Pazar Haziran 16, 2024

SÖYLEŞİ: Okuryazarlik üzerine[1]

“Bir yazarı okumak, yalnızca

neler söylediğini öğrenmek değildir;

onunla birlikte yollara düşmek,

onun eşliğinde yolculuğa çıkmaktır.”[2]

 

Eleştirel Pedagoji (EP): Okuma alışkanlığı verileri ve özellikle kadınlarda eğitim sisteminde kalma süresi dikkate alındığında okuma yazmayı öğrenen ama okuryazar olmayan bir toplum olduğumuzu söyleyebiliriz. Bu durumda Türkiye toplumu için hâlâ sözlü kültürün hâkim olduğu bir bilincin, düşünme ve davranma alışkanlığının sürdürüldüğünü iddia edebilir miyiz? Bu iddia doğruysa durum, eğitimdeki başarıya, bireyler arası iletişime, medyanın izleyiciler üzerindeki etkisine veya siyasal alana yansımasına dair ne söyleyebilirsiniz? 

Sibel Özbudun (SÖ): Sanmıyorum. Ya da en azından “sözlü kültür”ün klasik anlamına, yani “geleneği” sözlü biçimleriyle hıfzederek sözel anlatılar aracılığıyla sonraki kuşaklara aktaran bir toplum değiliz artık. 

Ben bu toplumun daha çok medya aracılığıyla biçimlen(diril)en bir toplum olarak değerlendirilmesinden yanayım. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında, neredeyse tümü tek parti rejiminin denetiminde olan gazeteler ve radyo. O yıllarda nüfusun büyük bölümünün kırsal kesimde yaşadığı göz önünde bulundurularak, bu araçların oldukça sınırlı bir kesime ulaşabildiği öne sürülerek bu sava itiraz edilebilir kuşkusuz; ama “kanaat önderleri” (köy öğretmenleri, muhtarlar, giderek din adamları, yerel yöneticiler, idarî personel, subay ve astsubaylar) tek parti denetimindeki basın-yayın araçlarının ağırlıklı rol oynadığı bir rıza-imali sürecinin hedefiydiler. Tabii bunda eğitimin rolü de atlanmamalı…

Devlet güdümündeki kapitalizmden (kabul etmeli ki bir hayli kontrollü olmayı sürdüren) “serbest” piyasa kapitalizmine geçiş, kentleşme, siyasal alternatiflerin çoğalması gibi etkenlerin damgasını vurduğu 1950’li yıllar ise, özel çıkar gruplarının sistemin yararlarını kendine doğru kanalize etme, bu uğurda da halk kitleleri arasından kliyantel devşirme çabalarının yoğunlaşmasına sahne olmuş gibi gözüküyor. Radyo yayıncılığındaki tekel sürse de, gazetelerin çeşitlenmesi ve okur tabanlarını arttırma çabalarını bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor: bu yıllarda sanırım gazeteler, radyo yayıncılığının önüne geçmekte.

1970’lerin başlarında renksizi, 80’lerde ise renkli olarak devreye giren TRT TV yayıncılığı, kısa sürede gazetecilik ve radyoculuğun tahtını elinden alacak, özel kanalların kurulmasına olanak sağlandığı 1990’lardan itibaren ise, “işitsel kültür” yerini şaşırtıcı bir hızla “görsel kültür”e bırakacaktır. Bir başka deyişle, sorunuzda ifade ettiğiniz “sözlü kültür”, benim kanımın aksine, XX. yüzyıl Türkiyesi’nde var idiyse de, renkli, bol-kanallı TV ile birlikte yerini “görsel kültür”e bırakmış gözüküyor.

TV karşısında akşam boyunca saatler geçirip ertesi gün saatlerce eğlence programı, talk-shaw, dizi ya da tartışma programından söz ederek sosyalleşebilmenin kolaylığı, bir hayli zahmetli, üstelik de sosyal açıdan fazla bir getirisi olmayan bir çaba olarak okumanın önünü kesiyor elbet.

İnternetin, hele ki sosyal medyanın erişim alanının yaygınlığı ve çeşitliliği, ve tabii ki yüzdeyselliği, tanımı gereği derin ve yoğun bir edim olan okuma faaliyetini büsbütün gereksizleştiriyor. Kişilere verdiği “canım istediğim zaman istediğim bilgiye bir tık’la erişebiliyorsam, kitaplar devirmenin ne gereği var?” özgüveni de cabası. 

Sosyal medya erişimi bu konuda “özürlü” sayılacak kertede sınırlı biri olarak, adıma genç arkadaşların açıp yönettiği “facebook” sayfama koyduğum yazıların tıklanma sayısının, görsel malzemenin beşte birine ulaşamadığını gördükçe, okumanın geleceği konusundaki karamsarlığım artıyor.

EP: Türkiye’de okuma alışkanlığı veya okuma kültürüne dair yıllardan beri yapılan araştırmalar okuma alışkanlığının işleri gereği okuduklarını farz ettiğimiz kesimler (üniversite öğrencileri veya öğretmenler)arasında bile okumanın yetersiz düzeyde olduğunu gösteriyor. Paradoksal olarak geçmişte teknolojik gecikme bu sorunun nedenlerinden biri olarak gösterilirken bugün teknolojinin gelişim seyrinin okuma alışkanlığına yeni engeller çıkardığı/çıkaracağı iddia edilmekte. Bir de tartışılmaya devam edilen e-kitap teknolojileri var. Size göre günümüzde okuma alışkanlığının yetersizliği sorununu küreselleşme bağlamında mı yoksa tarihsel/kültürel miras bağlamında mı tartışmalıyız?

SÖ: Bizde okuma isteksizliği, ilginçtir ki çocuklara ilk ya da ortaokulda aşılanır. Siz yapar mıydınız bilmem, ama bizler, sınıfı geçişimizi, ders kitaplarımızı yaktığımız büyük ateşlerle kutlardık. Ezberci eğitim sistemi, insanı kitaptan bezdirir.

Bir de, dediğim gibi, okuma zor bir iştir; okuduğunu anlama, özümseme, anımsama… Özellikle de çevrenizde aynı ilgiyi paylaştığınız, tartışabileceğiniz kişilerin sayısı son derece sınırlıysa.

Aslına bakarsanız, bugünkü teknoloji, bir yanıyla da okuma evrenimizi genişletebileceğiniz muazzam olanaklar sunuyor bize. Kitapçı-kitapçı, kütüphane-kütüphane dolaşarak bulamayacağımız kitap ve makalelere, birkaç dakikalık bir taramayla erişebiliyoruz.

Yani ben kitabın illa kağıt üzerine basılmış malzeme olması gerektiğinde ısrar edenlerden değilim. Bilgisayar ekranı da pekala aynı işlevi görüyor - bunun üstelik bir de çevresel yararı var… 

Hayır, sorun teknolojide değil. Onu nasıl kullanacağına dair karar veren iradede… Okuma, kişinin dünyayı kavrama ve eleştiri kapasitesini genişletir, dil dağarcığını genleştirir, çeşitliliğin zenginleştirici yönünün bilincine varmasını sağlar, vb. Ben egemen siyasal kültürün okumanın kazandırdığı eleştirelliğe karşı bir hayli sakınımlı olduğu kanısındayım. Nihayetinde okuyan kişilere hâlâ kuşkuyla bakıldığı, gözaltına alınan gençlerin kitaplarına da el konulduğu, kitabın hâlâ “suç unsuru” sayıldığı bir siyasal ortamdan çıkmayı başaramadık ki… “Düşünce suçu” sözde hukuk literatüründen çıkartılmış olsa da fiiliyatta, düşüncelerinden dolayı cezaevinde olan yüzlerce insan var - 2013’ün Türkiyesi’nde… Okuma çabasındaki kişilerle “entel-dantel” damgası vuran mahalle baskısını ise, hiç saymıyorum.

EP: Okuma alışkanlığı söz konusu olduğunda farklı ülkelerin farklı tecrübeleri var. Bu konuda, bildiğim kadarıyla karşılaştırmalı bir çalışma Türkiye’de henüz yapılmadı. Örneğin Rusya, Japonya gibi ülkelerde okuma alışkanlığının gelişiminde özgün tecrübeler neler olabilir? Yine bu bağlamda, Japonya’daki kadar olmasa da Türkiye’de de son birkaç yıldır klasik eserlerden bazıları çizgi roman (manga) tarzında basıldı ve bu girişim de tartışmalara yol açtı. Bunun gibi çabalar Türkiye’de okuma alışkanlığının arttırılmasında etkili olabilir mi?

SÖ: Rusya, Japonya vb. ülkelerin Çizgi roman deneyimleri konusunda bilgi sahibi değilim. Ancak çizgi-roman türünün, görsel odaklı olması nedeniyle okuma alışkanlığının artırılmasına katkıda bulunabileceğini sanmıyorum. Tam tersine, sunduğu “muhtasar” bilgiyle, kişinin belirli bir konuda yüzeysel bir fikir sahibi olmasını ve bununla yetinmesini kolaylaştırdığı kanısındayım. 

Çocukluğumda sadece Teksas-Tommiks okuyan o kadar çok arkadaşım vardı ki… Pek azı yazılı kitapları okumaya yönelebildi.

Son olarak okumanın hayatla, gidişatla, toplumla, sistemle… “sorunlu” olanların işi olduğunu belirtmeme izin verin. Ancak çözümlemeye çalıştığı bir “sorunu” olan kişiler okuma gibi mihnetli, mihnetli olduğu kadar da riskli (ve de yalnızlaştırıcı!) bir işe girişir. Kitap satışlarının toplumsal-siyasal-iktisadî kriz momentlerinde artış göstermesi, sanırım buna işaret ediyor.

 

N O T L A R

[1] Eleştirel Pedagoji,  Yıl:5, No:30, Kasım-Aralık 2013, ss.80-81.

[2] André Gide.

96305

Sibel Özbudun

1956 yılında,İstanbul'da doğdu. Üsküdar Amerikan Kız Lisesi'nden mezun olduktan sonra, Fransa'ya giderek, üç yıl süresince Fransa'da dil ve Paris VII ve Paris X Üniversitelerinde sosyoloji öğrenimi gördü. Türkiye'ye döndükten sonra,İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü'ne girdi. Mezun oldu. Uzun süre yayıncılık (Havass ve Süreç Yayınları) ve çevirmenlik yapan Özbudun;

 

1993 yılında, Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü'nde yüksek lisans eğitimi görmeye başladı. 1995 yılında,aynı bölümde araştırma görevlisi oldu. Doktorasınıda aynı üniversitede verdi. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca bilen Özbudun'un çok sayıda çevirive telif eseri bulunmaktadır.

     Blog

 

sozbudun@hotmail.com

Sibel Özbudun

Ermenistan’da Tavuş Hareketi Üzerine

Ermenistan Apostolik Kilisesi Tavuş İdari Başpiskopos’u Bagrad Galstanian önderliğinde başlatılan sivil itaatsizlik gösterileri, halkın yoğun katılımı ile devam ediyor. Ermenistan’a ait dört köyün, Azerbaycan’a iade edilmesi bardağı taşıran son damla oldu. Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan’ın derhal istifa etmesi isteniyor. 4 Mayıs’ta başlayan gösteriler, yol güzergahı üstünde bulunan Lori, Sevan, Geğarhunik… şehirlerinden halkın yoğun katılımı ile Yerevan’da sonlandırıldı. 26 Mayıs’ta Cumhuriyet Meydan’ında düzenlenen miting ile yüz binlere ulaştı.

“CHP’yi demokrasi cephesıne katılmaya zorlama” yaklaşımları üzerine - 2

Sol-sosyalizm adına adeta akıllara durgunluk veren yaklaşım örnekleri bu saptama ve belirlemeler. Yani sanki de CHP işbirlikçi tekelci burjuvazinin temsilcilerinden ve T.C Devleti’nin koruyucu-kollayıcı ana güçlerinden olan bir sosyal demokrat parti değil de sol, sosyalist veya halkçı bir partiymiş gibi tenkit ve değerlendirme konusu yapılıyor. Hal böyle olunca da burada kusur, varlık nedeni gereğince davranan bir sosyal demokrat partinin değil; sosyal demokrat partiye, sahip olmadığı/olamayacağı payeleri yükleyen yaklaşımların olur doğallığıyla.

İdeolojik Netlik ve Örgütlülük

Günümüzde özgür bir geleceğe doğru yapılacak her hamle, sınıf bilinçli bir duruşu ve buna uygun bir örgütlülüğü zorunlu kılar. Tüm bunlar da yoğun bir emeği ve fedakarlığı gerektirir. Sınıf bilincinden yoksun, kendiliğinden hareketlerle köklü değişimlerin-tarihsel kopuşların yaratıcısı olunamaz. Proleter ideolojiyle donanmış partilerin tarihsel misyonu tam da burada ortaya çıkıyor. Yine partisiz-örgütsüz bir duruşla özgür bir geleceğe dair hesaplar yapılmaz.

AKP-MHP FAŞİST DİKTATÖRLÜĞÜNÜN K. KÜRDİSTAN’DA FİİLİ OLARAK UYGULADIĞI, SÖMÜRGE SİYASETİDİR.

Sömürge siyasetinin en belirgin özelliği, yerel halkın iradesinin gasp edilerek, yok sayılmasıdır. Bunun yerine, sömürgeci merkezi yönetimin doğrudan kendi memurlarını oraya yönetici olarak atamasıdır. Bunun adı bir dönem OHAL Valisi, sıkıyönetim komutanı, bölge müsteşarı oluyorken; bugün de Kayyum belediye başkanı, muhtar vs. vs. oluyor.

Günümüz koşullarında sömürge veya ezilen bağımlı uluslara, azınlıklara, baskı altındaki inançlara ve ezilen cinse karşısömürge siyasetinin aldığı biçim; aleni bir şekilde, koyu faşizmden başka bir şey değildir.

Piroğlu Ecevit (Nubar Ozanyan)

Özgürlük uğruna bedeni ölüme yatırarak bir mevsim aç kalmak… Onurlu ve özgür bir yaşam için kendisine ait olan her şeyi feda etmek. Budur, özgürlük mahkumlarının hikayesi! Dünya ve ülkemizin zindan direniş tarihi buna fazlasıyla tanıktır. Amed zindanından Metris zindanına uzanan direniş tarihi fazlasıyla buna tanıktır. Kolay mı saatlere günlere aldırmadan her gün herkesin gözü önünde santim santim erimek; yaşamın nimetlerine dokunmadan açlığa yatmak… 120 günden daha fazla süren bir direnişi sürdürmek; düşünmek ve hayal etmek bile insanı ürkütüyor.

ABRÜST - leylekler getirdi kız... leylekler...

"Sol Kal Sol Yaşa"

Sol tatile  gitmişken...

Toplumsal yapı da; bir an bile parlamentarizmi savunmakta vazgeçmediğini ilan eden her insan ve siyasi yapı da ağır  saldırılara maruz kalıyorken...

seçimlerle  siyaset yapmak istiyen  devrimcilerde proletaryaların her geçen  gün ağırlaşarak hissettiği  solcusuzluğa  karşı da proletaryanın karşısına umut olma uğruna olsa da "Sol Kal Sol Yaşa" diyerekte çıkamıyorken...

fırsatta buyken... fırsatta buyken... 

yazın gitsin kız... yazın gitsin...

abrüst... falan filan...

sanat da diyin gitsin.

Zap’a bomba Colemerg’e kayyum (Nubar Ozanyan)

Türk patronlarının ve generallerinin Kürt ve emek düşmanlığı kapsamlı ve planlıdır. Sınırlı bir zaman ve belli bir dönemle sınırlı değildir. Süreğendir. Demokrasiyi gerçekte değil sözde bilir. Uygulamada değil yasalarında yazılı haliyle tanır. Ki bunu bile kaale almaz. Tarihten günümüze dek en iyi yaptığı şey işgal ve Türk olmayan halkların canını almaktır. Emek ve topraklara konmaktır. En iyi bildiği ise “Yakma-Yıkma-Çökme”dir. İkiyüzlü ve sahtekâr olduğu kadar kinci ve intikamcıdır.

Devrimci Pratik ve Militanlaşma

Günlük, üretkenlikten yoksun, kendini tekrarlayan faaliyetler militanlaşma anlamında bir gelişmeyi tetiklemez. Yine devrimci pratiği zayıf bir özne, her şeyden önce geçmiş olumsuz alışkanlıklarıyla devrimci bir tarzda hesaplaşmaya girmez. Yani düşünsel ve pratik olarak küçük burjuva düşünüş ve yaşam tarzından militanca bir kopuş sürecine yönelmez. Çünkü devrimci militanlaşma proleter düşünüş tarzına aykırı olan her türlü burjuva anlayışla hesaplaşma düzeyine bağlıdır. Sade bir dille ifade edecek olursak; köklü bir kopuş, çok yönlü ve kapsamlı bir hesaplaşmayla mümkündür.

“CHP’yi demokrasi cephesıne katılmaya zorlama” yaklaşımları üzerine - I

Toplumda ve doğada yaşanan her değişim, dönüşüm ve gelişmeye koşut olarak, her olgu ve kavram gibi, CHP de elbette ki tartışmalar konusu olabilir, olmalıdır da. Bunda herhangi bir anormallik olmasa gerek. Hayatta, ortaya çıktığı o ilk andaki haliyle, değişmeden kalan/kalabilen hiçbir şey olamayacağına göre; CHP’de de bu kural gereği, el mecbur, bazı değişim ve dönüşümler yaşanacaktır. Bunu yadsımak, hayatın diyalektiğini yadsımakla eşanlamlıdır.

Tutuculuk,dogmatizm ve tabela devrimciliği devrime vardırmaz!

Kısa bir süre önce, “Bu Kendi Kendimizi Kandırmamız Daha Ne Zamana Kadar Sürecek Acaba?” başlıklı, kısa-özlü bir yazı kaleme alıp, bloğumda paylaşmıştım.

Yazıda Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketinin içinde bulunduğu olumsuz durum ve açmazları özetlenmiş, kendi kendine yapageldiği ajitasyona ve kafasını kuma gömme hallerine dikkat çekilmiş ve son paragraf olarak da şu soru sorulmuştu:

Tehlikenin farkında mıyız?

"Türkiye yüzyılı maarif modeli" ile hedeflenen şey; Devlet eliyle "dindar ve kindar nesil" yetiştirmek ve tedrici geçişle din esaslı bir rejim inşa etmektir,

Öncelikle ve de tereddütsüzce idrakinde olunmalı ki bu konuda yapılmak istenenin tümü, ‘toplumsal mühendislik’ yöntemleriyle, zamana yayılı olarak tamamen Erdoğan’ın ‘gizli ajandasının’ şu son derece aleni ideolojik tercihlerini hayata geçirmek maksadıyla yapılmaktadır. Yani asla ‘masumane’ ve de spontane şeyler değil bunlar. Örneğin şöyle diyordu fiiliyatta kendisine İslâm halifesi misyonu yüklemiş olan Erdoğan:

Sayfalar