları ile Paris’te katledilmelerinin 80. yılında saygıyla anıyoruz İnsanlığın düşmanı faşizmi ise bir kez daha lanetliyoruz.

İnsanlığın başına kara bulut gibi çöken, yıkımlar, savaşlar ve dahası onarılması mümkün olmayan felaketlere sebep olan Hitler Faşizmi, 1933 yılında Almanya’da iktidara gelmesiyle başladı. 1929 ekonomik ve sosyal bunalımını atlatamayan ve çözüm bulmakta zorlanan, kapitalist-emperyalist ülkeler, sorunlarını savaş yolu ile çözmek, pazarların yeniden paylaşma savaşına giriştiler.

ÖNCE SERMAYE, SONRA, YİNE SERMAYE

13 Şubat 2024 tarihinde Erzincan iline bağlı İliç'de Çöpler Madencilikte meydana gelen toprak kaymasında 9 (bu rakamın daha  yüksek olduğu iddiası da var) işçi toprak altında kaldı. Bu son olayda, “maden kazası” olarak adlandırılan işçi katlimının, doğa katliamı ile birlikte olağan hale getirildiği ve bu seri katliamların, sermayenin birikimi ve büyümesi için olmazsa olamaz kuralı olduğu  gerçekliğiyle karşı karşıyayız.

Ağır tecrit, büyük direniş (Nubar Ozanyan)

Biz 5 Nolu Amed Zindanı’ndan tanırız faşizmin üniformalı generallerini ve kan yüzlü zindan bekçilerini! Özgürlük mahkumlarına intikam alırcasına en ağır işkencelerin nasıl yapıldığını çok iyi hatırlarız. Devrimin öncü ve önderlerine nasıl düşmanca yüklendiklerini iyi biliriz. Sadece memleketimizden değil, biz ağır tecrit koşullarını ve ölümcül duvar sessizliğini, Peru devriminin önderi Başkan Gonzalo yoldaşın 29 yıl süren direnişinden biliriz.

„Dijitalleşme“ Kitabım Üzerine

Kitabın konusu, işçi sınıfının nicel ve nitel varlığıyla doğrudan ilgilidir. Özellikle üretim sürecinde dijitalleşmenin artmasıyla, işçi sınıfının sınıfsal niteliğine yönelik ciddi saldırılar gelmeye başladı. İşçi sınıfının ortadan kalkacağı, burjuvazinin, ücretli iş gücü sistemi olmadan, salt makineler üzerinden artı-değer elde edeceği gibi, doğrudan kapitalist sistemi var eden temel olgular yok sayılmaya başlandı.

Yavuz Proletarya Ev Sahibini Bastırırmış

-Seçimleri Boykot-

Zavallı kılıçdaroğlu.

Kazanınca (parlamentarizme) geçmeyi başarabilince) kazanabilmek için yaptığı her şeyin anlamsızlaşacağıyla o kadar ilgilenmişti ki ...

Aman neyse biz proletaryalara ne.

Ulusalcıların - sosyal demokratların ağır bedellerle anlamsızlaştırdığı parlamentarizm komplolarla tarihin tozlu sayfaları içerisinde kaybolup giderken...

imamoğlu'nun şapkada çıkardığı tavşan özgür özer'e eşbaşkan'ım diyerek itibar kazandırma yarışına düşen dem'liler ile...

Tarih bilgisi ve gelecek tasavuru (Deniz Aras)

Geçtiğimiz hafta içinde bir dönem TC içişleri memuriyeti görevinde bulunan ve bu “vatani görevi” sırasında devletin başta gözaltında kaybetmeler olmak üzere Kürt halkına ve devrimcilere yönelik katliam saldırılarını sürdürmesini “başarı”yla yerine getiren, günümüzde özü başına muhalif bir faşist partinin lideri Meral Akşener’in “mertçe cinayet” sözü çok konuşuldu.

Ermeni bir devrimci: LEVON EKMEKÇİYAN (Nubar Ozanyan)

Özgürlük uğruna yürütülen savaşımda her savaşçının önüne çıkan tehlikeli yol ayrımı ve kararlardan biridir “Ya onurunu ayaklar altına alıp teslim olacaksın! Ya da ölümlerden ölüm beğenerek direneceksin.” Levon Ekmekçiyan birkaç günlük yaşam uğruna kendini düşmana satmadan yaşamayı esas aldı. Düşündü fedailerin komutanı Kevork Çavuş’u, Antranik Ozanyan’ı, Mariam Çilingiryan’ı ve yanıbaşında çatışmada şehit düşen yoldaşı Zohrab Sarkisyan’ı. Sonra çocukluğunda anlatılan ve dinlemekte zorlandığı soykırım hikayelerini. Hangi Ermeni gencinin yüreği yaralı hafızası intikam dolu değildir ki?

“Unutturulan” Bir Devrimcinin Ardından 29 Ocak 1983, Kanlı Şafak

Çeşitli milliyetlerden Türkiye halkının başına kara bulut gibi çöken 12 Eylül Askeri Faşist Diktatörlüğü’nün elebaşı olan Kenan Evren, Muş halkına yaptığı ve tarihe geçen konuşmasının bir bölümünde “Asmayalım da besleyelim mi?” sözünü, Ermeni devrimci Levon Ekmekçiyan için söylemişti.

12 Eylül faşist cunta yılları idamların, işkencelerin, gözaltında kayıpların, vatandaşlıktan atılmaların, azgın devlet terörünün yaşandığı yıllar olmuştur. Bu dönemde siyasi nedenlerle aralarında 17 devrimcinin de olduğu 51 kişi idam edilerek katledilmiştir.

Almanya'da Faşizme Karşı Kitlelerin Büyük Protestosu

Alman emperyalist burjuvazisi, son yıllarını ekonomik kriz içinde geçirdi ve bu krizi savuşturabilmiş değildir. Tersine, giderek derinleşmektedir. Kendileri için söylenen “Avrupa'nın hasta adamı” sözüne karşı, ekonomi bakanın Lindener'in doğrudan ağzıyla; “hasta değil, yorgun adamı” olduğunu kabul etti.

Çutakımız Hrant (Nubar Ozanyan)

Soykırımcıların, hafıza katillerinin tüm çabalarına karşın Ermeni halkının ve ilerici insanlığın hafızasında halen dipdiri olan Hrant Dink; özgürlüğün ve adalet arayışının simgesi olarak anılmaya devam ediyor. Yüzbinlerin hem kalbine hem de duygularına bu denli etkili ve sarsıcı dokunmayı başaran Hrant Dink, bu gücü Ermeni soykırım gerçekliği kavrayışından, özgürlüğe ve adalete olan güçlü inancından, tutarlı duruşundan alıyordu.

Sayfalar