Perşembe Mayıs 16, 2024

Irkçılığın dünü ve bugünü

kaypakkaya haber
Emperyalizme birlikte ırkçılık faşizme evrilmiştir. Günümüzde ırkçılık=faşizm olarak ele alınması doğru olan bir belirlemedir. Nerede olursa olsun her ırkçı grup ve parti aynı zamanda faşisttir.

 

Dünyamız sadece ekonomik kriz ve işsizlikle boğuşmuyor. Bölgesel savaş ve iç savaştan kaçan milyonlarca insanın ülkelerini terk ederek başka coğrafyalarda ve ülkelerde yeni yaşam arayışları birçok sorunu da beraber getirmiş bulunuyor.

Göçmenlerin diğer yaşadıkları sorunların yanında karşılaştıkları en büyük sorunlardan biri de ırkçılıktır.

Irkçılığın en yüksek olduğu yerlerden biri de Avrupa kıtasıdır. İşsizlik, konut sorunu, sağlık ve eğitim sorunlarının nedenleri olarak gösterilen göçmenler saldırıya uğramakta, öldürülmekte, evleri ve kaldıkları yurtlar yakılmaktadır. Yaşanan ekonomik kriz ve sosyal sorunların kaynağını düzende araması gerekenler, bunların üzerinden atlayarak sorumluluğu göçmenlere yüklemektedirler.

Irkçılar bu sayede toplumu da etkilemekte, legal ve illegal örgüt ve partiler kurarak kendilerine taban yaratmaktadırlar. Yeraltı ırkçı örgütleri saldırı ve katliamlar yaparken, ırkçı legal partiler ise, seçimlere girerek hükmet olmakta, parlamentolara girerek kitle tabanları yaratmaktadırlar.

Bu yazı dizimizde ırkçılığın dünü ve bugününü işlemeye çalışacağız. Irkçılığın nasıl ortaya çıktığı, emperyalizmin ortaya çıkışıyla birlikte nasıl faşizme dönüştüğü, Avrupa’da gelişen ırkçılık vb. konu başlıklarını işlemeye çalışacağız.

Irkçılığın Ortaya Çıkışının Tarihsel Arka Planı

Irkçılık günümüzde tartışılan en büyük toplumsal sorunlardan biridir. İnsanlar arası eşitsizlik sınıfların ortaya çıkışıyla birlikte bin yıllardır yaşanmaktadır. Köleci dönemde insanların köle olarak kullanılması, feodal düzende feodal beylerin ve ağaların ”malı olarak” görülmesi, kapitalizmde ücretli köle olarak kullanılması hala devam etmektedir. Devletin ortaya çıkmasıyla muktedirlerin üstünlüklerini baskı ve şiddetle sürdürmelerinin ekonomik temeli özel mülkiyettir.

Feodalizmin yıkılması, sanayin gelişimi, insanın alınıp satılan bir meta olmaktan çıkarak “özgürleşmesi” gerçek bir özgürlüğü getirmedi. İnsan toplulukları daha acımasız bir düzenin pençeleri arasında artı değer üreten modern kölelere dönüştüler.

Bu sözde modern düzen kapitalizm idi. Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte, burjuvazi hem ürettiği malları satacak yeni pazarlar, hem üretim için yeni ham maddeye, yeni topraklara ve ucuz iş gücüne ihtiyaç duymaya başladı.

15. yy’da başlayan dünyanın diğer yerlerinin keşfi sömürgeciliğin de ilk adımları olarak kabul edilmektedir. Bunun ilk adımları da Portekizliler ve İspanyollar tarafından atıldı. Buna daha sonra Hollanda ve Fransa eklendi. İngiltere’nin Hindistan’ı sömürgeleştirmesi sanayi devrimiyle birlikte, ihtiyaç duyulan ham madde ve iş gücünün doğrudan sonucuydu. Zamanla Belçika, Almanya ve İtalya’da sömürgeler elde etmede geri kalmadılar. Bunu Afrika kıtasının sömürgeleştirilmesi takip etti ve ”insan ticareti” ucuz iş gücü olarak kullanılması yüz yıllar sürdü. Sömürge elde etmede gecikmeyen bir diğer ülke de Japonya oldu.

Sömürgecilerin işgal ederek sömürgeleştirdikleri ülkeler geri ve gelişmemiş ülkelerdi. İşgal edilip sömürgeleştirilen ülkelerin yeraltı ve yerüstü tüm zenginliklerine el kondu. Ekonomileri yağmalandı. Sömürgeciler dağıttıkları devlet yönetimleri yerine kendilerinin atadıkları valiler ya da temsilcilerle sömürgeleştirdikleri ülkeleri yöneterek, kendilerine bağımlı kıldılar.

Sömürgeciler, işgal ettikleri topraklarda kendi üstünlüklerini kabul ettirmek ve hakimiyetlerini sürdürmek için kendilerinin üstün ırk oldukları yönlü söylemleri geliştirler, din de bu anlamda kullanılan bir araç oldu.

KristofKolomb Amerika kıtasını keşfettiğinde yazdığı mektupta Kızılderililer için “Burada gördüklerinin evvela hayvanların gelişmiş bir türü olduğunu” iddia edecek kadar ileri gitmişti. Bu teze bazı din adamlarının itiraz ettiler. Bu itiraz, KristofKolomb’un ırkçı tezini yermek için değil, Kızılderililerin Hristiyanlaştırılmasıyla doğrudan alakalıydı ve bu sonradan anlaşılacaktı.

Nitekim Afrika’nın sömürgeleştirilmesinden sonra Kenyalı siyasetçi John Kenyatta, sömürgecilerin dini nasıl kullandıklarını şöyle açıklıyor: “Batılılar Afrika’ya geldiklerinde, onların elinde İncil, bizim ise topraklarımız vardı. Bize dua etmesini öğrettiler ve bizden gözlerimizi kapatıp dua etmemizi istediler. Gözlerimizi açtığımızda ise bizim elimizde İncil, onların elinde ise bize ait topraklar vardı.”

Sömürgeciliği kalıcılaştırmak, kabullendirmek, işgal edilen bu toprakların tüm zenginliklerini elde etmek için Hristiyanlıkla iç içe geçmiş ırkçılık da kullanıldı. Bunu Sarte: “Bizim soylu ruhlarımız ırkçıdır” tabirini kullanarak dile getirdi.

Irk ya da ırkçılık kavramının tarihte ne zaman kullanıldığına ilişkin farklı görüşler olduğu bilinmektedir. Sömürgecilikle kavrama yüklenen anlam ile eski çağlarda insanlar arasındaki fiziksel farklılıklarla gruplara ayrılarak bir ırk ayrımı yapıldığı da bilinmektedir.

İlk çağlarda Çin, Yunan, Mısır toplumlarında insanların deri ve saç renklerine göre ayrıştırıldıklarına rastlamaktadır. Örneğin, “Çinliler, kendilerinden olmayan, bilhassa Kuzeyli kavimleri küçük ve hakir gördükleri” tarih sayfalarında yazmaktadır. Keza, bugünkü ırk kavramını 1684 yılında Fransız gezgini doktor François Bernier de kullanmıştır. “Dünyada Yaşayan Çeşitli İnsan Irk veya Türlerine Göre Dünyanın Yeni Bir Taksimi” isimli kitabında, gezip gördüğü insanları, “siyahlar, beyazlar, sarılar ve kap siyahları (Buşmanlar)” diye dörde gruba ayırarak, üstün ırk, aşağı ırk tanımlamasıyla bugünkü ırkçılığın tanımını üretmiştir.

“Modern çağ” olarak adlandırılan Sanayi Devrimi’nden sonra kapitalizmin ihtiyaç duyduğu ham madde ve yeni toprakların ele geçirilmesi için baş vurulan sömürgeciliğin tarihi bilinmeden ırkçılık kavranamaz. İktidar olma ve bunu ideolojik bir baskı aracına dönüştüren sömürgeciler insanları çeşitli ırklara ayrıştırarak yönetmişlerdir.

Bu açıklamalardan sonra ırkçılığı şöyle tanımlayabiliriz: Irkçılık, insanları biyolojik olarak derilerinin rengine göre üstün ve aşağı ırklar olarak ayırıp, insanların sosyal, kültürel, dini inançlarını yok sayan, buna karşın kendi insan topluluğunun üstün bir ırk olarak tüm değer yargılarının zorla kabulu olarak ideolojik ve politik bir düşüncedir.

Böylece ırk tasnifleri ile birlikte gelişen ırkçılık karşı devrimci bir ideolojiye dönüşmüştür. Buna karşın tüm biyolojik araştırmalar insan DNA’ları arasında tam bir uyumun olduğunu ortaya koyarak ırk ayrımını reddetmektedir.

Tek tek bireylerde görülen ırkçılıkla ideolojik bir uygulama olarak devletin yaptığı ırkçılık arasındaki farklılık görülmek zorundadır. İnsanların birey olarak bir başka insana karşı olan ayrımcılığı, kendi ulus ya da topluluğunun diğer ulus ve topluluklardan üstün olduğu duygusu her zaman görülen bir davranış olmuştur.

Bireyin bu düşüncesi insanın doğuştan gelen genetik bir dışa yansıma olarak kabul edilemez. Irkçı düşünce devletin bilerek, sistematik olarak sürdürdüğü bir politika olarak kitlelere de empoze edilerek bir kitle tabanı yaratılmasını sağlamaktadır. Böylece devlet, çok uluslu bir ülkede kendi üstün ırkının tek başına devleti yöneterek, demokrasi ve insan haklarını bir yana bırakarak baskıcı bir yönetime dönüşmektedir. Irkçı parti ve hareketler devlete hakim değilse iktidar olmak için aynı şekilde kendi dışındaki ulus ve toplulukları hedefe koyarak, saldırarak, onları aşağılayarak bir kitle tabanı yaratarak başa gelmenin çabası içinde olmaktadırlar. Bunu anlamak için Avrupa’ya bakmak yeterlidir. Keza, Türkiye’de devletin Kürtleri yok sayarak, uyguladığı baskı ve yaptığı katliamlara bakarak ırkçılığın insanlığa verdiği zararı görebiliriz.

Irkçılığın ideolojik altyapısını oluşturan burjuva ideologlardan başlıcalarından biri Artur de Gobineau’dur. Fransa’nın sömürgecilik döneminin en bilinen ırkçı düşünürlerinden biridir Fransız diplomatı olan Artur de Gobineau. 1855 yılında yayınladığı ”İnsan Irklarının Eşitsizliği Üzerine Deneme” isimli dört ciltlik kitaplarında, toplumların gelişimini ve yıkılmasını ırk faktörüne bağlamaktadır. Gobineau göre, “İnsan ırkları arasında fiziksel farklılıklardan kaynaklanan ruhsal ve zeka gelişimi bakımından doğal bir eşitsizlik söz konusudur. İnsan, kanından getirdiği değerler nedeniyle büyük, soylu ya da erdemli olabilir. Bunlar, sonradan kazanılabilecek değerler değildir.”

Yine bir Fransız olan burjuva “düşünür” Houston StewartChamberlain,  İngiliz ve Almanların üstün bir ırk olduğunu savunmakla ün kazandı. Chamberlain, ırk ayrımında fiziksel özellikleri çok önemsememekle bilinir. Chamberlain, ırk ayrımında daha çok “psikolojik, ahlaki ve entelektüel özelliklerin dikkate alınması” gerektiği düşüncesini ileri sürdü.

Vacher de Lapouge, insan ırklarını kafataslarına göre ayırarak teorisini oluşturmuştur. “Kafa ne kadar uzunsa yeteneklerin de o kadar gelişkin olduğunu” teorileştirerek ırkçılığın teorisyenlerinden biri olarak tarihe geçti.

AlfredOttoAmmon da diğer ırkçı ideologlar gibi kafatasçıdır. Ammon, toplumun iki ırktan oluştuğunu ileri sürerek, uzun kafalı ırkın üstün ırkı, kısa kafalı ırkın ise aşağı ırkı oluşturduğunu ileri sürerek teorisini şöyle gerekçelendirmektedir: “İnsanlar yaratılıştan eşit değillerdir, kalıtımsal olarak taşıdıkları ırkın özellikleriyle doğarlar. Bu nedenle insanlar toplumsal yaşamda eşit olacaklarını düşünmek asla olanaklı değildir.”

Darwin’in yeğeni olan Francis Galton, toplumsal meselelerin ancak biyolojiyle açıklanabileceği tezini ileri sürenlerden biridir. 1869 yılında yayınladığı “Kalıtsal Dahilik” adlı çalışmasında toplumların biyolojik açıdan değerlendirilmesini yaparak,

“Başarılı seçkin insanların kanlarında kıyasla üstün vasfı oluşturan özellikler bulunduğunu” ileri sürerek, “Sömürge ülke haklarının kanlarındaki genetik özellikler, özelliklerinden düşük, geri düzeydedir. Elbette insanlık, ırkından getirdiği üstün özellikleri korumak zorundadır. Bunun için her şeyi yapmak elbette meşrudur, doğal bir zorunluluktur” teziyle başlıca ırkçı teorisyenler içinde yerini almıştır.

IRÇILIK VE FAŞİZM

İnsanlar arasında ayrım, kendinden olmayanı ayrı görme, dışlama vb tavırlar tarihin her döneminde    görülmekle birlikte, ideolojik olarak ırkçılığın sistematik olarak gündeme gelmesi  sömürgecilik döneminde olmuştur. Irkçılık ideolojik olarak insanlar arasındaki biyolojik farklıklardan hareketle, kendi ırkının diğer insanlardan üstün olduğunu ileri sürerek, işgal edilen topraklarda bunun bir baskıya dönüştürülmesi olarak uygulanmıştır.

Emperyalizme birlikte ırkçılık faşizme evrilmiştir. Günümüzde ırkçılık=faşizm olarak ele alınması    doğru olan bir belirlemedir. Nerede olursa olsun her ırkçı grup ve parti aynı zamanda faşisttir.     

Faşizm tahlilinin doğru yapılması emperyalizmle olan bağının doğru olarak kurulmasıdır.  Lenin, emperyalizmi incelerken onun  ekonomik temelinin tekel olduğunu açık  olarak vurgulamış ve emperyalizmin kapitalizmden doğduğunu çok ayrıntılı ekonomik verilere dayanarak açıklamıştır. Emperyalizm kavranmadan faşizmin ne olduğu kavranamaz. Bunun anlamı faşizmin, kapitalizmin en yüksek aşması olan emperyalist sistemin bir ürünü olduğu gerçeğinin belirtilmesidir.  Birinci emperyalist paylaşım savaşı öncesinde, yani 19. yüzyılda dünyanın tüm toprakları kapitalist devletler arasında paylaşılmıştı. Emperyalist çağda kapitalizmin eşitsiz gelişmesi, ülkeler arasındaki dengesizliği bir yana itmediği gibi, bazı kapitalist ülkelerin yavaş ilerlemesi, bazılarının ise sanayi olarak ileri düzeyde seyretmesi emperyalistler arasındaki  güç dengesinin değişimine yol açıyordu. Bunun açık anlamı, emperyalistlerin yeni pazarlara sahip olma, sermaye ihracı, ham madde ihtiyacı, dünyanın yeniden paylaşılmasını gündeme getirdi. Bu durum açık olarak Lenin’in yaptığı tahlili açık ve net olarak ispatlıyordu  kapitalizm ‘''son aşamasına, emperyalizme ulaşınca, savaşlar özellikle kaçınılmaz hale geldi'' birinci emperyalist paylaşım savaşı bunun sonucu olarak baş gösterdi. Dünyanın yeniden paylaşılması emperyalist savaşı kaçınılmaz kıldı. 1914’de patlak veren birinci emperyalist paylaşım savaşı pazarların yeniden paylaşımıydı.

Kapitalist-emperyalist sitem, ekonomik ve politik krizle birlikte, kitlelerin aydınlanmalarının önlenmesi, baskı altına alınması  ve bastırılması için yeni bir baskı aracına duyduğu ihtiyacı faşizmde görmüştür. Faşizm, ‘’finans kapitalin en gerici, en şoven ve en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğü...’’ (Dim. Faşizm ve işçi sınıfı s.11) olarak, birinci emperyalist savaş sonrası ilk defa İtalya'da iktidara gelmiştir.

İtalya’da faşizmin ortaya çıkışının köklerini 1914-1915 yıllarında aramak gerekir. Faşistler bu tarihten sonra İtalya’da örgütlenmeye ve kendilerini şekillendirmeye başladılar. ''Faşist hareket kökü itibarı ile İtalya’yı dünya savaşına sokmak isteyen gruplara bağlıdır. ‘bu politikayı savunan bir çok grup vardı. Onlar arasında sendikalizm, anarşizm ve bazı durumlarda –esas olarak Musolini olayında olduğu gibi- sosyalizmin aşırı solcularının döneklerinden oluşan aşırı solcular vardı. Bu gruplar ulusal çıkarlar için siyasal çelişmeden vazgeçme ve merkezi güçlere karşı askeri  müdahale politikası ile tamamen uyuşuyorlardı'' (3.Ent.faşizm üzerine tartışma s.32) İtalya’daki bu durumu değerlendiremeyen sosyalist parti üst üste bir çok hata yaptı. Savaş sonrasında toplumda bir devrim beklentisi olmasına rağmen sosyalist parti bunu değerlendiremedi. Gelişen bu duruma göre bir örgütleme gerçekleştiremeyen sosyalist partinin yenilgisi, faşist hareketin işine yaradı. Bu aşamadan sonra İtalyan burjuvazisi saldırmaya başladı. Faşizm burjuvazi için ‘sorunun çözümü’ niteliğindeydi. Faşist hareket İtalya’da savaş sonrası ortada kalmış, yönünü şaşırmış tüm kesimleri toplayarak kendinse silahlı bir güç oluşturdu. Devletten oldukça yardım gördüler. Yasalar önünde suçsuz görünüyorlardı. Faşistler şehirlerde işçi önderlerine saldırmayla, bazılarını göç etmeye zorlayarak ilk saldırılarına başladılar. Faşist hareket saldırılara önce  İtalyan kırsal alanı olan Bolongna’dan başladı. Faşistler zincirlerinden boşalmış şekilde tüm ilerici ve devrimci güçlere saldırdılar. Devlet güçlerini de yanına alarak başlayan bu saldırılar faşist hareketin giderek güçlenmesini ve hakimiyet alanlarını genişlemeyi birlikte getirdi. Nihayet 21 Kasım 1920 tarihinde Bolongna’yı ele geçiren faşist hareket buradan iki kol üzerinden Roma’ya yürüdüler. Fakat bu durum İtalya’da faşizmin sadece toprak ağalarına dayandığı anlamına gelmiyordu. İtalya’da da faşizmin ardında büyük tekelci burjuvazi duruyordu. Bu da görünüşte faşizmin toprak ağalarının ve tekelci burjuvazinin bir hareketi değil de, orta sınıfın hatta köylülerin bir hareketiymiş gibi bir propaganda yapılmasına kadar gitti.                

Tarihsel olarak faşizm ilk defa İtalya’da iktidara geldiyse de, faşizmin en gerici tipi bütünlüklü diktatörlük Almanya’da iş başına gelen Hitler faşizmidir. Hitler, Almanya’da iktidara geldikten sonra, başta işçi sınıfı olmak üzere tüm demokratik kurumlara saldırarak ezdi, yok etti ve kapattı. Korkunç bir şoven politika güderek başta Yahudiler olmak üzere, tüm halklara saldırdı. Dönemin Sosyalist Sovyetler Birliği ve Komünizmin bir numaralı düşmanı oldu. Sovyetler Birliğine saldırarak savaş açtı.                 

Faşizm, ne sınıflar üstü bir harekettir, ne küçük burjuvazinin iktidarı, nede, hem proletarya ve burjuvazi üzerinde hakimiyet kuran yeni bir devlet şekli değildir, faşizm, doğrudan doğruya finans kapitalin iktidarıdır. Faşizm, emperyalist burjuvazinin en gerici temsilcilerin dışında kalan tüm sınıfların düşmanı ve onlara açık savaş ilanıdır. Faşizmi tek ve şematik olarak ele almak yanlıştır. Faşizmin iktidar olma biçimi her ülkede farklıklar gösterir. Bu ''ilgili ülkelerin, tarihi, sosyal ve iktisadi şartlarına, milli özelliklerine ve uluslararası durumuna göre, çok çeşitli ülkelerde çeşitli biçimlere bürünür.'' (age s.12) Faşizm, gerektiğinde parlamentoyu bir dönem fes etmez. Diğer burjuva kesimlere bir yere kadar hayat hakkı tanıyarak kendi meşruluğunu garantiye alır. Faşizm, kesinlikle bir hükümetin gitmesi, diğerinin yer değiştirmesi olayı değildir. Bunu doğru anlamak faşizmin sınıf niteliğini doğru kavramakla da ilintilidir.. Faşizm, emperyalist burjuvazinin en gerici kesimlerinin temsilcisi olarak, burjuvazinin sınıf hakimiyetinin, ''burjuva demokrasisinin- başka bir devlet biçimiyle burjuvazinin açık terörcü diktatörlüğü ile- yer değiştirilmesidir. Bu farkı görmezlikten gelmek; faşistlerin iktidarı ele geçirme tehlikesine karşı, devrimci proletaryanın kent ve kırın en geniş emekçi tabakalarını mücadeleye seferber etmesini ve burjuva kampı içindeki mevcut çelişmelerden yaralanmasını önleyen ciddi bir hata olurdu''  (Age s. 13)            

Faşizmin iktidara gelmesi basit ve birden bire olan bir gelişme değildir. Faşizm uzun bir süre örgütlendikten ve hatta faşist hareketin  çeşitli kanatları içindeki açık hesaplaşama yaşanarak ve  burjuvazinin artık kendisini eski yönetim biçimiyle koruyamayacağı bir aşamada iş başına gelir. Faşizmin iş başına gelmesinde iç devrimci muhalefetin de rolü önemli bir yer tutar. İtalya, Almanya ve Avusturya’da faşizmin iktidara gelişinin önlenememesinin bir gerçeği burada yatar. İtalya’da faşizm devrimci durumun yüksek olduğu bir dönemde iş başına geldi, bunda sosyalist partinin bu durum karşısında kitleleri harekete geçirememesinin büyük payı vardır. Keza Almanya’da işçi sınıfının en güçlü olduğu bir yerde iktidara gelmesi de başlı başına bir inceleme konusudur. Burada şu soru ortaya çıkar; faşizm kitleler üzerinde nasıl bir etki yapmakta ve kitleleri nasıl arkasına almaktadır? Faşizm, kitlelerin acil taleplerini daima bir demagoji malzemesi yapar ve bu yolla kitleleri kazanmaya çalışır. Örneğin Almanya’da faşizm yüzüne sosyalist maskesi takarak, Alman halkının sosyalizme duyduğu özlemi böylece kullanmıştır. Bu faşizmin her yerde aynı yöntemi kullanacağı anlamına gelmez. Bazen çıkış noktası tam bir şovenizm olurken, bazen adalet  duygusuyla kitleleri, etkilemeye çalışır.               

İkinci emperyalist paylaşım savaşının arifesinde ve  sonrasında faşizm

1929 dünya ekonomik bunalımı emperyalist ülkeleri derinden sarstı. Bu durum emekçilerin durumunda da önemli değişimleri birlikte getirdi. Çalışma ve yaşam koşulları oldukça zorlaşan emekçilerin hoşnutsuzluğu da giderek artmaya başladı. İtalya’dan sonra 1933’de Almanya’da Hitler ve onu takip eden diğer faşist partilerin başa gelmeleri faşizm tehlikesinin giderek arttığını gösteriyordu. Bu durum faşizmin daha geniş bir analize tabi tutulmasını da birlikte getirdi..           

Almanya’da faşizmin iktidara gelmesi

30 Ocak 1933’de iktidara gelen faşizm Almanya’da dengelerin kısa sürede bozulmasına yol açtı. Almanya’da faşizmin iktidara gelmesiyle kimin hizmetinde olduğunu çok geçmeden tüm açıklığıyla ortaya koydu. Faşizmin iktidara gelmesinden sonra Alman emperyalizmi, her alanda kendisini sağlama almak için devleti yeniden şekillendirmeye gitti. Ekonomik, askeri ve ideolojik olarak faşist diktatörlük iktidarını güvence altına alma yoluna gitti. Faşist diktatörlük devlet egemenliği üzerinde hakimiyetlerini sağlamlaştırmakla işe giriştiler. Tüm demokratik hakları ve özgürlükleri rafa kaldırdılar. 28 şubat 1933’de faşistlerce  Reichstag (Alman parlamentosu) yangınından hemen sonra ''Halkın ve Devletin korunmasına İlişkin devlet Bakanlığı Kararnamesi'' yayınladılar. Bu kararnameyle başta Komünist partisinin çalışmaları olmak üzere, tüm kişisel özgürlükler, telefon dinleme, evlere baskınların kolaylaştırılması, Banka hesaplarına el koyma, denetleme, haberleşme konusunda polise geniş yetkiler tanınırken, 1933 seçimlerinde oyların %43,9 alan Naziler parlamentoda çoğunluğu sağlayamadıklarından, bazı yetki yasalarını parlamentodan geçirememeleri üzerine, Hitler Alman Komünist Partisinin kazandığı milletvekillerinin iptal edildiğini açıkladı. Buna benzer diğer gasplarla Naziler parlamentoda çoğunluğu sağladılar. 23  Mart 1933’de parlamentodan geçen ''Halkın ve Devletin Güçlüklerden Kurtarılması Yasası Nazileri bir çok yönüyle güçlendiren yasaların başında geliyordu. Bu, Weimar anayasasının fiilen devre dışı bırakılmasıydı. Ve Hitler hiçbir yasal yetkiye dayanmadan istediği konuda yasa çıkararak uyguluyordu. Alman Komünist partisi yasa dışı ilan ediliyor, sendikalar basılarak tüm mal carlıklarına el konularak, yöneticileri tutuklanarak toplama kamplarına gönderiliyordu. Hitler 10 Mayıs 1933’de kurduğu ''emek cephesine'' tüm işçilerin bu örgüte üye olma zorunluluğunu getirdi. 22 Haziran 1933’de Alman sosyal Demokrat partisinin tüm mallarına el konarak SPD kapatıldı. 14 Temmuz 1933’de çıkarılan ''Partilerin Yeniden Kuruluşu Yasası’’ ile Nazi partisi Almanya’daki tek yasal parti olarak ilan edildi.  Ve bunu 20 Ocak 1934 yılında ''devletin yeniden yapılandırılması yasası'' ile ‘devlet bakanlığıyla, başbakanlığın birleştirilmesiyle’ tamamlandı. Bunu ‘’Gizli Devlet Polisi'' (gestepo'nun) kurulması takip etti. Ve kurulan ''Halk Mahkemeleri'' faşist diktatörlüğü güçlendiren gelişmeler oldu. 27 Şubat 1934 tarihinde çıkarılan ''Alman ekonomisi Organik Yapısının Düzenlenmesi Yasası'' ile belirli tekellerin devletle daha çabuk kaynaşması sağlandı. Bunu takiben bir başka kararnameyle Alman ekonomisi şu altı grupta toplandı; ''sanayi, ticaret, el-zanaatları, bankalar, sigortalar, ve enerji''

Hitler, kendisine taban oluşturmak için toplumun bir çok kesimine yönelik politikalar geliştirmeye başladı. Bu alanlardan biride köylülüktü. Faşizmin iş başına gelmesiyle, 1933’de tarım alanına ilişkin çıkarılan kararnameyle birlikte suni bir iyileşmeye yol açtı. Taban fiyatlarının belirlenmesi, tarım ürünlerinin fiyatlarının düşmesi önlendi. Fakat bir yıl sonra köylülük üzerinde korkunç bir yıkım meydana geldi. Taban fiyatlarının oldukça ucuz tutulması, köylülerin ürettikleri ürünleri devlete ucuz satmalarını birlikte getirdi. Köylük alanda tahıl ve yem ürünlerini üretenler esasında büyük toprak sahipleriydi, küçük çiftlikler ise daha çok hayvancılıkla uğraşıyorlardı. Faşizm 29 Eylül 1933’de çıkardığı ''Miras Çiftlikleri Yasası''  ile ekonomik olarak güçlü bir zümre yaratarak bunu  kendilerine bağladı.

Komünist enternasyonal sürekli olarak emperyalist ülkelerdeki faşizm tehlikesine dikkat çekmiş ve böylece faşizmin yalnızca geri kalmış ülkelerde görülebileceğini savunan görüşlere kesinlikle karşı çıkmıştır. Yine değinilmesi gereken bir başka konuda faşizmin gelişmiş ülkelerde iktidara gelişinin mutlaka silahlı bir darbe ile gerçekleşmeyeceği olgusudur. Almanya’da olduğu gibi seçimle iş başına gelebileceği gibi, yarı-sömürge Türkiye’de olduğu gibi ‘kurtuluş savaşı’ sonrasında da iktidara gelebilir.

AVRUPA’DAKİ IRKÇILIK VE YÜKSELEN FAŞİST HAREKETLER!

Irkçılık üzerine yazılan tezler ve tapılan tartışmaların ortak paydası ırkçılığın ideolojik kökeninin sömürgeciliğe dayandığı ve kapitalizmin son aşaması olan emperyalizmle birlikte faşizme dönüşerek insanlık için büyük bir tehlike olduğudur. 1920'lerin İtalya’sında Musolini'yle başlayan bu düşünce akımı İspanya'da Franko ve Almanya'da Hitler'lerle en doruk noktasına çıkmıştır. Hitler, 1933'de hükümete geldikten sonra adım adım ırkçılığın propagandasını yaparak, ikinci emperyalist paylaşım savaşının başlamasıyla birlikte de Alman ırkının en üstün ırk olduğunu öne sürerek, en az 20 milyon Yahudi’yi katletti.

Irkçılık, ya da günümüz açısından daha doğru bir ifade ile faşist parti ve örgütler mensup oldukları ulusu diğer tüm uluslardan üstün tutarak, ''arı ırk'' olduklarını ileri sürüp, tüm diğer insanları ve inanç kesimlerini dışlayarak fırsat buldukların da ise katlediyorlar.

Faşizm her ülkede farklı şekil ve biçimlerde ortaya çıkar. Her faşist hareket öz olarak aynı ideolojik tezlere sahip olmakla birlikte, kitleleri etkilemeleri farklılıklar gösterebilir. Hitler, Yahudileri hedef göstererek Alman ulusunu kendi etrafında toparlarken, ileri sürdüğü düşünce: ''üstün Alman ırkının'' korunması üzerine geliştirdiği tezlere dayanıyordu.

Faşizm bir iktidar biçimidir. Emperyalist ülkelerde faşizm iş başındaki hükümetin artık toplumu yönetemediği, ya da bir savaş döneminde toplumu şiddet ve baskıyla yönetmek için tekelci burjuvazinin en gerici, en şoven ve en bağnaz kesiminin iktidara gelmesiyle açık terörcü diktatörlüğüdür.

Avrupa'da gelişen faşist partilerin yükselişleri tesadüfü değildir. 1980'lerde ortaya çıkan faşist hareketlerin önemli bir bölümü günümüzde kurdukları legal partiler vasıtasıyla, ya doğrudan hükümete gelmekte, ya da hükümet ortakları olarak toplumu yönetmektedirler. Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ), Almanya için Alternatif (AfD), İsveç Demokratlar Partisi (SD), Fransa'da Ulusal Cephe (FN), Hollanda'da Özgürlük Partisi (PVV), İtalya'da  Beş Yıldız Hareketi ve Lega Nord, Macaristan'da Viktor Orban’ın partisi FİDESZ, Danimarka Halk Partisi,  İngiltere’de Birleşik  Krallık Bağımsızlık  Partisi, İspanya'da Katalonya Platformu,  Yunanistan’da  Altın  Şafak, Norveç’te İlerici Parti, ya doğrudan hükümet, ya  koalisyon ortağı, ya da muhalefette kalarak varlıklarını hala sürdürmektedirler.

Avrupa'da ırkçılık ve ırkçı söylemler sözde ''yasak''olmasına rağmen, pratik bunun tersi. Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda ve tüm diğer Avrupa ülkelerinde legal ırkçı-faşist partiler hiç bir yasal engelle karşılaşmadan, yerel ve genel seçim dönemlerde ve diğer zamanlarda rahatlıkla çalışmalarını sürdürmeye devam ediyorlar. Belli bir oy oranına ulaşan faşist partiler devlet bütçesinden önemli meblağ para alarak, finansal olarak desteklenmektedirler.

Avrupa'daki tüm ırkçı faşist partilerin her birinin propaganda ve söylemleri toplumun en geri kesimleri hedeflenerek belirlenmiştir. Irkçı-faşist partiler (legal ya da illegal) göçmenleri ve Müslümanları topluma en büyük sorun olarak gösterip taban buluyorlar.

Almanya'da 2014 yılında kurulan Almanya için Alternatif (AfD), ilk kurulduğu dönem söylemlerini Avrupa Birliğine karşı geliştirdi. 'Avrupa Birliğinin Almanlar için bir yük olduğunu, her yıl genel bütçeden önemli bir miktarın Avrupa Birliğine aktarıldığını' öne sürerek Avrupa Birliğinden çıkılmasını savunuyordu. AfD, zamanla buna, İslam ve göçmen karşıtı propagandayı da ekleyerek kitlelerin karşısına çıktı. 2015 yılında Merkel hükümetinin 1 Milyon göçmeni Almanya'ya kabul etmesinden sonra AfD, göçmen karşıtı propagandaya hız vererek  daha da  güçlendi. 2017 yılında girdiği genel seçimde oyların %13.3'nu alarak Federal Meclise girerek 90 milletvekiliyle ana muhalefet partisi durumuna yükseldi.

Avusturya'da İslam ve göçmen karşıtı partiler ÖVP ile FPÖ ortak koalisyon hükümeti kurarak, faşist propagandayı yasal hale getirdiler. ÖVP'nin seçim vaatleri arasında ''AB’nin göçmenlere yardımlarının sınırlandırılması, 5 yıl Avusturya’da yaşamamış olan yabancıların  yardımlardan yararlandırılmaması'' ve Müslümanlara karşı söylemleri ile tanınan  Avusturya Halk Partisi (ÖVP) 2017 de girdiği genel seçimde oyların %31,5'ni alarak birinci parti oldu. Yine İslam karşı faşist FPÖ  oyların %27,1’ini alarak  ortak koalisyon hükümeti kurdular.

Fransa'da Ulusal Cephe, legal faşist bir parti olarak, İslam ve göçmen karşı söylemlerini gizlemeden; hükümet olmaları durumunda 'Fransa'da her şeyin değişerek göçmenlerin ülkeden gönderileceği' parti programına kondu. Bu propaganda üzerinden seçimlere giren Ulusal Cephe,  2015 yerel seçimlerinde oyların yüzde 27,7'sini alırken, 2017 yılının Mayıs ayında cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turunda Emmanuel Macron’a karşı oyların yüzde 33,9’unu alarak önemli bir güç olduğunu göstermiş oldu.

Macaristan'da  Viktor Orban’ın partisi FİDESZ, Suriye iç savaşının başlamasıyla birlikte Avrupa'ya doğru gelen göçmen  akınından sonra bunu seçim propagandasının temel söylemi haline getirerek 'göçmenlerin Avrupa'da yeri olmadığı' propagandası Macaristan'da karşılığını bulmuş ve  Viktor Orban'ı hükümete taşımıştı.

İtalya'da, 2018 yılında Eski adı Kuzey Ligi olan faşist parti, kuruluşunun temelinde İtalya’nın kuzeyinde ayrı bir ülke oluşturma hedefi vardı. Seçimle birlikte bu fikriden  vazgeçip, Beş Yıldız Hareketi'yle koalisyon ortaklarından biri oldu. Koalisyonun programında yer almayan ancak sözlü bir anlaşmayla  göçmenlerin kitlesel olarak sınır dışı edilmesini savunan Lig hareketinin lideri ve  dönemin İçişleri Bakanı Matteo Salvini, Sicilya Adası’na gerçekleştirdiği ziyarette, Sicilya’nın ‘Avrupa’nın mülteci kampı olmaktan çıkarılması gerektiğini’ ifade etmişti. 2018 yılında hükümet ortağı olan Lig ve Beş Yıldız Hareketi  diğer birçok faşist parti gibi Avrupa Birliğinden çıkılmasını savunmaktadırlar.

Hollanda’da ''Yaşanabilir Hollanda Partisi''nin (daha sonra Özgürlük Partisi adına alan) faşist partinin lideri Pim  Fortuyn; 1997’de yazdığı ''Kültürümüzün İslamlaşmasına Karşı: Temel Olarak Hollanda Kimliği'' kitabında: ''İslam’ın dünya barışı için büyük bir tehlike olduğunu'' savunarak  ''ülkesinin ancak 16 milyon Hollandalıya yettiğini, Hukuken mümkün olsa, ülkeye tek bir Müslüman bile sokmak istemediğini'' söyleyerek İktidara gelmeleri halinde, ''yabancıların ve özellikle Müslümanların ülkeye girişini engelleyeceklerini'', ''Schengen Anlaşması’na uymayacaklarını'' savunan Fortuyn, ''Anayasası’nda yer alan ırkçılığı yasaklayan birinci maddenin yürürlükten kaldırılmasını istemesi'' üzerine, partisinden ihraç edilmiş, bunun üzerine kendi adına bir listeyle (Lijst Pim Fortuyn) seçimlere girmesinde bir sakınca görülmemişti. Pim  Fortuyn’un  Mayıs  2002’de  çevreci  bir  Hollandalı  tarafından öldürülmesinin  ardından,  İslam  karşıtı  söylemleriyle  gündeme  gelen aşırı  sağcı Özgürlükler  Partisi’nin (PVV) lideri  Geert  Wilders de  Pim  Fortuyn izinden giderek faşist propagandaya devam etmesine kimse ses çıkartmadı.

İdeolojik olarak Neo-Nazileri savunan İsveç Demokratları (SD), göçmen karşıtı politikaların sertleştirmesini savunarak  2018 yılında girdikleri genel seçimde oyların yüzde 17’6’sını aldı.

Irkçı partiler açıktan suç işlemelerine rağmen hiçbiri kapatılmamaktadır. Almanya’da Nasyonal Demokrat Parti adıyla örgütlenen faşist partiye bağlı olarak kurulan yer altı örgütü NSU’nun işlediği cinayetler ortada olmasına rağmen Alman devleti NPD’yi kapatmaya yanaşmamaktadır. Almanya, Neo-Nazi hareketinin en gelişkin olduğu ülkelerin başında gelmektedir. Almanya’daki Neo-Naziler Avrupa’da bir köprü görevi de üstlenmiş bulunuyor. Avrupa’daki birçok ırkçı faşist hareketle ilişkisi olan NPD en tehlikeli faşist parti olarak bir dizi seri cinayetlere imza atmıştır. 23 Kasım 1992 Mölln, 29 Mayıs 1993 Solingen, 24 Şubat 2004 Rostock’ta yakılan ev ve iltica yurtlarında onlarca insan diri diri yakılmış,  2000 ile 2006 yılları arasında NPD’ ye bağlı olarak kurulan yer altı örgütü NSU ise sekizi Türkiyeli, bir Yunanlı ve bir Alman polisini silahlı saldırı sonucu öldürmelerine rağmen NPD hala kapatılmak istenmemektedir. Almanya Anayasayı Koruma Örgütünün bizzat içinde yer aldığı bu seri cinayetlerin açığa çıkmasıyla NPD’nin neden kapatılmak istenmediği daha iyi anlaşılmaktadır.

Kassel valisi Lübcke'nin ırkçı bir neo-nazi tarafından öldürülmesinin ardından, bu saldırıyı gerçekleştiren kişinin ''Combat 18'' adlı faşist bir örgüte mensup olduğu ortaya çıkmasından sonra, aylar sonra yasaklandığı söylenen Combat 18'in üyeleri kendilerini ve silahlarını garantiye aldıklarından hiç bir delil  ele geçememiş oldu. 

Alman devleti tüm bunlara rağmen hala en tehlikeli olanların solcular olduğunun propagandasını yapıp durmaktadır. Alman devletinin sağ gözü hiç bir zaman kendi işlevini görmemiştir. Alman devletinin sol dediği yerli ve göçmen devrimciler, ilericiler ve anti-faşist kesimler olduğu açıktır. 1990 yılından bu yana  ''Sol'' denilen kesimin hiç bir silahlı eylemi olmamasına karşın, iki Almanya'nın birleşmesinden bu yana 200 kişinin Neo-Nazilerce öldürülmesi bizzat Alman gizli servisince ortaya çıkartılmasına rağmen, Alman hükümeti ısrarla Neo-Nazi hareketini korumaya devam ediyor.

Avrupa’da gelişen ve giderek tırmanışa geçen ırkçılığın bir diğer nedeni de büyüyen işsizlik ve yoksulluktur. Krizlerin ortaya çıktığı yıllar ırkçı-faşist hareketlerin kitleleri daha kolay etkilediği ve örgütlediği dönemlerdir. Avrupa’daki ekonomik krizle birlikte  işten çıkartmalar, ücretlerdeki düşüş, sosyal hakların kısıtlanmasını iyi kullanan faşist partiler, tüm bunların nedeni olarak göçmenleri göstererek taban buluyorlar. Bu propagandalara kanan insanlar ırkçıların saflarında örgütlenmekte, ırkçı propagandayla donatılıp saldırganlaştırılmaktadırlar.

İnsanlık düşmanı bu ideolojiye karşı yerli anti-faşist örgütlerle  birlikte hareket etmek göçmen örgütlerin en başta gelen görevleri arasındadır. Faşist hareketler bugün göçmenleri hedeflerine koymuş olsalar da, ileri de tüm ilerici ve demokrasi güçlerine saldıracakları, ortadan kaldıracakları kesindir. Musolini, Franko ve Hitler bunun için en iyi örneklerdir.  

 Şubat Mart 2020

ÖZGÜR GELECEK

588

Son Haberler