Çarşamba Mayıs 15, 2024

AKP faşizmi? yoksa doğru olarak devletin niteliği meselesi mi?

Kavramları doğru ve yerinde kullanmak oldukça önemlidir. Kavramlar politik söylemlerin özlü ifadesidir. Bu her belirleme açısından böyledir. Eğer kavramları yerinde ve doğru olarak kullanmazsak, teori de yanlışlıklar yaparız. Ajitasyonda bazen abartmalar olabilir, ancak politik tespitlerimizde ajitasyon yapamayız. Teorimiz açık ve anlaşılır olmalıdır.  Programlarımız ajitasyon içermez. Devlet tahlilide buna dahildir. Devrim programı ve mücadele biçimi aynı zamanda devletin niteliğiyle doğrrudan ilintilidir. 

Son dönemlerde Türkiye üzerine tartışmalar da devletin niteliği meselesinde farklı tartışmalar ve değerlendirmelere tanık oluyoruz. 'AKP' faşizmi, ya da 'AKP diktaörlüğü'  ya da sadece 'Erdoğan diktatörlüğü' gibi tartışmalar, Türkiye'de devletin niteliği meselesini yeniden bir tartışma konusu yapmıştır. 

AKP hükümetinin icraatları da daha önceki hükümetlerden farklı değildir. Uygulamalarında nüans farklılıkları olsa da, özü bir ve aynıdır. Şiddet ve baskının artması ya da görece geri olması ülkemizde devrimci durumun yükselmesi, ya da geri olmasıyla doğru orantılıdır. Ülkemizde devrimci durum sürekli olmasına karşın, devrimci durumun yükselmesi ve geri olması farklı şeylerdir. Tarihsel olarak ülkemizdeki sınıf mücaelesine bakıldığında, devrimci dumunun yüksek olduğu, burjuvazinin yönetme krizi içinde girdiği dönemlerde baskılar yasaklamalar ve katliamlar hep artmıştır. 12 Eylül 1980 Askeri Faşist Diktatörlüğün bir darbeyle iş başına gelmesi, ülkemizdeki devrimci durumun oldukça yüksek olmasıyla doğrudan ilintilidir. 

Yine, 1990'lar,  Kürt ulusal mücadelesinin oldukça yüksek olduğu yıllardı. Bu yıllar, Çiller hükümetinin açık katliamlar yaptığı, 17 bin faali belli cinayetlerin işlendiği yıllar olmuştur. Bu 1999 yılına kadar aralıksız sürmüştür. Abdullah Öcalan'nın Türkiye'ye teslim edilmesiyle  başlayan ateşkes ile   2002 yılında AKP hükümetinin iş başına gelemesiyle birlikte, Kürt Ulusal Hareketinin devletle başlattığı ''Barış'' görüşmeleriyle gelişen süreç, AKP'nin 'demokrasi' oyunları oynadığı yıllardır. Bu süreç belli aralıklarla 2011 yılına kadar da böyle sürmüştür. AKP'nin başından beri oynadığı 'demokrasi' oyunun iyece açığa çıkması ve Kürt Ulusal Hareketinin de bu oyunu görmesiyle birlikte başlıyan yeni süreç, AKP'nin gerçek yüzünü açığa çıkartmış ve mücadele giderek boyutlanmıştır. 

Kürt Ulusal Hareketinin silahlı mücadeleyi boyutlandurması, toplumsal huzursuzluk, işsizlik, devirmci hareketin görece atağı AKP'yi gerçek özüne döndürmüştür. 

Türkiye'de devletin niteliği kurulduğundan günümüze değişmemiştir. Her parti bir sınıfın temsilcisi olarak hükümet olsa da, bu öz hiçbir zaman değişmez. Bu anlamda, AKP'nin 2002 yılında hükümet olmasıyla da Türk devletinin özü değişmemiştir. AKP, bu öze her zaman bağlı kalmıştır. AKP'nin İslam'i uygulamaları öne çıkartması, Kemalizmle bir 'hesaplaşmaya' girme görüntüsü de bu gerçeği değiştirmiyor. 

Bugün yapılanlarda, devletin niteliğine uygun bir şekilde AKP tarafından harfiyen yerine getirilmektedir. 15 Temmuz Darbe Girişimi, iki klik arasındaki çatışmadan ibarettir. Gerici ve faşist Gülen kliği AKP'yle çelişkiye düşmüş ve bir darbeyle iktidarı ele geçirmek istemiştir. Başarı olmadığıdan dolayı da AKP tarafından ezilmek istenmiştir. Ancak bu bir yerden sonra, gerçek 'düşmanlarına' yönelmiştir.  Başta Kürt halkı olmak üzere, devrimci ve ilericilere yönelmiştir.  

İşte tam da bu kadar saldırı, tutuklama ve katliamlar gündeme gelirken, bu saldırların ifadelendirme biçimleri üzerinde oldukça farklı yaklaşım ve değerlendirmeler de bu pralerde yürütülmektedir. Evet, saldırıları yapan elbette AKP'dir.  Fakat bunu nitelendirirken, AKP faşiz mi diyeceğiz, yoksa doğru olarak faşis diktatörlük  mü diyeceğiz? Ya da AKP diktatörlüğü mü diyeceğiz, ya da doğru olarak faşist devlet mi diyeceğiz? Tartışma budur. 

Öyleyse faşizm olgusu ve ülkemizde aldığı biçim üzerine doğru yaklaşımı birkez daha ortaya koyalım. 

Türiye'de Faşizm Olgusu 

(Bu bölüm daha önceki faşizm yazımın bir bölümünden alınmıştır)

Ülkemizde faşizm olgusu sürekli tartışılan konulardan başında gelmiştir. Türkiye devrimci hareketi gerek faşizmin tahlili, gerekse Türkiye’nin devlet yapısının faşizm olup olmadığı konusunda sürekli bir tartışma içinde olmuştur. Tüm tartışmalar faşizmin tahlili ve buna bağlı olarak bizim gibi ülkelerde faşizm sınıfsal niteliği, hangi sınıfların temsilcisi olduğu, faşizmin sürekli bir olgu mu, yoksa gelip geçici bir olgu mu olduğu konularıyla yakından ilintilidir. Ülkemizde faşizmi sadece MHP’le sırlayan anlayış az tartışılmadı. Ya da faşizmi sadece askeri cuntalarla sınırlayan yaklaşımlar, parlamentonun varlığını faşizmle bağdaştırmayan teoriler ve değerlendirmelerin tümü ülkemizde faşizm tartışmalarının bir özeti niteliğindedir. 

Faşizm olgusunu değerlendirirken, onun ortaya çıkış şartlarını ve sınıfsal dayanaklarını doğru bir şekilde izah edemediğimiz de ebetteki yanlış sonuçlara varmamızda kaçınılmazdır. Faşizmin sınıfsal dayanakları ve temsil ettiği sınıfların emperyalist ülkeler ile yarı-sömürge ülkelerde aynılığını aramak elbetteki faşizm konusunda bazılarını yanlış sonuçlara götürecektir. Faşizmi değerlendirirken, tek tek ülkelerin özelikleri, tarihi gelişmeleri, farklı faşistleşme sürecine yol açmaktadır. Buda faşizmin değişik biçim ve yöntemlerine götürmektedir. ‘’Bütünsel diktatörlük (Almanya, İtalya), Faşist askeri diktatörlük (Bulgaristan,Yugoslavya, Japonya), dinsel faşizm (Avusturya, ispanya), Parlamentarizmin belli bir görünüm olarak kalması (Polonya, Macaristan, Finlandiya) vb ..faşist diktatörlüğün sınıfsal niteliğinde herhangi bir değişiklik yapmaksızın bu farklılıklar, sosyal-demokrasinin rolünün sınırlanması, reformist sendikaların tasfiyesi, ile onlardan bazı grupların çekilmesi ve yararlanılması derecesinde kendisini göstermektedir’’ (Kom. Ent. faşizm tahlili s.158)

Bizim gibi yarı-sömürge yarı-feodal ülkelerde faşizm, komprador burjuvazi ve toprak ağalarının ortaklaşa diktatörlüğüdür. Bizim ülkemizde faşizm ‘kurtuluş savaşı sonrası’ 1923 de ‘kurtuluş savaşına’ önderlik eden  Kemalistlerin iş başına gelmeleriyle devlet, askeri faşist diktatörlüğe bürünmüştür. İbrahim yoldaş ‘’Kemalizm, komprador Türk büyük burjuvazisinin ve orta burjuvazisinin sağ kanadının ideolojisidir’’ der ve devamla ‘’Kemalizmin faşizmle bağdaşması bir yana, Kemalizm bizzat faşizm demektir. Kemalist diktatörlük, askeri faşist bir diktatörlüktür’’ tespitini yaparak, ülkemizdeki faşizmin sınıf karakterini açık olarak ortaya koymaktadır.                

Bizim gibi ülkelerde faşizm süreklidir. Parlamentarizmin muhafaza edilmesi yada dönem dönem askeri darbelerle iş başına gelmesi faşizmin özünü değiştirmemektedir. Bu değişim sadece faşizmin dozunu artırmak veya biraz gevşetmekle alakası vardır. Ülkemizde egemen olan komprador ve toprak ağalarıdır. Komprador burjuvazinin zayıflığı onu sürekli bir zora başvurmaya iter. Buna toprak ağalarının iktidara ortak olması ve feodalizmin sopa ve cebrinin de iktidara taşınması, faşizmin ülkemizdeki sınıfsal özünü tamamlar. Dolayısıyla bizim ülkemizde faşizm, Komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının ortak diktatörlüğüdür. İbrahim yoldaş PDA’yla girdiği polemikte; PDA’nın faşizm değerlendirmesine karşı 

Birincisi; ‘’Faşizm, herhangi bir emperyalist ülkede olduğu gibi tekelci burjuvazinin diktatörlüğü değildir; Türkiye’de ve Türkiye gibi yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde faşizm, Komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının diktatörlüğüdür’’ der. Dimitrov ise, ‘’Sömürge ve yarı –sömürge ülkelerde aynı şeklide bazı faşist gruplar gelişmektedir. Ancak tabii ki bu, Almanya’da, İtalya’da ve diğer kapitalist ülkelerde görmeye alışkın olduğumuz faşizme benzemez. Buralardaki tümüyle özel ekonomik, siyasi ve tarihi koşulları incelemeli ve dikkate almalıyız. Söz konusu koşullarda faşizm kendine özgü biçimler almaktadır. Ve alacaktır.’’ F. Karşı B.cephe s.142) Kaypakkaya devamla  ‘’Ayrıca tekelci burjuvazinin komprador niteliği de bir kenara bırakılarak emperyalist ülkelerle yarı-sömürge ülkeler arasındaki son derece önemli ayrım çizgisini silmişlerdi. Bunun tabii sonucu  da elbette, anti-faşist mücadeleyi şehirlerde, tekelci burjuvaziye karşı yürütecek bir mücadele olarak görmek ve köylülerin anti faşist mücadeledeki rolünü inkar etmekti. (veya en azından küçümsemekti. Revizyonist klik zaman zaman köylülerden de bahsediyordu fakat köylülerin anti faşist mücadeledeki rolünü küçümsüyordu.)’’ İkincisi; ‘’faşizmin iktidara askeri darbe yoluyla geleceği düşünülüyordu ki, bu son derece sığ bir görüştü. Faşizm iktidara askeri darbe yoluyla gelebileceği gibi başka yollarla da gelebilirdi.’’ Üçüncüsü; ‘’faşist diktatörlüğün parlamento ile asla bağdaşmayacağını yaydılar. Oysa, bugün en koyu faşizmin iktidarda olduğu bir yığın ülkede, mesela Endonezya’da, Güney Vietnam’da, Pakistan’da, Hindistan’da, İran’da, İspanya’da …..parlamento mevcuttur. Faşist klikler, parlamentoyu feshetmek yerine hem bu ülkelerdeki halk kitlelerini aldatmak bakımından, hem de dünya demokratik kamuoyunu aldatmak bakımından parlamentoyu faşizmin aleti haline getirmeyi menfaatlerine daha uygun görüyorlar.’’(İK seçme yazılar s.352-53)

Dimitrov yoldaş faşizmin  parlamentonun bir perde olarak kullanılmasını çok önceden göstererek şunları belirtir ‘’Tarihsel, toplumsal ve ekonomik koşullar, ulusal özellikler, hatta bir ülkenin uluslararası durumu, faşizmin ve faşist diktatörlüğün değişik ülkelerde değişik biçimlerde gelişmesine yol açmaktadır. Faşizmin geniş bir kitle dayanağı bulamadığı ve faşist burjuva kampın çeşitli grupları arasındaki mücadelenin keskin olduğu birtakım ülkelerde bu rejim, öncelikle parlamentoyu feshetme yoluna gitmez. Sosyal-demokrat partiler de dahil olmak üzere öteki burjuva partilerinin biraz meşruiyet elde etmelerine göz yumar. Başka ülkelerde eğer yönetici burjuvazi erken bir devrimin patlak vermesinden korkuyorsa, faşizmin sınırlandırılmamış olan siyasi tekelini kurar. Bunu ya hemen, ya da rakip parti ve gruplara karşı terör yöntemini ve kan kusmayı artırarak yapar. Kendi durumu özellikle açıklığa kavuşunca bu durum faşizmin, kendi temelini genişletmesini ve sınıfsal yapısını değiştirmeksizin açık terörist diktatoryayı kaba ve uydurma bir parlamentarizmle birleşmesini engellemez.’’ (aktaran İK SE s.347)      

Ülkemizde faşizmin sürekliliği, devrimci durumun sürekliliğiyle koşut halindedir. Devrimci durumu var eden koşullar, faşizmin de sürekliliğinin varoluş şartlarını belirler. Ülkemizde faşizm gelip geçici bir olay değildir. Faşizmin bir hükümet değişikliğiyle ortadan kalkacağını savunan anlayışla, faşizmi askeri darbelere bağlayan anlayışlar tamamen iflas etmiştir. Bu faşizmin sınıfsal tahlilini çözümlemeyen, devletin yapısını kavrayamayan, küçük burjuva anlayışların ürünüdür. Kaypakkaya yoldaş ‘’ülkemiz açısından çıkaracağımız dersler şunlaradır’’ der şu doğru sonuçlara varır; ‘’Birincisi; Türkiye’de anti-feodal, anti-emperyalist cephenin sınıf muhtevasıyla anti-faşist cephenin sınıf muhtevası aynıdır. İçiler, köylüler, şehir küçük burjuvazisi, milli burjuvazisinin devrimci kandı. Bu sınıflar arasında birleşik cepheyi gerçekleştirme mücadelesi, aynı zamanda bizim şartlarımızda anti-faşist cepheyi gerçekleştirme mücadelesidir. (…..) 

İkincisi; Türkiye’de anti-faşist iktidar mücadelesi aynı zamanda anti-emperyalist ve anti feodal iktidar mücadelesidir.’’der (age s.347)  

Ülkemizde faşizm bir darbe yada seçim yoluyla iş başına gelmedi. O ‘kurtuluş savaşı’ sonrası askeri bir diktatörlük olarak iş başına geldi. Parlamentoyu bir maske olarak kullandı. Uzun bir dönem tek parti olarak ‘demokrasi’ gösterisi sergiledi. 1946’lardan sonra burjuvazinin bir kanadının artan hoşnutsuzluğu, Kemalistleri çok partili bir döneme zorladı. DP”nin kurulmasıyla başlayan çok partili dönem, başka burjuva partilerin kurulmasını birlikte getirdi. Faşist diktatörlüğün resmi olarak temsilcileri olan partileri üzerinden çıkar çatışmalarının sürdüğü ülkemizde, orduya hakim olan kesim dönem dönem darbeler yaparak açık askeri faşist diktatörlüğe geçtiklerini ilan ettiler. 1960 darbesi bunlardan biridir. Burjuvazi kendi içindeki çelişkileri dahi dönem dönem şiddet yoluyla halletmeye gitmiştir. 1960 darbesiyle Demokrat parti yöneticilerinin tutuklanması ve ardından idam edilmeleri bunu gösteriyor. Keza halk muhalefetinin en çok ezildiği dönemde askeri faşist diktatörlükler dönemi olmuştur. 1971 ve 1980 askeri faşist darbeleri bunu açık örnekleridir. 

Ülkemizde, parlamento her zaman faşizmin ayıbını örten bir incir yaprağı gibidir. Göstermeliktir. Kararlar sürekli orduyla birlikte alınmakta, perde ardasında alınan kararlar, sadece parlamentoda göstermelik tartışılıp oylamaya sunulup yürürlüğe konmaktadır. Demokrasi adına partiler serbesttir. Ancak Türkiye’de kapatılan parti sayısı dünyanın başka ülkelerinde yoktur. Türk şovenizmiyle şaha kalkan faşizmin Kürt örgütlenmelerine ve legal partilerine karşı nasıl bir uygulama içinde olduğu açıktır. Kapatılan Kürt legal partilerinin bir çok yöneticisi katledilirken, bir çoğu yüksek cezalara çarpıtılarak yılarca cezaevlerinde tutuldu. Keza muhalif devrimci ve ulusal güçler göstermelik bağımsız mahkemelerde yargılanmakta, bazen beraat kararları da çıkmaktadır. Ancak faşizminin özel silahlı (kontragerilla) güçleriyle devrimci ve ulusal muhalefet güçleri ortadan kaldırılmaktadır. Hala cesetleri bulunmayan binlerce insan kayıptır. Yine yayın serbestliği vardır. Ancak bu yayınlar her an polis denetimde olduğundan istenilen zaman bu yayınlar kapatılmakta, büroları basılmakta, çalışanları tutuklanmakta ve onlarca yıl hapis cezasıyla cezalandırılmaktadır. Sonuç itibarıyla ülkemizde faşizme karşı savaşım içte; Komprador burjuvazi ve toprak ağalarına, dışta ise emperyalizme karşı savaşım vermektir. Bu halkın üç silahıyla gerçekleşecektir. Parti, ordu ve halkın birleşik cephesi, ülkemizdeki  gerçek anti faşist mücadelenin verilmesinin tam ve gerçek anlamı budur.   Ağustos 2004 

61883

T.“C”NİN HÜLASASI: “HAYATA DÖNÜŞ” HAREKÂTI’NDAN ROBOSKÎ’YE![1]

 

“Acı veriyorsa geçmiş;

geçmemiş demektir.”[2]

 

“Geçmiş” diye sunulan ama bugünden, yani T.“C” hülasasına denk düşen “Hayata Dönüş” harekâtı’ndan Roboskî’ye uzanan vahşetten söz etmek; egemen hukuk(suzluk), zorbalık, şiddet tarihinin sayfalarında gezinmektir.

Kolay mı?

BE ZİMAN JÎYAN NA BE![1]

 

“Yaradılış gözyaşı vermiş bize,

acıma çılgınlığı vermiş,

İnsan artık dayanamaz gibiyse,

 üstelik

Ezgiler, sözler bağışlamış bana, yaramı

Bütün derinliğiyle dile getireyim diye;

Ve acıdan dili tutulunca insanın,

bir Tanrı

Çektiğimi anlatayım diye

bana dil vermiş.”[2]

 

Paris katliamının failleri ve düşünülmeyenler

 

KÜRT MESELESİNDE EVRİM Mİ KANSIZ DEVRİM Mİ?

 

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın hayret verici çalımının gölgesinde süren Devlet-Öcalan görüşmesi -bana ümit vermese de- tereddütsüzce desteklenmelidir. Desteklenmelidir, çünkü anlaşma sağlanırsa hiç değilse savaş duracak ve artık gençler ölmeyecek. Bir de cezaevlerindeki binlerce insan dışarı çıkacak. Sadece bu iki nedenle de olsa görüşmelerin mutabakatla sonuçlanması için taraflar adım atmaya teşvik edilmelidir.

 

KÜÇÜK BURJUVAZİNİN ÖZGÜRLÜĞÜ ARADIĞI YER

Küçük burjuva aydınları sosyalizmi sevmezler. Gerçekte, onların sevdiği düzen, kapitalist sistemdir. Kapitalist sistemin kendilerine dokunmamasını isterler. Onların tek istekleri; “özgürce yazmak”, “özgürce sanatlarını gerçekleştirmek”... Ancak, bu kutsal “özgürlüğün” içinde, kapitalist sistem tarafından ezilen işçi ve emekçilerin özgürlüğü yoktur. Onlara göre, işçi ve emekçilerin görevi; kapitalist iş bölümü gereği sermaye sahibine artı-değer üretmek...

İSLÂMCI-MUHAFAZAKÂRIN ZİHİN HARİTASINDA BİR GEZİNTİ: “NASIL BİR KADIN(LIK)”?[*]

 

“Biri kurbağa öper,

biri yüzyıllarca uyur,

biri 7 cüceyle yaşar,

biri kuleye kapatılır.

Bir masal prensesi olsan bile

kadınlık zor.”[1]

 

1. Arap-İslâm İmgeleminde Kadın: Arzu ve Tehlike

 

ZİNDANLARDAKİ ÇIĞLIK, BÜYÜK ÇIĞI OLUŞTURACAK…[1]

 

“Tarih, gelecek için

kavga verip, yitirmiş bile olsa,

insanlık için vuruşanları

hiç unutmaz.”[2]

 

Şu an elim tuttuğum 29 Ekim 2012 tarihli mektup Erzurum H-Tipi Kapalı Cezaevi’nin B-Blok’undaki 4. Odadaki Muzaffer Yılmaz’dan geldi…

Büyük kalıcı tarihsel projeleri birlikte inşa edelim...

12 Mart,12 Eylül ve daha sonraki süreçlerden günümüze dek Türk Devletinin zulmüne maruz kalmış, ülkesini, terk etmek zorunda bırakılmış, Ailesinden, eşinden, dostundan, kardeşinden, yoldaşından ve uğruna mücadele yürüttüğü halkından nedeni ne olursa olsun kopmak zorunda kalmış; kimileri işkence görmüş, kimileri uzun yıllar zindanlarda kalmış 120 civarındaki Sürgün 15 Aralık 2012 tarihinde Köln’de bir araya gelerek Avrupa’da Sürgünde yasayan İnsanların sorunlarına sahip çıkmak, bulundukları ülkelerden imkanları ve olanakları ölçüsünde Sürgünlüğe yol açan Türk Devletinin bugünde devam eden ba

Kaypakkaya Partizan ve Yol Ayrımları

        Bir görüşü savunmanın en mutlu yanı o görüşün çoğalması ve kitleselleşmesidir. Eğer yaptığınız iş buna hizmet ediyorsa, adımlarınız hep ileriye dönükse anlam kazanacaktır, tatmin edici olacaktır. Yaptığımız işlerin özeleştirisini yaptığımız kadar eleştrilerini de yapmalı ve gerekirse çıkmaza girildiğinde dönüp kendimize bakıp ne yapıyorum denilmelidir. Gittiğimiz yol 1 adım ileri 2 adım geri gidiyorsa burda durup düşünmek ve ortaya çeşitli tespitler koymamız gerekmektedir.

BARIŞ GÜVERCİNLERİNE KURŞUN SIKILMAZ

 

Sakine Cansız (Sara), Fidan Doğan (Rojbin) Leyla Şaylemez

 

Her biri birbirinden değerli onurlu üç Kürt siyasetçisi ,Farklı dönemlerde KUH katılmış adeta nesilden nesile devam eden  kurtuluş hareketinin bayraklaşan isimleri,

PKK nin kurucu kadrolarından olan, mücadelenin bütün aşamalarında alnının akıyla çıkan, düşmanın dahi  saygı duyduğu devrimci bir kadındır Sakine Cansız,

Cezaevi resimlerine bakıldığında zayıf, çelimsiz, üflesen düşecek gibi görünmektedir.

“Yarı-Feodal” Brezilya...?

 11.01.2013 tarihinde Özgür Gelecek gazetesinin internet portalında; “Süreç devrimcilerin lehine dönecektir!” adlı bir yazı okudum. Sanırım Brezilya Komünist Partisi (Maoist)’e ait. Yazının altında böyle bir imza yoktu. İsim konusunda yanılmış olabilirim. Burası çok önemli değil. Benim açımdan önemli olan, yazının Brezilya ile ilgili değerlendirmesiydi. Esas olarak da, böyle bir değerlendirme yazısının kendine “Maoist” diyen bir örgüt tarafından yapılmasıdır. Eğer, kendisini “Maoist” olarak adlandırmasaydı, böyle bir yazı yazma ihtiyacı da duymazdım.

 

Sayfalar