Pazar Haziran 16, 2024

‘Nenemin Masalları'

Bazı kitaplar sadece içerikleri ile değil, yaratım süreçleri açısından da övgüyü hak eder. Çünkü içerikleri kadar üretildikleri koşulların ağırlığına da direnmişlerdir. 1980 darbesinin en korkunç işkencehanelerinden birine dönüşen Diyarbakır Cezaevi’nde kalan bir tutuklu olarak Serdar Can’ın, 1991 gibi bir tarihte, 1915 Ermeni Soykırımı hafızasını neredeyse ilk defa ele aldığı ‘Nenemin Masalları’ kitabı tam da bu bağlamda övgüyü hak ediyor.

İdam cezasına mahkum edilmiş bu genç devrimci devletin soykırıma yönelik inkar duvarında bir gedik açmayı başardı. Ne mutlu ki, yalan perdesini aralamak isteyen cesur insanlar günden güne çoğaldı. Bu yüzden soykırım inkârına atılan ilk taşlardan birinin sahibi olan Serdar Can ile kitabın yayınlanmasından 24 yıl sonra, kitabın yazılış hikâyesini konuştuk. Hem bu iyi yürekli insanları hatırlamanın sorumluluğundan, hem de onların bu hakikat arayışlarının bize yeni umut patikaları açmasından dolayı...

‘Nenemin Masalları’nın ilk baskısı 1991’de çıktı. Ermeni Soykırımı üzerine yazılan ilk hafıza kitaplarından birisi olabilir. Kitabın hikâyesini anlatabilir misiniz? 

Ermeni Katliamı, 20. yüzyılın dünya çapındaki ilk ve en büyük insanlık kırımı. Bir tarafta ırkçı ve kafatasçı Turancı bir cellatlık, diğer tarafta ise köylüsü, rençperi ve zanaatkârıyla bir halk. İnsanlık düşmanı bir milliyetçi akım, kültürü bin yıllara dayanan, ağası, beyi dâhil çoluğu çocuğuyla bir milleti topraklarından sürüyor. Ülke boydan boya bir insan mezbahasına dönüyor. Her taraf kan, her taraf kıyamet. Atasının, dedesinin topraklarından köpek gibi kovuluyor insanlar. Bir yılan, bir çıyan gibi başı eziliyor insanlığın. Böylesine büyük ve utanç verici bir rezalet varken, ortada bunun edebiyat literatürüne girmemiş olması da aydınlar için ayrıca bir utanç vesilesidir. Bu çok büyük bir eksiklikti. Öte yandan, beni bu konuyu yazmaya iten kişisel hikâyemden de bahsedeyim. Anneannem katliam zamanında yani bizim Kürtlerin ‘qefle’, Türklerin ise ‘tehcir’ dediği olaylar esnasında 13-14 yaşında imiş. Dedemin üçüncü eşi oluyor. Anneannem tam olarak nerelidir bilmiyorum. Yer isimleri de değiştirilince hepten kaybettik izini. Ama Bitlis Ermenilerinden olduğunu söylerdi hep. Ermenice adı Xelat imiş. Daha sonra Rindê oluyor ismi. Dedemle evlendiğinde ise bu defa Ayşe olarak değiştiriyor adını. Orda bu isimde bir dağ da varmış. Çocuk yaşta alıkonulduğu için iyi hatırlamıyordu. Ailesinden zorla alınıp bir adama verilmiş. Bir abisinin duvar ustası olduğunu ve ortağı Kürt usta tarafından öldürüldüğünü söylerdi. Biz sekiz kardeştik ve nenem bizi büyüttü. 1970’te, doksan yaşında iken vefat etti. Ben o zaman on yaşındaydım. Onun Türkçesi yoktu, biz de iyi Kürtçe konuşamadığımız için sağlıklı bir iletişimimiz de olmadı maalesef. Nenem başından geçenleri sürekli anlatırdı, hayal meyal aklımda kalmış bazı şeyler. Bir de o dönemde geleneksel aile ortamında sürekli bu mesele konuşulurdu. Diyarbakır’da hangi ortama girsen mutlaka Ermeni Katliamı konuşulurdu. Kürtlerin bu soykırıma nasıl alet edildikleri anlatılırdı.

İdam cezası almıştım. Her an asılacağımızı düşünüyorduk. Bu Ermeni meselesinin kalıcılaşması gerektiğini düşündüm. Bir tarafım Kürt, bir tarafım Ermeni idi. Bunun toplumsal düzeyde özeleştirisini yapmak gerekir diye düşündüm.

Kitabı yazmanızı sağlayan anneannenizin hikâyesi miydi?

İdam cezası almıştım. Her an asılacağımızı düşünüyorduk. Bu Ermeni meselesinin kalıcılaşması gerektiğini düşündüm. Bir tarafım Kürt, bir tarafım Ermeni idi. Bunun toplumsal düzeyde özeleştirisini yapmak gerekir diye düşündüm. Bu yüzden 1985’ten itibaren hikâyeleri toplamaya başladım. Benim koğuşta Urfalı, Muşlu, Vanlı Kürt arkadaşlarım vardı. Hepsinden çokça soykırım hikâyesi dinledim. Sonra bazı isim ve yerlerin adlarını değiştirerek edebi bir formda kurguladım. Beni yazmaya iten temel neden cezaevinden çıkamayacağımı düşünmemdi. Zaten öleceğim, bari bu konuda bir yazılı belge kalsın istedim. Ermeni toplumuna karşı bir Kürt olarak özeleştiri sunmak istedim. Kitabı yazarken dili ile çok uğraştım. Mümkün olduğunca bir edebiyatçı duyarlılığı ile yaklaştım. Tekrarlardan kaçındım. Kitabı yazdığım esnada aynı zamanda kaçmak için tünel kazıyorduk. Geceleri tünel kazmayla geçiyordu. Gündüz yorgunluğa rağmen ara ara kitabı yazmaya çalışıyordum. Tüneli bitiremeden bizi Adana Ceyhan’a sürgün ettiler. Kitabı orada bitirdim. Zaten 1985’ten itibaren notlar tutmaya başlamıştım bu konuda. 1991’de son haline kavuşturup yayınladık.

Kitabı yazarken Türkiye’deki Ermeni tabusunun farkındaydınız. Bu sizi korkutmadı mı?

Kitap baskıya gittiğinde ölüm orucundaydık. Dedim ki bun son çıkış. Ya bu kitap çıkacak ya da mesele yazılı hâle gelmeden kaybolacak. Ölmeden basılı hâlini görmeyi hayal ediyordum. Kitabı yazarken Ermeni kelimesini doğrudan kullanamazdım. Ceza Yasası’nın 141 ve 142. maddelerinden dolayı bunu yapamazdım. O yüzden kitabı masalsı bir formda kurgulamaya karar verdim. Misal Ermeniler için ‘sarıputseverler’, Müslümanlar içinse ‘yeşilputseverler’ ismini kullandım.

Kitap nasıl basıldı?

1991’e gelindiğinde artık cezaevindeki baskılar kısmen azalmıştı, o yüzden yazdıklarımı dışarıya çıkarmak zor olmadı. Kitabı Umut Yayınevi’ne yolladım, hemen basmaya karar verdiler ama kitap çıktıktan sonra Adnan Özyalçıner’in yazdığı arka kapak yazısı beni çok rahatsız etti. Benden habersiz yapılmıştı bu. Kapakta Türklerin bu katliamda hiçbir rolleri olmadığına dair bir şeyler yazmıştı Özyalçıner. Hâlbuki ben soykırımı planlayan Türk liderlerinin dışında kimseden bahsetmemiştim kitapta. Benim derdim bir Kürt olarak kendi halkımın soykırımdaki rolünün özeleştirisini yapmaktı. 1991’den 2012’ye asker kaçağı olduğum için legal alanda hiçbir etkinliğe katılamadım. Kitabın ilk baskısı hemen bitti, ikinci baskısı 1993’te yapıldı. O dönemde çok fazla sayıda kitabın Fransa’ya gönderildiğini biliyorum.

Hücre arkadaşım kitabı okuduktan sonra hayretle bana ‘Ben burada çektiğimiz işkencelere dair bir kitap okuyacağımı sanırken Ermeni meselesi hakkında bir içerikle karşılaştım. Nasıl kendini bu şiddet gerçeğinin dışına çıkarabildin?’ diye sormuştu.

Kitap çıkınca nasıl tepkiler aldınız?

Genelde olumlu tepkiler aldım. Örneğin hücre arkadaşım kitabı okuduktan sonra hayretle bana “Ben burada çektiğimiz işkencelere dair bir kitap okuyacağımı sanırken Ermeni meselesi hakkında bir içerikle karşılaştım. Nasıl kendini bu şiddet gerçeğinin dışına çıkarabildin?” diye sormuştu. Ayrıca kitap 1991’de çıktıktan kısa bir süre sonra Hrant Dink tesadüfen denk geliyor ve hemen Umut Yayınevi’ni arayarak yazarı ile tanışmak istediğini belirtiyor. Kaç defa arıyor ama yayınevi benim örgütsel faaliyetlerimden dolayı bilgi veremiyor kendisine. Daha sonra bana bu durum aktarıldı. Bir gün Beyaz Adam Kitabevine gittim, Hrant’la tanıştık orda. Sonra bir gece Kör Agop Meyhanesi’nde Hrant, Margosyan ve diğer bazı arkadaşlar ile oturduk. Dostluğumuz Hrant katledilene kadar da devam etti. 

Kitabın içeriği ile ilgili kısa bir soru sormak istiyorum. Son yıllarda tanıklıklara dayanılarak yazılan kitaplardan farklı olarak öne çıkan birkaç farklı tema var çalışmanızda. Örneğin tüm hikâyelerde kıtlık, merkezi bir tema olarak öne çıkıyor. Ayrıca komitacılık ve kırsal bölgelerdeki Ermeni direnişlerinden de bahsediyorsunuz. Bunlar dinlediğiniz insanlardan duyduğunuz şeyler miydi?

Anneannem kıtlık zamanını hep söylerdi. Ayrıca annem de İkinci Dünya Savaşı döneminde yaşanan kıtlıktan sürekli bahsederdi. Sıradan insanların soykırıma yönelmesinde kıtlığın önemli bir etkisi olduğu izlenimine kapıldım, o yüzden kitapta da işledim bunu. Komitacılık ve yerel direniş konusunda ise genelde şöyle bir yaklaşım vardı: Sanki bundan bahsedilse Ermeniler haksız görülür gibi bir korku vardı ama ben böyle düşünmüyorum. Her halkın örgütlenme ve kendi bağımsızlığını talep etme hakkı vardır. Her örgütlenen halkı soykırımdan geçirmek, soyunu mu kurutmak gerekiyor? Örgütlenmenin ve zulme direnmenin ne kadar doğal ve evrensel bir hak olduğunu vurgulamak için komitacılıktan ve yerel düzeydeki küçük direnişlerden bahsetmeyi tercih ettim.

Sizin kitabın basımı üzerinden 24 yıl geçti. Bu alanda ciddi bir sözlü tarih ve hafıza literatürü oluştu. Kürtlerin 1915’e dair yaklaşımları hakkında ne düşünüyorsunuz?

Kürtlerin 1915’teki rolleri ile ilgili bugüne kadar konuştuğum hiçbir Kürt ile ihtilafa düştüğümü hatırlamıyorum. Hiç kimse Kürtler haklıydı gibi bir savunmaya girişmedi. Herkes bir soykırım yaşandığını düşünüyor ve bununla yüzleşmek için çaba sarf ediyor. Bugün de Kürtler dünyanın demokrasi bayraktarlığını üstlenmiş konumdalar. Bu noktada Ermeni Soykırımı’na yaklaşımları da onları daha fazla sempatikleştiriyor dünyanın gözünde.

Kitabın baskısı uzun zamandır tükenmiş durumda. Yeni baskısını yapmayı düşünüyor musunuz?

Evet. Bazı ufak tefek düzenlemeler yaptıktan sonra kitabın üçüncü baskısını yapacağız. 

Serdar Can kimdir?

1961 doğumluyum. Babam 1920’lerin başında Kulp ilçesinin Araşka köyünden Amed’e göç etmiş. Amed’de büyüdüm. 1976’da politika ile ilgilenmeye başladım. Önce TKP ile tanıştım. Sonra Doktor Kıvılcımlı’nın Vatan Partisi ile ilişkilendim bir süre. 1978’de Ankara’daki eğitimime ara verip Diyarbakır’a döndüğümde İbrahim Kaypakkaya’nın eserleriyle tanıştım. Kürt sorununa bakışı beni derinden etkiledi, hele Kemalizm tahlillerini okuyunca beynimden vurulmuşa döndüm. Kemalist devlet ideolojisiyle ‘eğitim’ görmüş biri olarak ve katıldığı diğer ‘sol’ hareketler içinde de Kemalizm konusunda pek de matah bir şey duymamış biri olarak ‘Kemalizm eşittir faşizm’ formülüyle karşılaşınca adeta abandone oldum. 1970’lerde 23 yaşlarındaki biri nasıl bu tahlilleri yapabilmişti? Cumhuriyet tarihini ve Kürt ulusal hareketlerini ince detaylı ve doyurucu açıklamalarla anlatmıştı. Böylece İbocu oldum. Yine o dönem için hem Kürt meselesinin çözümü hem de Türkiye’deki devrimci kurtuluş açısından bana en yakın hareket oydu. 1978’de örgütün aktif bir militanı oldum ve 94’e kadar da devam etti bu. 1980 darbesinden önce gerilla faaliyetlerine başlamıştık. Amed’de ilk gerilla birliği TİKKO’nun idi. 1979-80’de Hazro bölgesinde gerilla faaliyetleri yürütmeye başladık. Darbeden sonra Hazro’da girdiğimiz bir silahlı çatışmada iki arkadaşım hayatını kaybetti, ben yaralı olarak askerin eline geçtim ve Ocak 1981’de TKP-ML/TİKKO davasından cezaevine girdim. 1983’te idam cezası aldım. 1991’de Özal affı ile idam cezası almış ve on yıldan fazla cezaevi yatmış kişiler bir defaya mahsus serbest bırakıldılar.

53973

Serdar Can

Serdar Can sitemizin köşe yazarıdır. Teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır.

Serdar Can

„Holodomor „ Yalanı Üzerine

Başta Avrupa emperyalist burjuvazisi olmak üzere, bütün gerici devletler, emperyalist Rusya'nın Ukrayna'ya saldırı ve işgalini bahane ederek, tüm SSCB kazanınlarını, anıtlarını yok etmenin yanında, yeni yeni kararlarla, Stalin önderliğindeki SSCB'ni ve sosyalizmi karalamak için her türlü yalana baş vurmaya hız verdiler. Burjuvazinin, sosyalizm ve onu anımsatan herşeye düşmanlığı, kapitalizm ayakta kaldığı sğrece devam edecektir. Bu nedenle, burjuvazinin bütün yalanlarını açığa çıkarmakta devrimci mücadelenin en önemli ayaklarından biridir.

Liberallerin ve Ulu“sol”cuların Solculuğu-2 Kemalizm Sol Değildir!

AKP-MHP faşist ittifakı süresince siyasal İslamcılığın karşısına da alternatif olarak Kemalist ideoloji çıkarılıyor. Kendine “sol” diyenlerin siyasal İslamcılığın alternatifi olarak Kemalizm’i yeğlemeleri kabul edilebilir bir siyasi tutum değildir.

Bir İşkencehane Olarak Sansaryan Han Ve Süleyman Cihan!

Dün, Sansaryan Han’a ilişkin bir haber okudum gazetelerde: “92 yıl sonra Sansaryan Han için tarihi karar.” başlığı altında, özetle, şunlar aktarılmaktaydı: 

 

Ermeni fakir çocukların eğitim masraflarının karşılanması amacıyla vakfedilen ancak 1930 yılında devlet tarafından el konulan ve uzun yıllar İstanbul Emniyet Müdürlüğü olarak kullanılan Sansaryan Han, Anayasa Mahkemesi kararıyla 92 yıl sonra Ermeni vakfına geri verilecek.”[1]

 

Uluslararası İşçi Sınıfı İçin Büyük Bir Kayıp! Jose Maria Sison'u Sonsuzluğa Uğurladık

Filipin Komünist Partisi'nin (FKP)  kurucu önderi, Yeni Halk Ordusu (YHO) ve Filipin Ulusal Demokratik Cephe'nin (FUDC) danışmanı ve  Uluslararsı Halkların Mücadele Birliği'nin (ILPS) kurucularından ve başkanı, Filipin proletaryasının ölümsüz militanı Jose Maria Sison'u (yoldaşlarının Joma'sı) 16 Aralık 2022 tarihinde kaybettik.

Hızır

Hdp'liler katı atık tesisinin yeri değiştirilmesi konusunda öneri gelirse destekleyeceklermiş.

Demek ki gelmese...

De gurban... aha çevreci projeniz... aha boğuniz... aha siz...

Sütlüce'ye akmasın... kendi içimize... köyümüze.... aksın diyorsanız...

De... hadi...

Sütlüce'ye katı atık tesisi kurulmasın.... kendi köyümüze kurulsun... diye önerge getirinde sizi görem.

De.... Hadi kurban...

De.... Hadi...

Gerçekten çok akıllıca.

Gerçekten çok sinsice.

Liberallerin ve Ulu“sol”cuların Solculuğu-1- (Sentez)

"İşçi sınıfının devrimciliğine karşı çıkanlara sol denebilir mi? Ya da bunlar gerçekten sol olabilir mi?"

Sınıflı bir toplumda, bu toplumun alternatifi olarak sınıfsız toplumu öngören ve bunun mücadelesini veren Marksizm-Leninizm-Maoizm’in eleştirilmemesi, özellikle de mülk sahibi sınıfların ideolojik ve siyasal temsilcilerinin eleştirileri ve demagojik saldırılarına maruz kalmaması düşünülemez.

Barbara ve Sara olma zamanı! (Nubar Ozanyan)

Emekçi kadınlar birçok şeyden mahrumdur. Yoksun olduğu esas şeyler, özgürlük ve örgütlülüktür. Faşist devlet şiddeti, feodal baskı, Türk şovenizmi, egemen erkek zihniyeti, işgal ve saldırı, erkek adalet, aile ve din, dışlanma, aşağılanma vb. Saymakla ve yazmakla bitmiyor. 

KKB’li TİKKO Savaşçısı:Kobanê Ruhuyla Rojava’yı Savun!

Faşist TC içindeki klikler, Kobanê zaferinden bu yana dillerden düşmeyen bir yarasında birleşti.

Milli birlik ve beraberliğe ihtiyaç duydukları böylesi günlerde sağdan soldan TC faşizmi her zaman birleşmiştir. Bu bazen masa altından olur, bazen kapalı kapılar ardında, bazense öylece aleni. Burjuvazinin kalbini korkudan hoplatan bir işçi direnişi olabilir, emperyalist tekellere geçit vermeyecek bir çevre direnişi olabilir, faşizmi zayıflatacak bir demokrasi talebi olabilir, ataerkiyi ve heteroseksizmi titretecek bir adım olabilir bu gizli ya da açık el sıkışmaların sebebi.

Ya Özgürlük Mücadelesinden Yanasınız ya da Değilsiniz

Türk egemen sınıfları, Cumhuriyetin 100. yılını kutlamaya hazırlanırken ikinci yüz yılı için de nutuk atmaya başladılar. Halkımızın deyimiyle perşembenin gelişi çarşambadan bellidir.

Nitekim ilk yüzyılı işçilere, emekçilere, devrimcilere, komünistlere, ezilen ulus ve azınlık milliyetlere, kadınlara, LGBTİ+lara, inanç gruplarına zulmetmekle geçen bir yüzyıldır. Bu baskıcı, asimilasyoncu, ırkçı, cinsiyetçi, tekçi ve emperyalizm uşağı sömürü-soygun düzeni, Kemalist cumhuriyetin ikinci yüzyılı da birinci yüz yılını izleyecektir.

Katliamlar Cumhuriyeti

13 Kasım'da, İstanbul'un en kalabalık caddesinde yapılan bombalı saldırı, Türkiye Cumhuriyeti'nin bir kere daha katliamlar cumhuriyeti olduğunun acı bir kanıtı oldu.

Çamur at…[ismail cem özkan]

Kasım ayını soğuk bir gününde kalabalığın henüz tam yoğunlaşmadığı bir saatte İstiklal Caddesi'nde bir katliam yaşandı. Banka konan bir bomba patladı ya da patlatıldı ve 6 masum, hiçbir şeyden haberi olmayan insan öldürüldü…

Ateş düştüğü yeri yakar ve acısını kelebek kanadı gibi evrene yayar, fakat küresel evrenimizde o kadar çok acı yaşanıyor ki, eskisi gibi haber dahi olmuyor… Yaşanan olay ajans bülteninde geçen birkaç satıra dönüştü… Acılar, düşen ateş ve yok olan hayaller…

Sayfalar